23 Şubat 2018 Cuma

"Asansörde Halvet" **


Ülkemizde gündemler sık değişmekte. Bir konu, enine-boyuna konuşulmadan diğer konuya geçiliyor.  Bazı alanlar vardır ki hiç gündemden düşmez. Din alanı da bunlardan birisidir. Bazen gerçekten ihtiyaç olduğu için, bazen günden saptırmak veya bir algı oluşturmak ya da kamuoyu oluşturmak için din alanından bir konuya yer verilir. Amaç, dinin bu konuda ne dediğinin merak edildiğinden değil. Din adına bir şeyler söyleyenlerin cümlelerinden kesitler sunarak o kişi veya camia hakkında halkın olumsuz bir kanaat sahibi olmalarını sağlamaktır. Niyetleri üzüm yemek değil, bağcı hiç değil. Tamamen kasıtları, söylenen sözden hareketle din adına söz söyleyenleri halkın gözünden düşürmek. Sanırım gerisinde dinden soğutmak olsa gerek. Öyle zannediyorum, bunda da başarılı oluyorlar.

Şimdi gündemde “Asansörde halvet oluşur” diyen bir ilahiyatçı var. Gazete köşelerinden, televizyon ekranlarına ve sosyal medyaya varıncaya kadar bu konu konuşuluyor, yazılıp çiziliyor. İş, sadece bu görüşle kalmıyor, ilgili kişinin önceden söylediği “Altı yaşında bir çocuk evlenebilir” dediği de eklenerek kimi hocayı tiye alıyor, kimi kızıp köpürüyor, kimi de işi genelleyip tüm ilahiyatçıları aynı kategoriye koymaya kalkıyor. Genel görüntü, “Olur mu böyle şey” deyip ilgili zatın psikolojik bir hasta olduğunu söyleyenleri bile görebiliyoruz.

Niyetim, bu fetvayı veren kişiyi savunmak veya eleştirmek değil. Söyleyenin kendine göre bir gerekçesi vardır. Bu sözü hangi ortamda, kime karşı söyledi? Fetva genel mi yoksa özel bir soruya verilen bir cevap mı bilmiyorum. Basında tartışıldığı kadarını biliyorum. Hocanın verdiği fetva kendisini bağlar. İsteyen bu fetvaya uyar, isteyen uymaz. Kimi takva kabul eder, kimi de yersiz bulur. Sayın ilahiyatçının dediği şekilde asansörde halvetin oluşacağını düşünmüyorum. Benim bildiğim kadarıyla halvet, birbirine nikah düşen iki karşıt cinsin, üçüncü şahısların giremeyeceği, kapalı ve kilitli bir yerde belli bir süre durmalarıdır. ”Şuyuu, vukuundan beter” bir durumun olmaması için dinin tedbir amaçlı bir görüşüdür. Görüşte isabet de olur/olmaz da.

“Asansörde halvet” olayı, hazır gündemimizde iken ben olaya bir başka açıdan bakmaya çalışacağım. Bu fetvayı savunur veya eleştirirken Türkiye’nin son zamanlarda yaşadığı travmayı düşünmek gerekiyor. Gün geçmiyor ki “Bu da mı olur!” dediğimiz menfur vakalarla karşılaşıyoruz. İlahiyatçıyı, verdiği fetvadan dolayı eleştirmeden önce bu ülkede “4 yaşındaki bir çocuğa tecavüz edildiğini, amcanın yeğeni ile aşk hayatı yaşadığını, dayının yeğenine tecavüzde bulunduğunu, öğretmenin ilkokul öğrencisine sarkıntılık ettiğini, bazı yurtlarda görevlinin 6-10 yaşlarındaki çocukları cinsel istismara maruz bıraktığını, babanın kızına tecavüz ettiğini, anne ve babanın kızını para karşılığı sattığını…” aklımıza bir getirelim. Sonra bu ilahiyatçıyı yargılayalım. Hatta asalım. Kimin aklına gelirdi ultra bir sapığın çıkıp 3-5 yaşındaki bir çocuğun hayatını karartacağı? Ülkemiz maalesef cinnet geçirmiş bir şekilde ensest ilişkinin beterini yaşıyor. Şeytanın aklına gelmeyecek, ona pabucunu ters giydirecek fiiller bunlar. Caydırıcı tedbirler alınmadığı müddetçe devam edeceğe de benziyor. Allah beterinden saklasın.

