15 Nisan 2021 Perşembe

Ya Sabır!

 

—Ramazanla aran nasıl?

—Ramazan'ın ramazanla arası hiç olmadığı kadar iyidir. Ne açlık var ne de susuzluk. 

—Nasıl gidiyor, nasıl vakit geçiriyorsun? 

—Yeme ve içmeye vakit ayırmayınca iş yapmak için bolca zaman kalıyor. Yeter ki iş yapmak iste. İşimi yapıyorum. 

—Herhalde yürüyüş yapmıyorsundur. Ne de olsa ramazandayız. 

—Ramazan başta yürüyüş olmak üzere hiçbir şeye engel değildir. Yeter ki yürüyüşe vakit bulayım. Koyduğum hedefi ramazanda da yürüyorum. 

—Aç aç gitmez herhalde. 

—Niye gitmesin. Esas yürüyüş aç karna yapılan yürüyüştür. 

—Ramazanda çekilmez bir durumla karşılamıyor musun? 

—Var bir durum. 

—Nedir o?

—Biri beni kendi halime bırakmıyor. Ramazanı ağzımın tadıyla geçirmemi istemiyor. Günde günün belirli saatlerinde durmadan rahatsız ediyor. Nasıl anlatılır bilmem. Bildiğim, anamdan emdiğim sütü fitil fitil burnumdan getiriyor. 

—Ne yapıyor? 

—Ne yapmıyor ki... Kah whatsappla kah mesaj yoluyla mesaj bombardımanına tutuyor. 

—Ne gönderiyor? 

—Bana dönüp dönüp orucun önemini anlatan mesajlar gönderiyor. 

—Ne sakıncası var? Varsın göndersin. 

—Kardeşim, öneminden dolayı oruç tutan birine orucun öneminden bahsetmek abesle iştigaldir. Onun öneminden bahsettiği orucu, kendimi bildim bileli tutarım. İlla yapacaksa, bunu bana değil, oruç tutmayan birine yapmalı. 

—Tekrarın ne zararı var? 

—Zararı, kabak tadı vermesi. Faydadan hali bir durumdur bu. Bu, ders çalışan birine dersine çalış, demek gibi bir şey. 

—O zaman amacı ne bunun? 

—Amacını bilmem. Bildiğim, eli boş. Sabahtan akşama elinde telefon, kendinden bir şey koymadan kendisine geleni iletiyor. Kendisine geleni okuyor mu, çok emin değilim. Aklı sıra tebliğ yapıyor. İyilik yaptığını sanıyor. Aslında tereciye yere satıyor ve vakit geçiriyor. Keşke mesaj yönetimine önem verdiği kadar vaktini daha faydalı işlere ayırsa. 

—Mesela? 

—Onu ben bilemem. Yalnız dinden, oruçtan ne anlıyorsa onu yapsın. İşi varsa işini en iyi şekilde yapsın. Bunu da mı ben söyleyeyim. Ne yapacaksa yapsın ama beni rahat bıraksın. Beni bana bıraksın. Herhalde bu dünyaya dair tek görevi bana mesaj göndermek değildir. Diyelim ki kendisine vazife çıkardı. Mutlaka bana mesaj gönderecek. Günlük bir mesajla yetinsin. Sabahtan akşama aynı mesajı hem mesaj hem whatsapp yoluyla gönderip durmasın. Günde birkaç mesajın hangi birini yerine getireyim, öyle değil mi? En büyük endişem bu kadar mesajın ardından yani ev ödevinin ardından beni bir gün sınava tabi tutması. 

—O kadar da değil. Çok rahatsızsan engelle gitsin. 

—Onu da yaptım zamanın behrinde. Engellemek istedim. Telefonumun engelleme özelliği yokmuş. Kurtulmak için ihtiyaç yokken engelleme özelliği olan yeni bir telefon bile aldım. Epey böyle gitti. Epey de rahat ettim. Sonra telefonum yeni sürümlere uyumlu olmayınca yeni bir telefon daha aldım. Baktım, bizimki yine pes etmemiş, peşimde. Şimdilik sessize aldım. Beni rahatsız etmeden o, mesajlar göndermeye devam ediyor. O değilsen gelen önemli bir mesaj var mı diye göz gezdirince aynı kişiden gönderilen mesajların yığıldığını görüyorum. Belki önemli bir şey vardır bu sefer diyorum. Açıyorum mesajlarını. Kırk yıllık kani, değişir mi? Aynı yol, yöntem ve içerikle yine iş başında bizim bu davetsiz misafir. 

