1 Ağustos 2021 Pazar

Yurdum İnsanı ve Kaşıma Hastalığımız *

Ülkemin 85 noktasından, ciğerlerimiz olan orman yangınları haberleri gelmeye devam ederken, temmuzun son cumartesi günü, yaşları 58, 60 ve 65 olan üç ihtiyar delikanlı, Meram Dere-Altınapa, Altınapa-Meram Dere güzergahında bir yürüyüş yapmaya koyulduk. 15.05’te sıcakta başlayan yürüyüşümüzün sessizliğini bozan, dar ve stabilize yoldan geçen tek tük araçlardı. Az kenara çekilip onlara yol verdik. Tanımadığımız bu kişiler bize selam verdi. Bazısına, Altınapa’ya daha ne kadar var sorusunu sorduk. Her soruya farklı cevaplar alsak da daha çok var cevapları karşısında dönüşte karanlığa kalacağız endişesi bizi sarsa da menzile varmaktan beri kalmadık. Kaç km kaldığına dair telefonlarımıza da bakamıyoruz. Çünkü ne telefon çekiyor ne de İnternetimiz. Uzun, ince ve kıvrımlı yollardan Allah ne verdiyse, tabana kuvvet deyip yürüyoruz durmadan.

Az önce yanımızdan bize selam vererek geçen bir araç sahibi geri dönerek bize, “İleride çalışma var. Ben aracımla geçemedim. Belki siz geçebilirsiniz” dedi. Moralimiz bozulsa da yürümeye devam ettik. Belirtilen yere vardığımızda, derenin içindeki toprak, moloz ve kumların, bir operatör tarafından yolun ortasına park etmiş kamyona boşaltıldığını gördük. Yaya da olsak geçilecek gibi değildi. Zaten geçmeye çalışsak bile ardı arkasına kepçeden boşaltılan topraklardan çıkan toz bulutundan geçmek mümkün değildi. Ne yapalım derken, baktık ki kamyon dolmak üzere. Bekleyelim, nasılsa hareket eder dedik. Dediğimiz gibi oldu. Kamyon hareket etti, az sola alındı ve bize yol açıldı.

Dönemeci geçer geçmez “Aha köprü, gelmişiz” dedik. Köprüyü görmemiz, çölde yürürken susuzluktan ileride serabı gören çöl yolcularına benzedi. Yüzümüzde beliren bu sevinçle yol alırken az önce operatörlük yapan genç, kamyonla yanımızdan geçerken “Biz şu şantiyedeyiz. Çayımız var. Buyurun gelin, çay içelim” dedi. Çayınız size ancak yeter dediksek de genç bize ısrar etti, tamam dedik.

Köprünün eteğindeki konteynırdan yapılmış şantiyeye vardık. Selam verdik. Boş bulduğumuz plastik sandalyelere oturduk. Bizi çaya davet eden genç demlenen çayı getirdi. Hal hatırdan sonra çalışan işçilerin bir tanesinin Tuncelili, diğerinin Ağrılı, bir tanesinin de Aksaraylı olduğunu öğrendik. Az sonra 3-4 kişi daha geldi. Onlara, nereli olduklarını sormadık ama yüz hatlarından ve aksamlarından Güneydoğulu oldukları anlaşılıyor. Sanırım yemek vakti olsa gerek. Bir yarım saat kadar kendileriyle sohbet ettik. Paydos saatinden sonra yiyecekleri akşam yemeğinin ardından, birlikte içecekleri çaydan bize çay ikram ettiler. İkram ettikleri bu bir bardak çay, yorgunluğun üzerine bize bir servet gibi geldi. Namaz kılacak yer var mı sorumuza, bizi içeriye alarak seccadeyi serdiler ve kıbleyi gösterdiler. İkindi namazını kıldıktan sonra kendileriyle vedalaşıp hemen iki adım kalan baraja doğru geçip gittik.

Bize hanelerini açan yurdun değişik bölgelerinden gelen; içlerinde Kürt’ü, Alevi’si ve Türk’ü olan bu işçileri çok sıcakkanlı gördüm. Kıt kanaat ve zor şartlarda ekmek davası için bir araya gelmiş, değişik ırk ve meşrepteki bu gençler, aralarında iyi bir sinerji oluşturdukları gibi yoldan geçen, tanımadıkları bizi de bir süreliğine misafir ettiler. Yurdum insanının bu engin hoşgörüsü ve misafirperverliği bizi ziyadesiyle mesrur etti. Anlattıklarına göre barajdan salınan suyun geçtiği derelerin etrafına bent örüyorlar, tabanına da beton döküyorlar. Öyle zannediyorum, buradaki işleri daha epey sürer. Bir başka zaman çam sakızı, çoban armağanı ikramda bulunmak üzere onları tekrar ziyaret etmek isterim. Allah razı olsun kendilerinden.

Cumartesi günü başımdan geçen bu anekdotuma yazımda uzunca yer verdim. İstedim ki bu ülkede ırk üzerinden siyaset yapan, bunu durmadan kaşıyan ve bundan nemalanan kişilere dair birkaç lafım olsun.

