16 Kasım 2018 Cuma

Sen ve Çocuğun Aman Rahatınızı Bozmayın!

16 Kasım günü sabahtan dolmuşla çarşıya çıktım. Dönüşte Meram Yeni Yol otobüsüne bindim. Körüklü otobüsün koltukları müşterilerle dolu, bir kısım yolcular da ayakta. Ayaktaki yolcuların bir kısmı genç, bir kısmı yaşlı. En ön koltukta koltuğun biri boş. Herhalde benim gibi yaşlının biri gelince otursun diye boş bırakılmış olmalı. Birkaç durak oturarak yolculuk yaptıktan sonra benden yaşlı bir teyze otobüse binince otursun diye kalkıp arka tarafa doğru yürüdüm. Boş bulduğum bir yere tutundum.

Otobüsün içine bir göz attım. Oturanların çoğu kadın, ayakta tutunanların çoğu da erkek. Bizim insanımızın özelliğidir bu. Bir kadın hele bir de yaşlıysa yer vermek için kaç erkek birden ayağa kalkmaya çalışır. 

Gözüme birbirine ters karşılıklı ikişerli koltuğun birine oturmuş 6-7 yaşlarında bir çocuk ilişti. O kadar büyük ayakta, çocuğumuz oturuyor. Kuvvetle muhtemel karşısında veya yanındaki oturan da annesi. Çocuğunun oturmasından ne annesi ne de çocuk rahatsız olmuşa benziyor. Rahatlar maşallah! Belki de bu anneye birkaç durak öncesi otursun diye iki kişi birden yer boşaltmıştır.

Burada çocuğun suçu yok. Çocuk masum. Çünkü büyüklere yer vermesi gerektiğinin bilincinde değil. Dünyayı kendisinden ibaret sanır bu yaşlarda. Suç olsa olsa "Yavrum! Bak büyükler geldi, kalk onlar otursun, Sen gel benim yanıma" demeyen annede. İşin garibi annenin bu vurdumduymazlığı büyüyünce çocuğa da sirayet edecek. Büyüyünce kendinden büyüklere yer vermeyecek. Çünkü çocuk gördüğünü tatbik eder hayatında.

Millet olarak otobüste büyüklerine yer vermeyen çocuk ve gençleri gördükçe "Nesil değişti, artık büyüklere saygı kalmadı" demeye başlıyoruz. Aslında neslin suçu yok. Suç, çocuklardan ziyade maalesef büyüklerde.


"Camide Her Zaman Göremiyorum Seni!"