—Bu durumda ne yapmayı düşünüyorsun? 

—Dört gözle ramazanın bitmesini bekliyorum. Belki bayram gelince bayram ederim diye düşünüyorum. Allah başka keder vermesin ama bıktırdı, bezdirdi, illallah dedirtti. Neredesin insaf, feraset, basiret diyorum ve fesübhanallah diyorum, ya sabır çekiyorum. Bana bu mesajların tek katkısı da bu. Sanırım onun istediği de bu: Ağzımı duaya alıştırmak. Görüyorum ki bir yerlerde bir samimiyet eksiğim olmalı ki duam kabul olmuyor ve bizimki hala peşimde. 

—Senin için ne yapabilirim? 

—Benim için bir iyilik yapmak istiyorsan, senin telefonunu benim tebliğciye vereyim, sana da göndersin. O zaman beni daha iyi anlarsın. 





12 Nisan 2021 Pazartesi

Çatlattığı Ayın Düşman Çatlatan Cinsten *

Bir imamın ikinci defa cuma hutbesi dinledim ve ardında cuma namazı kıldım. İlkinde okuduğu hutbeyi öylesine dinlemiş olmalıyım ki pek dikkatimi çekmemişti. İkincisinde tam karşısında saf tutmuşum. O, hutbe irat ederken ben de can kulağıyla hem dinledim hem okuyuşuna hem de jest ve mimiklerini izledim. İzledikçe imama olan hayranlığım arttı. Hutbeyi irat ederken harf ve kelimeleri yutmadan tane tane telaffuz etmesi, yeri geldiği zaman bazı kelimelerde vurgu yapması, vurgu yaparken söylediği kelime ve cümleye uygun bir şekilde sağ elini sağa, sola, aşağı ve yukarıya doğru oynatması, elindeki metnin cümlesine bakar bakmaz cemaate göz gezdirerek cümleyi devam ettirmesi takdire şayandı. Biraz ders alırsa bu genç imamın iyi bir hatip olacağına dair kanaatim pekişti.

Her ne kadar önemli olan içerik olsa da bu içeriği sunmak ve dinleyicilere dinlettirmek de bir o kadar önemlidir. Çünkü satıcılık da ayrı bir sanattır. Nice önemli konular, kötü satıcıların elinde heba olurken nice önemsiz konular satıcı sayesinde etkili olabiliyor.

Arkasında cuma kıldığım hatibin, hitabeti mükemmel miydi? Hangi birimiz mükemmeliz ki bu imam da mükemmel olsun. Her hatipte, konuşanda ve çoğu din görevlilerinde olan eksiklik bu görevlide de vardı. Kendim iyi bir hatip olmasam da bir izleyici ve dinleyici olarak bu eksikliklere işaret etmek istiyorum.

Eksikliklere işaret etmeden önce hutbe ve hatibin tanımına yer vermek istiyorum. Hutbe, "Bir topluluk karşısında yapılan etkileyici konuşma" anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, başta cuma ve bayram namazları olmak üzere belirli ibadetlerin icrası esnasında gerçekleşen, genelde vaaz ve nasihati içeren konuşmayı ifade eder. Konuşmayı yapan kimseye de hatip denir.

Hatibin irat ettiği Türkçe kısmında pek sorun yoktu. Yukarıda da değindiğim gibi Türkçe metnine daha önce çalışmış, neredeyse metni ezberleme noktasına gelmiş. Zaten bundandır ki teklemeden ve kekelemeden sanki irticalen konuşuyormuş gibi yarı kağıttan yarı metinden, bir insicam içerisinde okudu. Tespit ettiğim hatalar çoğu imamın yaptığı gibi Arapça okuduğu kısımlardaydı.

Nedense çoğu imamımız Arapça metni görünce hatipliği unutuyor sanki Kur’an okur moduna geçiyor. Sanırsın ki cemaate aşırı şerif okuyor. Kur’an okurken uygulanması gereken tecvit kaideleri olan ihfa ve idgamları usulüne uygun yapıyor. Uzatma işaretleri meddi tabii ve daha fazla uzatılması gerekenleri dört elif miktarı çekiyor. Dat harfini çıkarırken harfin mahrecinden hiç ödün vermiyor. Hele bir ayın çatlatışı var ki düşman çatlatan cinsten. Yani hutbenin Arapça kısımlarını Kur’an okur gibi tecvit kurallarından taviz vermeden okuyor. Halbuki metin Arapça da olsa irat ettiği metin bir hutbe metnidir. Mahreçlerine dikkat etse bile ihfa ve idgama yer vermemeli diye düşünüyorum. Hutbenin Türkçe kısmını nasıl hitap eder gibi okuyorsa Arapça kısımlarını da hitap eder gibi irat etmeliydi.

