15 Nisan 2021 Perşembe
12 Nisan 2021 Pazartesi
Çatlattığı Ayın Düşman Çatlatan Cinsten *
Bir
imamın ikinci defa cuma hutbesi dinledim ve ardında cuma namazı kıldım. İlkinde
okuduğu hutbeyi öylesine dinlemiş olmalıyım ki pek dikkatimi çekmemişti. İkincisinde
tam karşısında saf tutmuşum. O, hutbe irat ederken ben de can kulağıyla hem dinledim
hem okuyuşuna hem de jest ve mimiklerini izledim. İzledikçe imama olan
hayranlığım arttı. Hutbeyi irat ederken harf ve kelimeleri yutmadan tane tane
telaffuz etmesi, yeri geldiği zaman bazı kelimelerde vurgu yapması, vurgu
yaparken söylediği kelime ve cümleye uygun bir şekilde sağ elini sağa, sola,
aşağı ve yukarıya doğru oynatması, elindeki metnin cümlesine bakar bakmaz
cemaate göz gezdirerek cümleyi devam ettirmesi takdire şayandı. Biraz ders alırsa
bu genç imamın iyi bir hatip olacağına dair kanaatim pekişti.
Her
ne kadar önemli olan içerik olsa da bu içeriği sunmak ve dinleyicilere
dinlettirmek de bir o kadar önemlidir. Çünkü satıcılık da ayrı bir sanattır.
Nice önemli konular, kötü satıcıların elinde heba olurken nice önemsiz konular
satıcı sayesinde etkili olabiliyor.
Arkasında
cuma kıldığım hatibin, hitabeti mükemmel miydi? Hangi birimiz mükemmeliz ki bu
imam da mükemmel olsun. Her hatipte, konuşanda ve çoğu din görevlilerinde olan
eksiklik bu görevlide de vardı. Kendim iyi bir hatip olmasam da bir izleyici ve
dinleyici olarak bu eksikliklere işaret etmek istiyorum.
Eksikliklere
işaret etmeden önce hutbe ve hatibin tanımına yer vermek istiyorum. Hutbe, "Bir topluluk karşısında yapılan etkileyici
konuşma" anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, başta cuma ve bayram namazları olmak üzere
belirli ibadetlerin icrası esnasında gerçekleşen, genelde vaaz ve nasihati
içeren konuşmayı ifade eder. Konuşmayı yapan kimseye de hatip denir.
Hatibin irat ettiği Türkçe kısmında pek sorun
yoktu. Yukarıda da değindiğim gibi Türkçe metnine daha önce çalışmış, neredeyse
metni ezberleme noktasına gelmiş. Zaten bundandır ki teklemeden ve kekelemeden
sanki irticalen konuşuyormuş gibi yarı kağıttan yarı metinden, bir insicam
içerisinde okudu. Tespit ettiğim hatalar çoğu imamın yaptığı gibi Arapça
okuduğu kısımlardaydı.
Nedense çoğu imamımız Arapça metni görünce
hatipliği unutuyor sanki Kur’an okur moduna geçiyor. Sanırsın ki cemaate aşırı
şerif okuyor. Kur’an okurken uygulanması gereken tecvit kaideleri olan ihfa ve
idgamları usulüne uygun yapıyor. Uzatma işaretleri meddi tabii ve daha fazla
uzatılması gerekenleri dört elif miktarı çekiyor. Dat harfini çıkarırken harfin
mahrecinden hiç ödün vermiyor. Hele bir ayın çatlatışı var ki düşman çatlatan
cinsten. Yani hutbenin Arapça kısımlarını Kur’an okur gibi tecvit kurallarından
taviz vermeden okuyor. Halbuki metin Arapça da olsa irat ettiği metin bir hutbe
metnidir. Mahreçlerine dikkat etse bile ihfa ve idgama yer vermemeli diye
düşünüyorum. Hutbenin Türkçe kısmını nasıl hitap eder gibi okuyorsa Arapça
kısımlarını da hitap eder gibi irat etmeliydi.
