20 Ocak 2018 Cumartesi

Oluşumlarda ikinci lider niçin çıkmaz?

Bizdeki oluşumları lidere bağlı oluşumlar diye adlandırsak yanlış olmaz. Kolay kolay hiçbir hareket kurumsallaşmaz. O yüzden bizde hareketler lideriyle doğar, onunla gelişir, onunla mevta olur. Ölmese de can çekişir, marjinalleşir. 

Sebebi, bizde hareketlerin kurumsallaşmamasının önündeki en büyük engel, hareketi doğuran ve geliştiren liderlerdir. 

Etrafınıza bir bakın, Türkiye'nin yakın geçmişine bir göz atın. İster siyasi parti, ister STK, ister cemaat vb. olsun hiçbir oluşumda liderin yerine geçecek, onun makamını dolduracak, onun koltuğuna oturacak ikinci adam bulunmaz. Çünkü barındırılmaz ve yaşatılmaz.

Niçin mi? Harekette, bünyesinde liderlik potansiyeli taşıyan donanımlı insanlara yer verilmez. Kazara çıkarsa da yaşatılmaz. Hep bir gün yerime geçer endişesi taşınır. O yüzden hareketin başındaki liderler ilk önce kendi yerini sağlamlaştırır. Kendisini vazgeçilmez olarak lanse eder veya ettirir. Kendisinden sonra tufan olduğu imajını verir, sindirmeye çalışır, ötekileştirir, yalnızlaştırır. Fırsatını buldu mu etrafından uzaklaştırır. Çünkü bir gün ayağına dolanacağına kendini inandırır. Bunu yaparken de kendisini ölümüne savunan, kendisine bağlı kişilerden destek alır. Önce kapalı kapılar ardında nankör olduğu, ihanet edeceği, gözü yukarılarda olduğu, birilerine göz kırptığı, kendisine güvenilemeyeceği işlenir. Kol kırılır, yen içerisinde kalan bu şüphecilik, bir müddet sonra dışarıya sızmaya başlar. Aşırı fanatiklerine gün doğar. Düşman bellidir artık. Var güçleriyle lideri savunacağız, onun gözüne gireceğiz diye saldırırlar. "Lider olmasa bir hiçtir, karşısına bir çıksa da gününü görse, bugünkü edindiği itibar , lider sayesinde halbuki. Buna ancak nankörlük denir." gibi atışlar başlar. Her hareketi izlenir, her adımından lidere karşı bir tavır takınıyor anlamı çıkarırlar.

Türkiye'nin yakın geçmişi bunun örnekleriyle doludur. Menderes'i, Demirel'i, Ecevit'i, Baykal'ı, Özal'ı bunun örnekleridir. Zaten kendilerinden sonra hareketleri de bitmiştir. Bunların bir istisnası belki de Erbakan'dır. Erbakan, hareketinde birden fazla lider olabilecek potansiyel adaylara yer vermiştir. Hareketi de bu yüzden büyümüştür. Sonradan yolları ayrılsa da hareketi devam ettiren liderler ortaya çıkmış ve Türkiye'de söz sahibi olmuş ve olmaya devam ediyor.

Her ne kadar hareket devam etse de Doğu toplumlarının özelliğidir. Bu özellik, özellikle tarikat ve cemaatlerde, sağ partilerde ve STK'larda devam ediyor. Lidere bağlılık, içerisinde liderlik potansiyelini barındırmama  hız kesmeden devam ediyor. Liderin karşısına çıkan, kazanamazsa kopar gider. Bunun biraz istisnası sol partilerdir. Burada liderin karşısına rakip olunur, olağan veya olağanüstü kongreye gidilir, kıran kırana bir mücadele olur, kaybedilse de hareketin içinde bir nefer gibi çalışmasına devam eder. Sağ partilerde genelde tek aday çıkar, lider güven tazeler. Aday çıkmaz da, kazara çıkarsa partide yeri olmaz, kopar gider. 