İmamları özellikle ardında namaz kıldığım imamı, okuduğu hutbe üzerinden yaptığım eleştirileri burada noktalıyorum. Son olarak imamın bir iyi yönüne daha değinip yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Hutbeyi bitirirken bekledim ki bu hafta nereye yardım duyurusu yapacak ama yapmadı. Yani yardım talebinde bulunmadı. Bu da imama verdiğim artı puan oldu.

*26/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 


11 Nisan 2021 Pazar

Kırk Yaş *

İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, okudukları okul için birbirlerine şöyle der ve gülerlerdi: “İlahiyata okumak için gelen öğrenci, hazırlık sınıfına şeyhülislam olarak gelir, birinci sınıfta müftülüğe, ikinci sınıfta vaizliğe, üçüncü sınıfta imam ve müezzinliğe düşer. Dördüncü sınıftan mezun olurken normal bir vatandaş gibi mezun olur gider”. Şaka yollu söylenen bu sözün araştırmaya dayalı bilimsel bir temeli olduğunu sanmıyorum ama her şakada bir ciddiyet payı olduğunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum.

İzninizle bu sözü irdelemek ve buradan bir başka yere gelmek istiyorum. Bu söz, olur mu öyle şey deyip acayibimize gitse de gülüşmelere sebebiyet verse de ben bu sözü, bir gelişim olarak görüyor ve faydalı buluyorum. Çünkü bu anlatımda bir gelişme ve değişim söz konusudur. Ne alaka diyebilirsiniz. Becerebilirsem, anlatayım.

İlahiyata gelen öğrenci, yaş itibariyle 18 yaşına girmiş ya da bitirmiş bir şekilde gelir. Bu yaş delikanlılık yani kanının deli olduğu anlardır. Bu yaşlar insanın hayata farklı baktığı, kendisini güçlü ve kuvvetli hissettiği, tek başına dünyaya meydan okumaya hazırlandığı, dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye hazırlandığı yaşlardır. Bu yaşta hamaset vardır, slogan vardır, heyecan vardır. Gençler, vurmaya ve kırmaya meyillidir. Korku yoktur, aileye, çevreye, devlete, işleyen düzene ve olup bitenlere isyanları vardır. Büyükleri, hocaları beğenmeme vardır. Bu imkanlar bende olacak, şöyle şöyle yaparım şeklinde efelenme vardır. Ayakların yere basmadığı anlardır bu anlar. Tüm bu psikolojinin altında “ben büyüdüm, bana güvenin, ben erkekliğe/kadınlığa adım attım, beni kabul edin, küçümsemeyin.” düşüncesi yatar. Bu düşüncelerinde gençlik samimidir, içtendir ve kendini buna inandırmıştır.

İlahiyata gelen öğrenci de tüm gençlerde olan psikoloji ile ilahiyata gelir. Kendisini öyle yetiştirmeli ki diğer hocalar gibi olmasın. Onların anlatmadığı dini halka ve öğrencilerine anlatsın. Öğretim görevlilerinin anlattıklarına çoğu zaman karşı da gelir. Olmaz, yanlış düşünüyorsun, böyle olmalı, der. Nerede bir miting var, sohbet var, aksiyon var, oraya koşar. Gel zaman git zaman okul bitmeye yakın kafasındakilerinin çoğunun değişmeye başladığını görür. Çünkü kitaplar okumuştur, arkadaşlarıyla bazı konularda tartışmalara girmiştir. Kafasında hayata geçirilmeli dediği bazı fikirlerinin yanlış olduğunu anlamıştır. Aslında tüm bu olup bitenler, olaylara daha sağlıklı ve daha geniş bir perspektiften bakmaya başlamasının ve sorumluluk üstlenmeye adım atmasının bir göstergesidir. İşte ben bunu sağlıklı görüyorum. İnsandaki gelişim ve değişimdir bu ve böyle de olmalıdır.