İmamları özellikle ardında namaz kıldığım imamı,
okuduğu hutbe üzerinden yaptığım eleştirileri burada noktalıyorum. Son olarak
imamın bir iyi yönüne daha değinip yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Hutbeyi
bitirirken bekledim ki bu hafta nereye yardım duyurusu yapacak ama yapmadı.
Yani yardım talebinde bulunmadı. Bu da imama verdiğim artı puan oldu.
*26/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
11 Nisan 2021 Pazar
Kırk Yaş *
İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, okudukları okul için
birbirlerine şöyle der ve gülerlerdi: “İlahiyata okumak için gelen öğrenci,
hazırlık sınıfına şeyhülislam olarak gelir, birinci sınıfta müftülüğe, ikinci
sınıfta vaizliğe, üçüncü sınıfta imam ve müezzinliğe düşer. Dördüncü sınıftan
mezun olurken normal bir vatandaş gibi mezun olur gider”. Şaka yollu söylenen
bu sözün araştırmaya dayalı bilimsel bir temeli olduğunu sanmıyorum ama her
şakada bir ciddiyet payı olduğunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum.
İzninizle bu sözü irdelemek ve buradan bir başka yere gelmek istiyorum. Bu
söz, olur mu öyle şey deyip acayibimize gitse de gülüşmelere sebebiyet verse de
ben bu sözü, bir gelişim olarak görüyor ve faydalı buluyorum. Çünkü bu
anlatımda bir gelişme ve değişim söz konusudur. Ne alaka diyebilirsiniz.
Becerebilirsem, anlatayım.
İlahiyata gelen öğrenci, yaş itibariyle 18 yaşına girmiş ya da bitirmiş bir
şekilde gelir. Bu yaş delikanlılık yani kanının deli olduğu anlardır. Bu yaşlar
insanın hayata farklı baktığı, kendisini güçlü ve kuvvetli hissettiği, tek
başına dünyaya meydan okumaya hazırlandığı, dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye
hazırlandığı yaşlardır. Bu yaşta hamaset vardır, slogan vardır, heyecan vardır.
Gençler, vurmaya ve kırmaya meyillidir. Korku yoktur, aileye, çevreye, devlete,
işleyen düzene ve olup bitenlere isyanları vardır. Büyükleri, hocaları
beğenmeme vardır. Bu imkanlar bende olacak, şöyle şöyle yaparım şeklinde
efelenme vardır. Ayakların yere basmadığı anlardır bu anlar. Tüm bu
psikolojinin altında “ben büyüdüm, bana güvenin, ben erkekliğe/kadınlığa adım
attım, beni kabul edin, küçümsemeyin.” düşüncesi yatar. Bu düşüncelerinde
gençlik samimidir, içtendir ve kendini buna inandırmıştır.
İlahiyata gelen öğrenci de tüm gençlerde olan psikoloji ile ilahiyata
gelir. Kendisini öyle yetiştirmeli ki diğer hocalar gibi olmasın. Onların
anlatmadığı dini halka ve öğrencilerine anlatsın. Öğretim görevlilerinin
anlattıklarına çoğu zaman karşı da gelir. Olmaz, yanlış düşünüyorsun, böyle
olmalı, der. Nerede bir miting var, sohbet var, aksiyon var, oraya koşar. Gel
zaman git zaman okul bitmeye yakın kafasındakilerinin çoğunun değişmeye
başladığını görür. Çünkü kitaplar okumuştur, arkadaşlarıyla bazı konularda
tartışmalara girmiştir. Kafasında hayata geçirilmeli dediği bazı fikirlerinin
yanlış olduğunu anlamıştır. Aslında tüm bu olup bitenler, olaylara daha
sağlıklı ve daha geniş bir perspektiften bakmaya başlamasının ve sorumluluk
üstlenmeye adım atmasının bir göstergesidir. İşte ben bunu sağlıklı görüyorum.
