18 Aralık 2019 Çarşamba

Devleti Kutsamak *


İnsan ve toplum birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü insanoğlu sosyal bir varlıktır. Birbiriyle anlaşabilse de anlaşamasa da beraber yaşamak zorunda. Topraktan yaratılan ilk insanla birlikte insanoğlu çoğaldı. Mevsimlere göre bir yerden bir başka yere göçtü durdu. Geçimini avcılık ve hayvancılıkla sağladı. Ekip dikmeye başlayınca yerleşik hayata geçti. Yerleşik hayatla birlikte insanoğlu kendi eliyle devletler kurdu, sınırlar oluşturdu. İstedi ki bu kurduğu devlet, düzeni sağlasın ve kendisine hizmet etsin.

Devlet dediğimiz, insanın kendi eliyle oluşturduğu bir tüzel kişilik iken bazıları devleti kutsallaştırıyor. Devlet kutsal mıdır? Bana göre devlet önemlidir, olmazsa olmazdır ama kutsal değildir. Kutsal olan insandır. Çünkü görüp kullandığımız her şey gibi devlet de insanın eseridir. 

Devlete kutsallık atfedildiği zaman ne olur? Ne sakıncası var denebilir? İş devleti kutsal kabul etmekle kalmıyor. Devlet adına iş yapanlar da kutsal görülmeye başlanıyor ya da devleti yönetenler kendisini kutsal görmeye başlıyor. Kutsal olanı eleştiremez, yanlış yaptığı zaman karşısında duramazsın. Esas sorun da burada başlıyor.

Düşünce suçlarından ceza almışların çoğunun suçu, devlete karşı suç işlemiş olmalarıdır. Millet adına devleti yönetenler, eleştiri hakkını kullananların eleştirileri hoşlarına gitmeyince her tarafa çekilebilen kanun maddelerinin arkasına sığınarak düşünceyi susturma yoluna gidebiliyor. Bir zamanlar insanımız askeriyeyi ağzına alamazdı. Hemen TSK'yı tahkir ve tezyiften hakkında suç duyurusunda bulunurdu. Cezaevinde olanlar için bir af veya ceza indirimi söz konusu olduğunda devlete karşı işlenmiş suç kabul edildiği için düşünce suçluları, af veya ceza indiriminin kapsamı dışında bırakılıyor. 

Bürokrat veya üst yönetici adına ne dersek diyelim devleti yönetenler, vatandaşın emrinde ona hizmeti şiar edinmesi gerekirken vatandaş onlara hizmet eder hale geliyor. Saygı onlara gösteriliyor, taltif ve ikram onlara yapılıyor.

Savaşı onlar çıkarır, sen ölürsün. Ekonomiyi yönetemezler, vatandaşın vergilerini har vurur, harman savurur; yerli yerince kullanmazlar krizi ve ceremesini sen çekersin.

Külfet daima halkın, nimet ise onlarındır. İtiraz edersen sana bir güzel had bildirirler. Devlet bunu yaparken devletin imkânlarından azami derecede faydalananlar da yapılan hadsizlikte devletin yanında yer alırlar.

Sonuç olarak devleti, devlet adına iş yapanları kutsamak doğru değildir. Devlet dokunulmaz, hesap sorulmaz değildir. Devlet devletliğini, vatandaş da vatandaşlığını bilecek. Vatandaş vergisini verecek, devlet ve devleti yönetenler de vergiyi yerli yerinde kullanacak, vatandaşın ihtiyacı olan hizmetleri yerine getirecek. Devleti yönetenler/üst yöneticiler kendi rahatlarından önce vatandaşın rahatını düşünecek.

27/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



15 Aralık 2019 Pazar

İstanbul'da Öl de Göreyim! *


"İBB tarafından hazırlanan 2020 fiyat  tarifelerinde mezar ve cenaze hizmetlerine de zam yapıldı." başlığını görünce merak ettim mezar fiyatları ne kadardır diye. Fiyatları görünce iyi ki İstanbul'da yaşamıyorum dedim. Çünkü ölmeden öldüm.