Tüm bu açıklamalardan sonra halk arasında kırk yaş sendromu denilen yaşa gelmek istiyorum. Bu yaşla birlikte saç ve sakalın ağarmaya başlaması, kişiye “Ölüm yaklaştı, baksana saç ve sakalıma ak düştü. Ne çabuk geçti bu kırk yıl” dedirtse de kırk yaş, kişinin hem biyolojik olarak hem de zihinsel olarak değişmeye başladığı ve geliştiği yaştır. Bu yaş, kişinin hayata ve olaylara daha soğukkanlı yaklaşmaya, olayların perde gerisini görmeye başladığı, hamaseti bıraktığı kırk yıllık bir tecrübeyi ifade eder. Geçmişle yüzleştirir, hatalarını gözden geçirtir ve kişiyi olgunlaştırır. Olaylara daha sağduyulu yaklaşmaya başlar. Allah Teala’nın seçtiği insanlara 18 yaşında değil de 40 yaşında peygamberlik vermesini de böyle görmek lazım. 40 yaşına kadar peygamberler insan olarak hayatın her safhasında iyice pişiyor ve test ediliyor. 40 yaşına gelince de peygamberlikle görevlendiriliyor. Bizde de seçme ve seçilme yaşı 18’e indirilmişken cumhurbaşkanlığı seçilmek için 40 yaş şartının bulunmasını da bu olgunlaşma ve pişme ile alakalıdır diye düşünüyorum. Çünkü peygamberlikte olduğu gibi cumhurbaşkanlığında da bir sorumluluk yani devleti yönetme söz konusudur. 40 yaşına geldiği halde hala sloganla yaşayan ve hamaset yapan insanlar varsa bunlar, gelişim ve değişimini hala tamamlayamamış olanlardır. Bu da gelişim ve değişim yönünden çok sağlıklı değildir. 

*24/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

9 Nisan 2021 Cuma

Her Şeyden Bozulan Oruç *

Ramazan geldi. Daha gelmeden şu orucu bozar mı, bu orucu bozar mı soruları ve cevapları piyasaya sürülmeye başlandı bile. Her sene alışık olduğumuz ve ramazan programlarında mutlaka gündeme gelen orucu bozan şeyler; bilen ve bilmeyen, ehil veya ehil olmayan kişiler tarafından o kadar çok işlenir oldu ki bu oruç nasıl bir şeymiş ki her şeyden bozuluyor algısı zihinlerimize yerleşiyor ya da yerleştiriliyor. Hâlbuki tanımında da geçtiği gibi yeme, içme ve cinsel ilişki dışında oruç bozulmaz. Durum bu iken her ramazan öncesi başlayan, ramazan içinde de devam eden orucu bozan şeyler muhabbeti ve tartışmaları kabak tadı verir oldu artık.

Neler orucu bozar ya da şu orucu bozar mı şeklinde vatandaşın sorularını garipsesem de bir yere kadar anlayabiliyorum. Çünkü ilmihal kitaplarımızda orucu bozan ve bozmayan, kaza ve keffaret gerektiren durumlar başlığıyla o kadar ayrıntıya girilmiş ki bunları okuyan ve duyan vatandaş soru sormayıp da ne yapsın. Buna bir de ilmihal kitaplarında yazmayan, günümüzde çıkmış ya da ilmihal kitaplarında “bozulur” dendiği halde günümüz şartları ve bilgileri sayesinde “bozulmaz” şeklinde fetva verilince kendisini ehil bilenlerin; yok bozulur, hayır bozulmaz şeklindeki tartışmaları eklenince bu da bu işin tuzu-biberi oluyor. “Covit-19 aşısının orucu bozmayacağı” şeklinde Din İşleri Yüksek Kurulunun verdiği fetva buna bir örnektir. Yerinde ve olması gereken bu fetvaya, kendini ehil addeden bazıları “Olur mu öyle şey? Dört mezhebe göre oruç bozulur” açıklamalarını sekiz sütuna manşet şeklinde gazetelerinde verdi bile. Bu karşıt görüşle, akılları sıra dini koruduklarını sanıyorlar. Halbuki bu yaptıklarıyla, insanımızın kafasını karıştırmaktan ve acaba soru işareti koymaktan başka bir amaca hizmet etmemiş olurlar. Üstelik tezleri de güçlü değil. Çünkü covit-19 aşısı besleyici değil, hastalıklara karşı koruyucu özelliği olduğu belirtiliyor. Bu aşının ne derece salgın riskini koruduğu ayrı bir konu olsa da şu durumda bilim adamlarının açıkladıklarına uymaktan başka çaremiz yok.