Bildiğiniz gibi söndürmekte zorlandığımız ormanlar içimizi dağlarken, cuma akşam saatlerinde, Meram ilçesi Kalfalar Mahallesinde Karslı bir ailenin yedi ferdi öldürüldü haberi ile irkildik. Ne oluyor, bunun arkasında ne var diye bu menfur cinayeti sorgularken ve kimse olayın aslını astarını bilmez iken, uzun yolculuğun ardından haberlerde ne var ne yok diye ajanlara bir göz attığımda, “iki komşu arasında eski husumet vardı, mangal yüzünden çıktı, kedi meselesi varmış” haberleri yer alırken, yetkililer üç savcıyı görevlendirerek olayı derinlemesine soruşturmaya başlatmışken HDP Eş Başkanı Sayın Sancar, “Kim bu olayın arkasında eski husumet var, başka sebepler ararsa…” diye başlayan konuşmasında “Türk’ün Kürt’ü öldürdüğü ırkçı bir eylem” diyerek işi ırkçılığa getiriyor ve sanki hakim ve savcı imiş gibi kesin hükmünü veriyor. Bu nefret dili karşısında gerçekten dehşete kapıldım. Şantiyede çalışan ilkokul mezunu Kürt’e, Alevi’ye, Türk’e bakın, bir de profesör ve bir partinin genel başkanı, okumuş ve bir sorumluluğu olması gereken Mithat Sancar’a bakın. Yangına körükle ve benzin bidonuyla gidiyor. Yazık gerçekten yazık!

Sayın Sancar (ve öldürülen aile adına açıklamalarda bulunan, işi ırkçılığa bağlayan avukat bey) bilsin ki bu ülke Kürt’ünün Türk ile Türk’ün Kürt ile Alevi’nin Kürt ve Türk ile bir alıp veremediği yoktur. (Olayın sıcaklığına rağmen Türkiye’nin bir mozaiği olan gençlerin bize muamelesini yukarıda işledim.) Sizin tüm derdiniz, olayları bu şekilde kaşıyarak hem seçmeninizi kutuplaştırmak hem de kendinize oy vermeyen diğer Kürtlerin de oylarını almaya çalışmaktır. Lütfen cesetler üzerinden siyaset yapmayın. Birbiriyle iç içe geçmiş insanımızın iyi niyetini kendi emellerinize alet etmeyin. Size buradan ekmek çıkmaz. Çıkarmaya kalkarsanız bu ülke hepimize mezar olur. İnsaf, basiret, feraset ve sağduyu lütfen. Okumuş siyasetçiler bilsinler ki Anadolu insanının irfanı sizden kat be kat daha üstündür ve sizin süfli emellerinizi yener. 

*02/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

30 Temmuz 2021 Cuma

Köpeklerle Dansım *

Salgın nedeniyle salonlarda düğünler yapılamayınca, düğün salonları derin bir sessizliğe bürünmüştü. 1 Temmuzdan itibaren yasakların kalkmasıyla birlikte ötelenen düğünler, bir bir yapılmaya başladı. Böylece düğün salonlarının da yüzü güldü. Kurban Bayramının hemen akabinde işte böyle düğünlerden birine de ben davetliydim. Düğünün yapılacağı salon da Hatıp Caddesi üzerinde sağlı sollu salonlardan biri.

Salonu pek aramadım. Çünkü km’lerce öteden, sesi sonuna kadar açılmış müzikler kulağına kadar gelince, sesin geldiği tarafa doğru yol alsan, elinle koymuş gibi salonları bulabiliyorsun. Buralarda tek yapacağın, gideceğin salon solda mı, sağda mı, iki metre ötede mi, beride mi? Bunu da sağı solu göz gezdirerek hallediyorsun.

Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra düğün salonunun bahçesine geçtik. Boş masalardan kenar ve köşede olan birine oturduk.

İcabette geciktiğim düğün, ben geldikten bir 15 dakika sonra mutlu çiftin yukarıdan görünmesiyle birlikte yapılan anonsla başladı. Gelinle damat yavaş yavaş merdivenlerden inerken az önce öylesine çalan müzik değişti, davetlilerden bir alkış tufanı koptu. Çift, sahneye indikten sonra güvercinler uçuruldu. Bir şeyler de yandı söndü. Nedir diye sormayın. Zira siz onu bilirsiniz. Bana tecahülüarif yapmayın. Benim cahilliğimi ise sormayın.

İlk dansı haliyle gelinle damat yaptı. Ardından davetliler de oynamaya davet edildi. Çünkü düğün oynamalı. Müziğin ritmine kendini kaptıran sahnede yerini aldı ve sahne doldu. Bir an için bir ben eksiğim. Zira kambersiz düğün olmaz dedim ama sahneyi dar gördüm ve bana göre değil diyerek hiç böyle bir şeye yeltenmedim. Bu arada sahne tecrübem olduğunu söylemek isterim. 1986 yılı olsa gerek. Cihanbeyli’de bir düğüne katılmıştım. Olmaz, bu iş bana göre değil. Bana göre olsa da bilmiyorum dedimse de beni zorla halay çekmeye kaldırdılar. Sağlı sollu araya aldılar beni. Sanki başımdan kaynar sular döküldü. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Ama bununla da yetinmediler. Damat bey, ayaklar ayaklar diye işaret etti durdu. Cehennem azabı bittikten sonra ne diyordun dedim. Meğersem ayaklarımı yanımdakilere uyduramıyormuşum.