İnsandaki gelişim ve değişimdir bu ve böyle de olmalıdır.
Tüm bu açıklamalardan sonra halk arasında kırk yaş sendromu denilen yaşa
gelmek istiyorum. Bu yaşla birlikte saç ve sakalın ağarmaya başlaması, kişiye
“Ölüm yaklaştı, baksana saç ve sakalıma ak düştü. Ne çabuk geçti bu kırk yıl”
dedirtse de kırk yaş, kişinin hem biyolojik olarak hem de zihinsel olarak
değişmeye başladığı ve geliştiği yaştır. Bu yaş, kişinin hayata ve olaylara
daha soğukkanlı yaklaşmaya, olayların perde gerisini görmeye başladığı,
hamaseti bıraktığı kırk yıllık bir tecrübeyi ifade eder. Geçmişle yüzleştirir,
hatalarını gözden geçirtir ve kişiyi olgunlaştırır. Olaylara daha sağduyulu yaklaşmaya
başlar. Allah Teala’nın seçtiği insanlara 18 yaşında değil de 40 yaşında
peygamberlik vermesini de böyle görmek lazım. 40 yaşına kadar peygamberler
insan olarak hayatın her safhasında iyice pişiyor ve test ediliyor. 40 yaşına
gelince de peygamberlikle görevlendiriliyor. Bizde de seçme ve seçilme yaşı
18’e indirilmişken cumhurbaşkanlığı seçilmek için 40 yaş şartının bulunmasını
da bu olgunlaşma ve pişme ile alakalıdır diye düşünüyorum. Çünkü peygamberlikte
olduğu gibi cumhurbaşkanlığında da bir sorumluluk yani devleti yönetme söz
konusudur. 40 yaşına geldiği halde hala sloganla yaşayan ve hamaset yapan
insanlar varsa bunlar, gelişim ve değişimini hala tamamlayamamış olanlardır. Bu
da gelişim ve değişim yönünden çok sağlıklı değildir.
*24/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
9 Nisan 2021 Cuma
Her Şeyden Bozulan Oruç *
Ramazan geldi. Daha gelmeden şu orucu
bozar mı, bu orucu bozar mı soruları ve cevapları piyasaya sürülmeye başlandı
bile. Her sene alışık olduğumuz ve ramazan programlarında mutlaka gündeme gelen
orucu bozan şeyler; bilen ve bilmeyen, ehil veya ehil olmayan kişiler
tarafından o kadar çok işlenir oldu ki bu oruç nasıl bir şeymiş ki her şeyden
bozuluyor algısı zihinlerimize yerleşiyor ya da yerleştiriliyor. Hâlbuki
tanımında da geçtiği gibi yeme, içme ve cinsel ilişki dışında oruç bozulmaz.
Durum bu iken her ramazan öncesi başlayan, ramazan içinde de devam eden orucu
bozan şeyler muhabbeti ve tartışmaları kabak tadı verir oldu artık.
Neler orucu bozar ya da şu orucu bozar mı
şeklinde vatandaşın sorularını garipsesem de bir yere kadar anlayabiliyorum.
Çünkü ilmihal kitaplarımızda orucu bozan ve bozmayan, kaza ve keffaret gerektiren
durumlar başlığıyla o kadar ayrıntıya girilmiş ki bunları okuyan ve duyan
vatandaş soru sormayıp da ne yapsın. Buna bir de ilmihal kitaplarında yazmayan,
günümüzde çıkmış ya da ilmihal kitaplarında “bozulur” dendiği halde günümüz
şartları ve bilgileri sayesinde “bozulmaz” şeklinde fetva verilince kendisini
ehil bilenlerin; yok bozulur, hayır bozulmaz şeklindeki tartışmaları eklenince bu
da bu işin tuzu-biberi oluyor. “Covit-19 aşısının orucu bozmayacağı” şeklinde
Din İşleri Yüksek Kurulunun verdiği fetva buna bir örnektir. Yerinde ve olması
gereken bu fetvaya, kendini ehil addeden bazıları “Olur mu öyle şey? Dört
mezhebe göre oruç bozulur” açıklamalarını sekiz sütuna manşet şeklinde
gazetelerinde verdi bile. Bu karşıt görüşle, akılları sıra dini koruduklarını
sanıyorlar. Halbuki bu yaptıklarıyla, insanımızın kafasını karıştırmaktan ve
acaba soru işareti koymaktan başka bir amaca hizmet etmemiş olurlar. Üstelik
tezleri de güçlü değil. Çünkü covit-19 aşısı besleyici değil, hastalıklara
karşı koruyucu özelliği olduğu belirtiliyor. Bu aşının ne derece salgın riskini
koruduğu ayrı bir konu olsa da şu durumda bilim adamlarının açıkladıklarına
uymaktan başka çaremiz yok.