Burada şunu da söylemek istiyorum. Bir konuda geçmişte dört mezhep de aynı görüşte olsun. Mezheplerin görüşleri değişmez ve değiştirilemez diye bir şey olamaz. Çünkü mezheplerin görüşleri bir fetvadır. Fetvalar da din değildir. Değişmeyen dindir, fetvalar ise zamanın şartları, ihtiyaçları ve yeni bilgiler ışığında değişebilir. Eğer İslam her çağda ihtiyaçlarımıza cevap vermesi isteniyorsa yeni çıkan şartlara uygun olarak geçmişte verilen fetvalar da yeniden gözden geçirilmelidir. Bazı fetvalar hala geçerliliğini koruduğu gibi bazılarının uygulama imkanı olmayabilir. İşte uygulama imkanı olmayan fetvalarla ilgili yeni görüşler ortaya koymak İslam’ın dinamik yönünü ortaya koyar. Geçmişte her şey söylenmiş, yeni görüşe ihtiyaç yok demek kolaylık dini İslam’ı ancak ayak bağı yapar. Bu da elimizi ve kolumuzu bağlar. Kimsenin İslam dinini “yasak dini” şeklinde piyasaya sürmeye hakkı yoktur.

Verilen fetvalara uyma konusunda insanımız kendi vicdanına göre hareket eder. Aşı örneğinde olduğu gibi vatandaşın aklına “Aşı, orucu bozar” yatar, aşışını iftardan sonra yaptırır. Buna imkan yok, gündüz oruç vakti aşı olması gerekiyorsa “Aşı, orucu bozmaz” görüşü çerçevesinde gider, aşısını olur ve orucuna devam eder. Buna inanmayan, aşı olacağı zaman oruca niyetlenmez, daha sonra kazasını yapar. Kişiler bunda muhayyerdir.

Sonuç olarak ramazanın özüne, mana ve önemine ve de maksadına hizmet etmeyen oruç bozan şeyler tartışmasının dine, oruca ve Müslümanlara bir faydası yoktur. Özellikle orucu bozan şeylerle ilgili sorulara cevap vermeye çalışan ehil kişilerin bundan kaçınmasında fayda vardır. Eğer illa konuşacaklarsa bari ramazanın özüne ve maksadına dair konuşmalar yapsınlar. Pekala, soruyu soranları da buna yönlendirebilirler. Bu da zor olmasa gerek. Bize belki de en faydalı bilgi bu olur.

*12/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


İstifa Mekanizması *

Gündelik hayatta kullandığımız her kelime ve kavramın hayatımızda ayrı bir yeri olsa da bazı kavramların yeri daha bir ayrıdır. Bunlardan bir tanesi de istifadır. “Görevinden, işinden kendi isteği ile çekilme, ayrılma; işinden, görevinden ayrılmak isteğini bildiren dilekçe” ye istifa diyoruz.

İstifanın bende ayrı bir yerinin olması; kişinin, makam, mevki, işini ve görevini tek taraflı bırakması beyanıdır. Bizim ülkemizde pek işlemeyen bu mekanizma kişi nezdinde çok muteber bir davranıştır. Gözüm yok, benden bu kadar, bu görevi bundan sonra kim yaparsa yapsın demektir. Kişiye itibar kazandırır.

İstifa, istifa eden kimsenin işinde ve temsilde başarısız olduğu anlamına gelmez. Her istifanın gerisinde değişik sebepler olabilir:

Makamı uzun süre işgal etmiş, kurumuyla ilgili yapılması gereken her şeyi yapmış, bundan sonra yapacakları kendini tekrar anlamına gelebilir.

Yaş ve sağlık nedenlerini gerekçe gösterebilir.

Yüzü eskimiştir. Kurumda heyecanını kaybetmiştir. Bir kan değişimi kuruma heyecan getirebilir.

Atandığı makama içi ısınmamıştır. Başarılı olamayacağı kanaati kendisinde oluşmuştur.

Kendisini atayan üst makamla çalışma şartları örtüşmemiştir. Alt ve üst ilişkilerinde uyum olmayabilir.

Bulunduğu makam kendisiyle birlikte tartışmaların odağı haline gelebilir. Tasarrufları kendisini atayanları zor durumda bırakabilir. Kuruma onulmaz yaralar açmış/açacak olabilir.

İşlerinin yoğunluğunu beyan edebilir, esas işlerine daha fazla zaman ayırmak isteyebilir.

Sağlık ve ailevi nedenleri öne sürebilir.

Atamaya yetkili üst makamın kendisiyle çalışmak istemediğini hissetmiş olabilir ya da üst makam bunu hissettirmiş olabilir.