Neyse biz gelelim taze düğüne. Birileri oynuyor, biz de müzik sesinden ne kadar konuşulursa kah konuşuyoruz kah sağa sola kim var kim yok diye göz gezdiriyoruz kah oynayanlara bakıyoruz. Kimi oynadıktan sonra yerine geçti, yerlerine başkası geçti kimi de sahnenin değişmez as oyuncusuydu. Hanıma, şu oynayan görümce mi yoksa dedim. Nereden bildin dedi, belli belli dedim. Gülüştük.

Az sonra akşam namazını kılayım diye salonun arka tarafına dolaştım. Erkek mescidi yazan kapıyı buldum. Açtım ki mescit diye belirlenen yere sadece bir seccade sermişler. O kadar. Namazı kıldım ama namazda ne okudun diye sormayın. Zira benim ağzım kıpırdarken kulağıma fazlasıyla müzik geldi. İyi ki oynamayı bilmiyorum. Yoksa “günah yazarsan yaz” diyerek kendimi namazda iken oynamaya verebilirdim.

Sayıyla verilen kuru pastaları yedikten sonra ardından gelen dondurmayı da yedim. Bu arada takı töreni de başladı. Anonsun biri bitti, diğeri yapıldı. Takıcılar, sıraya girerek takılarını taktılar. Her takan da gelin ve damatla bir fotoğraf çektirerek ânı ölümsüzleştirdiler. Bu kalabalıkta takı takıp takmadığımı kim görecek deyip yerinde oturanlara da burada bir hatırlatmada bulunmak isterim. Unutmayın ki takı törenindeki kamera objektifine giremediniz ve bunlar düğün bittikten sonra ağır çekim izlenecek. Kimin taktığı kimin takmadığı kimin ne taktığı ortaya dökülecek. Benden söylemesi. Takılar nerede derseniz, sanırım görümce gelmiş, hepsini alıp gitmiş. Düğün sahipleri amma takıldı, sevenimiz çokmuş meğer diye önce sevinecek ardından bu işler sırayla deyip üzülecek. Neyse tüm bunları takan, takmayan düşünsün.

Yeme-içme ve takı için ara verilen oynama arası, kaldığı yerden tekrar başladı. Biz de ne zaman bitecek bu düğün diye beklemeye devam ettik. Belli oldu ki mescit ararken arkada karıştırılan kazanlardan da yemek gelmeyecek. Niye bekliyorum ki. Zaten düğün yemeksizdi. Yine de umut benim ekmeğim. Ha bir sürpriz olur muydu.

Baktım olmayacak, yürüyüş beni bekliyor, günlük yürüyüşümü yapamadım. Bari beklenirken ben yürüyüşümün belirli etabını tamamlayayım dedim. Bahçenin dışına kendimi attım. Önce düğün salonlarının önünden geçtim. Hepsi de açık, hepsinden de müzik sesi geliyor ve davetlilerin biri giriyor, diğeri çıkıyor. Sol tarafta yatsı namazını kılıp camiden çıkmakta olan az sayıda musalli gördüm. Sağdan soldan, önden ve arkadan birbirine karışarak gelen müzik sesiyle nasıl namaz kıldılar bilmiyorum. Allah kabul etsin.

Ana caddeden ara sokaklara girdim. Zira oralarda da salonlar var. Bir tempoda yürüyorum. Bir baktım, insan yoğunluğu kalmamış. Ama kimse yok değil. Zira iki köpek, gelip geçen arabalara durmadan havlıyor. Kendilerine gelmekte olduğumu gören bu iki köpek, yollar nasılsa bizim, sabaha kadar buradan arabalar geçecek, biz de havlayacağız. Biz en iyisi, şu acemi çaylağı bir korkutalım dercesine dönüp koşarak bana gelmeye başladılar. Baktım şakaları yok. Kaçsam kaçamam, duvara çıksam, çıkılacak duvar yok, direğe bile tırmanmayı düşündüm. Gördüğüm her direk beton direk. Kaldım mı bir başıma.

İleriden koşarak üzerime gelirlerken tek yapabildiğim, durmadan hoşt hoşt hoşt çekmek. Ne kadar dediğimi hatırlamıyorum. Beni aralarına alıveren köpeklere hoşt diyorum, bir taraftan da iki elimi birden onlara sallıyorum ama onlar için çok da tın. Önüme, arkama döndüler durdular. Onlar döndükçe köpeklere arkamı dönmem uygun olmaz diyerek ben de döndüm. Hasılı az önce müziğin oynatamadığı beni, onlar bir güzel oynattılar. Korktum mu? Korkulmaz mı? Anlatılmaz ancak yaşanır. Herhalde korkum tavan yapmıştır. Başka da yapabileceğim bir şey yoktu.

Paçamdan tutup beni ne zaman altlarına alacak diye beklerken beni üç-beş dakika dans ettiren köpekler, bu korku buna yeter, bir daha da bizim çöplüğümüze uğramaz, bizi de unutmaz deyip paçamdan tutmadan çekip gittiler. Sağ olsunlar, bu iyiliklerini hiç unutmayacağım. Merhamet timsali gibi geldiler bana.

