14 Mart 2018 Çarşamba

Hizmet Adamı Vesselam!


İki yıl önce tanıdım kendisini. Çok insan tipi gördüm, böylesine ilk defa rastladım. İlgi, alaka, çalışmasını gördükçe olamaz böyle biri dedim zaman zaman. Ne zamana kadar devam edecek bu adamın bu hali dedim.

Hiç işini aksattığını, işini yaparken gelişigüzel yaptığını, güler yüzünü eksik ettiğini, sızlandığını, başkasının dedikodusunu yaptığını, şımardığını görmedim. Yaptığının en iyisini yapar gördüm hep. Bir işi bitirir bitirmez dur-durak demeden bir başka işe koyulması, işini yaparken de çevresindeki insanlara ilgi ve alakasını göstermeye devam etmesi nasıl bir insan evladıyla karşı karşıya olduğunuza hayret eder, çalışma şevkine hayran kalırsınız.

On parmağında on marifet olan bu kişinin hiç mi derdi yok, hiç mi ihtiyacı yok. Hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşmaması mümkün mü? İnsan olup da gündelik hayatta sorunu olmayan olur mu? Bu da insan; tıpkı benim gibi fizîken aynı uzuvları taşıyor. İçinde ne sıkıntısı ve derdi olursa olsun derdini içine atarak kendisini işine verip ha bire çalışan, hayata ve insanlara bu derece olumlu bir gözle bakan böyle birini bu güne kadar ne duydum, ne de gördüm. İş, ondaysa asla gözün arkada kalmaz, kendine güvenmez, ona güvenirsin. Ben bu işten anlamam demez. Çalıştığım okula Allah’ın bir lütfu olsa gerek. Baktıkça gıpta ettiğim bu kişi, sinir uçları alınmış ya da günlük ilaç kullanan biri mi diye düşünmedim değil. Zaman zaman gıyabında konuşurken acaba insan suretinde görünen bir melek mi demekten de kendimi alamadım.

Duruşu, oturuşu, davranışı, görgüsü, nezaketi, beyefendi duruşu itibariyle tam bir hizmet adamı. Çayda o var, temizlikte o var, karşılamada o var. İnsana ihtiyaç olan her yerde. İşin garibi yaptığı iş, diğer devlet memurlarında olduğu gibi garantili bir iş değil. Çalışırken “Millet kadroya geçti, ben ne olacağım, yarınım yok, keşke benim de bir garantili işim olsa” dediğini görmedim. Bugün işim var, yarına Allah kerim!” düşüncesi içerisinde hareket ettiğini gördükçe şu adamdaki tevekkül, şu adamdaki güler yüz, şu adamdaki ilgi-alaka, şu adamdaki çalışma şevki bende de olsa keşke dedim çoğu zaman. Kendisini her gördükçe pozitif enerji aldım. Öyle zannediyorum, benim aldığımı bu pozitif enerjiyi onu gören herkes almakta.

İçinizden “Bu adam kadrolu değil, bir de kadrolu olunca onun durumunu gör” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, bu arkadaş kadrolu değil. Kadrolu olsa değişir mi? Örnekleri çok. Fakat bu başka biri. Allah vergisi. Kadroya da geçse, makam ve mevki sahibi de olsa beyefendi kişiliğinden, iş ahlakından hiçbir şey kaybetmez. Kendime garanti vermem, bu adama garanti olurum.

Yediği-içtiği helal olan böylelerinin sayısını Allah, toplumun her kesiminde bolca versin. Versin ki sızlanan, kaçak güreşen bizlere örnek olsun. Allah ondan ve onun gibilerinden razı olsun! Bu tiplerin ne derdi varsa gidersin, ne muratları varsa versin Rabbim! 14/03/2018

Topluluk Nezdinde Kişileri Hedef Almak *

Son yıllarda bir furya başladı. Daha önce varsa da bu kadar ayyuka çıkmamıştı. Belli meslek gruplarını yerden yere vurmaya başladık.  Meydan ve ekranlarda alenen yapıyoruz bunu. Daha doğrusu had bildiriyoruz.

Etik ve ahlaki değerler yerlerde sürünür oldu. Mesleklerdeki gizem ortadan kalktı, yani kaldırdık. Kim bir hata yapmışsa yerin dibine girdiriyoruz. Had bildirdiğimiz ister gazeteci, ister öğretmen, ister hekim, ister bir din görevlisi, ister polis, ister vali, ister kaymakam... kim olursa olsun ipini çekiyoruz. Bu işi yaparken alkışlayanımız da çok. Hatta "İyi haddini bildirdi" diyoruz. 

İnsanları, bir camiayı veya meslek grubunu alenen meydanlarda hedef almak, hedef göstermek doğru mu? Kanaatimce doğru değil. Bir defa had bildirenle, had bildirilen aynı seviyede değil. Had bildirilen kişiler genelde devletin kamu görevlisi. Cevap verme, karşılık verme, basına demeç verme, açıklama yapma konusunda yasaklı. Ya da sesini duyurma, kendini ifade edebilme imkânı yok. Ya da sesini çıkarsa işimi kaybederim endişesini taşıyor.

Hedef alınan insan içine attı, yuttu, işine yöneldi diyelim. Bu insanın çoluğu, çocuğu, eşi, dostu, çevresi var. Bu kişi toplumun içine nasıl çıkacak? Bundan sonra işine nasıl kendini verecek? Haydi diyelim ki ne zaman, nerede konuşacağını bilmeyen, hata yapan insan uyarılsın. Uyarılacak elbet. Zira kimse layüsel değildir. Fakat eleştirilme yöntemi doğru mu? Bence beğeniriz veya beğenmeyiz; yaşını başını almış bir insanı, topluluk nezdinde hedef almak ne ahlakidir, ne de etiktir. Kişinin toplum nezdinde itibarını sıfırlamak demektir. Bugün ergenlik çağına gelmemiş  çocukların dahi -hak etmiş olsa bile- psikolojisi bozulur, öz güveni yok olur düşüncesiyle arkadaşlarının içerisinde eleştirilmesini pedagoglar uygun görmüyor. Durum bu iken büyüklere, meslek erbabına yapılanı nereye koyacağız? Çok mu zor bir insanı veya camiayı kırmadan, dökmeden usulünce, yerinde eleştirmek? Kurumlara, camialara ve meslek erbabına iç işleri vasıtasıyla ulaşıp meramımızı anlatmak hiç zor değil, istediğimiz zaman ulaşırız. Toplumun gözü önünde itibarı yerle bir edinen öğretmenin öğrenci ve velisinin karşısında, bir doktorun hastasının önünde, bir hocanın cemaatinin önünde ne derece ağırlığı kalır? 

Beğensek de, beğenmesek de bu ülkenin öğretmeni, doktoru, gazetecisi, hocası... mühendisi bu. Bunlar bu ülkenin ikliminden etkilenmiş kişilerdir. Sonra bu meslek gruplarının eksiklik ve hataları var da diğerlerinin yok mu? Mesela bize yön veren siyasetimiz veya siyasetçilerimiz her şeyi dört dörtlük mü yapıyor? Çok mu temizler? Sorumlulukları gereğince uhdesine aldıkları görevlerde, aldıkları inisiyatiflerde hiç hataları yok mu? Bence başkasına taş atmaktan ziyade önce kendimize baksak fena olmaz. Herkes önünü temizlese bu ülke tertemiz olur? Hep başkasını suçlayarak sadece topu taca atmış ve egomuzu tatmin etmiş oluruz. Kendimize yapılmasını istemediğimizi, başkasına yapmayalım. Bunun için çok şey yapmamıza gerek yok. Sadece biraz empati. Eldeki olandan azami ölçüde faydalanma yoluna gidelim. Kalp kırmayalım, gönül alalım, gönüllere girelim. Yunus’un bir dörtlüğüyle nihayete erdirelim yazımızı:
“Yunus Emre der hoca /Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir.” 14.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 03/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2018 Pazar

Yapay Sorunlarla Oyalanmak Yerine Sadede Gelelim! *

Mak Danışmanlık, “Türkiye’de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı” ile ilgili 2017 yılında yaptığı bir araştırmayı yayımladı. 5400 kişi üzerinde yapılan bu araştırmaya göre bu toplumda: “Allah’a inandığını söyleyenlerin oranı % 86, meleklere inandığını söyleyen % 75, Kur’an’ın vahiyle geldiğine inananlar % 76, düzenli Kur’an okuyanların oranı % 25, Peygamberlere iman ve Hz Muhammed’i örnek alanların oranı % 63, kadere inananların oranı yüzde 70, öldükten sonra hesaba çekileceğine inananların oranı % 73, Cennete gideceğiniz kesin olsa şu anda ölmek ister misiniz sorusuna evet diye cevap verenlerin oranı % 15, ramazan ayında sürekli oruç tutanların oranı % 45, beş vakit namazı sürekli kılanların oranı % 22, gusül abdesti alanların oranı % 65, ara sıra alanların oranı ise % 17…” imiş.

Araştırma sorularının ve verilen cevaplarının bir kısmını burada paylaşmış oldum. Niyetim yazımızı istatistiklere boğmak değil. Merak edenler ilgili araştırmayı okuyabilir. İstatistiklere bakınca Allah’ın varlığına ve birliğine inanma en yüksek bir oran olarak görünmektedir. Yani tersinden bakarsak bu toplumun yüzde 14’ü, inancın temeli olan Allah’a inanmıyor. Araştırmaya göre bu toplumun yüzde 99’u falan Müslüman değil. Diğer inanç esaslarına gelince oran daha da düşmekte, inanmayanların oranı yüzde 25’lere yükselmektedir. İbadetleri yerine getirenlerin oranı ise daha aşağılarda. Araştırma sonuçlarına yüzeysel bakan bir insan, bu ülkede inanç sorunu yaşayanların oranının çok da azımsanmayacak bir seviyede olduğunu görecektir. Yani bu toplumda dinin temeli olan inanç sorunu var.

İnanç konusunda hal-i pürmelalimiz ortada iken Türkiye son günlerde dinin furuatı kabul edebileceğimiz görüşleriyle çalkalanıyor. İşin en başköşesine de Nurettin Yıldız oturtulmuş durumda. İşin garibi Hocayla ilgili paylaşılan videolar 8-10 yıl öncesine ait. Üstelik yapılan konuşmanın tamamı da yok paylaşılan videolarda, kırpıp kırpıp piyasaya sürülmüş. 10 yıl öncesinin videolarını piyasaya sürenlerin iyi niyetli olmadıkları, amaçlarının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek oldukları ayan-beyan belli iken aşağıdan yukarıya gündemin içerisine hepimiz doluştuk. Şimdi herkes Sayın Yıldız’ı tu kaka yapmakla meşgul. 28 Şubat sürecinin mimarı olan Kartel Medyasının öncülüğünde ortaya dökülen eski fetvalara; muhalefet liderinden, Reisicumhur’una varıncaya kadar olaya müdahil olundu. Savcılarımız “Halkı kin ve intikama tahrik” suçuyla dava bile açtı. Nedense bu tartışmaları görünce yıllar önce okuduğum bir fıkra geldi aklıma: “Bir Hristiyan bir Yahudi’yi yakalar ve bir hışımla yakasından tutar. Yahudi, “Ne yapıyorsun, ben sana ne yaptım” diye sorar.  Hristiyan, “Seni öldüreceğim” der. Yahudi, “Niye ki, suçum ne benim” deyince Hristiyan, “Siz Yahudiler, İsa peygamberi öldürdünüz, işte ondan” der. “İyi de bu iş, asırlar önce olmuş, geçip gitti artık” demiş Yahudi olan Hristiyan, “Olsun, benim daha yeni haberim oldu, demiş.” Fıkra burada bitiyor. Hristiyan, Yahudi’yi öldürdü mü, bilmiyorum.


Konuyu dallanıp budaklama niyetim yok. Nurettin Yıldız’ın vermiş olduğu görüşlere katılmayabilir, yanlış bulabilirsiniz. Ki ben de katılmıyorum. Zaten fetva dediğimiz budur. Kendisini işin uzmanı bulan kişi, bir konu hakkında fetva verir. Fetvasında isabet de eder, yanılır da. Üstelik fetva, dinin olmazsa olmaz tek görüşü değildir, dînî bir görüştür. İsteyen uyar, isteyen uymaz. Hal bu iken önce görüşler, ardından kişi sorgulanmaya başlandı, sonra bu hocaların verdiği tüm fetvalar hep bu şekil sorun denmeye getirildi iş. Yani tümevarım metodu uygulandı.

Başkalarının başka niyetlerle “yerseniz” diyerek dayattığı bu gündem; ortamı gerdi, insanları “Hoca haklı, haksız” noktasına getirdi. Bence tansiyonu düşürmek lazım. Hele bu iş siyasetin işi asla değil. Dini tartışmayı da din alanında söz söyleyecek kişilere bırakmaları, Hocanın görüşüne katılmayan yetkili kişilerin de susmamaları gerekir. Eğer siyaset, Türkiye ve dünya gündemini oluşturan her şey bizim gündemimize girer diyorsa ilk önce bu kasetler niçin sıcağı sıcağına 8-10 yıl önce değil de şimdi piyasaya sürüldü, diyerek bunun üzerine yoğunlaşması gerekir. Bu işin içine giren savcılarımız da “Uydum kalabalığa!” diyerek soruşturma açmadan önce "Herkes düşünce, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir. (2) Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." Anayasa maddesini okumasını isterim. Siyaset ve yargı bir konuda baskı yaparsa o alanda sağlıklı tartışma olmaz. Beğensek de, beğenmesek de değerlerimizi tek tek yok etmiş oluruz. Sonra birkaç yanlışından dolayı eğer insanlar anasından doğduğuna pişman edilecekse “En iyisi hiç konuşmamak, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” noktasına evriliriz.

Her olumsuz şeyden bir hayır çıkarmak lazım diyerek kendisini dini alanda görüş belirtmeye layık görenler hocalar da bir konuda görüş belirtmeden önce toplumun yapısını, dokusunu dikkate alarak görüş serdetmelerinde fayda vardır. Yani kendilerini güncellemeleri, bugüne gelmeleri, yani Kur’an ve sünneti baz alarak günümüz sorunlarını mukayese etmeleri ve ayakları yere basan, uygulanabilir görüş açıklamaları gerekiyor. Görüş açıklarken de izahı mümkün olan ve halkı ikna edecek bir temele dayandırmaları yerinde olur. Unutmayalım ki, izahı mümkün olmayan ve halkı ikna edemeyen hiçbir doğru, doğru değildir. Doğru da olsa kimse kullanmadığı için arşivlerdeki tozlu raflarda yerini alır. Yine hocalarımız, kendilerine sorulan her soruya cevap vermekten ziyade yazımın başında ifade ettiğim esas sorun olarak görünen inanç sorununa eğilseler, çok iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü dini görüşün de başı inançtır. İnanç olmadan dini görüşün bir anlamı olmaz. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkarmaya uğraşmayalım. Sadede gelelim. 11/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 12/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.








10 Mart 2018 Cumartesi

İstikrar Abidesi Mübarek!

30 yıldır tanış olduğum biri var. Ne zaman kendisiyle görüşsem aynı soruları sorar, aynı cevapları veririm. Ne o sormaktan bıktı, ne de ben cevap vermekten. İstikrar abidesi desem yeridir. Laf olsun diye soran biri değil. Sorduğu her soruda samimi. İşin garibi sürekli aynı soruları sorduğunun farkında değil. Sorduğu soruları dert edinen o değil, maalesef benim.

Hal-hatır sormasından bahsetmiyorum. Ki bu doğaldır. İsterseniz bıkıp usanmadan sorduklarını soru-cevap şeklinde bahsedeyim.
-Senin evin şu köşesine bir kamelya olur, niye bir kamelya yapmıyorsun?
-Orada ağaç var, ağacı kesmek lazım.
-O zaman şuraya da olur?
-Kim oturacak? Gerek yok.
-Olsun iyi gider.
-Burası sadece bana ait değil, apartman sakinlerinin kararı gerekir. Sonra kimse razı olmaz.
On bir sene oturduğum eve her gelişinde girerken bu konuyu açtı, uğurlarken bu konuyu açtı. Konuşma hep bu minval üzere geçti.
*
-Senin çocuk kaça gidiyor bu sene, dokuz mu on mu?
-On.
-On, yani lise 2?
-Evet, lise 2
Bir başka görüşmemizde çocuğun sınıfını sorunca,
-Lise 2
-Lise 2. Yani 10.
-Evet.
*
-Her gün okula giden mi?
-Giderim.
-Sabah kaçta gidersin?
-07.30'da.
-Ben? 06.30'da otobüse biniyorum.
-Evden kaçta çıkarsın ya?
-07.20'de
-10 dakikada varabiliyor musun?
-Evet.
-O zaman çok hızlı yürüyorsun.
-Normal adım.
-Ara sokaklardan geçiyorum.
-Şimdi oldu. 10.03.2018






Had Bildirirken Had Bilmek **


Türkiye'nin yumuşak karnı dindir. Dinin yumuşak karnı da kadındır. Daha doğrusu din adına söz söyleyenlerin kadına bakış açısıdır. Birileri Türkiye'de bir operasyon yapmak isterse sermayesi dindir, daha doğrusu dinin kadına bakış açısını masaya yatırmakla işe girişir. Çoğu zaman da başarılı olur ve hedeflerine ulaşırlar. Haklı olduklarını göstermek ve halkı ikna etmek için basını kullanırlar. Çünkü halka ulaşmanın ve kamuoyu oluşturmanın yolu budur. Yazılı ve görsel medya da bu işe çok teşnedir.

Kamuoyu oluşturmak için devreye geçmişte din adına konuşanların kadın hakkındaki konuşmaları ve verdikleri fetvaları kırpılarak bir elden servis edilir. Vatandaş, etkili ve yetkili kişiler balıklama atlar bu işe. Herkes kendini bu işin içinde bulur. Halkta böyle bir gündem oluşturunca geçmiş, bayat videolar birbiri ardına ekranda, sosyal medyada boy gösterir. Böyle bir gündemin içinde kendini bulanların çoğu, "Bu videonun orijinali, tamamı ne diyor, bu video ne zaman çekilmiş" demez, verilenle yetinerek ilgili kişiyi asmaya, kesmeye başlıyor. Kimse, "Bu video niçin ilk yayımlandığı zaman tepki çekmedi de şimdi gündeme geldi, bu işin altında bir Çapanoğlu, bir bit yeniği var, birileri düğmeye bastı, burada bir iyi niyet yok, birileri üzerinden birine veya bir kesime operasyon çekiliyor" diye düşünmüyor, “Bu yöntem bayatladı,” demiyor. 

Bu ülke 28 Şubat sürecine Şevki Yılmaz'ın on yıllar önceki videolarının servis edilmesiyle girdi. Fadime Şahin, Müslim Gündüz figürleriyle yapılacak operasyonun filmi çekildi. Bugün aynı oyun, arşiv videoların gün yüzüne çıkarılmasıyla başladı. Sadece filmde rol alan figüranlar farklı. İşin garibi etkisini siyasette hemen gösterdi. Konuyu gündemine alan siyaset, videonun sahiplerine had bildirmeye başladı. Oyun kurucu, "Hiçbir başarı tesadüf değildir, yine biz kazandık" diyerek kıs kıs gülüyor.  28 Şubat sürecinde oyun kurucuların dümen suyuna giren bu millet, şimdi tekrar aynı deliğe giriyor. Halbuki Müslüman bir delikten iki defa girmezdi. Girdik maalesef. Bu sefer hedef, aynı mecradan beslenen kesimi birbirine kırdırmak, küstürmek görünen. Adamlar bir taş attı, biz şimdi kırk akıllı o taşı çıkarmaya çalışıyoruz. Taşı çıkartırken de kırıp döküyoruz.

Videodaki konu, konunun işlenişi, bakış açısı eleştirilsin elbet. Görüşün yanlış olduğu ifade edilsin. "Katılmıyoruz bu görüşe, doğrusu şu" densin. Hatta ilk önce fetvanın dine dayandırılan bir görüş olduğu, dinin kendisi olmadığı” ifade edilsin,  bunda isabet de olur, yanılma da. "İlgili kişi yanılmıştır" densin. Bu işi yaparken kırıp dökmeden yapılsın. Ama bunu, bu konuda söz söylemeye yetkili olanlar yapsın. Biz ne zaman bir konuyu işin ehline bırakacağız, yetişmiş değerlerimizi böyle yok ede ede ne yapmak istiyoruz? Siyasetin hata ve yanlış yapma lüksünü kabul edeceğiz de din bilgininin hatalı görüş bildirme kanaati olmayacak mı?


Din adına "Dinin görüşü budur" diyen kişiler de dini bilmenin yanında biraz da ilmi siyaset öğrenmelerinde fayda var. Başta din dili olmak üzere kendilerini yenilemelidir. Dine uygun bir karar vereceği zaman önce toplumun geldiği nokta ve zaman hesabı yapılmalı. Konu Kur'an ve sünnet çerçevesinde enine-boyuna incelenmeli, konuyu vuzuha kavuşturduktan sonra yapılacak açıklama masaya yatırılmalı. Açıklama yapılırken seçilen, yazılan her bir kelime veya cümle özenle seçilmeli, örneklendirme veya kıyas yapılacaksa konunun içine cuk oturmalıdır.  Açıklanan her dini görüşten sonra "Bu konuda benim ulaşabildiğim sonuç, karar budur. Doğrusunu Allah bilir" deyip "Allahü a'lemu bimüradihi" diyerek sonlandırmalıdır. Her sorulan soruya -ki bazıları tuzak olabilir- aynı anda cevap verilmemelidir. Gerekirse bilmiyorum veya daha sonra cevap vereyim diyebilmelidir. Özellikle kadını ilgilendiren konuları ele almada özen göstermeli, mümkünse gündemine almamalı. Demek istediğim, dini anlatanların dini konulardaki tek malzemesi kadın olmamalıdır.


Dini konularda söz söyleme hakkını kendinde bulanlar; ne zaman, neyi, nasıl söyleyeceğini iyice tartmalı. Görüş sahibinin ağzının payı verilecekse bunun da yeri, zamanı seçilmeli, gerekli uyarı yapılmalı. Yapılan görüş “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ediyorsa yargı, hemen harekete geçmeli. Sahi bizim yargımız bugüne kadar niçin durdu? Soruşturma için illaki birilerinin konuşması mı gerekiyor? Sonra kaç kişi, şu konuda dinin görüşü nedir diye merak edip dini bakışı öğrendikten sonra koşarak hayatında tatbik etmeye kalkıyor bugün? Ayrıca 10 sene önceki videolar, bugüne kadar kaç kişiyi tahrik etmiş; kimi kime düşman etmiştir? Görüşün sahibi, “Şunlar kâfir mi” dedi, “Bunların ekmeği yenmez, cenazesi kılınmaz mı” dedi? Kaç kişi “Asansörde halvet” olayı sonrası asansöre kadınlı-erkekli binmekten vazgeçti? Kaç kişi, “Hoca, eşimi dövebileceğimi söyledi, bu yüzden hanımımı dövdüm” dedi. Bu şekilde kaç kadın, gördüğü şiddet dolayısıyla boşanma davası açmıştır?


Kanaatimce bazı konularda işin muhatapları kendisini iyi tartmalı. Had bildireceğim derken haddi aşmamak ve had bilmek gerekir. Çünkü kimse layüsel değildir. Hele siyasetin görevi, yangına körükle gidip ortamı germek olmamalı. Önce yapılmak istenen algıyı okumalı, ateşi söndürdükten sonra gerekeni yapmalı. Bir kesimi memnun edeceğim derken beslendiği kesimi karşısına almamalı. 09.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

** 17/03/2018 günü Algı operasyonlarına teslim olmak başlığıyla Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



9 Mart 2018 Cuma

Şimdiki İlahiyatçılar" Başlıklı Yazıya Dair (2)

"Şimdiki ilahiyatçılar" başlıklı paylaşımınla ilgili düşüncelerimi ifade etmek isterim. Baştan söyleyeyim, yazıyı yanlış anlamış, ve yanlış kanaat belirtmiş olabilirim.

1. "Şimdiki ilahiyatçılar" derken umarım kastedilen tüm ilahiyatçılar değildir. Eleştiri yapılırken bazı ilahiyatçılar denebilirdi. Ayrıca yazıda örnekleri verilen kişiler daha mezun olmamış, ilahiyat eğitimi alan kişiler. Bu, tıpta okuyan bir öğrenciyi doktor görmek gibi bir şey.

2. Örnekleri verilen İmamı Azam, Buhari, Serahşi vb. alimlerimiz İslam kültürüne katkıda bulunmuş, bu konuda emek sarf etmiş, hizmetleri küçümsenmez kişilerimizdir. Yaşadıkları asırda ilme ulaşmak ve bilgi toplamak için ne sıkıntılar çektiğini düşünmemek hem ayıp hem hadsizliktir.

3. Örnekleri verilen alimlerimiz, isabet etmiş veya edememiş olabilir. Samimiyetlerinden, bilgi birikimlerinden kimsenin şüphesi olamaz. Her zaman en büyük saygıyı hak etmişler ve hak etmeye de devam edeceklerdir. Başımızın tacıdır hepsi.

4. Bu ve benzeri alimlerimiz, zamanındaki ilmi birikimi toplayarak, zamanlarında çıkan sorunlara en güzel çözümler üreterek dini ilmin günümüze gelmesine ve ışık tutmasına imkan vermişlerdir.

5. Bu demek değildir ki bunların yaptıkları eleştirilemez. Edebince bunların yaptıkları eleştirilmelidir. Zamanında bir ihtiyaca cevap veren bir görüş, bugün sorunu çözmeyebilir. Çünkü zaman değişmiş, şartlar değişmiş, araç ve vasıtalar değişmiş, insanların yetişme tarz ve ortamları değişmiş, illetler değişmiştir. Geçmişte sorun çözen tasarruflar, bugün de hala sorunu çözmeye devam ederken bazıları yetersiz kalabiliyor. İslam her çağa hitap ettiğine göre bugün de hitap etmesi isteniyorsa -ki öyle olmalıdır- geçmiş müktesebatı göz önünde bulundurarak yeni şeyler, yeni fetvalar söylemek gerekir. Çünkü İslam ve sosyal hayat durağan değildir.

6. “Söylenmesi gerekenler geçmişte söylenmiş, artık dahası yok. Sonra siz kim, onlar kim, siz onlar gibi olamazsınız, müktesebatınız nedir” denirse “Akıl yaşta değil, baştadır” bir defa. Bu düşünce ictihat kapısını kapatmak, yeni şeyler söyle-t-memek, eskiyi tekrarlamak demektir. Kimse o alimlerimizi geçemez, onlardan iyisini söyleyemez demektir. Ki adı geçen alimlerimiz günümüzde yaşasa bazı verdiği fetvalarını görse “Siz hala benim geçmişte, o günün şartlarında verdiğim tedaviyi mi uyguluyorsunuz, artık yeni şeyler söylemek, yeni açılımlar yapmak gerekir. Bugün aynı şekilde düşünmüyorum, çözümü şöyle düşünüyorum” cevabını alacağımızı düşünüyorum.

7.Kuran ve sünnet bizim naklimizdir, bize yol gösterendir. Bizim asıl kaynağımızdır. Bu ikisinin dışında söylenenler, yazılıp çizilenler değişebilir. Özellikle fıkıh din değildir. Fıkhı din yerine koyarsak yanılırız. Örnek vermek istersek seferilik konusunda alimlerimiz, o günün şartlarında mevcut olan at, deve ve tabanvayı dikkate alarak üç günlük yol mesafesi kabul edilen 90 km’yi seferilik sınırı kabul etmişlerdir. Bu gün 90 km’lik bir mesafe bir saatlik yoldur günümüz araçlarıyla. Biz hala seferilik konusunu o gün alimlerin düşündüğü gibi mi düşüneceğiz? Ayrıca görüşler değişir. Mecelle’de “Zamanın tağayyürü  ile ahkam da değişir. Ki peygamberimiz de fikirlerini değiştirmiştir. Önceleri mezar ziyaretlerini yasaklarken sonra serbest bırakmıştır.

8. Bugün çocuklarımızı yetiştirirken bile kendi çağımıza göre yetiştirmiyoruz. Çünkü Hz Ali, “Çocuklarınızı yaşadıkları çağa göre yetiştirin” buyurmaktadır. Hangimiz çocuğumuzu kendi dönemimize göre terbiye etmeye çalışıyor? Bu devir ikna dönemidir. Her şeyden önce ikna etmeyi bilmeliyiz. Bu devrin insanı ister ilahiyatçı, ister değil sorgulayıcıdır. Tıpkı İmamı Azam gibi akla büyük önem verir. Kur’an’ın üçte biri aklı ön planda tutar. “Ölüleri dirilteceğim” dediği zaman “Nasıl dirilteceksin” diyen İbrahim’i Allah, ikna etmeye çalışır.

9.Yeni şeyler söylemek; geçmişi inkar etmek, geçmiş alimlerimizi küçümsemek olarak algılanmamalı. Dine ve dini yaşantıya  yeni bir soluk getirmek olarak değerlendirilmelidir.

10. İmamı Buhari’nin hadis tedvininde binlerce hadisi seçerek aldığı, birçok hadisi almadığı düşünülürse, bugün uzmanlarının içinde mevzu hadis var dediği bir ortamda işin muhaddisleri ve Diyanet’e düşen, Kütübü Sitte veya Kütübü Tis’a’da mevcut bulunan mevzu hadisleri ayıklayarak dijital ortama aktarmasıdır. Halkın anlayamadığı, sahih olan hadisler varsa hadisin ne şekilde anlaşılması gerektiği açıklanmalıdır. Bugün gazete, takvim yapraklarında önüne gelenin sonuna “hadis” diye yazarak paylaştığı, aslı astarı olmayan nice sözler var. Böyle yapılırsa en azından biri hadis dediğinde dijital ortama bakılarak hadis olup olmadığının kontrolü yapılabilir.

11. Google veya benzeri arama motorlarından bilgiye ulaşma bugünün bilim çağında yaygındır. Neredeyse tüm kitaplar bu ortama aktarılmıştır. Araştırma yapmak isteyen ayete, hadise, herhangi bir fıkhi görüşe buradan ulaşarak olaya kümülatif bakabilir. Gördüğü her siteyi, her bilgiyi doğru kabul etmediği ve seçici davrandığı müddetçe bir sakıncası yok diye düşünüyorum. Geçmişte az bir bilgi kırıntısıyla çok şey söyleyen alimlerimizin elinde o gün, bugünün teknoloji ve imkanları olsaydı; bugün daha çok şey söyleyebilir ve bu imkandan faydalanırlardı. Ki İmamı Azam, hadislerin çokça uydurulduğu Küfe’de hadislerin çoğunu itibara almaz, kıyas ve ictihat yolunu kullanırdı. Ayrıca geçmiş alimlerimiz -özellikle- Şafii, bir yerde verdiği fetvayı bir başka yerde değiştirme yoluna gitmiştir. Çünkü şartlar ve ortam değişmiştir.

"Şimdiki ilahiyatçılar" yazısını yazanın samimiyetinden şüphem yok. İçinden geldiği gibi yazmış zira. Fakat hamaset kokuyor. Bugün bu tür hamasetten ziyade ayakları yere basarak problemlerimizi ve açmazlarımızı edebince tartışmak ve çözmeye çalışmaktır.

Umarım derdimi anlatabilmişimdir. Maksadımı aşmışsam affola. Uzattım. Baki selam. 20.02.2018, Ramazan Yüce, Konya

"Şimdiki İlahiyatçılar" Başlıklı Yazıya Dair (1)

Liseden bir arkadaşım, lise arkadaşlarından oluşturduğumuz whatsapp grubumuza "Şimdiki ilahiyatçılar" başlıklı kime ait olduğu belli olmayan bir yazı paylaştı. Yazıyı okuduktan sonra ilgili yazı üzerine cevabî bir yazı kaleme aldım. Bu yazıyı aynen paylaşmadan önce yazının kime ait olduğunu öğrenmek için sanal aleme bir göz attım, yazan belli değil. İzninizle önce bu yazıyı paylaşacağım, ardından yazıya dair görüşümü sunacağım.
         
          *Şimdiki İlahiyatçılar*

"Adını bilmediği ama künyesiyle tanıdığı Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olup, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmış olduğu halde bizim ilahiyat hazırlık talebesi Nisa Nur, İmam-ı Azam’ın içtihadlarına kafa tutuyor. Utanmıyor. Çünkü o mutlu.

İlahiyat 4. Sınıf öğrencisi Özgürcan’ın okumaya vakit bulamadığı kitapları derleyen, toplayan, yazan, bir hadis için binlerce kilometre giden İmam Buhari, Özgürcan’ın derin tenkitlerinden kurtulamıyor. Çünkü onda Google var ve çok mutlu.

66 yaşında hapis cezası olarak kuyuya atılan ve 15 senelik bu zamanda ezberden öğrencilerine 30 ciltlik El Mebsut isimli  kitabını yazdıran İmam Serahsi’ye, sehiv secdesi yapmayı bilmeyen İlahiyat 2.Sınıf öğrencisi Betül kafa tutuyor. Ama mutlu

Abdullah ibni Mesud hadis rivayet ederken yüz şekli değiştiği, nefesi kesildiği, titrediği halde, ilahiyat 2. Sınıf öğrencisi Umutcan Hadis okurken veya kendisine okunurken bacak bacak üstüne atıyor. Çünkü olabildiğince edepsiz ama bir o kadar mutlu.

Muhammed İdris er-Razi, hadis için ilk çıktığı yolculuğu yedi sene sürdü. Yaya olarak yürüdüğü yollar bin fersah kadardı. İlahiyat 1. Sınıf öğrencisi Şeyma dolmuşla gidip geldiği fakülte yollarında Hadislerin sıhhat durumunu tartışıyor. Çünkü o mutlu ..

İmam Buhari gece uykudan uyanır, lambasını yakar, hatırına gelen faydalı bir şeyi yazardı. Hatta bir gecede yaklaşık yirmi defa kalktığı olurdu. İlahiyat 1. Sınıf öğrencisi Mert sabah namazına kalkmadığı halde hadis tenkiti yapıyor. Çünkü o aşırı mutlu.

İlahiyat 4. Sınıf öğrencisi günlük 10 sayfa okumadığı halde, İbn Cerir 40 yıl boyunca her gün 80 sayfa yazdı. Ama İbni Cerir bir ilahiyat öğrencisi kadar cüretkar değildi. Çünkü onun Google ve ahkam keseceği sosyal medya hesapları yoktu.

Mezhep İmamı olan İmam Mâlik'e kırk soru sorulmuş¸ otuz altı tanesine ’Bilmiyorum' cevabını verdiği halde, ilahiyat ikinci sınıf talebesinin altından kalkamadığı mesele yok..."

Devam edecek