Bu yüzden klasik sağda lidere rağmen lider çıkmaz. Hareketi küçülse de, büyüse de, yerinde saysa da ölünceye kadar hareketin başında olur. Kendisinden sonra hareket yok olmuş gibi olur. Şayet lider yaşıyor da hareketi birine bırakmışsa "Gördünüz mü, benden sonra kim geldiyse bu hareketi canlandıramadı. Bu iş ancak benimle yürürdü" dedirtir etrafındakilere. Zaten yerine geçen de onun gölgesinde kalır. Çünkü boynuzun kulağı geçmesi istenmez. Tek istenilen kendisine bağlı liderliktir.

Eğer bir hareket bu ülkeye lazımsa liderler enaniyeti bir tarafa bırakıp hareketini sadece kendine bağlı bir hareket olarak dizayn etmekten ziyade hareketi ileriye taşıyacak potansiyel lider adaylarına hareketinde yer vermeli, gerektiğinde hareketi ona bırakabilmeli. Bunun yolu da hareketin kurumsallaşmasından geçer. 20.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

Hedef gösterme hastalığımız

Bu toplumun en belirgin özelliği, toptancı yaklaşımıdır. Ya süpürüp alır, ya da süpürüp atarız. Asla ortası olmaz. Ya nefret eder, ya da ölümüne severiz. Sevdiğimizin hatasını görmez, hayra yorarız. Nefret ettiğimizin durmadan hata ve kusurunu ararız. Köküne kadar fanatiğiz, bağnazız, ön yargılıyız.

Çoğumuzun demokrat görünümü bizi aldatmasın. Eline imkanı geçiren farklı bir fikre zerre kadar tahammül göstermez. Tüm çabamız yaptığımızı manipüle etmektir. Algılar oluşturmaktır. Algılar üzerine yaşarız. Durmadan düşmanla yaşarız. Düşmanımız yoksa düşman üretiriz. Yaşamamız, varlığımız düşmanımızın olmasına bağlıdır. Yaptığımızı, yapacağımızı anlatmak ve yaşamaktan ziyade düşman bellediklerimizi kötüleyerek kendi varlığımızı idame ettiririz. Bu yolla taraftar kazanırız. Taraftarlarımızı kendimize bağlamak için düşmanla korkuturuz onları. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Şayet siz doğru yoldaysanız size zarar veremezler…” ayetini unutarak.

Futbol maçları gibidir bizim hayatımız. Nasıl ki futbolda iyi oynasın, kötü oynasın kendi takımımızı tutuyor, kanımız aksa takımımızın rengi akar diyorsak, kendi takımımızdan başka bir takım bilmezsek kendi fikrimiz ve zikrimizden başka bir fikri de kabul etmeyiz. 

Taraftarımızı  etrafımızda tutmak için rakip bildiklerimizi hedef gösteririz. Varsa yoksa rakibimizdir. Onunla yatar, onunla kalkarız. Yılanın başıdır zira rakip gördüklerimiz. Her kötülüğün müsebbibidir onlar. Bağlı ve sevenlerimizi kendi haline bırakmayız. Durmadan rakiplerin üzerine salarız. Bir hastalık, bir tutkudur bizde hedef göstermek. Hem de bu işi yapanlar cahil-okumamışlar değil, bizzat okumuş kişiler. Ya kariyer yapmıştır, ya da şöhret sahibidir.

Kamuoyu oluşturmaya çalışırız. Üstelik bunu basın, medya, TV ve sosyal medya üzerinden yapıyoruz. Bu işi yaparken hareketi, eylemi değil, kişileri hedef tahtasına koyarak yapıyoruz. Allah bize bir de öbür dünyada rakibimizi bize yargılama imkanı verse öbür dünyada da devam ettiririz bu husumetimizi. Orada da hayat hakkı tanımayız onlara.

İnsanlar niçin kendi fikirlerini yaymayı denemeyip rakiplerini hedef göstererek bağlılarını korkutmaya çalışırlar? Bunun kime ne faydası var, toplumu germekten, birbirine şüpheyle bakmadan başka. Kendine ve savunduğu fikre yürekten inanan kişi, rakibini kötülemez. Sadece kendi fikrini anlatır. Tarafların birbirini hedef göstermesi havada uçuştuğuna göre demek ki bunların kendi savunduğu fikirlerine güveni yok, ya da başka anlatacak sermayeleri yok.