Hasılı, bana düğünde kimse oynamadı diyemez. Gördüğünüz gibi epey ecel terleri döktüm. Tek fark, düğünde oynayanlar keyiften dört köşe olurken ben dokuz doğurdum. Bu arada böyle saldırgan köpeklerin buralarda ne işi var deyip sahiplerini suçlamayacağım. Burada esas suç, korumasız bir biçimde ve bir başıma sokağa çıkan bendedir. İnşallah köpeklere hoşt dediğimden dolayı hayvan severler hakkımda suç duyurusunda bulunmazlar. Bir de mahkemelik olmak hiçten bile değil. Bundan dolayı hakimin adli kontrol şartıyla serbest bırakacağına da hiç ihtimal vermiyorum.

Burada, mübarek düğüne gelmişsin. Otur, ağır azam. Oynayacaksan oyna, oturup seyredeceksen seyret. Yemek verirlerse ye. Bir de eski köye yeni adet getirme. Yürümek de neyin nesi, dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, zira rahmetli babam da “Oğlum, çok dolaşma. Çünkü çok dolaşanın ayağına tavuk pisliği bulaşır derdi. Köpeklerle dansımı gözümün önüne getirince bana tavuk pisliği daha masum geldi.

Not: Bu durumu anlattığım bazıları, öyle zamanlarda yani köpeklerin saldırısına maruz kaldığında oturacaksın dediler. Bir daha böyle bir olay vuku bulursa ve korkudan aklıma gelirse söz oturacağım.

*11/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Yalancı Bahar ve Sahici Bahar *

1994 ve 2001 ekonomik krizlerini gördüm. Krizin etkilerini derinden hissettim. Her ikisinde de hayat pahalılığı alıp başını gitmişti. Bugün aldığım bir ürünün fiyatını, ikinci gelişimde keşke aynı fiyata alabilsem derdim. Baktığım bir ürünü almak istemesem, pişman olursun, yarın aynı fiyata alamazsın, derdi esnaf. Ben böyle sıkıntı çekerken, esnaflık yapan bir tanıdığım, bu süreçte deli para kazandım dedi bir görüşmemizde. 

Aynı çizgide devam eden bir siyasi görüşüm olmasına rağmen insanların çektiği sıkıntıları görünce, daha ufukta seçim yokken şunları söyledim: "Bundan sonra oyum, bugünkü aldığım bir ürünü yarın aynı fiyata alabileceğim bir ortamı sağlayacak yani hayat pahalılığını durduracak bir siyasi parti olursa, istersen ateist olsun, oyum onadır" demiştim.

2002 yılındaki seçimlere, ekonomik kriz damgasını vurdu. Seçmen ekonomik krizde dahli olan partileri sandığa gömdü. Yeni kurulmasına rağmen AK Partiyi tek başına iktidara getirdi. Ülkede siyasi istikrar sağlandı. Uygulanan sıkı mali disiplin, dışarıdan gelen sıcak para ve dövizin zikzak çizmemesi yüz güldürdü. Cebimiz para gördüğü gibi paramız değerlendi ve bereketlendi. Hayat pahalılığı yok oldu, enflasyon tek haneye düştü, tereklerdeki ürünler yerinde saydığı gibi bir kısım çeşitlerde fiyatlar geriledi. Zam nedir duymaz olduk. Cebimiz para gördü, alım gücümüz arttı. Yüzümüz gülmeye başladı. At sahibine göre kişner sözü doğruymuş demeye başladık.

Geldiğimiz noktada, ekonomik halimiz hiç iç açıcı değil. Çünkü dünün yerinde yeller esiyor. Sanki ekonomik krizler bu ülkenin kaderiymiş gibi yine bir ekonomik darboğaz içindeyiz. Eski krizlere oranla likidite sıkıntısı olmasa da fiyatların yanına varılmıyor. Hayat pahalılığı yönünden yeniden çift haneli rakamları yaşıyoruz. Piyasa ürünlerine ve temel ihtiyaç mallarına konan zamlar çok astronomik. Bu da gösteriyor ki 2002’den sonra gelen ekonomik rahatlama, geçici bahardan ibaretmiş. Her geçici baharın sonu ya yakıcı ya da dondurucu oluyor maalesef.

Belirli periyotlarla mali krize girmemizde değişik sebepler olsa da birinci derece sorumluları, zamanında tedbir almayan gelmiş geçmiş siyasi iktidarlardır. Demek ki pansuman tedbirlerle günü kurtarma politikası böyle bir şeymiş ve sonuçları itibariyle acı oluyormuş. Maalesef bu acı reçeteyi de halkın kahir ekseriyeti içiyor.