Burada şunu da söylemek istiyorum. Bir
konuda geçmişte dört mezhep de aynı görüşte olsun. Mezheplerin görüşleri
değişmez ve değiştirilemez diye bir şey olamaz. Çünkü mezheplerin görüşleri bir
fetvadır. Fetvalar da din değildir. Değişmeyen dindir, fetvalar ise zamanın
şartları, ihtiyaçları ve yeni bilgiler ışığında değişebilir. Eğer İslam her
çağda ihtiyaçlarımıza cevap vermesi isteniyorsa yeni çıkan şartlara uygun
olarak geçmişte verilen fetvalar da yeniden gözden geçirilmelidir. Bazı
fetvalar hala geçerliliğini koruduğu gibi bazılarının uygulama imkanı
olmayabilir. İşte uygulama imkanı olmayan fetvalarla ilgili yeni görüşler ortaya
koymak İslam’ın dinamik yönünü ortaya koyar. Geçmişte her şey söylenmiş, yeni
görüşe ihtiyaç yok demek kolaylık dini İslam’ı ancak ayak bağı yapar. Bu da elimizi
ve kolumuzu bağlar. Kimsenin İslam dinini “yasak dini” şeklinde piyasaya
sürmeye hakkı yoktur.
Verilen fetvalara uyma konusunda insanımız
kendi vicdanına göre hareket eder. Aşı örneğinde olduğu gibi vatandaşın aklına “Aşı,
orucu bozar” yatar, aşışını iftardan sonra yaptırır. Buna imkan yok, gündüz
oruç vakti aşı olması gerekiyorsa “Aşı, orucu bozmaz” görüşü çerçevesinde
gider, aşısını olur ve orucuna devam eder. Buna inanmayan, aşı olacağı zaman
oruca niyetlenmez, daha sonra kazasını yapar. Kişiler bunda muhayyerdir.
Sonuç olarak ramazanın özüne, mana ve
önemine ve de maksadına hizmet etmeyen oruç bozan şeyler tartışmasının dine,
oruca ve Müslümanlara bir faydası yoktur. Özellikle orucu bozan şeylerle ilgili
sorulara cevap vermeye çalışan ehil kişilerin bundan kaçınmasında fayda vardır.
Eğer illa konuşacaklarsa bari ramazanın özüne ve maksadına dair konuşmalar
yapsınlar. Pekala, soruyu soranları da buna yönlendirebilirler. Bu da zor
olmasa gerek. Bize belki de en faydalı bilgi bu olur.
*12/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
İstifa Mekanizması *
Gündelik hayatta kullandığımız her kelime
ve kavramın hayatımızda ayrı bir yeri olsa da bazı kavramların yeri daha bir
ayrıdır. Bunlardan bir tanesi de istifadır. “Görevinden, işinden kendi isteği
ile çekilme, ayrılma; işinden, görevinden ayrılmak isteğini bildiren dilekçe”
ye istifa diyoruz.
İstifanın bende ayrı bir yerinin olması;
kişinin, makam, mevki, işini ve görevini tek taraflı bırakması beyanıdır. Bizim
ülkemizde pek işlemeyen bu mekanizma kişi nezdinde çok muteber bir davranıştır.