Verdiğim örneklerin dışında başka sebepler de olabilir ama sebep her ne olursa olsun, makam sahipleri, atandıkları göreve gelir gelmez, istifa dilekçelerini ceplerine koymalılar ve günü geldiği zaman gecikmeden istifa yolunu kullanmalıdırlar. Bu demek değildir ki istifa edenler başarısız. Aksine, çok da başarılı olabilirler ama bazen kan uyuşmazlığı olabilir. Yapılacak bir istifa; kişinin kendisini, çevresini ve kendisini o makama layık görenlerin elini rahatlatır diye düşünüyorum.

İstifa bana insan onurunu koruyan ve gözeten bir yol gibi geliyor. “Görevden alındı”, “istifası istendi” denmek ise bana şık gelmiyor.

Kimler istifa yolunu seçer? Kendine güvenen, gücünü bilgi, birikim ve tecrübesinden alanlar bu yolu kullanmaktan kaçınmazlar. İstifadan sonra da makamsız hayatlarına devam edebilirler. Çünkü gittikleri her yerde ağırlıklarını hissettirirler.

Kimler istifa yolunu seçmez? Gücünü kendinden ziyade oturduğu makamdan alanlar kolay kolay istifaya yanaşmazlar. Çünkü koltuğa yapışık gibidirler. Koltuğundan olmamak için gerekirse kırk takla bile atarlar. Onları koltuğundan kaldırmak için vinç bile fayda etmez. Çünkü koltuk onlar için varlık nedenleridir. Koltuk altlarından kayınca sudan çıkmış balığa dönerler. Bu, onlar için ölmekten daha beterdir. Bu tipler koltuğa güç veren değil, gücünü koltuktan alanlardır. Bunlar için görevden almanın dışında geriye başka bir seçenek kalmıyor. Bu da çok istenmemesine rağmen bu ülkede sık başvurulan yollardan birisidir.

Sonuç olarak isterim ki bu ülkede, görevden alma ve alınmanın dışında, makam sahipleri istifaya çok sık başvursunlar. Varlık nedenleri koltuk olmamalı. Kendine güvenen de bu yola başvurmaktan zaten kaçınmaz.

*10/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

7 Nisan 2021 Çarşamba

Bildiğim ve Gördüğüm Diplomasi *

Diplomasi nedir?

—Hangisini istersin?

—Ne demek hangisi? Birden fazla diplomasi mi olur?

—Olmaz olur mu? Ben en azından iki tanesini biliyorum. Birincisi, bildiğim ve olması gereken diplomasi, bir de gördüğüm diplomasi var. Hangisini istersin?

—İyi valla! O zaman bildiğin ve olması gereken diplomasiden bahset önce.

—“Uluslararası ilişkiler ve bu ilişkileri düzenleyen anlaşmalar bütünü, yabancı bir ülkede ya da uluslararası toplantılarda ülkesini temsil etme eylemi ve sanatı” şeklinde tarif edilir. Yani uluslararası ilişkilerin müzakereler yoluyla yürütülmesi demektir. Gerçekten diplomasi bir sanattır. Üstelik yabana atılır, görmezden gelinir bir sanat değil. Her devlet yöneticisinde ve devlet yönetimine talip yöneticilerde, dışişleri bakanlarında ve devleti iç ve dışarıda temsil eden hariciye temsilcilerinde bu sanat olmalı. Çünkü devletin haklarını diğer devletlere karşı savunma, devletin menfaatini gözetme söz konusu bu temsilde. İşi gerilim ve savaşa götürmeden sorunu çözmek gerekiyor.

—Bunun için bahsettiğin yöneticilerin ve liderlerin ne yapması gerekir?

—Devletlerarası ilişkilerde bilgi, birikim, denge gözetmek ve çok yönlü düşünmek gerekiyor. Çünkü olaylara vakıf olmak için bilgi ve birikim önemli. Aynı zamanda devletlerin kırmızıçizgisi olur, bu hassasiyeti de göz önünde bulundurmalı. Bir devletle bir anlaşma imzalarken başka devletler de hesaba katılmalı. Burada asıl olan, işi gerilim ve savaş ortamına getirmeden ve ilişkileri kesmeden yürütmektir. Yanı başımızda veya dünyada bazı devletler arasında herhangi bir gerilim olduğunda ve savaş çanları çaldığında veya bir ülkede bir iç karışıklık zuhur ettiğinde hemen meydana çıkılmaz ve taraf olunmaz ve endişe dili kullanılır. Yapılan açıklamada “Tüm olup bitenleri endişe ile izliyoruz. Bu sorunun barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulmasını istiyoruz” denir. Dış ilişkilerde herhangi bir sebeple ipler gerildiğinde bu mesele iç siyaset malzemesi yapılmaz. Çünkü kişilerin kadar devletlerin de onuru vardır. Bunun gözetilmesi gerekiyor. Tüm bunların yanında, konuşmalarda diplomatik bir dil kullanılması esastır. Kırıp dökmeyen ve gerilimi yükseltmeyen bir dildir bu. Bu bazen teknik terimler kullanılarak yapılır bazen de ortaya söylenir. Hatta bazen öyle bir dil kullanılır ki yoruma açık bu dilden taraflar kendi payına düşeni aldıkları gibi bazı cümlelerle de kendi lehlerine ifadeler olduğu hissine kapılmalı.