Burada ekonomik krizle ilgili bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum. Ne zaman bir vatandaş hayat pahalılığından dem vursa, “para yetmiyor, işsizlik aldı başını gidiyor” dese, birileri sosyal medyadan “Kriz var diyorlar. Ne krizi? Baksana millet Bodrum’da, Alanya’da tatil yapıyor. Tatil beldeleri tümden dolu. Parası olmayan tatile gidebilir mi? Ya şu son model arabalar neyin nesi. Eski model araba göremiyorum. Herkeste en pahalısından cep telefonu var. Piknik yerleri dolu. Hangi mağazaya gitsen, millet bol bol alışveriş yapıyor. Ne işsizliği? İş beğenmiyorlar da ondan. Çalışana iş çok…” şeklinde paylaşım üstüne paylaşım yapıyor. Bu tür paylaşımlarda doğruluk payı var mı? Var elbet. Olan da olmayan da bulup buluşturup, karta taksit yaptırıp tatil beldelerinde soluğu alıyor. Bazı sektörler, işçi aradığı halde işe talip olmayan ve iş beğenmeyenler de var. Ama tüm bunlar halkın ekonomik darboğazda olduğu gerçeğinin üstünü örtmez. Ki kriz dönemlerinde tüm halk ekonomik darboğaza duçar olacak diye de bir şey yok. Krizler kimini ihya ederken kimini de bitirir. Kimi bu krizler sebebiyle paraya para demez, köşe olur. Ama bunların sayısı azdır. Esas halkın çoğunluğuna bakmak lazım. Çünkü dar ve orta gelir seviyesinde bir geliri olan halkın daha da fakirleştiği, geçinmek için zorlandığı da bir gerçektir. Alt gelir seviyesinde olanlarla üst gelir seviyesinde olanlar arasında sosyal adalet dengesi alabildiğine açılmış durumdadır. Burada şunu da söyleyeyim. Bu ülke 80 milyonu geçmiş bir ülkedir. İster tatil beldesi ister piknik yerleri ister alışveriş merkezleri olsun, her yerde insan yoğunluğunu görmek mümkündür. Buralara bakarak halkın keyfi yerinde tespiti bizi yanıltır. Aynı şekilde hastanelere gitsek, hastanelerin de dolu olduğunu görürüz. Bu demek değildir ki bu toplumun hepsi hasta olmuş ve hastaneye koşmuş.

Sözün özü, hayat mücadelesi veren her bir insanın şöyle ya da böyle dert ve sıkıntıları vardır. Zira burası imtihan dünyasıdır. Dün olduğu gibi bugün de düne oranla ekonomik sıkıntı çeken insanımızın sayısı az değildir. Durum bu iken ve kimsenin ne ile mücadele ettiğini bilmez iken uzaktan maval okumak doğru değildir. Çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir ve ateş düştüğü yeri yakar. Yani her şeyi tozpembe göstermeyelim. Aynı şekilde “bittik, tükendik” diyerek felaket tellallığı da yapmayalım.

Ülkemizde zaman zaman gördüğümüz yalancı baharların yerini, sahici ve kalıcı baharlara bırakması temennisiyle…

*28/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Temmuz 2021 Salı

Erkekler, Bu Görevinizi Biliyor muydunuz? *

Bir derdim var. Bunu sizinle paylaşsam mı, paylaşmasam mı diye düşünmüyor değilim. En iyisi paylaşayım gitsin. Paylaşırsam derdim azalmış olur belki. Derdimi zorlama bir bilmeceyle açayım: Marketten aldım beş poşet, dışarı götürdüm yirmi poşet. Bilin bakalım bu nedir? Dışarı bir şey götürmüyorsanız, nereden bileceksiniz. Ancak benim gibi eşekten düşenler bilir: Çöp efendim çöp.

Günübirlik markete giden biri değilim. Bazen haftada bir veya on günde bir giderim. Marketin hiç sağına soluna bakmadan listede olan temel ihtiyaçlarımı alır çıkarım. Ödemeyi yapıp aldıklarımı mutfağa çekince derin bir oh çekerim.

Derin oh çekmem uzun sürmüyor. Çünkü ne zaman dışarı çıksam -ki günlük çıkmasam olmaz- bunu giderken çöpe atıver ya da dışarıya poşet koydum, onu da götürüver, talimatı alırım. Poşette ne olabilir diye hep merak ederim. Fakat içini açma imkanım bugüne kadar hiç olmadı. Zira poşetin içinde bir belki de iki poşet. Ağzı da bir güzel bağlanmıştır. Deri sarar gibi desem, mesele anlaşılmış olur sanırım.

Kapının önüne çıkınca bahtıma artık. Bazen bir bazen iki bazen de üç poşet birden beni bekler bulurum. Bir elimde telefon olduğu halde diğer elime de poşetleri alır, çöp konteynırını boylarım. Bu arada ağır mı ağır. İçinde ne varsa artık. Çöp kovasının ağzı açıksa helal be derim. Çöp kutusunun hiçbir yerine dokunmadan bir basket atışı edasıyla içine atarım. Basketçiliğim de fena değil hani. Konteynırın ağzı kapalı ise niye kapatırlar diye homurdanırım ve kapağı bir şekil açıp atarım içine. Ardından ya Rabbi, şükürler olsun, bugünkü çöp atma görevimi de ifa ettim, bir dahakine Allah kerim derim.

Bu anlattıklarımın bir başka boyutu daha var. Bazen iyi, bu çıkışımda çöp yok diyerek elimi kolumu sallaya sallaya kapıyı açarım. Mutfaktan bir ses geldi mi, ne oldu demem. Annah derim. Bilirim ki çöpe gidecek ama hazırlanmamış çöp poşeti vardır. Bazen de bu çöp nasıl hazırlanır bakarım. Önce çöp kutusu açılıyor. İçine daha önce konmuş poşet çıkarılıyor. Hafifçe kaldırılıyor. Poşetin altı akıyor mu akmıyor mu kontrolü yapılıyor. Poşetin altı ıslak ise bil ki poşet delinmiştir. Delinmedi ise de mutfaktan dışarıya çıkarırken delinme ihtimali vardır. Hiç sağa sola damlatmadan tekrar yerine konur, poşetin ağzı bağlanır. Ardından yeni bir poşete geçirilir. Onun da ağzı bağlanır. Tamam, denerek elime tutuşturulur. Bu çöp poşeti daha önce hazırlanmış da giderken atılsın diye kapının önüne konmuşsa poşeti kaldırdıktan sonra altına akmış mı kontrolü yapılır. Akmamışsa şükredilir. Eğer akmışsa bir hızla paspas alınır, burası bir güzel paspaslanır. 