Aslında kendi varlığını, başkasını kötüleme üzerine kuranların kişiliklerinde problem vardır. Bunu yaptıkça taraftarını tutmayı hedeflemekte. Onlar; yaşa, sağ ol, var ol, dedikçe doğru yoldayım diye kendini inandırıyor iyice. Ah bilse sadece çapsızlığını, kapasitesizliğini ortaya koyduğunu… 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya


17 Ocak 2018 Çarşamba

Okullar yeniden not defterlerine dönse nasıl olur? *

Eskiden not defterleri vardı her öğretmenin elinde. Öğretmen hangi sınıflara giriyorsa öğrencileri ad, soyad ve numarasını dolma kalemle tek tek yazar veya yazdırır, defterin her bir sayfasını okulun mührüyle mühürler, en son sayfasına da "İşbu defter ...sahifeden ibarettir" yazar. Altına da okul müdürünün ismini yazarak imzalattırır ve  mühürletirdi.

Öğrencilerin korkulu rüyasıydı bu not defterleri. Ders esnasında öğretmenin iç cebinde olurdu. Öğretmen eline aldı mı veya masanın üzerine koydu mu öğrencinin içi cız ederdi. Çünkü öğretmen ya sözlü yapacak, ya da notları okuyacaktı. Verdiği sözlüyü not defterine silinmez kalemle yazardı. Sonra değiştirmek istese de değiştiremez, yanlış yazsa da paraf yapamazdı. Çünkü silinti ve kazıntı olmazdı. İdam cezası veren hakimin kalemi gibiydi öğretmenin notu. Dünya bir araya gelse düzelttiremezdi.

Karne haftasında öğrenci, veli veya okuldan biri aracı olarak teşekkür veya takdir için bir puan istese öğretmen notları verdiği için hiçbir isteği yerine getiremezdi. Bundan dolayı kimse öğretmene gönül koymazdı. Not defterindeki notlar, hiçbir değişiklik yapılmadan not fişlerine geçirilir, farklılık olduğu takdirde not defterindeki not esas alınırdı.

Öğrenci ve veli dört gözle karne gününü bekler. Karnedeki notlar öğrenciyi sevinç ya da üzüntüye boğardı.

E okul sistemiyle beraber elle yazılan not defterlerine ve yazıya geçirilmiş not fişlerine ihtiyaç kalmadı. Öğretmenin verdiği her not e okul sisteminden veli ve öğrenci tarafından an be an takip edildiği için her dönem sonunda verilen karnenin de çok bir gizemliliği, heyecanı ve cazibesi kalmadı. Gizem kalkınca sihir bozuldu yani.

E okul sistemi vasıtasıyla hesaplanan notlardan öğrenci, teşekkür veya takdir alıp almadığını, kaç puana ihtiyacı olduğunu biliyor. Bundan dolayı okulların son haftasında not borsası oluşuyor. Öğrenci, öğretmen öğretmen dolaşarak notunu belge alacak seviyeye çıkartmaya çalışıyor. Kimi veriyor, kimi vermiyor. Performans notunu yükselten veya değiştiren öğretmen e okula istediği notu yazıp değiştirebiliyor. Notlar bu şekilde şişirilebiliyor.

E okul sistemi, öğretmenin işini kolaylaştırdı. Not defteri, not fişi hazırlama, ortalamayı hesaplama yükünden kurtuldu. Fakat not vermenin, ya da verilen notun değişkenliği not verme konusundaki hakkaniyeti yok etti diye düşünüyorum. Normal şartlarda takdir edilen notun değişmemesi gerekir. Fakat e okul, tüm geçmiş müktesebatı sildi, götürdü.