—Anladım; kırmadan, dökmeden ve işi savaş boyutuna getirmeden uluslararası ilişkileri müzakere yoluyla yönetme işidir bu diplomasi. Peki, gördüğün diplomasi nedir? Biraz da ondan bahset.

—Yukarıda dediklerimin tersini yapmak gördüğüm diplomasidir. Önü, arkası düşünülmeden meydan okumak, gerilimi iç siyaset konusu edinmek; asmak, kesmek, meydan okumak, bunu temcit pilavı gibi her platformda dile getirmek gördüğüm diplomasiye bir örnektir. Bu tür diplomaside en son söyleyeceğini en başta söylüyorsun, gerilimi yükseltiyor, ilişkileri kesme noktasına getiriyorsun, hatta kesiyorsun. Büyükelçini çekiyorsun. Bu, yıllar yılı böyle devam ediyor. Ardından alttan alta görüşmeler yaparak bozup kırdığın ilişkileri normalleştirmeye çalışıyorsun. Yani bu diplomasi, önce bozuyorsun sonra ilişkileri düzeltmeye çalışıyorsun.

—Hangisi iyi sence?

—Bana sorma hangisinin iyi olduğunu. Belli değil mi ayrıca hangisinin iyi olduğu. Tabii ki olması gereken diplomasidir istenen. İkincisini yani gördüğüm diplomasiyi tercih ettiğin zaman “Madem düzelteceksin, o halde ne diye bozdun ilişkileri” diye adama sorarlar. O yüzden devlet yönetimi kadar uluslararası ilişkileri yönetme ciddiyet ister, bir satranç oyunu gibi birkaç hamle sonrasını düşünmek gerekiyor. Çünkü birkaç hamle sonrası düşünülmeden yürütülen diplomasiden tüm millet zarar görür.


*30/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

AST Kurye *

20 Ocak olsa gerek. Bir evrak için devletin bir kurumuna normal/adi mektupla müracaat ettim. Evrakımın işleme alınıp alınmadığını e-devletten zaman zaman takip ediyorum. Evrakımın işleme alınmadığını tespit edince verilen iletişim numarasını arayarak evrakımın kurumlarına gelip gelmediğini sordum. Henüz ulaşmadı bilgisini aldım. Birkaç gün sonra tekrar sordum. Yine ulaşmamış. Bu çağda meramını adi mektupla giderilmesini istersen olacağı buydu. Adı üzerinde adi mektup. Postacı veya kurumdaki görevli alıp çöpe atmış da olabilir.

Aynı evraka bu sefer 15 Şubat günü APS ile müracaat ettim. E-posta yoluyla "Evrakımın işleme alındığı ve teslimi için 16 Şubat günü x kuryeye verildiği, evrakın takibi için oluşturulan gönderim numarası ile evrakımı takip edebileceğim" bilgisi verildi. Evrakımın aynı gün içerisinde işleme alınması beni fazlasıyla memnun etti. Helal olsun, bu ne hız, dedim.

Gönderim numarası ile gönderilen evrakımın akıbetini sorguladım. Evrakımın en geç 02 Mart günü mesai bitimine kadar teslim edileceği bilgisine ulaştım. Geç bir tarihti ama beklemekten başka çare yoktu. Sonra 16 Şubattan 2 Marta şunun şurasında ne kalmıştı. En geç tarih verildiğine göre kurye o günü beklemez, erkenden teslim ederdi ayrıca.