—Kardeş! Seni zaman zaman camide görürüm. Aslında sürekli görmek isterim. Niçin cemaate katılmıyorsun? Yoksa cemaatle namazın önemine inanmıyor musun?
—İnanmaz olur muyum? Cemaatle namaz kılmanın derecesi 27 kat daha fazla.
—O zaman?
—Tembellik, planlı hareket edememe diyelim.
—Sadece bu mu?
—Değil elbet! Bu konuda mazeret olmaz ama dediklerimin dışında bazı çekincelerim daha var.
—Ne gibi?
—Korkuyorum.
—Neden korkacaksın? Allah'ın evinden mi? Buralar müminin huzur bulacağı yerlerdir.
—Orası öyle! Hatta cami bir mümin için sudaki balığa, münafık için ise kafesteki kuşa benzer. Bunu biliyorum. Hatta camileri tıklım tıklım doldurmamız gerektiğini de.
—O zaman mesele ne? Korkmaktan bahsettin az önce.
—Camiye gelen az sayıdaki cemaatin bazılarından çekiniyorum. Hatta camiye girdiğimde namaz kılarken biri yanıma yaklaşınca niye ne diyecekler diyorum.
—Ne diyorlar da?
—Ne demiyorlar ki! Namaz kılışımdan tut da giyimime varıncaya kadar her şeyime karışan çıkıyor. Camiye gittiğim her zaman niye bugün ne gaf yapacağım da cemaatten biri gelip beni düzeltecek diye endişe duyuyorum.
—Ne gibi?
—Kimi gömleğimin kolunu sıvadığıma karışıyor, kimi başımda takke olmadığına karışıyor, kimi de namaz kılarken imamdan önce eğildiğimden namazımın olmadığını hatta bunun Kur’an’da yazdığını söylüyor.
—Sen imamdan önce mi eğilip kalkıyorsun?
—Olur mu öyle şey? İmamdan önce eğilip kalkacaksam ne diye camiye gidip imama uyuyorum o zaman?
—Derdi ne o zaman?
—Bilemedim gitti. Ama sanırım derdi benimle uğraşmak yani beni yola getirmek. Beni bir yola getirse caminin, Müslümanların, ülkenin hatta dünyanın derdi bitecek sanırım. İşin garibi bazıları namaz kılmıyor, sanki beni gözetliyor. Hemen yanıma yaklaşıp fısır fısır bir şey söylemek hoşuna gidiyor. Bunu da yaparken sevap kazandığını umuyor olmalı.
—Sana bunu yapanlar bu işi bilenler mi? Mesela imam falan mı?
—Nerde? Keşke imam olsa öpüp başıma koyacağım. Ne kadar okuduğu, nerede okuduğu, neleri bildiği meçhul birileri kendilerine vazife edinip yanımda damlıyor. Gelenler az buçuk mürekkep yalasa yine gam yemeyeceğim. Kulaktan dolma bilgilerle sağdan-soldan duyduğunu ben bu işi biliyorum diye bana satmaya çalışıyor.
—Her zaman olmuyordur bunlar.
—Doğru. Her zaman olmuyor ama birkaç defa olunca yine biri çatacak bana diyorum. İşin garibi gençliğimde de maruz kaldım böyle şeylere.
—Mesela?
—İmam bir gün gelemeyecekmiş, yerime namaz kıldırır mısın dedi. Lisede okuyordum o zamanlar. Ezanı okudum, sarığı ve cübbeyi elime aldım. Namaz kılacağım yerde yanıma koydum.
—Niye giymedin?
—Giymememin sebebi, ben ne de olsa genç sayılırım. Şayet namaza daha olgun yaşta bu işi bilen biri gelirse namazı kıldırması için ona teklif edeyim düşüncesiyle.
—Eee koydun, ne var bunda?
—Sünneti kıldım, kamet yapılmasını ve ehil birinin gelmesini beklerken yaşlı bir amca geldi: Bunu giy, dedi. Tamam dedim. Ardından “Sarıkla cübbe yere konmaz, bir daha koyma” dedi.
—Fesübhanellah! Ne günlere kaldık.
—Hem de ne günlere! Çocukluğumdan beri camiye gitmeye çalışırım. Çoğu zaman kamet de yaptım. Safı doldurmak için öne geçtiğimde arkaya geçiren cemaate de rast geldim. Üstelik önce büyükler doldursun safı diye ağırdan aldım safa geçmeyi. Yeri geldi çorabım kirli diye çorabımı çıkararak camiye girdim. Çıplak ayakla namaz olmaz diyen de çıktı.
---Allah Allah! İlginç gerçekten!
---Buna ilginç mi dersin yoksa hep cinsler beni mi buldu dersin.
---Evet ama tüm bunlar cemaate gitmeyi engellememeli, mazeret olarak görmemeli.
---Elbette öyle! Ama insanda iz bırakmıyor değil bunlar. Küçük gibi görünse de mide bulandırıyor. Keşke bu beni düzeltmeye çalışanlar bana harcadıkları bu eforu hiç camiye uğramayan kişileri camiye getirmek için sarf etselerdi daha fazla sevap kazanmış olurlardı.
---Sen yine de gel olmaz mı?
---İnşallah!


15 Kasım 2018 Perşembe

Ayakkabılarımızı Sol Elimizle Taşısak Nasıl Olur? *


Cemaatle namaz kılmak için camiye gittiğimizde dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama benim hep dikkatimi çeken bir durum söz konusu. Çoğu insanımız ayakkabısını çıkarırken giyerken ve taşırken giyme, çıkarma ve taşıma işini hep sağ eliyle yapıyor. Hemen içinizden işin yok mu senin, bula bula bunu mu buldun, anlaşılan sen konu sıkıntısı çekiyor ve çatacak yer arıyorsun; ha sağ, ha sol ne fark eder" diyebilirsiniz.