Niyetim geçmişe özlem değil. Zaten bu aşamadan sonra geriye dönüşün olması da mümkün değil. Karne haftasında teşekkür ve takdir borsasının açılmaması için verilen performans notlarının kaydedildikten sonra değiştirilme imkânının olmaması veya karneye bir ay kala e okulun öğrenci ve veliye kapatılması veya yazılı notu dışındaki performans ve proje notlarının kaldırılması düşünülebilir. Bu tedbirler aynı zamanda notların şişirilmesinin de önüne geçecektir. 17.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

* 20/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

'Adli Kontrol Şartı' *

Toplumda infial yaratan menfur olaylar eksik olmuyor. Gün geçmiyor ki ekranlarda bu tür haberlere yer verilmemiş olsun. Televizyonların verdiği bu tür haberlerden sonra savcılık, olayla ilgili soruşturma açıyor, polis zanlıyı yakalamak için dört bir koldan operasyon üstüne operasyon yapıyor, güvenlik kameralarını ve mobese görüntülerini inceliyor, güç-bela zanlıyı yakalayıp adalete teslim ediyor. Zanlının yakalanma haberini duyar duymaz vatandaş seviniyor, suçluya en ağır cezası verilecek diye beklemeye koyuluyor.

Bin bir uğraşla, günlerce uğraşılarak yakalanan zanlı, bir bakmışsın ki 'Adli Kontrol Şartı'yla salıverilmiş. Mağdur daha mahkemedeyken zanlı elini-kolunu sallayarak mahkeme koridorlarından çıkıp gidiyor. Mağdur, “Bu nasıl iş” diyerek arkasından bakakalıyor. Suçlu veya zanlının serbest bırakılması kamuoyunda bir infiale sebep olunca veya mağdurun veya savcının itirazı üzerine salıverilen zanlı için tekrar yakalama kararı çıkarılıyor, şahsı yakalamak için güvenlik kuvvetleri tekrar harekete geçip yakalıyor, ardından tekrar serbest bırakılıyor. Serbest bırakılan şahısların çoğunu bir başka suç işleyerek tekrar adliye koridorlarında görebiliyoruz.

İşlenen suçun TCK'daki cezası, belli bir yıla kadar olan cezalarda genelde mahkemeler bu şekilde karar veriyor. Anlaşılan bu konularda mahkemelerin çok yapabileceği bir şey yok. Belki de bundandır ki işlenen suçlarda her geçen gün artış gözlemlenmektedir. Madem zanlı, yakalanır yakalanmaz salıverilecekti; ne diye onca polis, zanlının peşine düştü? Eğer suçlu veya zanlı hemen salıverilecekse o zaman yakalamadan hakkında vereceğimiz 'Adli Kontrol Şartı' uygulansın, iletişim araçları vasıtasıyla zanlıya duyurmuş olalım. Kanaatimce 'Adli Kontrol Şartı' insanları suça teşvik ettiği gibi halkın adalete güvenini de iyice zedelemektedir. Kimsenin adalete güveni kalmamaktadır. Suçlunun korunduğu imajı ortaya çıkmaktadır. 

Suçun küçüğü, büyüğü olmaz. İşlenen suç kesinlikle küçümsenmemelidir. Çünkü suç işlemeye meyilli kişiler, işe küçük suçları işleyerek adım atmaktadır. İşlediği suçun cezasını hemen almayınca veya şartlı salıverilince yapan, kendisine çekidüzen vermediği gibi başkasına da kötü örnek oluyor. Aslında zanlıyı yargılama sonucunda verilecek ceza, suçluyu cezalandırmaktan ziyade suça meyilli olanlara bir gözdağıdır. Suçluları cezalandırmada amaç caydırıcı olmasıdır. Zira caydırıcı olmayan cezalar suçu artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Kimse kusura bakmasın ama ben hemen hemen herkese uygulanmakta olan bu ‘Adli Kontrol Şartı’ndan “Bu yaptığın suçlar arasında küçücük bir zerre. Böyle küçük suçlarla bizi uğraştırma. Şimdi salıyorum, ama senden daha büyük suçlar bekliyorum. Çünkü sende bu yeteneği ben görüyorum, haydi göreyim seni!” şeklinde bir teşvik görüyorum.