2 Marttan önce teslim edilmesinden geçtim. 3, 4, 5 Mart geçmiş olmasına rağmen eskilerin hacı yolu bekledikleri gibi kuryenin, adıma hazırlanmış evrakı teslim edeceğini bekledim durdum. Ses seda yoktu. Kuryeyi aradım. Müşteri hizmetleriyle görüşmek için beklemeye koyuldum. 19. 18. 17. 15. vs. sıradasınız kaydını dinlettiler bana. Epey bir bekledikten sonra “İsterseniz müsait oldukları zaman yetkilimiz sizi arasın” uyarısıyla birlikte dedikleri tuşa basarak telefonu kapattım. Birkaç saat sonra kurye temsilcisi döndü. Durumumu anlattım. Evrakınız teslimat için beklemede. Tam açık adresinizi alabilir miyiz” dedi. Adresi yazdırdıktan sonra “Dağıtım ve teslimatta bana öncelik verilmesi kodu geçtiğini” söyledi. Bir sevinç bir sevinç. Ne de olsa benim için işlemler hızlandırılacaktı. Aklıma geldi, ertesi günü evrakımın akıbetini sorguladım. Adıma oluşturulan önceliği görünce şaşırıp kaldım. Pes doğrusu, dedim. Çünkü evrakımın teslimi için en geç 22 Mart akşamına kadar beklemem yazıyordu.

İlk işim, üç harf kısaltmasıyla markalaşmış kuryenin açılımına; kimdir, necidir diye baktım. Açılımı ve anlamı “Aynı Gün Teslim” demekmiş. Şükrettim buna. Ya bir de açılımı “Aynı Yıl Teslim” olsaydı dedim. Kuryenin verdiği iletişim numarasından kuryeyi aradım. Her zaman olduğu gibi tüm müşteri hizmetleri yoğundu. Dönüş yapmaları için verdikleri tuşa basıp kapattım. Bekledim, dönüş yapılmadı. Bu sefer kuryenin verdiği “şikayet, öneri ve eleştiri” kısmına “2 Marta kadar teslim edilmesi gereken evrakımın bu tarih geçmesine rağmen hala şahsıma teslim edilmemesi, firma adınızın açılımına uygun mudur?  Lütfen evrakımın teslimini hızlandırın” yazdım. Bir gün bekledim, firmadan şikayet ve talebime bir cevap verilmedi. Sonunda evrakımı hazırlayıp ilgili kuryeye teslim eden devlet kurumuna e-posta yoluyla meramımı anlattım. Aynı gün ve saatlerde “Adınıza hazırlanmış evrakınızın hala teslim edilmediğiyle ilgili talebiniz anlaşmalı kuryeye iletilmiş, size dönüş yapılacaktır” cevabı verildi. Gerçekten kurye temsilcisi aynı gün arayarak “Evrakınız 12 Mart Cuma günü teslim edilecektir” dedi. En azından belirledikleri tarihten 9 gün önce teslim edecekler. Buna da şükür dedim.

12 Martı iple çektim. Çünkü beklediğim evrak olmadığı için adıma bir işlem yapamıyorum. Benim yapmam gereken işlemleri bir başkası yapmak zorunda kalıyordu.

12 Mart günü akşamına kadar evrakım yine teslim edilmedi. İnşallah 15 Martta teslim edilir. Nasılsa araya hafta sonu tatili girdi dedim.

Sizce 12 Martta teslim edecekleri evrakımı, kurye, 15 Martta teslim etmiş olabilir mi?  İnanmayacaksınız ama 14 Mart Pazar akşamı teslim etmiş. Benim de bu teslimattan, kaymakamlıkta çalışan bir personelin telefonla beni aramasıyla haberim oldu. Böylece ertesi gün işe gelince yani 15 Mart günü evrakıma ulaştım. Gördüğünüz gibi ikili tüm görüşme ve yazışmalarımın semeresini evrakımı teslimat gününden 9 gün önce almış ve muradıma ermiş oldum.

Tüm bunları niye anlattım? Firmanın reklamını yapayım ki kurye tercihiniz bu firmadan yana olsun. Gerçi bu evrak için kurye seçme hakkınız yok. Paşa paşa dağıtım için kuryenin keyfini bekleyeceksiniz. Merak ettiğim, kendisi evrakı bir günde dağıtıma hazır hale getiren devlet, bu firmayı bulmak için çok mu aradığı. Bu arada anladığım kadarıyla firma çok yoğun olmalı ki belirlenen tarihte bile evrakını teslim edemiyor ve telefonla görüşmek için bile sıra bekliyorsun. Acaba devlet, bize göndereceği her evrak için bu kuryeyle kaç paraya anlaştı? Bu işte para varsa bir de nasılsa aynı gün aynı hafta ve aynı ay teslim şartı olmadığına göre ben de bir kurye firması mı kursam, diyorum. Adını da şimdiden hazırladım: “Aynı saatte Teslim”. Siz buna kısaca AST diyebilirsiniz. Bu aşamadan sonra artık gelsin paralar. Bunun için bir de para sayma makinesi alırım, olur biter.

*24/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.