Ben böyle anlatıyorum da siz de bu adam ne yapıyor böyle deyip okuyorsunuz. Okuyun okuyun, tecrübe edinmiş olursunuz. Ki burada tecrübe konuşuyor. Ayıplamanızı hiç tavsiye etmem. Zira başınıza gelir. Eğer bu anlattıklarımı bir bir ve daha fazlasını yapıyorsanız, aklın yolu birdir ve aynı cendereden geçen yolcularız. Allah bu görevde de yardımcınız olsun. Hasılı ömrümün önemli bir kısmı, çöp atmakla geçti, geçiyor ve geçecek desem, hiç abartmamış olurum. Ki mesele ortada. Evin erkeği olarak pek hesaba katılmayan bu görevimizin de bu vesileyle kayıtlara geçmesini istiyorum. 

Evden durmadan çöp konteynırına çöp götürme işinde, garibime giden ve anlayamadığım bir durum var. Bunu da belirtmek istiyorum. Bir fabrikanın seri üretimi gibi her gün bu kadar çöp bu evden nasıl çıkar? Çünkü eve giren bellidir. Marketten aldığımıza hiç dokunmadan çöpe götürsek bu kadar çöp poşeti çıkmaz. Haydi, yemeden attık diyelim. O zaman bu göbekler ne? Demek ki yemişiz. İyi ki yemişiz yoksa günde daha fazla çöp atmamız gerekecek. Hocanın, kedi buysa et nerede, et bu ise kedi nerede" dediği gibi bir şey bu. Girdi ve çıktı da bir anormallik var ve ben bu havuz probleminin içinden çıkamadım. Aman neyse ne. Benim kendi derdim kendime yeter. Bir de havuz problemini mi çözeyim? Görevim, marketten getirdiklerimi fazlasıyla çöpe atmak. Bunu da yapıyorum. Ötesini istemeyin benden. Bu arada derseniz ki kalabalık bir ailesiniz. Ondandır. Değil efendim. Toplam üç kişiyiz.

Yazımı sonlandırırken içinden çıkamadığım bu girdi ve çıktı dengesizliği, bana belediyeye teşekkürü akla getirdi. Ne alaka demeyin. Bu girdi ve çıktı anormalliğine göre çöp, çevre ve atık bedeli adı altında belediyelerin az vergi aldığını düşünmeye başladım. Düşünsenize belediye, ne kadar çöp atarsan, o kadar çevre vergisi alacağım dese, yandık. İnanın markete ödediğimiz bedelin kat kat fazlasını alması gerekirdi bizden. Aman, ağzımdan yel alsın. 

*04/09/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Vekilin Vekili ya da Suyunun Suyu

Bugün vekilin vekili oldum. Ne demek vekilin vekili derseniz, suyunun suyu gibi bir şey. Öyle ya, suyunun suyu olur da vekilin vekili olmaz mı? Dığdığının dığdığı anlayacağınız. İsterseniz vekilin vekili durumuma geçmeden size suyunun suyu fıkrasını bir hatırlatayım:

Nasrettin Hoca’ya biri bir tavşan getirir. Hediyesiyle gelen misafiri Hoca, evinde misafir eder, izzet ve ikramda bulunur.

Haftası geçtikten sonra aynı misafir tekrar gelir ve “Geçen hafta tavşan getiren köylüyüm,” der. Eve buyur eden Hoca, misafirin önüne tavşan suyundan yapılmış bir çorba koyar.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra üç köylü Hoca’nın kapısını çalar. Biz, sana tavşan getiren köylünün komşularıyız, derler. Hoca bunlara da tavşan suyundan yapılmış çorba ikram eder.

Ardından birkaç gün sonra Hoca’nın kapısı yine çalınır. Gelenler “Sana geçen haftalarda tavşan getiren köylünün komşusunun komşularıyız” şeklinde kendilerini tanıtırlar. Misafirleri içeri alan Hoca, önlerine bir tas su koyar. Misafirler bu ne Hocam, diye sorarlar. Hoca da ne olacak? Tavşanın suyunun suyu, cevabını verir.

Fıkranın devamını bilmiyoruz. Herhalde suyunun suyunu gören bu son misafirlerden sonra dığdığının dığdığı bir daha Hoca’nın kapısını çalmamıştır. Hoca da bir daha tavşan getirenin hediyesini kabul etmemiştir.

Şimdi gelelim vekilin vekili durumuma… Asıl müdür izne ayrılınca yerine birini vekil bıraktı. Vekil bıraktığına da ilden resmi bir görev çıkınca kurum boş kalamazdı. Vekil de yerine beni vekil bıraktı. Böylece vekilin vekili oldum. Gördüğünüz gibi iş bu kadar basit ve kolay.