Bahsettiğim bu konu sizin hiç dikkatinizi çekmemiş, dikkatinizi çektiyse de önemsememiş, hatta adam başka türlü nasıl taşıyacak diye bir eleştiri getirebilirsiniz. Beni bu konuda asmadan önce bu konudaki hassasiyetimi dinlemenizi isterim. 

Birçok işimizi yapmak için ellerimizi kullanırız. Ayakkabı giyme-çıkarma-taşıma işini de elbette ellerimiz yapacak. Buna bir diyeceğim yok. Ben de aynı düşünüyorum ama bu işi yaparken mümkün olduğunca sol elimizi kullanalım diyorum. Her ne kadar iki el de hayatımızı kolaylaştırmak için varsa da biz çoğu işlerimizi yaparken bir görev taksimi yaparız. Mesela yemek yemeyi, su içmeyi sağ el ile yaparken tuvalette temizlik ihtiyacımızı sol el ile gideririz. Tabirim garip görülmezse nahoş işlerimizi sol elimize havale ederiz. Hoş bu işleri yaptıktan sonra bir güzel yıkarız.

Gelelim ayakkabı meselesine... Malumunuz ayakkabılarımız her türlü kahrımızı çeker. Sabahtan akşama ayaklarımızı muhafaza eder. Ayaklarımız içinde durdukça terler. Hele benim gibi belirli periyotlarla ayakkabı değiştirmeyen biri iseniz ayakkabılarımız her türlü mikrobu içinde barındırır ve koku yapar. Giyme işinde  de keratadan faydalanmıyorsak ayakkabı giyerken mutlaka el parmaklarımızdan faydalanırız. Çoğu zaman ayakkabıyı giydikten sonra elimizi yıkama durumumuz olmayabilir. Bu durumda camiden çıkarken ayakkabımızı sağ el ile taşıdık, sağ elin parmaklarıyla ayakkabımızı giydik, elimizi de yıkamadık. Çıkışta bir dostumuzla karşılaştık. Tokalaşmak için bize elini uzattı ya da biz ona uzattık. Bu durumda elimiz kirli demeyiz. Biz de elimizi uzatacağız. Hangi elimizi? Elbette sağ elimizi. Ama sağ elimiz mikrop yuvası ayakkabımızdan mikrop kapmış olabilir, mikrop yoksa da ayakkabı kokusu elimize sinmiş olabilir. Biliyorsunuz birçok mikroplar elimiz marifetiyle geçmektedir.

Ayakkabıların sağ el ile taşınmasına normalinden fazla bir anlam yüklemiş olabilirim. Siz böyle görseniz de kimseden fazla bir şey istemiyorum. Ayakkabımızı giyerken çıkarırken taşırken mümkünse bu işi sol el ile yapalım. Sol el tek başına bu eylemi yapmada yeterli gelmezse sağ elden destek alalım. Nitekim ayakkabımız bağcıklı ise ipi gevşetme ve bağlama esnasında sağ el imdada zaten yetişecektir.

Bilmem derdimi anlatabildim mi? 

* 23/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Andımız Üzerinden Yapılan Tartışmalar


Aylardır tartışılan Andımız konusu kabak tadı verdi iyice. Gece-gündüz, akşam-sabah ekranlarda siyasilerimiz, gazetecilerimiz, TV yorumcuları, akademisyenlerimiz işi-gücü bıraktı Andımız okunmalı-okunmamalı tartışması yapıyor. Bizi gören de bu ülke her sorununu halletti, konuşacak bir şeyi yok, bile bile bu konuyu konuşuyor sanır. Keşke bundan başka sorunumuz kalmasa bu tartışmaya hiç gam yemeyeceğim.