Gözüm yok, benden bu kadar, bu görevi bundan sonra kim yaparsa yapsın demektir.
Kişiye itibar kazandırır.
İstifa, istifa eden kimsenin işinde ve
temsilde başarısız olduğu anlamına gelmez. Her istifanın gerisinde değişik
sebepler olabilir:
Makamı uzun süre işgal etmiş, kurumuyla
ilgili yapılması gereken her şeyi yapmış, bundan sonra yapacakları kendini
tekrar anlamına gelebilir.
Yaş ve sağlık nedenlerini gerekçe
gösterebilir.
Yüzü eskimiştir. Kurumda heyecanını
kaybetmiştir. Bir kan değişimi kuruma heyecan getirebilir.
Atandığı makama içi ısınmamıştır. Başarılı
olamayacağı kanaati kendisinde oluşmuştur.
Kendisini atayan üst makamla çalışma
şartları örtüşmemiştir. Alt ve üst ilişkilerinde uyum olmayabilir.
Bulunduğu makam kendisiyle birlikte
tartışmaların odağı haline gelebilir. Tasarrufları kendisini atayanları zor
durumda bırakabilir. Kuruma onulmaz yaralar açmış/açacak olabilir.
İşlerinin yoğunluğunu beyan edebilir, esas
işlerine daha fazla zaman ayırmak isteyebilir.
Sağlık ve ailevi nedenleri öne sürebilir.
Atamaya yetkili üst makamın kendisiyle
çalışmak istemediğini hissetmiş olabilir ya da üst makam bunu hissettirmiş
olabilir.
Verdiğim örneklerin dışında başka sebepler
de olabilir ama sebep her ne olursa olsun, makam sahipleri, atandıkları göreve
gelir gelmez, istifa dilekçelerini ceplerine koymalılar ve günü geldiği zaman
gecikmeden istifa yolunu kullanmalıdırlar. Bu demek değildir ki istifa edenler
başarısız. Aksine, çok da başarılı olabilirler ama bazen kan uyuşmazlığı
olabilir. Yapılacak bir istifa; kişinin kendisini, çevresini ve kendisini o
makama layık görenlerin elini rahatlatır diye düşünüyorum.
İstifa bana insan onurunu koruyan ve
gözeten bir yol gibi geliyor. “Görevden alındı”, “istifası istendi” denmek ise
bana şık gelmiyor.
Kimler istifa yolunu seçer? Kendine
güvenen, gücünü bilgi, birikim ve tecrübesinden alanlar bu yolu kullanmaktan
kaçınmazlar. İstifadan sonra da makamsız hayatlarına devam edebilirler. Çünkü
gittikleri her yerde ağırlıklarını hissettirirler.
Kimler istifa yolunu seçmez? Gücünü
kendinden ziyade oturduğu makamdan alanlar kolay kolay istifaya yanaşmazlar.
Çünkü koltuğa yapışık gibidirler. Koltuğundan olmamak için gerekirse kırk
takla bile atarlar. Onları koltuğundan kaldırmak için vinç bile fayda etmez. Çünkü
koltuk onlar için varlık nedenleridir. Koltuk altlarından kayınca sudan çıkmış
balığa dönerler. Bu, onlar için ölmekten daha beterdir. Bu tipler koltuğa güç
veren değil, gücünü koltuktan alanlardır. Bunlar için görevden almanın dışında
geriye başka bir seçenek kalmıyor. Bu da çok istenmemesine rağmen bu ülkede sık
başvurulan yollardan birisidir.
Sonuç olarak isterim ki bu ülkede,
görevden alma ve alınmanın dışında, makam sahipleri istifaya çok sık
başvursunlar. Varlık nedenleri koltuk olmamalı. Kendine güvenen de bu yola
başvurmaktan zaten kaçınmaz.
*10/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
7 Nisan 2021 Çarşamba
Bildiğim ve Gördüğüm Diplomasi *
—Diplomasi nedir?