Vekilin vekili durumumu suyunun suyuna benzetsem de arasında farkın olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Bir defa suyunun suyu adı üzerinde tadı, rengi ve kokusu olmayan bildiğiniz sudur. Bu suyu çorba niyetine içerseniz, tatsız, kokusuz ve renksiz bir su içmiş olursunuz. Benim vekilin vekili görevimi siz küçümseseniz de vekil, asıl gibidir sözünde olduğu gibi asıl gibi iş yapar: Sorumluluğu var yetkisi var. Siz buna Süleyman da diyebilirsiniz.  Getirisi yok o kadar. Asıl gelince veya aslın vekil bıraktığı gelince benim Süleymanlığım, tıpkı suyu görünce teyemmümün bozulduğu gibi sona erecekse de bir günlük beylik yine beyliktir. Üstelik bu beyliğim iki gün sürecek.

Sonrası mı? Sonrasını sizin gibi umutla bekleyeceğim. Zira umut benim ekmeğimdir. Nasılsa müdür er veya geç yine izin alacak. Yerine vekil tayin edecek. Onun da işi çıkarsa, bu vekilin vekilliği yine avcumun içinde olacaktır. Ölme eşeğim ölme dediğinizi duyuyor gibiyim. Problem değil. Ben hazır kıta o günleri beklemedeyim. Siz kendi işinize bakın. Daha vekilin vekili bile olamamışsınız, bir de bana burun kıvırıyorsunuz.

Bu arada şunu da antrparantez söyleyeyim. İçinizden vekilin vekili de ne imiş. Vekil olsan haydi neyse dediğinizi duyuyor gibiyim. Burada şunu da hatırlatmak isterim. Daha önce yani vekilin vekili olmadan önce yine böyle iki gün vekil olmuştum. Anlayacağınız, yapmadığım şey değil. Her kademede hem tecrübeleniyor hem de pişiyorum böylece.

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Gedikliler *

Çarşıda esnaflık yapan bir arkadaşım var. Birkaç ayda bir gelip geçerken yanına uğrar, ayaküstü çaylarımızı yudumlarız. Niye ayaküstü? Çünkü dükkan o kadar küçük ki kendinden başka bir kişinin oturması çok uygun değil. Sıkışıp oturmaya kalksan bile bir müşteri geldi mi, müşteri rahat alışveriş yapsın diye dükkanı boşaltmak lazım. Çünkü esnafın velinimetidir müşteri. Üç beş kuruş kazanmak için sabahtan akşama bu tekkesini bekler.

Bu dükkana her geldiğimde arkadaşımdan daha yaşlı, yaşını başını almış birini dükkanın içinde oturur görürüm. Bir gün o değilden, burada çalışan mısın, dedim. “Yok, ben çalışan değilim, buraya her gün uğrarım” dedi. Ben de hep burada oturur görünce seni burada çalışıyor sandım dedim.

Sonraki bir gittiğimde arkadaşım, “Geçen geldiğinde burada mı çalışıyorsun dediğin kimse vardı ya” dedi. Evet dedim. “İşte o, her gün benim dükkana uğrar. Saatlerce oturur oturur gider. Bir gün evine tamirci gelecekmiş. ‘Bugün gelemeyeceğim’ diye telefon açtı” dedi. Ben de maşallah ne azimmiş böyle, dükkanın gediklisi olmuş dedim, gülüştük. Gedikli ne demek derseniz? “Bir yere sürekli giden, oranın sürekli müşterisi olan, o yere sürekli gelip giden ya da orada sürekli kalan kimselere” deniyormuş. Bunlara müdavim de diyebiliriz.  

Bir yerin mukimi olmadığı halde yukarıda anlattığım gibi bir yerin gediklilerinin bu ülkede sayısı ne kadardır, derseniz, elimde bir istatistiki bilgi yok ama sayıları azımsanamayacak kadar vardır. Bu tipleri esnaf dükkanlarında, resmi dairelerde görmek mümkün. Yeter ki çarşıya çıkmış olsunlar.

Ne sakıncası var, demek ki sevip sayıyormuş, varsın gelsin diyebilirsiniz. Gelmeye gelsinler. Buna sözüm olmaz. Sevip saydığıyla oturup hasret gidersinler ama bunun sınırını ve dozunu iyi ayarlamak lazım. Ne zaman geleceğini ne zaman kalkacağını ne konuşacağını ne kadar kalacağını bilmek lazım. İnsanların özel hayatı vardır. Kendi başına kalması gerekiyordur. Bir başkası görüşmeye geldiğinde içerinin boş olmasını ister. Diğer bir husus da ziyaretin kısası makbuldür ve buralar, adı üzerinde esnaf dükkanı veya resmi dairedir. Boşta kalanı avutacak kahvehane değildir buralar. İnan öyle kişiler bilirim ki evinden fazla ya esnafın yanında ya da resmi dairede. Buralarda çalışanlardan tek farkı, buraların kadrolu elemanı olmamaları. Keşke imkan olsa da esnaf bunlara kardan pay verse, resmi daireler de bunlara maaş bağlayabilse… Her geldiklerinde de çay içmek farz gibi bir şey. Sanırsın ki buralar onların tekkesi. Bazı zamanlar olur ki kendilerinin geldikleri yetmediği gibi arkalarında yolda bulduklarını da getiriyorlar. İçtikleri çaydan geçtim, çay kalmadığı zaman niye çay yok demeleri yok mu? Yüzsüzlüğün bu kadarına da pes doğrusu dersin. “Yahu ben buraya her gün geliyorum, sizin çayınızı içiyorum. Alın şu bir paket çay da benden olsun ya da şuna bir paket çay alın” deseler, bilirim ki kıyametin kopması yakındır ve etrafımla helalleşmeye başlarım. Hasılı, bu gediklilerden çekeceğimiz var.