Günümüzde anne ve babalar, çocuğu evine gelinceye kadar hop oturup hop kalkıyor. Artık kimin kimseye güveni kalmadı. Devlet, yurtlarda bir odada iki kişinin kalmayacağı şekilde bir düzenlemeye gidiyor. Ülke, kimyasal hadım konusunu tartışıyor. Ebeveynlerin bu endişesini, devletin bu tedbirini sanırım kimse yadırgamıyor. Çünkü çirkeflik ve rezillik ayrılmayacak şekilde paçamızdan akıyor. Hocanın asansör fetvasını, olan nahoş olaylar çerçevesinde söylenmiş, aşırı bir tedbir olduğunu düşünürsek -en azından katılmasak bile- Hocanın ne demek istediğini anlayabiliriz. Yoksa ayaklarımızı yere basmadan, hamaset yaparak bir yere varamayız. Hocayı eleştirirken de seviyemizi koruyalım. Çok mu zor, "Hoca! Bu görüşüne katılmıyorum" demek? 23/02/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 24/02/2018 günü Kahta Söz'de yayımlanmıştır.




22 Şubat 2018 Perşembe

"Antibiyotik yazamam" *

Bir aydır sol azı dişimle yemek yiyemez oldum. Hep sağa yüklendim. Baktım ben inat, o inat…Sonunda beni yıllardır sırtlayan, kahrımı çeken dişimi göstermek için özel bir diş polikliniğinin kapısını çaldım. Kanal tedavisinden önce yazdığı antibiyotiği kullanmam gerektiğini söyledi. Kullanmasam olmaz mı dedimse de “Kanal tedavisi yapılan bazı dişler sonradan sancı yapabiliyor. Kullanman gerekiyor, bu ilacı aile hekiminize yazdırabilirsiniz” dedi.

Çaresiz aile hekimime uğradım. İlacı görür görmez “yazamam” dedi. Niçin dediğimde “Antibiyotik yazma kontenjanımı doldurmuşum, uyarı geldi. Bu yüzdem yazamayacağım, kusura bakma. Yoksa sorun değil, yazardım” dedi. Kurumunuz yazdığınız toplam antibiyotiği hesaba katacağına keşke antibiyotik kullanan hastaların da bir istatistiğini çıkarsaydı. Zira kaç yıldır ne antibiyotik, ne ağrı kesici kullanmışlığım var. Keşke leblebi gibi sürekli antibiyotik ve ağrı kesici kullanan kişilere daha önce bir sınırlandırma getirseydi, dedim. “Maalesef doktorlara kota geldi,” dedi. Teşekkür edip çıktım. Özel diş hekiminin reçetesiyle antibiyotiğimi eczacıdan aldım. Mecburen kullanıyorum şimdi. Diş bu, şakası yok. Onun zaferiydi bu.

Ucu bana dokunsa da, vücudun bağımlılık sistemini yok eden bu antibiyotik kullanımını sınırlandırmakla Sağlık Bakanlığı en iyisini yaptı. Zira böyle giderse 2050 yılında antibiyotik direncinden dolayı vücudumuz tedavi edilemez olacaktır. Uzmanların dediğine göre kanserden ölenlerin sayısı 8 milyonda kalırken antibiyotik direncinden ölenlerin sayısı 10 milyonu bulacakmış. Yani antibiyotik kullanımının şakası yok. Fakat antibiyotik kullanımına sınırlandırma getirmede Bakanlık geç kaldı. Keşke bu tedbiri daha önce alsaydı. Hatta tedbirden önce bilinçsiz antibiyotik kullanımı konusunda halkı, kamu spotu başta olmak üzere değişik platformlarda bilinçlendirseydi, belki birinciliğimiz olmazdı ama daha iyi olurdu. Belki de halktan önce başta aile hekimleri olmak üzere doktorları bilinçlendirip “Olur olmaz ilaç yazmayın, hele antibiyotik yazımında çok dikkatli olun.” deseydi. Doktor ve hastanın dışında ilaç mümessillerini bir yere toplayıp “İthal ettiğiniz ilaçların satışını yapmak için reprezantlarınızı doktorların peşine takmayın. Tamam, bu işin ticaretini yapıyorsunuz, para kazanmanız gerekiyor ama hayatta her şey para değildir. Bu halkın sağlığı daha önemli. Siz çikolata reklamı yapar gibi ilaçların özellikle antibiyotiklerin pazarlamasını yaparsanız  parasını yediğiniz bu millete en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.” deseydi çok daha iyi olurdu.

Gecikmiş olsa da olur-olmaz antibiyotik kullanımına devletin el atması, bunun için bir seferberlik başlatması yerinde bir karar. Umarım bu konudaki hassasiyetini devam ettirmede süreklilik gösterir. Doktorundan, hastasına, ilaç mümessillerine varıncaya kadar devletin başlattığı bu seferberliğe destek vermemiz gerekiyor. Bundan sonra ilacın en fazla yazıldığı halk dilinde “İlaç yazma merkezi” diye maruf olan aile hekimliklerimiz, sadece antibiyotik yazmada değil, diğer ilaçları yazma konusunda da biraz cimri davranırlar. Öyle her kapısını çalan hastaya reçete yazma yoluna gitmezler. Eczacılarımız da bakkal dükkanında satış yapan görevli gibi eczaneye uğrayan kişilere reçete olmadan antibiyotik ilaçları verme yoluna gitmezler. 21/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 26/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


20 Şubat 2018 Salı

Suçlu Şeyh mi Yoksa Mürit mi?

Şeyh, mürit kelimelerini çok duymuşsunuzdur. Müritler kendi aralarında şeyhinin kerametlerini anlata anlata bitiremezler. Bu anlatımlar bir müddet sonra cemaat sohbetlerinin dışına çıkar. Cemaat mensuplarının kendisini inandırdığı bu kerametler, daha sonra tarikata kazandırılmak istenen kişilere anlatılır. Bu anlatılan kerametlerden kim sorumlu, ya da kim suçlu? Şeyh mi mürit mi?

Hepimizin bildiği zaman zaman kullandığımız bir atasözümüz var, "Şeyh uçmaz, mürit uçurur" diye. İşte size evlere şenlik bir fıkra. Okuyunca suçun kimde olduğu daha iyi anlaşılır:

"Bayburt il olmuş. Hac kuraları çekilecek. Bir de bakmışlar ki kurada koskoca Bayburt’ta hac bir kişiye çıkmış. Bu kişiye Bayburt halkı izzet-i ikramını esirgememiş ve her gün bir Bayburt hanesi adamı akşam yemeğine çağırmış. Maksat hacda hayır duasına nail olabilmek.

İlk akşam gittiği hanede adama hane halkı demiş, 'Ne şanslı adamsın bak koca Bayburt’ta hac sana çıktı' diye.
İkinci akşam gittiği hane halkı 'Ya sen ermiş adamsın hac çıka çıka sana çıktı' demiş. Bizim Bayburtlu, 'Ya olur mu öyle, şans işte!” diye ağzında geveliyor lafları.
Üçüncü akşam gittiği evde millet buna 'Ya sen evliyasın evliya” deyince bizim Bayburtlu iyiden iyiye kendini acaba, hakkat mi? gibi sorulara maruz bırakmış.
Böyle hac zamanına kadar adamı pohpohlamışlar. Bizim Bayburtlu da hani bir adama 40 kere deli dersen kendini deli sanırmış misali, iyiden iyiye kendini evliya sanmaya ya da şöyle diyelim kendinden şüphelenmeye başlamış. Neyse Bayburtlunun hayatında bırakın büyük şehre gitmeyi Bayburt dışına adım atmışlığı dahi yokmuş.
Hac zamanı gitmiş Erzurum havaalanına tam girecek kapı bir anda açılmış, önünde durmuş demiş ki 'Ya ben hakkat erdim sanırım kapılar önümde açılmaya başladı'.

Yolda bu mucizevi olayı düşünürken demiş, 'Abdestli binelim, uçağa öyle gidelim' diye girmiş abdesthanede abdest almaya. Tam elini musluğa getirmiş, suyu açacak. Bir de bakmış musluktan su akıyor 'Ya ben evliya oldum herhalde' diye kendi kendini iyiden iyiye kurmuş.
Neyse gitmiş Medine’ye ikindi namazını kılıp Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret ederim diye düşünmüş. İkindi namazını kılmış çadır kubbelerin altında. Sonra uyuya kalmış. Bir uyanmış ki uyuduğu kubbe yerinde yok. Gökyüzü ay yıldız tertemiz bir hava. Bizimki uyurken kubbe çadırı yetkililer kaldırmış ama uyku mahmuru şaşkın şaşkın kendi kendine seslenmiş 'Ya Rabbi bu kulun için kapıları açtın, musluklardan sular akıttın, tamam da gök kubbeyi kaldırdın bu kulun için” diye düşünerek iyice gerim gerim gerinmiş.
O ruh hali ile demiş peygamberimizin kabrine de gideyim. Kalkmış kabre gitmiş, bir bakmış ki izdiham, her taraf durmuş iyice gerinmiş ve demiş ki 'Ya Resulallah bırak onları bah hele huzuruna kim geldi”.

Umarım fıkrayı okuyunca "Hacca giden Bayburtlu kim, ne zaman gitmiş, böyle biri var mı? Hac yolculuğu esnasında bunu izleyen biri var mıymış? Adamın kerametlerini kim izledi? Hac sonrası yine kerametleri devam etmiş mi?" diye sormazsınız. Ne de olsa fıkradır. Fıkralarda mantık aranmaz. Gülerken düşündürmek içindir.

Şimdi cevabı belli soruyu soralım: Burada Bayburtlu mu suçlu, yoksa onu şişiren etrafı mı? Şeyh-mürit açısından bakarsak şeyh mi suçlu, yoksa müritleri mi? 20.02.2018, Ramazan Yüce, Konya

18 Şubat 2018 Pazar

Kötüleri Korumaktan Ne Zaman Vazgeçeceğiz? **

Adana'da 4 yaşındaki bir çocuğa tecavüz eden sapığı vatandaş linç etmesin diye polis tedbir almış ve hangi cezaevine götürdüğünü bile gizlemiş. Genelde polisin yaptığı bu. Halkın infialine karşı suçluyu koruma altına alıyor. Ki polisin görevi bu. Zira bağlı olduğu mevzuat bunu istiyor. Buradan hareketle sistemimiz kötüleri korumaya devam ediyor diyebiliriz.

Polis görevini yapsın, Meclis de bir infiale veya linç girişimine karşı gerekli yasal zemini hazırlasın. Zira hukuk devleti olmanın bir gereğidir bu. Aynı zamanda suçlu da nefes alma hakkına sahiptir. Fakat benim anlamadığım, anlamak istemediğim hiçbir şeyden habersiz yatağında mışıl mışıl uyuyan dört yaşındaki bir çocuğa tecavüz eden biri de nefes almamalı diye düşünüyorum. Uçkuru beynine bağlı, insanlıktan nasibi olmayan, insanlığın yüz karası böylesi ultra sapığın hayat hakkı olmamalı. Zira bu dünya lükstür onun için. İnsan görünümlü bu nemenem mahluğun cezaevinde aldığı her bir nefes, ona verilen tavizdir. Niye besliyoruz bu tipleri, kimden koruyoruz? Bu adam, bu yaptığı halt sonucu alacağı ceza ile iflah mı olacak? Ar damarı çatlamış, rezilliği paçasından akan bu tipi içeride niye besleyeceğiz? Niye nefes almasına imkan vereceğiz? Böyle pislik rezilleri halkın önüne atıp linç ettirme cezası vermeliyiz. Linç olayını ne polis, ne savcı, ne de hakim görmeli. Gelip-geçen ne oluyor burada, siz ne yapıyorsunuz dememeli. Devlet "Bu suçlu nerede, ona ne oldu" diye işin peşine düşmemeli. Pislik temizlendikten sonra formalite icabı bir inceleme başlatmalı. Rapora, "Adı geçen malum mahluğun, kim tarafından öldürüldüğü tespit edilememiştir." notunu düşmeli. Herkes "Hele şükür! Dünya bir rezilden, bir pislikten daha kurtuldu" demeli, cenazesi yıkanmamalı ve namazı kılınmamalı, naaşı mezarlarımıza gömülmemeli, mevta değil; leş muamelesi görmeli. Nasıl ki bir kedi, bir köpek ölmüşse kokutmasın diye bir çukura sürüklenip gömülüyorsa bunlara da böylesi yapılmalı. 

Çocuğa veya büyüğe tecavüz edenlere verilecek ceza, emsali daha önce görülmemiş bir ceza olmalı ki bu tip melanetlere karışmaya meyilli olanlara ibret olsun. Burası bir hukuk devleti, böyle ceza olmaz, onun da nefes almaya hakkı var diyerek edebiyat taslayacak olursa halt etmiş olur. Bu tiplerin cezası anında, sıcağı sıcağına olmalı. İlk iş olarak esiri olduğu cinsel organı kesilmeli, kan kaybından bağıra bağıra can vermeli. İnfaz yeri meydanlar olmalı, infazı uygulayanlar kim vurduya gidip faili meçhul kalmalı. Bu cezanın adı da TCK'da "yargısız infaz" olmalı.

Suçluyu içeri alıp besleyecek olan devlet, beyni uçkuruna bağlı kişilere hiçbir şey yapmayacaksa bari suçluyu dışarı salıversin. Başka da bir işe karışmasın. Vatandaş ona gereğini yapar. 

Ne dediğinin, nasıl bir ceza kestiğinin farkında mısın? Sen kendinde misin diyen olursa -kimse kusura bakmasın- ne dediğimin farkındayım. Teklif ettiğim ceza, dört yaşındaki çocuğun çektiği eziyetin ve o çocuğun ailesinin yaşadığı haleti ruhiyenin yanında benim kestiğim racon hafif bile kalır. 18.02.2018, Ramazan Yüce 



** 18/02/2018 günü Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



Türk Dil Kurumunun Türkçemize Yaptığı Kötülük *

Bir vesileyle Türkçe ve Türk dili kurallarına bakmam gerekti. Kurallara bakmaya başlamadan daha başlıkta duraksadım. Niye mi? Benim yıllar önce öğrendiğim sözcükler bir başka adla anılır olmuş. İsterseniz bir kısmını yazayım. Bakalım size ne ifade ediyor bu kelimeler?


Zarfa belirteç, sıfata ön ad, zamire adıl, edata ilgeç, bağ-eyleme ulaç, zarf tümlecine belirteç tümleci, şarta koşul, harflerin yer değiştirmesine göçüşme...vs. isimler verilmiş. Eski bildik kelimelerin yerine teklif edilen kelimeleri yazmak ve saymakla bitmez. Her yeni ismin eski adı da parantez içinde verilmiş. 

Kullanılsın diye icat edilen kelimeleri görünce fakülteyi bitirdiğim zaman öğretmen olarak atanmak için Ankara'da girdiğim, yeterlilik sınavı aklıma geldi. 1991 yılında girdiğim sınavda dikkatimi çeken okuduğumu anlamıyordum. Tekrar tekrar okudum. Nafile… Çünkü cümlelerdeki birkaç kelimenin anlamını bilmiyordum. Bu tür kelimelerin eş anlamını parantez içinde vermişler. Onlar da yabancıydı bana. Parantez içi ve dışındaki kelimelerin ne anlama geldiğini anlamak için cümlenin siyak ve sibakından bir anlam çıkarmaya çalıştım. Yine olmadı. Çoğu soruyu bu şekilde gördüm. Cevapladığım soruların çoğunu atmasyon olmasa da doğruluğundan emin olmadan işaretledim. Sınav çıkışı görüştüğüm arkadaşlara sorun bende mi acaba diye sınavın dilini sordum. Onlar da benden farklı değillerdi. Yaşadığım ülkenin dili bana yabancı olunca ne oluyoruz, dedim. Sanki uzun yıllar yurt dışında yaşamışım da dilimi unutmuş gibiydim, sudan çıkan balığa dönmüştüm.


Sorun nerede derseniz? Bana göre sorun Türk Dil Kurumunun mantığında. Ya tutarsa deyip olur olmaz kelime türetiyor veya uyduruyor. Amacı, Türk dilini zenginleştirmek. Buna sözümüz olmaz. Yeni çıkan bir ürün veya eşyaya bir isim bulmaya çalışsa isabet eder veya edemez. Ama gördüğüm kadarıyla Kurul, ilk kurulduğu andaki "Türkçeyi eski ve yabancı kelimelerden kurtarıp öz Türkçe kelime bulmak" amaç ve niyetini hala terk etmemişe benziyor. Bence bir dil, bu şekilde zenginleşmez. Halkın ve bilim dünyasının özümsemediği ve kullanmadığı kelimelerle bir yere varılmaz. Sadece birkaç yılda yenilenen Büyük Türkçe Sözlüğünün sayfa sayısı biraz daha kabarır. Üretilen, türetilen veya uydurulan kelime sözlüğün içinde kalır, tedavülde olmaz. Bundan öte de bir işlevi olmaz.