—Hangisini istersin?
—Ne demek hangisi? Birden fazla diplomasi mi
olur?
—Olmaz olur mu? Ben en azından iki tanesini
biliyorum. Birincisi, bildiğim ve olması gereken diplomasi, bir de gördüğüm
diplomasi var. Hangisini istersin?
—İyi valla! O zaman bildiğin ve olması gereken
diplomasiden bahset önce.
—“Uluslararası ilişkiler ve bu ilişkileri
düzenleyen anlaşmalar bütünü, yabancı bir ülkede ya da uluslararası
toplantılarda ülkesini temsil etme eylemi ve sanatı” şeklinde tarif edilir. Yani
uluslararası ilişkilerin müzakereler yoluyla yürütülmesi demektir. Gerçekten
diplomasi bir sanattır. Üstelik yabana atılır, görmezden gelinir bir sanat
değil. Her devlet yöneticisinde ve devlet yönetimine talip yöneticilerde, dışişleri
bakanlarında ve devleti iç ve dışarıda temsil eden hariciye temsilcilerinde bu
sanat olmalı. Çünkü devletin haklarını diğer devletlere karşı savunma, devletin
menfaatini gözetme söz konusu bu temsilde. İşi gerilim ve savaşa götürmeden
sorunu çözmek gerekiyor.
—Bunun için bahsettiğin yöneticilerin ve
liderlerin ne yapması gerekir?
—Devletlerarası ilişkilerde bilgi, birikim, denge
gözetmek ve çok yönlü düşünmek gerekiyor. Çünkü olaylara vakıf olmak için bilgi
ve birikim önemli. Aynı zamanda devletlerin kırmızıçizgisi olur, bu hassasiyeti
de göz önünde bulundurmalı. Bir devletle bir anlaşma imzalarken başka devletler
de hesaba katılmalı. Burada asıl olan, işi gerilim ve savaş ortamına getirmeden
ve ilişkileri kesmeden yürütmektir. Yanı başımızda veya dünyada bazı devletler arasında
herhangi bir gerilim olduğunda ve savaş çanları çaldığında veya bir ülkede bir
iç karışıklık zuhur ettiğinde hemen meydana çıkılmaz ve taraf olunmaz ve endişe
dili kullanılır. Yapılan açıklamada “Tüm olup bitenleri endişe ile izliyoruz.
Bu sorunun barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulmasını istiyoruz” denir. Dış
ilişkilerde herhangi bir sebeple ipler gerildiğinde bu mesele iç siyaset
malzemesi yapılmaz. Çünkü kişilerin kadar devletlerin de onuru vardır. Bunun
gözetilmesi gerekiyor. Tüm bunların yanında, konuşmalarda diplomatik bir dil
kullanılması esastır. Kırıp dökmeyen ve gerilimi yükseltmeyen bir dildir bu. Bu
bazen teknik terimler kullanılarak yapılır bazen de ortaya söylenir. Hatta
bazen öyle bir dil kullanılır ki yoruma açık bu dilden taraflar kendi payına
düşeni aldıkları gibi bazı cümlelerle de kendi lehlerine ifadeler olduğu
hissine kapılmalı.
—Anladım; kırmadan, dökmeden ve işi savaş
boyutuna getirmeden uluslararası ilişkileri müzakere yoluyla yönetme işidir bu
diplomasi. Peki, gördüğün diplomasi nedir? Biraz da ondan bahset.
—Yukarıda dediklerimin tersini yapmak gördüğüm
diplomasidir. Önü, arkası düşünülmeden meydan okumak, gerilimi iç siyaset
konusu edinmek; asmak, kesmek, meydan okumak, bunu temcit pilavı gibi her
platformda dile getirmek gördüğüm diplomasiye bir örnektir. Bu tür diplomaside
en son söyleyeceğini en başta söylüyorsun, gerilimi yükseltiyor, ilişkileri
kesme noktasına getiriyorsun, hatta kesiyorsun. Büyükelçini çekiyorsun. Bu,
yıllar yılı böyle devam ediyor. Ardından alttan alta görüşmeler yaparak bozup
kırdığın ilişkileri normalleştirmeye çalışıyorsun. Yani bu diplomasi, önce
bozuyorsun sonra ilişkileri düzeltmeye çalışıyorsun.