Haberi okumayanlar için İstanbul mezar ve cenaze hizmetlerini özetlemek istiyorum. İlk defa haberiniz oluyorsa öyle zannediyorum, dudaklarınız uçuklayacak.
*Tabutlu defin ücreti 300 TL'den 350 TL'ye,
*Karacaahmet, Çengelköy, Nakkaştepe'nin içinde bulunduğu 1'inci bölge mezarlıklarda boş mezar yeri bedeli 30 bin TL'den 34 bin TL'ye,
*İkinci grupta yer alan İçerenköy, Pendik, Maltepe gibi ilçelerdeki boş mezarlık bedeli 12 bin TL'den 14 bin TL'ye,
*Tuzla, Ümraniye, Çekmeköy gibi ilçelerdeki ek mezarlık fiyatları 4 bin TL'den 4 bin 500 TL'ye,
*Azınlık gruplarının defnedildiği mezarlık fiyatları ise 6 bin 500 TL'den 7 bin 150 TL'ye,
*Avrupa Yakası'nda Zincirlikuyu, Ulus, Rumelihisarı (Aşiyan), Abide-i Hürriyet, Nafibaba gibi mezarlıklardaki fiyatlar ise 30 bin TL'den 34 bin TL'ye, cenazenin yanındaki boş yerin bedeli ise 15 bin TL'den 17 bin TL'ye,
*Sütlüce, Kağıthane merkez, Hasdal, İstinye gibi 2'nci bölge mezarlıklardaki bedelleri 12 bin TL'den 14 bin TL'ye,
*Kilyos, Ayazağa, Büyükçekmece, Habipler, Cebeci gibi yerlerdeki 3'üncü bölge mezarlık fiyatları da 4 bin liradan 4 bin 500 liraya yükseltilmiş.

Fiyatları gördünüz. Her bölgenin fiyatları ayrı ayrı. Sınıf sınıf… Ne dersiniz bu fiyatlara? Bu durumda öldükten sonra cenazenizin nereye defnedilmesini istersiniz? Sizi bilmem ama benimkini denize atın diyeceğim ama kültürümüzde cesedi denize atma yok. Niçin deniz dedim. Çünkü denizlere fiyat biçilmemiş. Bu durumda benimki mecburiyetten üçüncü sınıf mezarlık olsun. O da 4 bin 500 lira. Her bir bölgeyi 1.2.3.sınıf bölge diye sınıflandıran ve fiyatlandıran belediye, mezarlık yerlerini bereket, cephesine göre fiyatlandırmamış. Pekala denize nazır olursa şu fiyat, yüksek yerlerin fiyatları bu fiyat, alçak yerlerin fiyatları şu; yola bakan, iki cephesi olan mezarlıklar bu fiyat dememiş. Buna da şükür!

Diğer vilayetlerdeki mezarlık fiyatlarını bilmiyorum ama İstanbul'un fiyatları bana uçuk kaçık geldi. Anladığım kadarıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi için mezar yerleri bir rant kapısı olmuş. Bir kişinin sığabileceği bir toprak parçasının fiyatı böyle astronomik olunca ev fiyatları bana çok makul geldi. Taşı, toprağı altın olan İstanbul'un anlaşılan mezarları da altın. Hem de kaç altın.

Ölüm kişiyi nerede yakalar bilinmez ama siz siz olun, İstanbul'da ölmeyi ve oraya defnedilmeyi düşünmeyin. Benim şehrim Konya'nın taşı, toprağı altın olmasa da şükür ki mezarlıkları ve mezarlık hizmetleri ücretsiz. Bana göre de olması gereken bu. Çünkü kişinin ölümü üzerinden para kazanma yoluna gitmek bana çok ahlaki gelmiyor.