Danıştay 8.Dairesinin İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 12.maddesini iptal etmesiyle birlikte Türkiye gündeminden bir türlü düşmeyen bu Andımız üzerinden yaptığımız tartışmayı diğer birikmiş sorunları çözmek için yoğunlaşsak herhalde sorunsuz bir ülke oluruz. Haydi bu Andımız önemli, bu yüzden tartışılıyor diyelim. Tamam tartışalım. Ama çözebiliyor muyuz? Maalesef yine çözemiyoruz. Çünkü herkes durduğu yerde. Ya okunmalı diyor ya da okunmamalı. Kimse karşı tarafın okunmalı veya okunmamalı gerekçelerini veya hassasiyetlerini anlamaya yanaşmıyor. Zaten bu ülkenin sorunu bu. Birbirimizi anlamaya çalışmamak. Anlama sorunumuz mu var? Hayır! Her şeyi bal gibi anlıyoruz. Ama anladığımız, bulunduğumuz pozisyon gereği işimize gelmiyor.

Hepimizin bildiği gibi ülkemiz zor bir ekonomik darboğazdan geçiyor. Son on beş yılın en yüksek enflasyonuna maruz kaldı. Türkiye çapında azımsanamayacak firma konkordote ilan etti. Vatandaşın alım gücü azaldı. Durum bu iken ekonomimizi bu durumdan nasıl kurtarabiliriz, bunun yolları nelerdir üzerine hiç detaylı bir tartışmanın yapıldığını gördünüz mü siz? Onca ekonomistimizin bu konu üzerine kafa yorduğuna, hükümete öneriler götürdüğüne, TV'lerde tartışma programları yapıldığına şahit oldunuz mu? Öyle zannediyorum ya hiç konuşmaya değer görülmedi ya da birkaç cümleyle geçiştirildi. Demek ki birinci önceliğimiz ekonomi değil de Andımızmış bu ülkede. Madem Andımız bu kadar önemli beş senedir okunmazken neredeydiniz? Bu beş sene boyunca Andımız okumayınca ne değişti? 1933 yılından son beş seneye gelinceye kadar okunduğu halde çocuklarımızda ne tür bir değişiklik meydana geldi?

Bence Andımız üzerinden yapılan tartışmalar yanlış minvalde yürüyor ve kısa zamanda da tartışma durulacağa benzemiyor. İşin garibi halkta böyle bir sorun yok, okullarda da okunsun-okunmasın tartışması yok. Sonra bu Andımızı okuyacak olan öğrenci, okutacak olan öğretmen değil mi? Niçin bunlara "Bu konuda ne dersiniz" denmez? 

Tartışmayı bitirmenin en güzel yolu bu işin okullara bırakılması ve okullara sorulması.  Çünkü sabah soğuk sıcak demeden Andımızı söylemek için sıraya girecek olan onlardır. Okullar öğrenci ve öğretmenleri arasında bir oylama yapar, çıkacak sonuca da herkes uyar. Yok buna razı olmayız. Bu iş çocuklara bırakılmayacak kadar önemli denirse çocuğunu okula kaydettiren veli "Çocuğum Andımızı okusun" veya "okumasın" formunu imzalar. Okul yönetimleri "Çocuğum Andımızı okumasın" diyen veli çocukları sınıflarına geçtikten sonra "Çocuğum Andımızı okuyacak" diyen velilerin çocuklarına Andımızı söyletir.

Bana "Senin bu konuda önerin nedir" denirse -ki denmedi, denmez de... Farz edin ki sordular- çocuklarımızı kendi dönemlerimize göre değil, yaşadıkları döneme göre yetiştirmek lazım. Andımızı okuyunca kıyamet kopmadığı gibi okumayınca da kıyamet kopmadı. Okunmasının tek faydası bizim dışımızdakilerin hassasiyetlerini gözetmek olur, onlar adına empati yapmış oluruz.

14 Kasım 2018 Çarşamba

Etki ve Tepki Meselesi *


Şunu iyice anladım ki bu ülke normal bir ülke değil. Bu ülkede yaşamak zor mu zor! Çünkü bu ülkede hiçbir şey enine boyuna doğru dürüst tartışılmaz, farklı fikir dinlenmez. Niçin dinlenmez? Çünkü ya kendi düşündüğümüz fikrin doğruluğuna kendimizi o kadar inandırmışız ki muhatabımızı dinlemeye ihtiyaç duymuyoruz ya da kendi görüşümüze çok güvenmiyoruz. Bu yüzden rakip veya rakiplerimizi susturmaya çalışıyoruz.