Kanun koyucunun 'Adli kontrol Şartı'nı yeniden gözden geçirmesinde fayda vardır. Çünkü 'Adli Kontrol Şartı' ile serbest bırakmak, suçu azaltmadığı gibi artırmakta ve teşvik etmektedir. Ayrıca vatandaşın adalete güveni her geçen gün yok olmaktadır. Yok, adli kontrol şartı bu şekilde devam edecek deniyorsa en azından bunun mantığı halka güzel bir şekilde anlatılmalıdır. 17.01.2018 Ramazan Yüce, Konya



* 31/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Siyasetçiler halkı kutuplaştırıyor

Siyasi partiler demokrasi ile yönetilen ülkeler için vazgeçilmezdir. Bir fikrin, bir düşüncenin iktidar olması için insanların bir araya geldiği organize hareketlerdir bunlar.

Hangi fikir ve düşüncede olurlarsa olsunlar siyaset, ülke yönetimine talip olanların kendilerini pazarladığı yer, siyasi arenadır. Kim kendini daha iyi anlatırsa bu ülkede söz sahibi olur. Önemli olan halkı ikna edebilmektir. Halktan kopuk yaşayanların, halka rağmen siyaset yapanların bu ülkede iktidara gelmesi, gelirse de tutunabilmesi mümkün değildir.

Her siyasi parti iktidara gelmek için kurulur. Vatandaş kimine iktidar, kimine de muhalefet veya ana muhalefet görevi verir. İktidar nasıl önemliyse muhalefet etmek de önemlidir. Hele ana muhalefet olmak demek, iktidar adayımsın demektir. 

Siyasi partiler iktidara gelmek için her yolu mubah görmemelidir. Siyasetin de, siyaset yapanların mutlaka siyasi etiği olmalıdır. Bir defa rakibini mat etmek için belden aşağı vurmamalı, rakibini küçümsememeli, mücadele edeceğim, alt edeceğim diye rakibinin kişiliğini zedeleyecek söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Yapmaları gereken ilk iş halkı kutuplaştırıcı söz ve fiillerden uzak durmayı prensip olarak benimsemelidir. Çünkü kutuplaştırıcı, ötekileştirici siyaset halkı birbirine düşman eder, toplumsal barışı yok eder. Buna da kimsenin hakkı yoktur. 

"Ben iktidar olacağım, iktidarda kalacağım" düşüncesiyle kutuplaştırıcı siyaset izlemek bu toplumda onulmaz yaralar açar. Halkın huzur ve mutluluğu iktidar olmaktan daha önemlidir. Bu yüzden siyaset yapanlar, siyasetleriyle ilgili politika belirlerken yoğurdu üfleyerek yemelidir. Eleştiri görevini usulüne uygun yapmalı, rakibi zor durumda bırakacağım diye yalan-yanlış bilgilerle algı operasyonu yapmamalı, çamur atıp iz bırakmamalı. 

Siyaset yapmak demek her şeyi her yerde konuşmak demek değildir. Çoğu mesele ve sorunları bir araya gelerek çözme yoluna gitmelidir. Meydanlarda sürekli rakibini eleştirmekten ziyade yapacakları anlatılmalıdır. Konuşmalarla halk kutuplaşmaya gidiyorsa tansiyonu düşürecek açıklamalara yer verilmelidir. 17.01.2018


15 Ocak 2018 Pazartesi

Güvendiğimiz dağlara karlar yağmaya devam ediyor hep ***

Ülkemizde birbirimizle ilişkimiz, alışverişimiz, tamir vb. işlerimiz genelde güven esasına dayalıdır. Bunun için tanıdık veya tanıdığın tanıdığını arar buluruz. Güvendik mi ölümüne güvenir, ölümüne gideriz yanına. Bir başka kapıya adım atmadığımız gibi başka yerden de kolay kolay fiyat sormayız.