TDK, şu ana kadar ürettiği veya türettiği kelimelerin ne kadarı kullanılıyor, hiç araştırma yapmış mı acaba? Öyle zannediyorum, tabanda benimsenmeyen hiçbir kelime tedavülde değil şu anda. TDK’nın görevi masa başında kelime üretmek olmamalı diye düşünüyorum. Yeni bir kelimeyi sözlüğün içine koymadan önce bu kelimenin halkta ne kadar karşılığı var? Önce bunu test etmesi gerekir. Halk benimsemişse sözlüğe alma yoluna gitmelidir. Arapça, Farsça vb dillerden bize geçip yerleşmiş, halkın özümsediği kelimelerin yerine yenisini bulma sevdasından vazgeçmeli TDK. Başka bir dilden dilimize geçmiş bir kelime -TDK’nın kurallarına göre Türkçe değilse bile- bizi anlaştırıyorsa, meramımızı karşı tarafa anlatabiliyorsa o kelime bizimdir diye düşünüyorum.

Benim endişem, TDK hizmet ediyorum, Türk dilini zenginleştiriyorum diye böyle devam ederse bırakın kuşak çatışmasını, aynı devirde yaşayan kişiler bile bir müddet sonra birbirini anlamayacak. Çünkü aynı dili konuşmuyor olacak. 18/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 23/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





17 Şubat 2018 Cumartesi

Alt-Üst Soy Bilgisi ve Tekâsür *

Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, TC vatandaşı olan kimselerin alt-üst soy bilgisini, www.turkiye.gov.tr adresinde hizmete sundu. Bu haberi duyar duymaz çoğunluk e devlet şifresiyle e devlet kapısını tıkladı. Yoğunluktan sistem kilitlendi, sayfaya girilemez oldu. Bir ara kaldırıldı, yeniden vatandaşın bilgisine sunuldu. Şimdi belirli aralıklarla vatandaş girip randevu alıyor ve şeceresini öğreniyor. Sayfaya giremeyen e devlet şifresiyle tekrar tekrar girip tıklamaya devam ediyor. 

Sonucu elde eden ise merakını gidermiş oluyor. Aileden aileye değişiklik olmakla beraber 1820-1830 yılına kadar üst soy bilgisine ulaşabiliyor herkes. Ailesinin geçmişini öğrenen eşiyle dostuyla ve sosyal medyada paylaşım yapıyor. Kimi de "Sağlığında babasını ziyarete gitmeyenler soyunu-sopunu merak ediyor." şeklinde eleştiri getiriyor. Kimi de "Irk bazında bugünkü durumumdan farklı bir soy-soy çıkar mı?" endişesi yaşadı işin başında.

Aile kütüğünün, 1800'lere ininceye kadar vatandaşın hizmetine sunulmasının hikmetini bilmemekle beraber kişinin birkaç kuşak öncesini bilmesini, atalarının nereden geldiğini, isimlerinin ne olduğunu öğrenmesini bilgi amaçlı olarak faydalı görüyorum. Geçmiş şeceresini bir övünç meselesi yapılmasını ise tasvip etmiyorum. Nasıl ki aslını inkâr eden haramzade ise aslını bir övünç ve gurur meselesi yapmak da bir o kadar ayıptır. Çünkü nerede, kimden doğacağımız bizlerin kendi tercihi değildir. Gerçi verilen bilgilerde birkaç kuşak öncesi ataların adı, soyadı, doğum tarihi, doğum yeri ve ölümü bilgisi var. Kimin nereden geldiği, aslı-astarının ne olduğu bilgisi yok.

Herkes geçmiş ecdadının bilgilerine ulaşa dursun. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün geriye dönük kütüğü bana Kur’an’daki tekâsür’ süresini hatırlattı. Malumunuz üzere Araplarda soy bilgisini takip etmek ve atalarıyla övünmek o kadar yaygın hal almış ki mezarlara kadar ailelerini saymaya başlamışlardı. Sürenin ilk iki ayetinde Allah: “Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” buyurmaktadır. Ayette geçen tekâsür: “mal, mülk ve çoluk çocuğun çokluğuyla övünmek demektir. Belki de bugün bizim yaptığımız bundan farklı değil. Demek ki insanın bu konudaki bakış açısı geçmişte ne ise bugün de aynı. Aslında önemli olan mal-mülk, çoluk ve çocukla övünmek, işi mezara yani geçmişe kadar götürmek değil, günümüze -bugünkü halimize- bakmaktır. Çünkü geçmiş geçmişte kaldı.

Mademki her birimiz geçmişimizi merak edip baktık, soyumuzu önemsedik ve öğrendik. Bundan hareketle günümüz akrabalık ilişkilerimizi bir sorgulayalım, derim. Zira büyük aileden çekirdek aileye döndük. Her geçen yıl akrabalık ilişkilerimiz dumura uğramaktadır. Her yeni nesil ile birlikte akraba sayısı ve çevresi biraz daha daralmaktadır. Bizim tanıdığımız yakın akrabayı çocuklarımız tanımıyor. Çünkü kala kala anne-baba ve çocuk kaldı. Böyle gide gide yakın diye bildiğimiz akrabalıklar iyice yabancı olacaktır. Sınav odaklı okuma, çocukları akrabadan uzaklaştırmakla beraber evliliklerimiz de kişiyi aileden koparan bir etken olmaktadır günümüzde. Eskiden ev tutulurken veya ev satın alınırken eşe-dosta, akrabaya yakın olsun hesabı yapılırdı. Hatta aynı köyden gelenler bir muhitte toplanırdı. Şimdi ise baba bir tarafta, oğul öbür tarafta. Öncelik ve tercihlerimiz değişti maalesef. Herkes kendi başına özgür bir birey bugün. Ama olsun, nasılsa Nüfus ve vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün bu hizmeti ileride de devam edecektir. Tanımadığımız, iyice uzaklaştığımız akrabaları devlet dijital ortamda bir arada tutuyor. Biz unutsak da o, unutmuyor. Merak ettiğimiz zaman e devlet vasıtasıyla öğreniriz. Gerisi de çok önemli değil diye düşünebiliriz. Belki içimizden bizim önem vermediğimiz akrabalık hukukuna “Devlet önem verdiğine göre demek ki bu işler önemli” deyip sılayı rahime gereken değer ve önemi veren kişilerimiz çıkar. 17/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 19/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






11 Şubat 2018 Pazar

Öğretmenlerin Hal-i Pürmelali *



Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde bulunan bir Mesleki ve Teknik Anadolu lisesinde ders işlemeye çalışan bir öğretmenin trajikomik görüntülerini izlemiş olmalısınız. İzlememişseniz izleyin ki gidişatımızı, öğretmenlerin hâl-i pürmelâlini, bizi bekleyen tehlikeyi, eğitim ve öğretimin serencamını görelim. Görelim ki ne yapacağımızı, bu gidişata nasıl dur dememiz gerektiğini düşünelim. Yoksa gidişatımız felaket!

Televizyon ve internet gazetelerinin "Çorlu'da bir lisede skandal görüntüler... Öğrencilerin çektiği skandal görüntüler... Ders anlatmaya çalışan öğretmenleriyle alay ettiler..." başlığıyla verdikleri videoyu izledim. Öğrenciler tarafından çekilip sosyal medyada paylaşıma sunulan görüntüdeki sesleri ve konuşulanları anlayamadım. Çünkü çekim kötü olduğu için anlaşılmıyor. Fakat görüntü, sınıfta olup-biteni anlatıyor. Tahtada ders işleyen öğretmenin yanına kırmızı giyimli bir erkek öğrenci geliyor. Öğretmenin kravatına, karnına dokunuyor; elini kulağına götürüyor, sonra öğretmenin arkasına geçerek öğretmenini kucakladığı gibi havaya kaldırıyor ve -sanırım- kapının yanındaki çöp kutusunun yanına öğretmenini bırakıyor. Derste alayın her türlüsü işlenirken sınıfta gülüşme, ıslık, bağırış ve çağırış gırla gidiyor. Başrolünü kırmızı giyimli, başı kapalı öğrencinin oynadığı bu tiyatroyu, biri cep telefonuyla çekiyor ve sosyal medyada paylaşıyor. İşin garibi, tüm bu olanlara sınıftan kimse "Ne yapıyorsunuz?" demiyor. Öğrenciler tümden teşne bu işe. “Hababam” filmleri bu görüntünün eline su dökemez.


Kimse –özellikle- yetkililerimiz, anne ve babalar, yazılı ve görsel medya "Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Bu da ne böyle?" demeye kalkmasın. Veya "Çorlu'daki lisede meydana gelen bu olay bireysel, lokal bir olaydır" diyerek konuyu küçük görmeye kalkmasın. Hele basın, "skandal görüntü" falan demesin. Aslında esas skandal olan bizim bakış açımızdır. Çünkü okullarımızın çoğunda özellikle mesleki ve teknik liselerin çoğunda benzerlerine sıkça rastlanan buna benzer olaylar bizim eserimizdir. Bakmayın çoğunun basına yansımadığına. "Çocuklarımız öz güvenli yetişecek, kimse onlara kızıp bağıramayacak, asla elini kaldıramayacak, onların psikolojisini ve moralini bozamayacak. Çünkü onlar bizim her şeyimiz, biz onlar için yaşıyoruz. Her kim özellikle öğretmenler, bu çocuklara kızıp bağırır, kazara bir tokat atarsa ölümlerden ölüm beğensin" diyen bizleriz. El bebek, gül bebek büyütülen, hiçbir sorumluluk verilmeyen, cezayı müeyyide görmeyen bu korumacı çocuklar, az bile yapıyor. Kimse kusura bakmasın bu gelmekte olan nesil bizim eserimizdir. Eserimizle ne kadar gurur duysak azdır.


Olayın geçtiği okul, bir meslek lisesi. Yeni adıyla Mesleki ve Teknik Anadolu lisesi. Bir zamanların bir işlevi olan gözde okulları yani. Şimdilerde yerlerde sürünüyor. Bu okulların bu hale gelmesindeki en büyük pay, 28 Şubat darbesini yapanlardır. İmam Hatip Liselerinin önünü keseceğiz diye getirilen katsayı ucubesinin bir sonucudur. Katsayıda amaç, İHL'lerdi. Ama torbaya tüm meslek liseleri katıldı. Sayelerinde tüm meslek liseleri yok oldu. Bu okullar yeniden belini doğrultursa -ki mümkün değil- bilin ki eğitim ve öğretimimiz düze çıkar. 28 Şubatı yapanlar, bu süreci destekleyenler, o gün sadece İHL'lerin kapısına kilit vursalardı bu ülkenin eğitim ve öğretimine bu kadar zarar veremezlerdi. Özellikle bu videoyu, 28 Şubatı yapanlar ve savunanlar izlesin ki videoyu herkese izletip “Bakın biz, bu süreç bin yıl sürecek dediğimizde bize gülüyordunuz. Görün ki eserlerimiz meyvesini verdi, sizin haberiniz yok” desinler ve kına yaksınlar.


Toplum olarak biz “Bu öğretmenler yok mu? İşte eğitim ve öğretimi bu hale getirenler bunlar” diye suçu sadece bir kesime atarak egomuzu tatmin etmeye çalışalım, kendi yaptığımızı görmezden gelelim. Bu daha iyi günlerimizdir. Öğretmen bu tip öğrencilere dişini sıkar, iyi-kötü dersini işlemeye çalışır. Sonucunda birkaç dişini kırar, geçer gider. Yarın bu çocuklar, toplum içine girecek. İşte o zaman görün curcunayı. Tüm dişimizi kırsak yine kar etmez, haberimiz ola.


Bu görüntüleri izleyen kaymakam inceleme başlatmış. Sonuç ne mi olur? Sınıf hakimiyeti yok diye öğretmenin yeri değiştirilir; öğretmen, bir öğrencisine tokat attığından dolayı en azından dört ay hapis cezası alır; öğretmeni kucaklayıp ayağa kaldıran, videoya alan ve sosyal medyada paylaşan öğrenciler küçük bir disiplin cezası alır olur biter.  Yetkililerimizden isteğim; öğretmene ne yaparsanız yapın, ister görevden el çektirip öğretmenliğine son verin. Yerine sırada bekleyen birini alırsınız. Ayrıca öğretmenle dalga geçilmiş, psikolojisi bozulmuş. Bunu düşünmeyin. Zira öğretmenin psikolojisi mi olur? Ama öğrencilerimizin morali bozulmasın. Yeter ki onları mutlu edelim. Zaten istediğimiz de bu değil mi? Baksanıza çocuklarımız, oynadıkları tiyatro ile ne güzel eğlenmişler. Yine bu çocuklar iyiymiş. Ya Ödemiş’te öğrencileri tarafından öldürülen müdür gibi bu öğretmeni de öldürselerdi ne olurdu? Maazallah! Bir de çocuklar ıslah evine gidecekti. Buna da şükür hele!11/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 12/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.