Rakibimiz konuşmaya kalkarsa ne olur? Ne olacağını kestirmek zor ama  her ihtimal kapıdadır: Kavga, gürültü, kargaşa, kaos, kriz çıkarma; algı oluşturma, belden aşağı vurma, eski defterlerin açılması ve iftira atma gibi her yol mubahtır. Duruma göre tüm bu yollar bir bir denenirken halk olarak bizler de krizi çıkaranların arkasında saf tutarız. Biz saf tuttukça krizi çıkaranlar ve krize çanak tutanlar bizden güç alarak olayları daha fazla kaşımaya devam ederler. Bu işte maalesef sağduyu yok, basiret yok, feraset yok, ortak doğru yok, kamu yararı yok. 

Biz kamu yararını gözetmeden taraftar kazanmaya devam ettikçe göz ardı ettiğimiz bir husus var: Yaptığımız her şey etki ve tepki sonucunu doğurmaktadır. Kendi doğrumuzu rakibimizin durduğu yere göre belirliyor, rakibimizin tepkisine göre bir tepki veriyoruz. Çoğu zaman da ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor. Alın size bir örnek: Biri çıkıyor "Atatürk ilah değildir" diyor. Öbürü kalkıyor "Evet ilâhımızdır" diyor. Burada ilah değil etkisine, ilahtır tepkisi veriliyor. Bu etki ve tepkiyi doğuranlar cahil birileri değil. Biri gözde bir mesleğin bölümünü okuyor, diğeri fakülteyi bitirmiş ve gazetecilik mesleği icra ediyor.

Güncel olduğu için bu örneği verdim. Etki-tepki meselesine yüzlerce örnek verilebilir. Nedense hiçbir meseleyi soğukkanlı bir şekilde karşılayamıyoruz. Tartışmanın veya tepkimizin neye mal olup nelere etki edeceğini bir türlü hesaba katmıyoruz. Gözümüz dönmüş gibi rakiplerimizi ezmeye çalışıyoruz. Hesap kitap yapmadan yaptığımız bu şeylerin kime ne faydası var? Siz hiç böyle etki ve tepki durumunda "Bu adam doğru söylüyor, ben yanlış düşünüyormuşum, sayesinde aydınlandım, kendisine teşekkür ediyorum" diyen birini gördünüz mü? Suçlayıcı ve saldırgan tutumumuzun tek faydası rakiplerimizin bulunduğu yerde daha bilenmesini ve kenetlenmesini sağlamaktır.

Etki ve tepki durumlarına katkı verenler aslında birbirinden besleniyor, yaşamaları buna bağlı. Bizler de onların safında yer alarak onlara destek veriyoruz. Aslında yapılması gereken herhangi bir konuda makul davranmayan ve gerginlikten beslenen bu kişilere ne halin varsa gör deyip desteği çekmek onları makul olmaya zorlamaktır. En iyisi etki ve tepki kutuplarının ortasında yer almak, ikisinin içinde yer almamaktır. Bu, orta yoldur ve olması gerekendir.

* 16/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


13 Kasım 2018 Salı

Atatürk’ü Anma Törenleri ***


10 Kasım töreni dolayısıyla tüm yurtta olduğu gibi Edirne’de de Atatürk’ü Anma programı icra edilirken oradan geçmekte olan bir üniversite öğrencisinin “Atatürk ilah değildir, putlara tapmayın” demesi Türkiye gündemine oturdu. Kız çocuğu yaka paça alınarak içeri atıldı ve hakkında tutuklanma kararı verildi. Kimi bu hareketi Atatürk’e yapılmış bir hakaret olarak algılarken kimi de kızın sözlerinde bir hakaret unsuru olmadığını ve kızın haksız yere tutuklandığını yazıp çiziyor. Bana göre de kızın söylediği sözler ne Atatürk’e ne de başkasına bir hakaret içermektedir. Ama konu Atatürk olunca maalesef bu ülkede hakaret olmayan sözler de hakaret kapsamına alınıyor.


Kızın söylediklerinde aslında Atatürk’ün kendisine değil, eğer Atatürk’ü ilah olarak gören varsa uyarısı onlaradır. Birileri Atatürk’ü ilah olarak görüyorsa “yapmayın, etmeyin. Çünkü o bir ilah değildir” uyarısıdır bu. Yok ilah olarak gören yok denirse kimsenin üzerine almasına gerek yok. Bir deli saçması olarak görülebilir.