Gireriz tanıdığımızın yanına, bir taraftan bize ikram edilen çayımızı yudumlarken gözümüz kapalı alırız gerekli olan ve olmayanı. Bir taraftan da ortak tanıdıklarımızın muhabbetini yaparız. İş ödemeye gelince "Durumun müsait değilse sonra da alırız" şehir teklifi yapılır bazen. Çok hoşumuza gider bu teklif. Sonsuz güven gibi algılarız bu ilgiyi. Hele bir de "Efendim, başkasına şu fiyattan veriyorum, siz tanıdıktan öte aile dostumuzsunuz, size şu fiyattan yazdım" deyince moralimiz yerine gelir, zaten pazarlık bile yapamayız. Zira adı üzerinde tanıdık. pazarlık mı yapılır? Biz onu, o bizi tanıyor ne de olsa. Ödemeyi yapar çıkarız.

Alışverişten çıktıktan sonra ödemenin biraz tuzlu olduğu aklımıza dank eder. "Niyetimizi bozmayalım, adam tanıdık, bize mi pahalı verecek, daha neler!" diyerek kendimizi ikna etmeye çalışırız. Biz içimizde pahalı mı aldık, ucuz mu aldık muhasebesi yaparken evimize gelen veya aldığımızı gören bir başka dostumuz "Hayırlı olsun, güzel görünüyor, kaça vardı?" diye sorduğunda bize mal olan fiyatı söyleriz. "Pahalı değil mi? Siz pahalı almışsınız. Bu aldığınız falan yerde şu fiyat" deyince 'Efendim markası farklıdır, bizimki şu marka' şeklinde savunuruz. Olayın iç yüzünü deşeledikçe aynı marka olduğu ortaya çıkar. Sonunda bir dost kazığı yediğimiz ortaya çıkar. "Bir daha mı, bedava verse de gitmem artık' deriz. Aramızda soğuk rüzgarlar esmeye, yanına uğramamaya başlarız. yanına varsak da içimizde hep bir ukde kalır. Giden paradan ziyade yapılan muamele zorumuza gider. Hatta yeni bir şey alacağımızda dostumuzdan habersiz bir başka yerden alır, geçer gideriz. Haberi olduğunda kararsa da ne demişti atalarımız, "Dostunla ye, iç, ama alışveriş yapma!' En iyisi bu deriz.

Gerçekten bizim bu halimiz hiç değişmeyecek mi? İnsanlar hep dost veya tanıdık kazığı mı yiyecek? Bu işe tanıdıklar bir dur demeyecek mi? "Yarın haberi olursa biz yüz yüze bakacağız" diye düşünmüyorlar mı? Ama gördüğüm kadarıyla para tatlı geliyor; kazanma hırsı gözlerimizi, basiretimizi bağlıyor.

Geçen hafta bana göre gereksiz çocuğuma göre gerekli bir şey aldım. Şu aksesuarını, bu aksesuarını da alalım, almışken tam olsun derken 6 bin lirayı buldu alacağımız. Bu aletin içine bir yükleme yapılması gerekiyormuş, aldığım yerde 500'e yüklüyorlarmış. Aradım tanıdığımı, durumdan bahsettim. "Yazık olur o vereceğiniz paraya, biz onu cüz'i bir miktara, 100 liraya yaparız, sen al gel buraya dedi. Götürdüğüm zaman tanıdığım yokmuş, ortağı varmış. Adamcağız saatlerce uğraştı, didindi, yapılması gerekeni yaptı. O uğraştıkça içimden "Tanıdık da yok, şimdi bu adam bizden daha fazla para isterse, ortağın şu kadar fiyata yaparız demişti desem ayıp olur, üstelik saatlerce uğraştı, sonra adamı tanımıyorum, bir yabancı, bakalım hayırlısı" derken iş bitti, borcumuz ne kadar dedim. "40 lira ağabey borcunuz" demez mi adamcağız. Parayı verdim eşyamı alıp çıktım. Ben içimde farklı dünyaları yaşarken daha 15 yaşındaki çocuğum aradaki fiyat farkının farkına varmış olmalı ki, "Baba! Bu nasıl iş, hani cüz'i bir miktara, yüz liraya yapılacaktı" dedi. Yani içimdeki hayıflanmamı dışa vurdu.