—Hangisi iyi sence?
—Bana sorma hangisinin iyi olduğunu. Belli değil
mi ayrıca hangisinin iyi olduğu. Tabii ki olması gereken diplomasidir istenen.
İkincisini yani gördüğüm diplomasiyi tercih ettiğin zaman “Madem düzelteceksin,
o halde ne diye bozdun ilişkileri” diye adama sorarlar. O yüzden devlet
yönetimi kadar uluslararası ilişkileri yönetme ciddiyet ister, bir satranç
oyunu gibi birkaç hamle sonrasını düşünmek gerekiyor. Çünkü birkaç hamle
sonrası düşünülmeden yürütülen diplomasiden tüm millet zarar görür.
*30/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
AST Kurye *
20 Ocak olsa gerek. Bir evrak için devletin bir kurumuna
normal/adi mektupla müracaat ettim. Evrakımın işleme alınıp alınmadığını
e-devletten zaman zaman takip ediyorum. Evrakımın işleme alınmadığını tespit edince
verilen iletişim numarasını arayarak evrakımın kurumlarına gelip gelmediğini
sordum. Henüz ulaşmadı bilgisini aldım. Birkaç gün sonra tekrar sordum. Yine
ulaşmamış. Bu çağda meramını adi mektupla giderilmesini istersen olacağı
buydu. Adı üzerinde adi mektup. Postacı veya kurumdaki görevli alıp çöpe
atmış da olabilir.
Aynı evraka bu sefer 15 Şubat günü APS ile müracaat ettim.
E-posta yoluyla "Evrakımın işleme alındığı ve teslimi için 16 Şubat günü x
kuryeye verildiği, evrakın takibi için oluşturulan gönderim numarası ile
evrakımı takip edebileceğim" bilgisi verildi. Evrakımın aynı gün
içerisinde işleme alınması beni fazlasıyla memnun etti. Helal olsun, bu ne hız,
dedim.
Gönderim numarası ile gönderilen evrakımın akıbetini
sorguladım. Evrakımın en geç 02 Mart günü mesai bitimine kadar teslim edileceği
bilgisine ulaştım. Geç bir tarihti ama beklemekten başka çare yoktu. Sonra 16
Şubattan 2 Marta şunun şurasında ne kalmıştı. En geç tarih verildiğine göre
kurye o günü beklemez, erkenden teslim ederdi ayrıca.
2 Marttan önce teslim edilmesinden geçtim.
3, 4, 5 Mart geçmiş olmasına rağmen eskilerin hacı yolu bekledikleri gibi
kuryenin, adıma hazırlanmış evrakı teslim edeceğini bekledim durdum. Ses seda
yoktu. Kuryeyi aradım. Müşteri hizmetleriyle görüşmek için beklemeye koyuldum.
19. 18. 17. 15. vs. sıradasınız kaydını dinlettiler bana. Epey bir bekledikten
sonra “İsterseniz müsait oldukları zaman yetkilimiz sizi arasın” uyarısıyla
birlikte dedikleri tuşa basarak telefonu kapattım. Birkaç saat sonra kurye
temsilcisi döndü. Durumumu anlattım. Evrakınız teslimat için beklemede. Tam
açık adresinizi alabilir miyiz” dedi. Adresi yazdırdıktan sonra “Dağıtım ve
teslimatta bana öncelik verilmesi kodu geçtiğini” söyledi. Bir sevinç bir
sevinç. Ne de olsa benim için işlemler hızlandırılacaktı. Aklıma geldi, ertesi
günü evrakımın akıbetini sorguladım. Adıma oluşturulan önceliği görünce şaşırıp
kaldım. Pes doğrusu, dedim. Çünkü evrakımın teslimi için en geç 22 Mart
akşamına kadar beklemem yazıyordu.
İlk işim, üç harf kısaltmasıyla
markalaşmış kuryenin açılımına; kimdir, necidir diye baktım. Açılımı ve anlamı
“Aynı Gün Teslim” demekmiş. Şükrettim buna. Ya bir de açılımı “Aynı Yıl Teslim”
olsaydı dedim. Kuryenin verdiği iletişim numarasından kuryeyi aradım. Her zaman
olduğu gibi tüm müşteri hizmetleri yoğundu. Dönüş yapmaları için verdikleri
tuşa basıp kapattım. Bekledim, dönüş yapılmadı. Bu sefer kuryenin verdiği
“şikayet, öneri ve eleştiri” kısmına “2 Marta kadar teslim edilmesi gereken
evrakımın bu tarih geçmesine rağmen hala şahsıma teslim edilmemesi, firma
adınızın açılımına uygun mudur? Lütfen
evrakımın teslimini hızlandırın” yazdım. Bir gün bekledim, firmadan şikayet ve
talebime bir cevap verilmedi. Sonunda evrakımı hazırlayıp ilgili kuryeye teslim
eden devlet kurumuna e-posta yoluyla meramımı anlattım. Aynı gün ve saatlerde
“Adınıza hazırlanmış evrakınızın hala teslim edilmediğiyle ilgili talebiniz
anlaşmalı kuryeye iletilmiş, size dönüş yapılacaktır” cevabı verildi. Gerçekten
kurye temsilcisi aynı gün arayarak “Evrakınız 12 Mart Cuma günü teslim edilecektir”
dedi. En azından belirledikleri tarihten 9 gün önce teslim edecekler. Buna da
şükür dedim.
12 Martı iple çektim. Çünkü beklediğim
evrak olmadığı için adıma bir işlem yapamıyorum. Benim yapmam gereken işlemleri
bir başkası yapmak zorunda kalıyordu.
12 Mart günü akşamına kadar evrakım yine
teslim edilmedi. İnşallah 15 Martta teslim edilir. Nasılsa araya hafta sonu
tatili girdi dedim.
Sizce 12 Martta teslim edecekleri evrakımı,
kurye, 15 Martta teslim etmiş olabilir mi? İnanmayacaksınız ama 14 Mart Pazar akşamı
teslim etmiş. Benim de bu teslimattan, kaymakamlıkta çalışan bir personelin
telefonla beni aramasıyla haberim oldu. Böylece ertesi gün işe gelince yani 15
Mart günü evrakıma ulaştım. Gördüğünüz gibi ikili tüm görüşme ve yazışmalarımın
semeresini evrakımı teslimat gününden 9 gün önce almış ve muradıma ermiş oldum.
Tüm bunları niye anlattım? Firmanın
reklamını yapayım ki kurye tercihiniz bu firmadan yana olsun. Gerçi bu evrak
için kurye seçme hakkınız yok. Paşa paşa dağıtım için kuryenin keyfini
bekleyeceksiniz. Merak ettiğim, kendisi evrakı bir günde dağıtıma hazır hale
getiren devlet, bu firmayı bulmak için çok mu aradığı. Bu arada anladığım
kadarıyla firma çok yoğun olmalı ki belirlenen tarihte bile evrakını teslim
edemiyor ve telefonla görüşmek için bile sıra bekliyorsun. Acaba devlet, bize
göndereceği her evrak için bu kuryeyle kaç paraya anlaştı? Bu işte para varsa
bir de nasılsa aynı gün aynı hafta ve aynı ay teslim şartı olmadığına göre ben de
bir kurye firması mı kursam, diyorum. Adını da şimdiden hazırladım: “Aynı
saatte Teslim”. Siz buna kısaca AST diyebilirsiniz. Bu aşamadan sonra artık
gelsin paralar. Bunun için bir de para sayma makinesi alırım, olur biter.
*24/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.