Sözün özü, hem esnaf hem de resmi daireler ziyaret edilmeli, çay ve kahveleri içilmeli ama suyunu çıkarmamak ve illallah dedirtmemek lazım. Aralıklı gidip gelmek lazım ki kişinin bir ağırlığı ve saygınlığı olsun. Taş bile yerinde ağırdır mübarekler! Gidin işinize. İşiniz yoksa kahvehaneciler ve çay ocakları da Allah Allah diyor. Gidin ki hem esnaf siftah yapsın hem cebinizdeki akrepleri bir boşaltın hem de yüzünüzü görmeyen esnaf ve resmi daire o günü bayram ilan etsin.

*23/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

U Dönüşü Yönünden Siyasiler *

“Karayollarında taşıtla belli bir doğrultuda giderken U harfi biçiminde dönerek geldiği yöne gidişe” U dönüşü deniyor. Bir yola yanlış girmişsek ya da gideceğimiz yer, yolun karşısında kalmışsa bu U dönüşlerini kullanırız ve bu dönüşler gerçekten bir nimettir. Değilse git babam git.

Şehir içinde çoğu kavşaklarda bu U dönüş işareti, kırmızı daire içine alınmış ve üzerinde kırmızı tek çizgi varsa bu kavşakta U dönüşü yasak demektir. Bu durumda çaresiz gideceksin. Nereye kadar? Nerede U dönüşüne izin verilmişse ta oradan dönüp geleceksin. Bu da km’lerce yol demektir.

Her ne kadar U dönüşleri bir nimet olsa da bazı kavşaklar var ki buralarda U dönüşüne izin vermemek de bir nimettir. Çünkü U dönüşü yapan bir araç karşı yoldan gelen trafiği tehlikeye atabiliyor ya da araç geçişine 10 saniye izin verilmiş bir kavşakta bir aracın U dönüşü yapmaya kalkması, arkadaki araçların ikinci bir ışığa yakalanması demektir. U dönüşü yasak olmasına rağmen yasağı dinlemeyip dönmeye kalkan araçlar, çoğu zaman bir manevrada dönemiyor, ikinci hamle yapması gerekiyor. Bu da trafiği tehlikeye atmanın yanında aynı zamanda trafiği de kilitliyor. Bu da demektir ki U dönüşü yasağının var bir hikmeti.

Karayollarında görmeye alışkın olduğumuz, zaman zaman kullandığımız, çoğu zaman da yasağa takıldığımız U dönüşlerini bir tarafa bırakalım. İnsanların yaptıkları U dönüşlerine bir bakalım. İnsanlar U dönüşü yapıyor mu? Yapıyor. Yapmalı mı? Eğer gittiği yol yanlış ise U dönüşü yapması kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü değişim ve gelişim bunu gerektirir. Bu hatadan dönmek insan için bir erdemdir. Ama bu hatanın erdem olabilmesi için kişinin “Bu konuda, geçmişte şöyle düşünüyordum. Şu andan itibaren bu görüşümü şu şekilde değiştiriyorum” diyebilmesidir. Bu şekildeki yani hatadan dönme anlamına gelen U dönüşlerine saygım vardır.

Saygı duymadığım U dönüşleri ise özellikle siyasilerimizin çok başvurduğu dönüşlerdir. Hata yapıp da yanlış yapmışım, bu yanlışı terk ediyorum, diyen siyasiye de saygı duyarım. Fakat böyle diyen siyasiyi maalesef ben pek görmedim. Ama şöylesini çok gördüm: Dün dediğini bugün değiştiren, değiştirdiğini kabul etmeyen, önceki fikrini hatırlatana kızıp gürleyen, siz de geçmişte bunu çok yaptınız veya senin bu soruyu ne amaçla sorduğunu biliyorum diyen; siyasi rakiplerine demedik laf ve hakaret bırakmayan sonra da hiçbir şey olmamış gibi ortaklık yapan veya ittifak kuran çok siyasi bilirim. Yüzüne baka baka benim geçmişten beri fikrim budur bile diyebiliyorlar. Geçmişte “Dün dündür, bugün de bugündür” şeklinde Demirel’e atfen söylenen ve eleştiri konusu yapılan bu söz maalesef siyasilerin ortak malıdır. Can simidi gibi yetişiyor kendilerine. Siyasilerin geçmişten günümüze yaptıkları bu U dönüşlerinden büyük hacimli bir kitap ortaya çıkar.

Diyelim ki geçmiş siyasiler bu U dönüşünü yapmışlardır. Bu U dönüşlerini ortaya çıkarmak için geçmiş gazete nüshalarını taramak gerekiyordu. Bu da zor ve emekli bir iş idi. Günümüzde ise söylenen her söz her yazı dijital ortamda var. Bir kişi hakkında, “dün ne söylemiş, bugün ne söylüyor” şeklinde bir araştırma için bir tuş yeterli. Kişinin cemaziyülevveli geliveriyor ekrana. Durum böyle iken siyasilerimiz hala bu yola yani U dönüşüne niçin başvuruyorlar? İnanın çok anlamış değilim.

*30/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.