Kimsenin kazandığında falan gözüm yok. İnanır mısınız, para önemli değil, 6 bin lirayı gözden çıkaran, firmadan 500'e yüklemede yaptırtır, ya da tanıdığın dediği yüz lirayı da verir. Düşünüyorum da keşke 6500 lirayı verip hepsini firmaya yaptırmış olsaydım da tanıdığın bana yüz lira fiyat çekmesine şahit olmasaydım. İnsanı yıkan da bu maalesef. Aradaki 60 lira fiyat farkını ödemiş olsaydım ne beni öldürür, ne de onu ondururdu. Konuşmaya bile değmez. Burada kaybolan koca bir güvendir. Keşke her şeyimizi kaybetsek de güvenimizi kaybetmeseydik, ne de güzel olurdu. Daha önce gözüm kapalı gittiğim, malımı, eşyamı bıraktığım, onca işimi yaptırıp ödeme yaptığım bu dostun yerine bir daha gider, iş yaptırır mıyım, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, dostum bir müşteri kaybetmekle kalmadı, ona olan güvenimi de yok etti. Bundan önceki ödediğim paralara da leke getirdi. Değer miydi 60 lira için dostluğu kaybetmeye? Bence değmez. 15/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

*** 16/01/2018 günü haberladik.com adresinde yayımlanmıştır.

Çingene beyi, elinin kanıyla iyilik saçıyor!

Bulunduğu ilde yabancıydı ama hep baş tacı yapıldı. Görevlendirme formatörlük, görevlendirme müdürlük, görevlendirme şube müdürlüğünün ardından ilin merkez ilçe müdürlüğüne oturtuldu vekaleten. Ne de olsa ilde yabancı hayranlığı had safhadaydı.

Hiçbir sınavı kazanıp gelmemişti ama olsun, oturduğu koltuğun hakkını vermeliydi. Çünkü hak etmeliydi her şeyden önce. Bunun için müdür olduğu ilçeye gitti göreve başlamak için sabah tam 08.00’de. Çünkü mesai 08.00’de başlıyordu. Yerine geldiği müdür ise daha ayrılmamış, personeli ile vedalaşmamıştı. Sabık müdür, “Sayın hocam, bir toparlanayım, personelimle bir toplantı yapıp vedalaşayım, bana akşama kadar biraz müsaade etseniz” deyince sevinci kursağında kalır. Halbuki ne de sevinmiş ve erkenden koltuğa oturup, ilk günün heyecanını atacaktı. Neyse şurada akşama ne kaldı? Gider, dolaşır gelirim, bugünlük boş geçirmişliğimi sonra telafi ederim” düşüncesiyle koltuğa oturmayı erteler.

Bir gün, bir gün diyerek aynı gün göreve başlar. Ertesi gün emrindeki okul müdürlerine “Yapacağınız projeleri, hedeflerinizi yazıp, bir fotoğrafınızı ekleyerek doldurun ve yarınki toplantıya gelirken elden teslim ediniz” şeklinde bir format gönderir. Formatörlükten edindiği ve bolca kullandığı slaytını açarak toplantısını ‘Bismillah’ diyerek başlatır. Klasik başlangıçları sevmediğini, formaliteyi sevmediğini bir bir sayar, bolca ayet ve hadis okur. Yerinde kalıp kalmayacağı belli olmayan okul müdürleri proje olarak neler yazdı bilinmez ama kendisi ilk toplantısında bir hedef koymuştu: “…..’den dünyaya.” Yani görevlendirildiği ilçeden dünyaya açılmayı hedefliyordu.

Müdürlerin getirdiği projeleri ne kadar okudu, kaçı hoşuna gitti bilinmez ama bir iki ay içerisinde kanunun kendisine verdiği yetkiye dayanarak 7-8 müdürün dışında tüm müdürleri eledi. Belli ki projelerini beğenmemişti. Sonra akıl hocalarının verdiği listeye göre çalışacağı müdürleri yeniden seçip göreve başlattı. Her şey planlandığından hızlı gidiyordu. Çünkü hazırlıklıydı. Kendisine verilen emir erliği görevini yanındaki iki yaveri, pardon yardımcısıyla beraber layıkıyla yapmıştı. Kimini başarısız, kimini paralelci bilmem ne diyerek eledi. Bu kadar kişinin kellesini aldı, ah bir de kadrosu verilseydi. Ama o da gelecekti bir gün. Az sabır göstermek gerekiyordu.