*18/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Tramvayın Azizliği *


Pazar sabahı saat 07.00'de Meram'dan hareket eden Meram Yaka otobüsüne bindim. Sabah sabah yatamadım değil, açık öğretim fakültesi sınavı var. Zafer'de otobüsten indim, SÜ Kampusuna giden tramvaya bindim. Yerime oturur oturmaz vatman "Arıza nedeniyle hareket edemiyoruz. Bir müddet bekleyeceğiz" anonsu geçti. Az bekledikten sonra hareket etti. Kültür Park'a gelince tekrar durdu. Arıza anonsu geçti arka arkaya. Yolcular kendi aralarında kaza varmış dedi durdu. Kalktı kalkacak derken tramvay bir türlü kalkmadı. Yerinden kalkan soluğu vatmanın yanında aldı. Herkesin derdi aynıydı: Sınavımız var, sınava yetişeceğiz. 

Endişeli bekleyişin yerini alternatif aldı. Tramvay çalışmıyorsa geriye alternatif olarak Otogar-Bosna-Kampus dolmuşları var. Bir yarım saatlik beklemenin ardından sonunda iniş düğmesine basan indi. Koşar adımlarla Alaeddin Durağının oraya doğru yürünmeye başlandı. Gelen dolmuşun hepsi hınca hınç dolu geldi. Kimi üç, dört kişi bir araya gelerek ticari taksiye yöneldi. Orta yerde ticari taksi de kalmadı. İnsanlar kalabalıklar halinde dolmuşu belki ileride boş yakalayabiliriz umuduyla Kayalı Parka doğru yürümeye başladı. 

Her gelen dolmuşa bir otuz, otuz beş kişi bindi. İtişe sıkışa dolmuşa en son binen şanslı kişi de ben oldum. Dolmuşa bindim, kampusa kadar gittim ama ne çektiğimi gelin siz bana sorun. Sabah 07.10'da başlayan yolculuğum, tedirginlik ve koşuşturmanın ardından 08.45'te son buldu. Görev yerime bir 15 dakika gecikmeli olarak varabildim. Tramvay kazasından/arızasından görevlilerin haberi olmuş ki anlayış gösterdiler. Görevimi yapabildim. 

Sınava giremeseydim üzülecektim doğrusu. İşin ucunda bir yıl sınav görevi alamama cezasına çarptırılmak da vardı. Sabah sabah herkes evinde pazar keyfini çıkarırken iki saatlik endişe, çaresizlik ve koşuşturma da işin çabası oldu.

Sınav yerine zamanında gidemeyen ve ne yapayım çaresizliği yaşayan sadece ben miydim? Sayısını bilmiyorum ama mağdur sayısı çoktu. Hepsini toplasanız bir miting var burada derdiniz. Kimi paraya kıydı ticari taksiye bindi. (Paraya kıyanlar yine şanslı kişilerdi. Sonradan paraya kıymayı göze alanlar durakta taksi de bulamadı.) kimi telefona sarılarak eşini, dostunu çağırdı, kimi bu dolmuş dolu, ben bu dolmuşa binmem demedi; nefes nefese, ayakta dolmuşla görev yerine intikal etti. Bir iyiliği vardı dolmuş yolculuğunun. Dolmuş dopdolu olduğu için yolda bekleşenlere durmadı. Alaeddin'de duran dolmuşlar, kırmızı ışıklar dışında en son kampusta durdu. Bir de nefes nefese hareket ettiğimiz için kimse sabahın soğuğunu çekmedi. Hatta sıcaktan biraz cam açalım diyen de oldu. Bir diğer iyiliği de dolmuşçular ve taksiciler hiç olmadığı kadar pazar pazar para kazandı. Yolcu kalabalığını gören dolmuş şoförü, hareket merkezini arayarak hareketi, üç dakikaya indirin uyarısı yaptı. Burada tek kazanamayan Büyükşehir Belediyesi oldu. Çünkü tramvaylar çalışmayınca meteliğe kurşun attı. 

Hasılı bir pazar sabahı, kampus ve kampus yönündeki okullarda sınava girecek öğrenciler ve sınavda görev alan görevliler için; içinde tedirginlik, çaresizlik ve koşuşturma barındıran bir anı bıraktı. Pişmanlık da vardı: Niçin özel arabamla sınav yerine intikali düşünmedim diye. Düşünün ki herkes özel otosuyla gitmeyi deneseydi yol çeker miydi bu mahşeri kalabalığı? Burada Büyükşehir Belediyesi Toplu Taşıma Dairesi Başkanlığına da bir sözüm olsun. Tramvay yolunda bir kaza olamaz mı? Olur. İnsanlık hali ne de olsa. Tramvay arıza yapamaz mı? Yapar. İnsan yapımı ne de olsa. Böyle durumlar için özellikle sınav olduğu zamanlarda Toplu Taşıma Ulaşım Dairesinin bir B planı olması gerekir diye düşünüyorum. Pekala böyle durumlarda en kısa sürede otobüs intikali yapılabilirdi. Çünkü yüzler, binler taşıyan tramvayın yolcu kapasitesini 15-20 kişilik dolmuşlar kaldıramaz.

*16/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Takdirlik Çocuklar ***


Sınavdan çıkıp tramvaya bindim. Sınavdan çıkanlarla birlikte tramvay daha bir kalabalıktı. Tramvayda nasıl vakit geçireyim diye düşünürken bir teyze imdadıma yetişti. Kulak kabartmama gerek kalmadı. Mecburen herkes gibi ben de dinledim. Teyze biriyle telefonda herkesin duyacağı şekilde konuşuyordu:

"Ne oldu bilmem çocuğa? İlkokulda, ortaokulda hep takdirlikti. Liseye geldi, değişti. Süper bir kafası vardı. Şimdi açıktan okuyor, geçen hafta sınava girdi çıktı. Hiç derse bakmadı. Çalışsa yapar ama çalışmıyor. Nasıl oldu bilemedim. O başarılı ve takdirlik çocuk gitti, sınıfta kalan bir çocuk oldu."

Görüldüğü gibi teyze çocuğundan dertliydi. Bu şekilde dertli olan anne ve baba sayısı az değil. Çocukları zeki olmasına rağmen başarılı olamıyorlar. Halbuki zeka varsa daha ne isterlerdi bu çocuklar? Üstelik kendi yetiştikleri döneme göre neleri eksikti bunların? Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkasındaydı. Anne-babalar saçlarını süpürge ediyor. Çocuklarda tık yok. Ölü mübarekler!

Yukarıda alıntıladığım teyzenin serzenişi toplumda çoğu ebeveynin ortak derdi. Hemen hemen hepsi de çocuklarının lisedeki başarısızlığını ilkokul ve ortaokuldaki başarısı ile kıyaslıyor. Ne idi ne oldu, çocuk çok değişti, tanıyamıyoruz diyorlar. Anne babalar bu kıyasında haklı olabilirler. Ama göz ardı ettikleri bir yön var. Ergenlik dönemi savrulmalarından ve arkadaş çevresinden kaynaklanan başarısızlığı bir tarafa bırakırsak, ilkokul ve ortaokullarda çocukların başarısı, doğru dürüst objektif kriterlere göre ölçülmüyor. Çocukların aldıkları notlar ya da öğretmenlerin verdiği puanlar yanıltıcıdır. Çünkü öğretmenler bu kademelerde bol bol not basıyor. Fazla not verilince haliyle çocuğun gerçek başarısı liseye kadar gizleniyor. Doğru dürüst çalışmadan eve takdirle gelen çocuğunu görünce ebeveynler çocuklarını süper görüyorlar. Çalışmadığı halde böyle ise bir de çalışsa bu çocuk derece yapar diye düşünüyorlar.

İçinizden öğretmenler ilkokul ve ortaklık kademesinde niçin yüksek not veriyor, vermesin diyebilirsiniz. Doğru dersiniz. Olması gereken bu. Ama veliler alttan giriyor, üstten çıkıyor: "Aman öğretmenim! Çocuğumun notları düşük olmasın. Lisede okul seçiminde bu notlar önemli olacak" diyor. Bunu gören öğretmen vereyim gitsin deyip yapıştırıyor yüksek yüksek puanları. Yani çoğu çocuk hak etmediği notu alıyor. Notlar bu şekilde hormonlu olunca (Ben böyle fazladan verilen notlara hormonlu not diyorum) ne çocuk kendisini tanıyor ne de veli. Çocuk liseye gelince üstü örtülen gerçek ortaya çıkıyor. O zaman da iş işten geçmiş oluyor. Çocuğumuzla ilgili ileride şok yaşamak istemiyor ve çocuğumuzun gerçek başarısını veya başarısızlığını erken yaşta görmek istiyor ve zamanında tedbir almak istiyor isek, özellikle ortaokul kademesinde sınav, performans ve proje puanlarına bir ayar vermek gerekiyor. Herkes hak ettiği puanı almalı, aile de çocuğunu durumuna göre bir yol haritası belirlemeli. Çünkü çocukların kaybedildiği kademe bu kademedir.

***19/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Kıskandım Şu Aleyna Tilki'yi ***


Birkaç gündür gündemde Aleyna Tilki var. Ödül verildi, verilmedi tartışması üzerine kimdir bu diye baktım. Daha 19'unda bir sanatçı. "Gençliğe ilham veren 30 altı 30" kişi olarak listeye adını yazdırmış. Bu hengamede gençliğe ilham olan biri olarak layık görüldüğü ödülü alıp alamadığını öğrenemedim. Bakanlık ödül verilmedi. Zira 30 kişilik listede yok diye açıklama yapıyor. Aleyna ise ödül verildiğini sosyal medyadan paylaşıyor. Kime inanacağız bu durumda? Bir tarafta devletin açıklaması, diğer tarafta bir kadının beyanı. 6284 sayılı kadını koruma kanunu durduğu müddetçe kadının beyanını esas almak zorundayız diye düşünüyorum. Ayrıca "Psikolojim bozuldu, müzik yapamıyorum, sahneye çıkamıyorum. Bu ödül tartışması dolayısıyla maddi ve manevi sıkıntı içerisindeyim" şeklinde dilekçesiz sözlü bir şikayeti başımıza iş açar.

Ben herkes gibi ödül verildi, verilmedi tartışmasını anlamaya çalışırken sosyal medyadaki bir paylaşım dikkatimi çekti: "Gençlere İlham Veren Ödülünü alan Aleyna Tilki denilen şahsın, bugün İnstagram hesabını 2,5 milyon insan takip ediyor. Her yaptığı paylaşım binlerce beğeni alıyor ve paylaşımları merakla bekleniyor. Size şaka gibi gelebilir. Twitter üzerinden kontrol edebilirsiniz: 'Birkaç saat sonra akşam olacak' diye yazmış; 26,7 bin beğeni ve 2.854 yorum almış. Allah aşkına, sosyal medyada 2,5 Milyon takipçisi olan kaç tane hocamız, kaç tane ilim adamımız var? Milyonu geçtim, yüz binin üzerinde takipçisi olan kaç tane hocamız var? Kaç tane hocamızın paylaşımları merakla bekleniyor?" (Harun Güzel)

Her ne kadar  "Gençlere ilham veren Ödül” için ilk otuza girememeyi ben, otuz yaşın üzerindeyim, hoca değilim, ilim adamı hiç değilim diye kendi kendimi teselli etmeye çalışsam da kızcağızı kıskandım doğrusu. Nasıl kıskanmam? Daha 19 yaşında ve 2,5 milyon takipçisi var. Az bir rakam değil bu. Üstelik "Birkaç saat sonra akşam olacak" paylaşımı 26,700 beğeni almış.  Yanarım yanarım da Aleyna Tilki gibi gündem olamadığıma ve beğeni alamadığıma yanarım. Ben de sosyal medyada Facebook'u aktif bir şekilde kullanıyorum. Tanıdığımı, tanımadığımı eklememe rağmen arkadaş sayım 1795 kişi. Paylaşımlarımın beğenisi de bir elin parmaklarını geçmiyor. Bugüne kadar her konuda çokça paylaşım yaptım. Hiç aklıma "Birkaç saat sonra akşam olacak" paylaşımı gelmedi. Buradan anlıyorum ki neyi paylaşacağımı önce bir güzel düşünüp tartmam gerekiyor. Demek ki düşünüp taşınarak yapılan paylaşımlar çok beğeni alıyor. Bir diğer husus, yıllardır yaptığım paylaşımlarım toplam beğenisi, Tilki'nin akşamın olacağını bilmesi paylaşımı kadar bile değil. Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün... Ben bir yere sap olayım, koltuk kapayım diye uğraşırken bu kızımız sanal alemin fenomeni olmuş. Hem de bu yaşta.

Daha fazla beğeni ve yorum almak için ne yapabilirim? Bu kızımızı örnek alsam olur mu diye düşündüm. Sesim yok ki şarkı söyleyebileyim. Tip, boy pos yok ki resmimi paylaşayım. Vücut ve endam olsa da açılıp saçılsam...o da yok. Zaten beceremem. Hoş becersem de üşürüm bu havada. Zira hava buz gibi. Of! Olmuyor işte... Ne yapmalıyım fazla beğeni ve yorum almak için bu durumda? Tüm alternatifleri düşündüm. Aklıma başka bir şey de gelmedi. Durun ya hu! Acaba soyadımı Tilki olarak değiştirsem mi diyorum. Zaten hemşerimizmiş kendisi. Aslında soyadım Tilki değilse de bir tilki kadar kurnazım. Bakmayın siz benim saf gibi göründüğüme. Ama kimse beynin içine bakmıyor ki... Benimki de laf yani! Ona kalırsa tüm anne babalara göre çocukları çok zeki ama çalışmıyorlar… Çalışmayan, kullanılmayan ve meşhur etmeyen zekayı ben ne yapayım?

***17/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

14 Aralık 2019 Cumartesi

Listede Yine İsmim Yok

Şu Davutoğlu iyidir, hoştur, güzeldir, hemşerimizdir dedik. Başımızın tacı yaptık. Dört gözle kuracağı partiyi beklemeye koyulduk.

Nihayet partisi kuruldu. 154 kişilik kurucular kurulu listesinde ismim kaçıncı sırada diye listeyi tepeden tırnağa göz attım. İsmimi bulamadım. Gözümden kaçmış olmalı diyerek tekrar göz gezdirdim. Yine yok. Sonradan göz gezdirmeyi bıraktım, tüm listeyi tek tek okudum. Maalesef ismime yine rastlayamadım.

Kurucular kurulunda ismime yer verilmemesine üzüldüm doğrusu. Halbuki ne kadar da umutlanmıştım. Gerçi benim üzgünlüğüm sadece bu yeni kurulan partide ismimin olmamasına değil. Ülkede irili ufaklı yüz kadar parti var, hiçbirinde ismime yer verilmedi. Halbuki ne kaybederlerdi adıma yer verselerdi.

Kurucular kurulunda yer almak için müracaatın var mıydı derseniz, yoktu elbette. Buna rağmen ismimin "Ramazan Ağabey! Sensiz olmaz, sen olmazsan partimiz ölü doğar" denerek ismime listenin en ön sıralarında yer verilmesini bekledim. Ama heyhat ki heyhat!

Üzüntüm kendi adıma değil, ülkem adınadır. Çünkü listede yer alıp bir sorumluluk alabilseydim partime hizmet ederken haliyle ülkeme de hizmet etmiş olacaktım. Bu durumda ben değil, ismime yer vermeyen parti ve doğal olarak ülke kaybetmiş oluyor.

Bulunmaz Hint kumaşı mısın falan demeyin. Alınırım. Herkesin kendini Hint kumaşı gördüğü kadarım ben de. Deneme tahtası değilim ama denenmeden bilinemem.

Bugüne kadar bir siyasi tecrübem olmadı.  Zira siyasetin içerisinde yer almadım. Ama siyasetten uzak yaşamadım. Her vatandaş gibi her konuda söz söyledim, eleştiriler getirdim, çözüm önerileri sundum. Manevra kabiliyetim yüksek.

İstedim ki derin tecrübemden partiler ve ülke faydalansın. Kendi adıma bir ikbal peşinde olmadım. Neyse olan oldu. Listede ismim olmadığına göre yeni kurulacak diğer partiye umudumu bağlayacağım. Umutsuz değilim. Zira her gün bir umuttur. Siyaset de bir umuttur. Umutsuzluk bana yakışmaz.

Son söz olarak kurucular kurulunda yer almadığım partinin ismi üzerine bir şey söyleyeyim. Partinin adı "Gelecek Partisi" olmuş. Parti ismi pek içime sinmedi. Yarın muarızlar ve muhalifler bu partinin adından hareketle bu partiye "-cek, -cak partisi" diyecekler. Bu durumda bu partinin "cek, cak partisi" olmadığını en iyi ben savunabilirdim. Neyse hemşerimiz Davutoğlu kendisi bilir.



13 Aralık 2019 Cuma

İtibar Elbisesi ***


Tin süresinde insan için Allah hem "Ahsen-i takvim" hem de zıddı "Esfel-i safilin" tabirlerini kullanır. Bu demektir ki en mükemmel şekilde yaratılan insan, aşağıların aşağısı bir varlığa dönüşebiliyor. Bu iki tanımlamadan hangisini seçeceğini insanın kendisi karar verir. Zira tercih onundur.

Hayatımız bu iki vasıf üzere yani ahsen veya esfel üzerine kurulu. Tercihimizi hangi yönde kullanırsak karşılığında onu yaşarız. Buna itibar veya itibarsızlık da diyebiliriz. Yani vezir olmak da elimizde, rezil olmak da… Zira kimse bize itibar elbisesi giydirmez. Giydiğimiz elbise kendi eserimizdir. 

Ahsen-i takvim üzere yaratılan insan hata yapamaz mı? Yapar elbet. Pot kıramaz mı? Kırar elbet. Çünkü insan zaafları bol olan bir varlıktır. Zaaflarının esiri olmazsa sorun olmaz, vezir olmaya devam eder. Hata yapar, pot kırar; hatasında ve pot kırmada ısrarcı ve sürekli olmaz, kendisiyle yüzleşir, her yaptığından bir ibret alır ise hatasıyla birlikte itibar elbisesini kuşanmaya devam eder. Bunun için ne zaman, nerede nasıl giyineceğini, kime nasıl davranacağını, ne konuşacağını bilir; nereye, ne şekil gireceğine dikkat eder ise hata payı azalacağı gibi pot kırması da bir o kadar azalacaktır. Bu hassasiyeti itibarını da koruyacaktır. Ama kendisine ve arkasındaki güce çok güvenir, oturduğu koltuktan aldığı güç ile önüne gelene ayar vermeye çalışır ve had bildirmeye kalkarsa hatalar kronikleşir. Hata yapmayayım diye yoğurdu üfleyerek yemeye kalksa da hatalar ve kırdığı potlar arka arkaya gelir. Bu da itibarını sürekli aşağıya doğru çekmesine neden olur. 

Hata yapmayayım, pot kırmayayım diye çabalamasına rağmen sürekli hata yapmaya devam ederse bunun nedenleri üzerinde durmalıdır insan. Eğer haksız yere birileri hep üzerine geliyorsa bu, savuşturulur. Yıpransa da bir itibar kaybına uğramaz. Hatta bu süreçten daha güçlü çıkabilir. Özünde iyi biri olsa da yaptıkları ve konuştuklarıyla fırsat kollayanlara  sürekli malzeme veriyor olabilir. O zaman karşı tarafa malzeme vermemelidir. Kendisinde kendisinin de farkına varmadığı bir kibir olabilir. Hata ve yanlışlara bu kibir sebebiyet verebilir. Çünkü kibir insanı yer bitirir, itibar elbisesini de çıkartır, koltukta oturmaya devam ediyorsa da yerin dibine geçirir.

İtibar elbisesinin ilacı tevazudur, yani alçakgönüllülüktür. Kişiyi makamlar değil, tevazusu yüceltir. Zira tevazu kişiye itibar verir, itibar elbisesi giydirir ve halk nezdinde muteber kılar.

***14/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.