Kızın sözlerinde bir yanlışlık olmamasına rağmen kızımız doğru mu yapmıştır? Bana göre zaman ve ortam uygun değildir. Bu öğrenci neyi, nerede, ne zaman söyleyeceğini iyi seçememiştir. Çünkü her doğru her yerde söylenmez. Eğer kendisine bir ceza verilecekse “İcra edilmekte olan bir töreni sabote etmeye yönelik hareketinden dolayı” kendisine Kabahatler Kanununa göre kendisine uygun para cezası verilebilirdi. Ötesi kanunu çiğnemek olur. Atatürk ismi geçtiği zaman lütfen hop oturup hop kalkmayalım ve soğukkanlı olalım.


Bu 10 Kasım’da olduğu gibi bu ülkede her 10 Kasım günü yapılan törenlerde törenleri sabote etmeye yönelik bilinçli ve bilinçsiz hareketler olmaktadır. Bence töreni masaya yatırmamızda fayda var. Gerçi konu Atatürk olunca üzerinde yazıp çizmek kolay değil. Çünkü asılıp kesilmen, yargısız infaza gitmen ve tu kaka yapılman mukadderdir. Katılır veya katılmazsınız, izninizle anma törenleri ile ilgili görüşlerimi ifade özgürlüğü çerçevesinde burada bu vesileyle serdetmek istiyorum: Atatürk’ü anma ve diğer resmi törenlerde mevzuat gereği yapılan çelenk koyma, saygı duruşunda bulunma ve ardından İstiklal Marşı okunma şeklinde ifa edilmektedir. Burada sormak lazım, vefat edene çelenk koyma ve ona saygı duruşunda bulunma bizim örf, adet, inanç değerlerimize uygun mu? Bildiğim kadarıyla bizim değerlerimizde ölmüşe çelenk konmaz, saygı duruşunda bulunulmaz. Hangi insanımız anası, babası veya bir yakını öldüğü zaman ona çelenk sunar? İnsanımız gider ziyaret eder ve ellerini açar, onun için dua eder, Fatihalar okur. Kimi hatim indirir, kimi de mevlit okutur, ardından duası yapılır. Bir anma yapılacaksa bu programın kültürümüze uygun olması, kanun veya yönetmeliğin bu şekilde düzenlenmesi daha uygun olmaz mı?


Yine burada Atatürk’ü anarken 1938 olan vefatındaki 8’i ∞ şeklinde yazmak suretiyle “O ölmedi, sonsuza kadar yaşayacak, içimizde yaşıyor” demek istiyoruz. Merak ettiğim niçin Atatürk’ün doğumu kutlanmaz? Aslında doğumu üzerinden törenlerin yapılması daha yerinde olurdu. Doğumu her yönüyle sevinçle kutlanırken ölümü ise salon toplantıları şeklinde düzenlenerek yaptıkları anlatılmak suretiyle anma yolu seçilebilir.


Bu vesileyle tören alanında sarf ettiği sözler dolayısıyla kız çoğu hakkında 5816 Sayılı Kanun gereği işlem yapılmıştır. Yetkililer ve Atatürk’ü sevenler eğer ona saygı göstermek istiyorlarsa ilk önce Atatürk’ü Koruma Kanunu diye bildiğimiz 5816 Sayılı Koruma Kanunu”nu kaldırmalıdırlar. Çünkü Atatürk kanunla korunmaz, ona saygı böyle gösterilmez. Ki Atatürk bu ülkenin bir değeridir. Değerlerimiz kanunla sağlanmaz.



*** 17/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.






Herkes Atatürk'ün Üzerinden Ellerini Çekmeli Artık! *


Vefatının üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen bu ülkede Atatürk hala tartışma konusu yapılıyor. Seveni de çok, sevmeyeni de.  Hoş, sadece Atatürk değil; bu ülkede kim ön plana çıkmış, kim devleti yönetmiş, kim halka mal olmuş ise ikiye bölünmüş durumda. Sevenler bir tarafta, sevmeyen ve nefret edenler diğer tarafta. II. Abdülhamit, Vahdettin gibi. Bir kesime göre II.Abdülhamit pinti, cimri, istibdatçı; diğer kesime göre Ulu Hakan, cennetmekan biri. Vahdettin kimine göre hain, kimine göre Mustafa Kemal’i milli mücadele için Samsun’a gönderen kişi.


Şöyle geriye doğru ön plana çıkmış bir insanımız olup da tartışılmayan, hakkında ileri geri konuşulmayan var mı diye düşünüyorum. Aklıma kimse gelmiyor. Maalesef bize mal olmuş, bu ülkeye ait hiçbir kişi yoktur ki öven ve seveni olmasın.


Aslında bu yaptığımız kişi siyasetidir, işi şahsileştirmedir. Nedense bir türlü bir işi, bir kişiyi hatasıyla sevabıyla prensipler çerçevesinde konuşamıyoruz. Sevdiğimize söz söyletmeyiz, nefret ettiğimize ise Allah ne verdiyse hakaretin her türlüsünü yaparız. Bir türlü ortasını bulamadık bu işin. Hep geçmişle yaşıyoruz. Bir türlü bugüne gelemiyoruz. Dünün geçmişte kalmış siyasetini günümüzde tartışıyoruz.


Dirisi ile uğraşmadığımız veya başa çıkamadığımız kişilerin ölüsüyle uğraşıyoruz. Bu nasıl bir psikoloji? Bu, tıpta adı olan bir hastalık türü olsa gerek. Celalettin Rumi’ye atfedilen Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” sözünü bilir ama yine uygulamayız. Gerçekten bu ülkenin tarihe mal olmuş kişilerle uğraşmasının kime ne faydası var? Bu ülkeye az veya çok katkıda bulunmuş, inisiyatif almış kişileri göklere çıkarsak veya yerin dibine batırsak kime ne faydası var? Diyelim ki Atatürk vs. bu ülkeye çok büyük hizmetleri oldu. Gece-gündüz bunları övsek kazancımız ne olur veya bunlara akşam-sabah küfretsek ne kazanırız?


Atatürk’ü sevenler, “Bugün bu ülkede ne elde edilmiş ise bu, Atatürk sayesindedir” derken sevmeyenler ise “Bu ülkede ne kötülük varsa Atatürk dolayısıyladır” anlayışına sahip. Çünkü tarihe mal olmuş kişiler üzerinde kutuplaşmamız etki ve tepki sonucunu doğuruyor. Bırakalım mezarında rahat uyusun. Şunu herkes bilsin ki Kur’an’da Bakara süresinin 134.ayetinde Allah: “Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz” buyurmaktadır. Atatürk iyi biri ise bu ayete göre kazanmıştır. Onu övenler ve onun yolundan gittiğini söyleyenler üzerine ne koydular? Atatürk’ü kötüleyenler ise kötülükleri önlemek onun yerine kendi iyiliklerini koymak için ne yapmışlardır?


Bence bizim ülkemizde cereyan eden ölüp gitmiş, dili olmayan, kendisini savunacak durumda olmayan tarihe mal olmuş kişileri kendi haline bırakmak lazım diye düşünüyorum. Seveni de sevmeyeni de Atatürk’ün üzerinden ellerini çekmesi gerek. Devlet de “Koruma Kanunu” adıyla onu kanunla korumayı kaldırarak Atatürk’ten elini çekmesi lazım. Unutmayalım ki Atatürk kanunla falan korunmaz. Aynı zamanda böyle bir koruma şekli Atatürk’ün kendisine hakarettir.


Atatürk’ü sevdiğini söyleyerek Atatürk üzerinden bir kesime baskı uygulamaya kalkanlar yapacakları şeyler için Atatürk’ün arkasına sığınmaktan vazgeçsinler. Atatürk’e hakaret ederek prim yapmaya ve şov yapmaya yeltenenler de meşhur olmak için kendilerine başka bir yol bulsunlar. Seven ve sevmeyeni -samimiler ise- bir araya gelip bu ülkenin kalkınması için neler yapabiliriz sorusuna yoğunlaşırlarsa bu ülkeye en büyük hizmeti yapmış olurlar. Yoksa gölge etmesinler.

* 17/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.