Derken 07 Haziran seçimleri oldu. Sevinci kursağında kaldı. Zira kendisini getiren irade tek başına hükümeti kuramamıştı. İlin düzenlediği bir toplantıya yeni müdürleriyle kendisi de katılmıştı. İlin sorumlu müdür yardımcısı, toplantı gündemiyle ilgili maddeleri tek tek ele alıp değerlendirdi, bazen de okul müdürlerine söz verdi. Dilek ve temenniler bölümünde ise bir okul müdürü, “Hocam! 07 Haziran seçimleri sonrasında öğrenci ve velilerde bir tedirginlik var. Yeniden katsayı geri gelebilir endişesini taşımaya başladı veliler. Hatta bir kısmı çocuğunu İHO ve İHL’lerden almaya başladı. Ne yapacağımızı şaşırdık…” şeklinde bir durum değerlendirmesi yaptı. İlin müdür yardımcısı “Biz görevimizi yapacağız…”şeklinde yuvarlak birkaç cümle söyledi. Yukarıda bahsi geçen müdür cevap vermek için söz aldı: “Arkadaşlar! Biz bu topraklarda Müslüman olarak dünyaya geldik, Müslüman olarak öleceğiz” cevabı verdi. Bu cümlenin üzerine kimse söz de almadı, söz de söylemedi.  Kim, ne söyleyebilirdi ki bu sözün üzerine bir söz.

İlçesinde proje üzerine proje yaptırdı, yarışma üzerine yarışma yaptırdı, etkinlik üzerine etkinlik yaptırdı. Ah bir de emrindeki şube müdürleri bir işe yarasaydı, daha neler yazmazdı kim bilir! Bunun da çözümünü buldu. Tıpkı kendisinin geçici görevlendirme şube müdürlüğü yaptığı gibi yanına görevlendirme şube müdürleri aldı. Yaptığı bu başarılı çalışmaların ardından beklediği kadrosu gelmişti. Daha ne isterdi, mutluluğuna diyecek yoktu. Nereden nereye! Bu başarıya ne yürek dayanırdı, ne de kalp! Bunu ancak kendisi yapabilirdi.

Başarıya giden yolda sıkıntı çekmedi değil. Kendisine referans olan ilin yardımcısı, yanındaki en büyük iki destekçisi FETÖ’den gitmişti ama olsun. Yanındakiler ve üstündeki FETÖ’cülükten giderken kendisi, insanları ‘paralelci’ diye elediği için yerinde kalmıştı belki de. Yapının gazetesine abone olduğu kendisini götürmek için yeterli delil değildi. Şükür ki kendisine bir şey olmadı. Çünkü daha yapacak çok şeyi vardı.

Yapmak isteyip de yapamadıklarından geriye bir dünyaya açılmak kalmıştı. Onu da yapacaktı bir gün. Yurtdışına açılmak. Çünkü ilk gün koymuştu bu hedefi. İşte şimdilerde o hedefini gerçekleştirmekle meşgul. Emrindeki bir okulun ürettiği bir projeye ortak olarak yurtdışında, fakir bir ülkeye buradan götürdüğü yardım paketlerini dağıtmakla meşgul. Sosyal medyada boy boy fotoğrafları paylaşılıyor. Gücüne güç katıyor, şöhret basamaklarını bir bir tırmanıyor. Hele küçük bir çocuğu kucağına alması yok mu? Merhamet timsali mübarek! Öyle bir görüntü veriyor ki tıpkı ki bir iyilik meleği. Haklı-haksız yüzlerce müdürün kanına giren, kellesini alan o değil sanki!

İçini bilinmez ama reklam fena değil. Reklam reklamdır. Zira reklamın kötüsü olmaz. Bu son dünyaya açılma aşaması onu daha yüksek mertebelere taşıyacak gibi. Baksanıza kendi ilçesini düzeltti, şimdi dünyayı düzeltiyor.

İyi yükselmeler bayım! Çünkü senin için yükselmenin sınırı yoktur. 15/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya