16 Kasım 2017 Perşembe

Araç Trafiğinin Kadınlarla İmtihanı

Eskiden herhangi bir kurumda kadın çalışan bulmak zordu. Ara ki bulasın. Şimdilerde arttığı gibi erkekleri de solladı geçti. Araç trafiğinde binde bir kadın sürücü görülürdü, şimdilerde neredeyse erkeklerin oranına yaklaştı. Nasıl ki kadın her yerde ise trafikte de var. Sayıları her geçen gün iyice artmaktadır.

Yolların hakimi erkekler olduğu dönemlerde trafiğimiz felçti, kaba kuvvetin her biri vardı dense yeridir. Hatta çoğu araçların şoför mahallinde ne olur, ne olmaz denilerek balta veya kürek sapı bulunduranlar bile var. Korna sesinin alası dersen var zaten. Kullana kullana her korna sesine ayrı bir anlam yüklemişiz bile. Bazı kornalar centilmenliği ifade ederken, bazıları küfrü ifade bile ediyor. Seyir halindeyken sadece el ve ayaklar çalışmaz, yeri geldiği zaman kol, ağız, jest ve mimikler olmak üzere tüm vücut hareket halinde olabiliyor. Bir gerginlik bir gerginlik. 

Kadınların alana girmesiyle birlikte trafiğimiz, Arap saçına döndü dense mübalağa etmiş olmayız. Önceleri korka korka araca binip kenardan, köşeden yavaş yavaş giden kadınlar, erkeklerin sürüşünü gördükçe iyice  erkeklere benzer oldular. Tabii atalarımız boşuna söylememişler, üzüm üzüme baka baka kararır diye. Çoğu yine nezaket ve kibarlığını bozmayacak şekilde trafikte seyrederken bazıları şıp demiş erkeğin burnundan düşmüş  sanki. 

Geçen gün yürüyerek bir yere gidiyorum. Tali yoldan bir bayan sürücü çıktı ana yola. Soluna baktı, gelmekte olan aracı gördü, araç da ona çıkma ben geliyorum diyerek korna çaldı. Kadın dinlemedi önüne kırmasıyla birlikte sürmeye başladı. Bunu gören erkek durur mu? Ardından korna çaldı, ne yapıyorsun dercesine. Kadın bir taraftan sürerken elini camdan çıkararak 'Ne oluyor, acelen ne, tamam, gördük, çatladın mı' der gibi elini salladı erkeğe. Sonra biri önden, diğeri arkasından kaybolup gittiler. Atışmaları ileride devam etti mi bilmiyorum. Ama gördüğüm kadarıyla kadın hem suçlu, hem de güçlü. Normalde bu tavır erkeklerin tavrı idi. Çünkü çoğu erkek hatalı da olsa asla kendisine laf söylettirmez. Kadın giyinimli erkek! Ne olacak dedim içimden. 

Kadınların trafik kurallarına aykırı da olsa diğer alanlarda olduğu gibi hep öncelikleri var. Bunu erkekler de biliyor, kadınlar da. Buna alıştık alışmaya. Burada garibime giden kadının elini  sallaması. Pek görmedim, hiç de alışık değilim. Kadınların inceliğine de hiç yakıştıramadım. Umarım böyle davrananların sayısı çok değildir, bireyseldir.

Bir defasında da çarşıya gitmek için bir bayanın arabasına bindim. Tali yoldan çıkarken hiç beklemeden akan trafiğin içine sürdü arabasını. Dur hocahanım, ne yapıyorsun, tali yoldan çıkıyoruz,  gelen araç var, dedimse de beni dinlemedi. Üstelik bana "Ben trafik kurallarını iyi bilirim, sinyalimi verdim mi yol benimdir, geçerim, bugüne kadar da başıma hiç kaza gelmedi" diyerek akıl verdi. Trafik kurallarını tam bilmemenin mahcubiyetini duymadım da değil hani.

Kadınların araba sürmeye başlaması, trafiğe çıkması en çok babalarının ve eşlerinin işine geldi. Çünkü bir de onları işe veya gezmeye giderken götürüp getirme derdi vardı erkeklerin. Şimdi kadın arabasına bindiği gibi kimseye yük olmadan gideceği yere gidebiliyor. Taki kaza yapıncaya kadar. Kaza yapınca ya babası, ya eşi gelir hemen. Gerçi kadınlar için onlar kaza yapmaz, sadece kazaya sebebiyet verir denir. Her biri için söylenmese de bazıları bu tanıma tıpatıp uyuyor. Bu tiplerin araba sürüşünden sürücünün bayan olduğunu ardından takip edenlerin çoğu bilir. 

Biz onlarla elmanın yarısıyız. Elmanın yarısı iyi olur da diğer yarısı kötü olur mu? Olmaz elbet. Ne yapalım bütün derdimiz bu olsun. 16/11/2017


15 Kasım 2017 Çarşamba

Okulu Okul Yapan Öğrencidir


Çoğu konularda bir fikir elde etmek, görüş almak istersek genelde uzmanına danışırız. İş, eğitim ve öğretim konusuna gelince hepimiz allameyi cihan kesiliriz. Lafı ağzına alan “Ben olsam…bana göre…” diye başlıyor sözüne. Kimse, kendisinden başka kimseyi de beğenmiyor. Ne öğretmen beğeniriz, ne idareci, ne okul, ne de sistem. Hepsini teker teker öğütüyoruz bilerek veya bilmeyerek. Doğrunun merkezine kendimizi koyuyoruz, önümüze geleni biçip geçiyoruz.


Eğitim ve öğretim konusunda en son eğitimciler konuşur, konuşanlara da pek itibar edilmez. Niye itibar edilsin ki? Kendi aklımız ve tecrübemiz varken mürekkep yalayanlara laf mı düşer? Onlar sadece tu kaka yapılmak için kullanılır ve hatırlanır.


Hangi sistemi getirirsek getirelim, hangi öğretmeni bulursak bulalım, sınıf ve okulu en son model teknoloji ile donatalım, hizmet aldığımız insanlara değer ve önem vermediğimiz müddetçe bir arpa boyu mesafe kat edemeyiz. Birincisi bu. Bir diğeri; sistemi, okulları, eğitim camiasını eleştirdiğimiz kadar kendi çocuğumuzu eleştiriyor muyuz? Ya da soruyu şöyle soralım. Kendi çocuğumuzun öğretmeni kendimiz olsak, çocuğumuzu biz eğitsek öğrenim yönünden başarı, eğitim yönünden davranışlarda değişiklik olur muydu?


Hepimiz topu taca atarak kaçak güreşiyoruz. Oturup adam gibi bir öz eleştiri yapmıyoruz. Tek yaptığımız sistem değiştirmek. Olmadı, başka sisteme yönelmek. Bir defa bizim sıkıntımız sistem sıkıntısı değildir, mantalite sorunumuz var. Hepimiz çocuğumuzu ve tüm çocukları bey veya hanımefendi yetiştirme çabasındayız. Bu mümkün mü? Olmayacağını hepimiz biliyoruz. Zira hiçbirimizin kapasitesi aynı değildir. Sonra bu, dünyanın yaratılış amacına terstir. Enam 165’e göre Allah, “…size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için bazınızı bazınıza derece derece üstün kılandır...” buyurmaktadır. Yani toplumda herkes farklıdır, eşit değildir. Allah herkesi birbirine muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. Birbirine muhtaç olacak ki bu dünyada bir iş bölümü olsun. Herkes bey olacaksa bu dünyanın onca farklı işini kim yapacak? Herkes kapasite, çalışma ve çabasına göre mutlaka farklı farklı kulvarlarda çalışmak zorundadır.


Eğitim camiasının az sayıda görüş bildireni de eğitim ve öğretimdeki sorunu okullar ve okul türleri arasındaki derin eşitsizliğe bağlamaktadır. Kanaatimce bu tespit de sorunun çözümüne yardımcı olmaz. Çünkü okul ve okul türlerini emsallerinin önüne geçiren yine öğrencidir. Kumaşı iyi olan öğrenci hangi okul veya okul türünde olursa olsun, kendisini ve kalitesini konuşturur. Normal bir okulda basit matematik işlemini yapacak kapasitesi olmayan, basit bir paragraftan ne anladığını ifade edemeyen veya anlamayan bir çocuğu en iyi okula verseniz, o çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür. Herhangi bir futbol oyununda bile top koşturan her futbolcuyu sahaya sürmeyiz. Rakibe ve futbolcumuzun yeteneğine göre birini sahaya süreriz. At yarışında bile tüm atları hipodroma sürmeyiz. Ancak yarışı kazanma ihtimali olana şans veririz. Anlatmak istediğim okullardaki sorunu, eğitim ve öğretimdeki başarısızlığa suçlu aramayı bir tarafa bırakalım, önce elimizdeki çocuğun kapasitesini tespit edelim, onu o alanda değerlendirelim. Bu yöntem ayakları yere basan bir yöntemdir.


Hâsılı, okulları okul yapan öğrencinin kendisidir. Düzenli, tertipli, neye, niçin çalıştığını bilen bir öğrenci gittiği okuldan bir şey alırken bir şeyler de verir. Derste ve okumada gözü olmayanı ister en gözde okula ver, özel okulun en iyisinde okut, mesafe alınamaz. Çünkü hiçbir okul tek başına çocuğu uçurmaz. Çocuk ben alacağım bir şeyler diyecek, okul da verecek. Çünkü marifet iltifata tabidir. Ben bir şey almayacağım diyen öğrenciye de hiçbir şey fayda etmez. Çünkü müşterisiz meta zayidir.


Yok, illaki sistem diyorsanız o zaman her devirde genel geçer sistemi size önereyim: Getirelim okullara eleme sistemini, bakın ondan sonra okulların durumunu.


Bizim bugünkü bu mantaliteyle yaptığımız, her türlü meyve ve sebzesini çürük-çarık satan pazarcı esnafına benziyor. Halbuki pazarcı meyve ve sebzenin iyilerini çürütmesin diye çürüyen sebzesini ayırıp iyisini vereceği yerde poşetin içine hepsini harmanlayıp dolduruyor. Bizim eğitim sistemimizde de çürük-çarık, iyi-kötü harmanlanmış bir şekilde 12 yıl sonra hiç fire vermeden mezun oluyor. Olan da iyilere oluyor. Çünkü hedefi olmayan çocukların içinde çocuklarımız eriyip gidiyor, tıpkı çürüğünü ayırmadan pazarcının tüm sebze ve meyveyi bize verdiği gibi. Teşbihte hata olmasın. Okullardaki hedefi olmayan çocuklar kötü değildir, sadece ilgi alanı okul değildir. Bu çocuklar ilgi alanı olan mesleklerde sahasının bir numarası olabilir.


Son söz; boş verelim sistemi, sınav sitemini falan. Haydin okullarda yeniden eleme sistemini getirelim. Eğitim ve öğretimimiz artı yönde gelişir. En azından bugünkünden kötü olmaz. Ne dersiniz? 15/11/2017



"Bırakalım gebersinler" Psikolojisi

Nasıl bir ruh hali ki, "Hazır deprem olmuşken bırakalım gebersinler" tweti atabiliyor içimizden bazıları. Bu tipler, başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk inşa etmeye çalışan zavallılardır aslında. İçindeki kin ve intikam duygusunu ortaya koyabiliyor hemen. Yeter ki nefret ettiği kişilerin başına bir felaket gelsin.

İçimizde yaşıyor maalesef bu tipler. Üstelik okumuş, bir yere gelmiş, müdür olmuş. Bir yere gelmiş ama adam olamamış, insanlıktan nasibini alamamış.

İnsanoğlu dilinin altında saklıdır. Sıkıntı ve darlık anında kendisini ele verir. Normal zamanlarda ne oldukları belli olmaz, hatta dünyanın en sevecen insanı görünümündedir. Irkçılık akıllarının önüne geçer.

Kafatasçılık dünyanın en ahmakça davranışıdır. Kim ırkıyla övünür, bir başka ırkı kötülerse çapını ve seviyesini göstermiş olur. Sorsan hiçbiri de ırkçılığı kabul etmez.

Normal bir insan düşmanı bile olsa doğal bir afetten dolayı başa gelene 'oh olsun' demez. İçi kıpır kıpır bile etse içini dışarıya vurmaz, üzülmüş gibi davranır. Ama dedik ya bu tür davranış normal insanlarda görülür. Bir millete olan kini gözünü öyle bürümüş olmalı ki normal düşünemezler.

İnsan doğarken kendi ırkını seçebilse bu tür anormal davranışa belki denebilir. Ama hiçbirimiz anne-babamızı, milliyetimizi seçemiyoruz. Bizim seçimimiz olmayan bir davranışı yere batırmak, gebersin demek, ya da göklere çıkarmak izahı mümkün olmayan bir harekettir. Keşke bu müdürün yaptığı bireysel bir davranış olsa. Maalesef bu tür kafa yapısına sahil olanların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Ne edersiniz ki bunlarla aynı havayı teneffüs ediyoruz ve başımıza yönetici seçiyoruz. Yazıklar olsun bu zavallılara! 15.11.2017


Arabamdaki Arızaların Sırrı

Kırkından sonra belki ileride lazım olur diye sürücü kursuna giderek bir ehliyet aldım. Arabayı kim kaybetmiş de ben bulmuşum derken bir yıl sonrasında 2001 krizi öncesi 14 yaşında bir arabaya sahip oldum. Nereden nereye Ramazan dedim kendi kendime. Küçüklüğünde birkaç kere eşeğe binmişliğin vardı, şimdi araba sahibi oldun dedim kendi kendime. Ama ortada bir sorun daha vardı. Bu araba alındı alınmaya ama bunu kim sürecekti?

Güneysınır’daki arabayı yanımda bir akrabam bana eşlik ederek Konya’ya kadar ben sürdüm. Konya’dan da görev yaptığım Kahta’ya kadar bir başka akrabam marifetiyle arabayı götürdük. Kahta’da kenarda, köşede biraz sürdüm. Sonunda yaz tatili geldi, nasıl giderim memleketime derken bir cesaret geldi, sabahın erken saatinde yola koyuldum. Yollar bomboştu. Ya ben geliyorum diye boşaltmışlardı, ya da sabahın alaca karanlığı. Demek ki millet yatıyor dedim. Sürdüm Konya’ya kadar geldim. Beni bilenlerin hayretinden fazla ben kendi kendime hayret ettim, bu iş nasıl oldu diye. Sonradan öğrendim ki kimsenin benimle bir derdi yokmuş, zira 2001 krizi öncesiymiş, yollar bu yüzden boşmuş.
***
Dört yıl sonra ilk göz ağrım olan arabayı zorunluluktan sattım. Altı yıl sonra yeni bir araba aldım. Zorunlu olmadıkça çok da sürmedim, sürdüm ise de kenar-köşede, tenha yollarda sürdüm. Geri geri gitmektense hep ileriye doğru gittim, zira geri geri gitme özürlülüğüm var. Çarşı trafiğine de girmem, çünkü park sorunum var. Benim park edeceğim yer, önden ve arkadan şöyle böyle 500 metre falan boşluk olmalı. Sürüşümü görenler genelde babalarının araba sürmesine benzetir. Kimse beğenmese de şükür bugüne kadar önemli bir kazaya sebebiyet vermedim. Sürmeyince pek kaza da yapmıyorsun, yolları da boşu boşuna kalabalık etmiyorsun. Ya tabanvay, ya  toplu taşıma, ya da bir başkasının yanında sığıntı olmak her zaman imdadıma yetişmiştir.

Sürüşümü başkası beğenmese de kimseye muhtaç olmayacak şekilde zaman zaman sürüyor, kimseyi de rahatsız etmiyorum. Mümkün olduğu kadar geri geri gitmemeye ve trafiğin yoğun olduğu yerlere kolay kolay park etmiyorum. Gerekirse km’lerce öteye arabayı park edip gerisin geriye yürüyorum. Ama iş sadece arabaya binip yakıtını alıp sürmekle bitmiyor. Zaman zaman arabada meydana gelen arıza bile sayılmayacak aksaklıklardan da biraz bilgi sahibi olmak gerekiyor. Bilgi noksanlığı… Maalesef bu yanım da zayıf. Öğrenmek için hiç merakım da yok. En iyisi durumun vahametini bilmeniz bakımından size iki anekdotumdan bahsedeyim.

Arka sağ kapı içeriden açılmıyor bir türlü. Uğraş didin derken neredeyse kapının kolunu kıracağım. Çoğu zaman o kapıyı kullandırmadım. Ya sol kapıdan indirdim, ya kendim inip kapıyı açtım oradakinin inmesi için, ya da indireceğim kişiyi yolda bekleyen birinin yanında durarak dışarıdakinden kapıyı açması için yardım istedim. Sonunda baktım olmayacak bir kaportacıya gittim, şu kapıya bir bak diye. Adam kapıyı dışarıdan açtı, sonra kapattı, “Tamam gidebilirsin, kapın yapıldı” dedi. Ne yaptın, ne ettin, daha bir şey yapmadın, bu kapıyı nasıl açtın, yoksa okuyup üfledin mi dedim. Adam ‘sır’ dedi. Ardından “Çocuk kilidi kapalıymış” dedi. Deme ya der demez, aman bunu kimseye söyleme aramızda kalsın, ne kadar para istersen vereyim dedim. Adam güldü, “Bir şey yapmadım ki” dedi. Bu şekilde benden başka gelen var mı dedim. “Ara sıra düşer bu piyasaya, eksik olmaz” dedi. İyi, yalnız değilim desene o zaman dedim, ayrıldım oradan. Bir sevinç bir sevinç! Mahcup olsam da kaportacıya gidip para vermeden ayrılmıştım nitekim. Ne bilirdim ben çocuk kilidini, duyardım duymaya da nasıl bir şey hiç merak etmedim. Sanki biraz arabamla çocuk taşıdım da ihtiyaç mı duydum. Benim çocuklar ya kucağımda yolculuk yaptı, ya da ayaklarımın arasında. Bilmediğimi de kabul etmedim uzun süre, ta ki tamirciye gidinceye kadar. O zamana kadar arabamın o köşesine en son kayınvalidem binmişti. Ondan sonra binen olmadı. Kayınvalidem bozdu deyip durmuştum bir süre. Benim için problemi çözmenin ilk yolu, suçluyu bulmaktı ne de olsa. Morarmak iyidir böyle yerlerde, mahcup olsan da. Sonunda acı acı gülümsersin. İçinizden hani sırdı, niye anlatıyorsun şimdi diyebilirsiniz. Doğru, benim için yine sırdır. Zira yazılar okunmadığı için yine sır olarak kalmaya devam edecektir. Siz hiç merak etmeyin…
***
Nihayet çocuklar büyüdü, araba bana pek düşmez oldu, canıma minnetti, zira heveslisi değildim. Bu durumda bana düşen yakıtı bittiği zaman yakıt almak, arızalandığı zaman tamirciye götürmek, yıllık bakım zamanı gelince sanayiye uğramak. Sonunda çocuklar iş-güç sahibi oldular da sağ olsun, yakıt işlerini sırtımdan aldılar.

Geçen gün bir yere gitmek için oğlan evime geldi, bizi aldı arabaya. Dönüşte ekran göstergeleri yanmıyor dedi. Aç kapa, stop et arabayı denemesinden sonra ekranın üstüme elimi vurdum; ekran yandı, göstergeler görünmeye başladı. Bir sevinç ki bir sevinç. Bildiğim tek çözüm bu idi zira. Bu da işe yaramıştı. Üstelik elektrikçiye gitme ve masraf etme derdi de kalmamıştı. Birkaç gün sonra yine oğlan eve geldi, beraber bir yere gittik. Ekran yine yanmıyordu, akşam akşam gidiyoruz ama kaçla gittiğimiz bile belli değildi. Bildiğim tek yöntemi denedim, arabanın orasına, vurasına vurdum  olmadı bir türlü. Olsun, hele şükür araba hareket ediyor, bizi yolda bırakmıyor ya dedim kendi kendime.

Ertesi günü okuldan çıktıktan sonra oğlanın yanına gidip arabayı aldım, sanayideki elektrikçimin yanına vardım. “Ustam ekran göstergesi yanmıyor, bir bakar mısın” dedim. Arabaya binmesiyle inmesi bir oldu, ‘tamam, gidebilirsin’ dedi. Hayırdır, neyi varmış dedim. “Şu ekran düğmesini kapatırsan ekranda görüntü olmaz, burayı kapatma” dedi. Yine bir sevinç bir sevinç. Çünkü adamın yanında mahcup olsam da cebimden para çıkmamıştı yine.

İşte hali pürmelalim. Tedavisi var mı bunun? Bu yaştan sonra mümkün değil dediğinizi duyar gibiyim. Hayırlısı ne diyelim. Bütün derdimiz bu olsun, Allah kaza-bela vermesin kimseye. 15/11/2017

14 Kasım 2017 Salı

eTwinning ve AB Projeleri

Son yıllarda başta okullar olmak üzere hemen hemen tüm kurumlarda AB projesi hazırlamak için hummalı bir çalışma var. Zira kurumunuzdan yazı üzerine yazı geliyor, toplantı üstüne toplantı yapılıyor, seminerler de eksik olmuyor. Kazara amiriniz kurumunuza ziyarete gelse, ya da amirinizi ziyarete gitseniz size ilk sorduğu "AB projeniz var mı" sorusudur.

AB projeleri demek okulların yabancı dil öğretmenlerine iş düşüyor demektir. Öğretmen biraz gayretliyse bir proje geliştiriyor, ya ortak buluyor, ya da bir projeye ortak oluyor. Sonrası okul, ilçe, il yetkililerinde bir sevinç bir sevinç. Ne de olsa Avrupa’nın yolu gözükmüştür. Nasip de bir de Avrupa’yı gezip görmek var. Hemen okulun görülebilir bir yerine “Bu kurumda AB projesi uygulanmaktadır” şeklinde boydan bir afiş asılır. Sonra bir ortağınız gelir, bir de siz gidersiniz onların memleketine. Alırsınız okuldan birkaç öğrenci ve öğretmen düşersiniz Avrupa yollarına. Eğitim ve öğretimin içiymiş, dersler boş geçecekmiş, okulda idareci kalmayacakmış, önemli değil bunlar.

Avrupa’ya toprak basmadan sosyal medyada fotoğraflar paylaşılmaya başlanır. Önce uçakta çekilen bir fotoğraf, ardından ayak bastığında, sonra gezip tozulan yerlerin fotoğrafları bir bir çekilir, ardından paylaşılır. Beğeni rekorları kırar sosyal medya.

Bu şekilde proje hazırlayıp gidip gelen okulumuzun sayısı epey bir yekûn tutuyor. Teşvik ediliyor, gidilip geliniyor, görgü-göresek artırılıyor, gezilip görülen yerlerden bir şey kapılıyor. Pekiyi okullarımıza yansıması ne kadar?  AB projesi sonrasında o okulda ne gibi değişiklik yapıldı? Hangi okullar bu okulu örnek aldı? Bugüne kadar ne proje geliştiren okullar dahil, ben hiçbir farklılık göremedim. En büyük faydası; proje geliştirdik diye sükse yapmak, okulu denetlemeye gelen maarif müfettişi, “AB projeniz var mı” dediğinde göstermek, ilçe ve il yetkililerinin bakanlığa kaç AB projeleri olduğunu bildirmek üzere dosya istatistik tutmasıdır diye düşünüyorum.

Eskiden beri vardı ama şimdilerde ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan bir proje daha var. eTwinning. Durmadan yazı geliyor. Her okul yapacak, her zümre yapacak diye. Toplanıp birbirimize bakıyoruz bu nedir diye. Haydi okulu anladım. İş zümrelere kadar indi. İbretle ve hayretle izliyorum bu işin sonu nereye gidecek diye.

Nedir, ne değildir, kime ne faydası vardır diye anlamaya çalıştığım bu etwinning bana Adana’da bir Anadolu Lisesinde çalışırken başıma gelen bir olayı hatırlattı. Okulun giriş kapısında nöbetçi öğretmenim. Daha doğrusu kapı bekçisiyim, öğrencilerin dışarıya çıkmaması için görev yapıyorum. Kimseyi çıkarmayacağım ki öğrenci okulun kantininden alışveriş yapsın veya okul yemeğinden yesin öğle yemeğini.

Öğrenci koşarak yanıma geldi, “Hocam! Bonus istiyor musun” diye. Ne bonusu, dedim. “Bonus işte” dedi. Kim gönderdi seni dedim. Biyoloji öğretmeni ….Hanım” dedi. Bu bonusun yenilir mi, içilir mi, ne olduğunu bilmemek ve anlamamakla beraber istemiyorum diye haber gönderdim. Az sonra öğrenci tekrar geldi, “Öğretmenim öğretmenler odasına kadar bir gidecek mişsiniz” diye. Çıktım vardım. Öğretmenimiz “almıyor musunuz” dedi. Neyi dediğimde “bonus” dedi. Cehaletimin ortaya çıkacağını bile bile hocam alayım almaya da bu bonus nedir bana önce bir açıklayın, sonra kararımı söyleyeyim dedim. “garanti bankasının kredi kartı, taksit imkanı da var” dedi. Ben kullanmıyorum dedimse de “Önemli değil, kullanma, cüzdanınızda dursun, zaten hiç kullanmasanız sizden yıllık kart bedeli de alınmaz” dedi. Gönülsüz de olsa tamam alayım dedim. Zira bir defasında arabasına binmiştim. Onun bedelini ödemem gerekiyordu. Öğretmenimizin kocası da zaten o bankanın müdürüymüş. Kart geldi. Hiç kullanmadan tayinim Konya’ya çıktı. Oradan ayrıldım, kartı yine kullanmadım. Sadece kartı cüzdanımda tutuyorum. Bir yıl sonra o değilden eski okuluma bir vardım. Masanın üzerinde adıma gelmiş bir zarf vardı. Bankadandı. Zarfı açtım, kart bedeli olarak 25 lira gelmişti. Zarfı alıp ilgili bankaya vardım. Kullanmadığım takdirde hani kart bedeli yoktu dedim. “Olsun ödemeniz gerekir” dedi görevli. Çıkarıp borcumu ödedim, ardından lütfen kartı iptal eder misiniz dedim. İptal edildi, böylece bir yıl boyunca cebimde yer kaplayan kartıma sıkışan 25 lirayı ödeyerek karttan kurtuldum.

Bonus denen karttan kurtuldum. Ama görünen o ki bu eTwinningten pek kurtulacağa benzemiyorum. O bana yabancı, ben ona yabancı. Birbirimize bakıp yolumuza devam ediyoruz şimdilik. Bakalım er mi yaman, bey mi? O mu kazanacak, yoksa ben mi? Kuvvetle muhtemel tıpkı bonusun beni bıraktığı gibi bu eTwinning de bırakacak, ama biraz zor olacak gibi sanki! Çünkü yerim dar. Bu eTwinning denen şey her ne ise uzak dursun benden. Ne benim ona, ne de onun bana vereceği var. Benim kendi cehaletim kendime yeter. 14/11/2017

13 Kasım 2017 Pazartesi

Depremler ve Kıyamet *

Dünyanın herhangi bir yerinde ne zaman bir deprem meydana gelse kıyametin zamanıyla ilgili peygamberimizin işaret parmağıyla orta parmağını birleştirip “bu kadar yakın” sözü gözümün önüne gelir. Yine bir kişinin kıyametin zamanını sorduğunda peygamberimizin “Kıyamet için ne hazırladın” sorusuna adamın “hiçbir şey” dediği aklıma gelir.

Hayatımızın bir parçası olan ve bizi zaman zaman gafil bir şekilde yakalayan veya göz göre göre gelen depremler bana kıyamet sahnesini hatırlatır. Ben depremleri kıyametin küçük bir provası veya sahnesi olarak görürüm. Halihazırda kıyameti görmedik ama deprem ve kıyamet bizi aniden ve biz gafil bir haldeyken yakalıyor/yakalayacak. Nasıl ki kıyamet kopacak, bu âlem sona erecek ve biz buna kalben inanıyorsak depremler de hayatın olmazsa olmazıdır. Ne zaman bir gaflete düşsek, birbirimizi kırıp geçirsek, birbirimizi boğazlasak, şımarsak, oyun ve oynaşa kendimizi versek ardından bir deprem gelir; kendinizi kaybetmeyin, ahireti unutmayın, size kıyameti hatırlatırım der gibi.

Nasıl ki kıyametin geleceğine inanıyorsak bir doğa olayı olan depremlerin de olmasını bekliyoruz. Fay hatları belli. Zira Allah tren ağları gibi yerin altını döşemiş evreni oluştururken. Fiziksel yasalara göre bakalım insanlar tedbir aldı mı, evini-barkını sağlam yapmış mı, bina yapacağı yerin fizibilite çalışmasını adam gibi etüt etmiş mi diyerekten sırası gelen fay hattı devreye giriyor. Sonuç olarak Japonya’da daha şiddetlisi olmasına rağmen ne bina yıkılıyor, ne de insan ölüyor. İş İslam dünyasına gelince her yer felç ve hercümerç. Deprem bölgesinde depreme karşı böyle tedbir alıyorsak kıyamet kopunca halimiz harap demektir. Çünkü depreme tedbir almayan bizler mi kıyamet koptuktan sonrası için tedbir alacağız? Sonuç, yıkım, ölüm ve gözyaşı, her zamanki gibi.

Bildiğiniz gibi Kuzey Irak merkezli deprem, yıkıcı ve öldürücü etkisini İran’da gösterdi. Tek beklentimiz ölümün fazla olmaması şeklinde. Şimdi depremi görünce “Bundan sonra ilk işimiz adam gibi depreme dayanıklı evler yapalım” deriz. Depremin etkisi geçince unutur, yine bildiğimizi okumaya devam ederiz, atın ölümü arpadan olsun der gibi. Şu anda komşumuzda acı var, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı sorgulama zamanı değil, hele kıyameti hatırlamanın hiç zamanı değil biliyorum. Yaralar bir taraftan sarılırken sıcağı sıcağına depremlerle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.

Allah -sanki- diyor ki, evreni yaratırken koyduğum evrensel yasalara göre bu dünyada tedbirinizi almazsanız sonunuz gördüğünüz gibi felaket oluyor. Kim ki bu yasalara uygun yaşarsa bana değil de Güneş Tanrısına inanan Şintoist olsa bile yaşama hakkına sahiptir. Kim de altından geçen fay hattına rağmen sağlam bina yapmamaya devam ederse isterse Müslüman olsun yerle bir olur. Çünkü zaman zaman size yaklaşmakta olan kıyametin yıkıcı ve öldürücü olduğunu göstermek istiyorum. Sonra bu âlem bir müddet daha devam edecekse bu şekildeki depremlerle kendisini yenilemesi lazım. Yine siz ne zaman ki beni ve ne şekilde yaşanılması gerektiğini unutursanız, dünya işlerine dalar, birbirinizi kırar geçirir, birbirinize çalım atmaya kalkar, birbirinizle kenetlenmezseniz “Kendinize gelin” diyerekten size hatırlatıyorum. Sonra siz kendi aranızda sınırlar belirlemiş, devletler kurmuş…saltanat sürmek için birbirinizi yok etmek istiyorsunuz ya; bakın benim sınırım yok, Irak’ta fay hattını kırar, acısını İran çeker. Çünkü siz bir vücuda benziyorsunuz. Birbirinize karşı bu düşmanlık niye? Bir vücudun azaları gibi tek bir devlet olacağınız ve birinizin acısını diğerleri duyacak şekilde bir ve beraber olacağınız yerde başkalarına yem olmak için küçük küçük bölünüyor, aranızda mezhep kavgaları çıkarıyor, birbirinizi yok etmek için uğraşıyorsunuz. Aynı kazana atılsa kaynamayacak şekilde iyice ayrıştınız. Buyurun size ortak bir dert veriyorum. Belki bu dert sizi size getirir, aklınızı başınıza alırsınız. Bak ne güzel birbirinizin yarasını sarmak için koştunuz. Her zaman böyle olun işte. Ki bu deprem lokal bir fayın kırılmasından ibarettir. Dünyadaki tüm fayların aynı anda harekete geçmesi demek kıyametin kopması demektir. İşte o zaman dönüşü olmayan bir yola girdiniz demektir.

Şimdi merkez üssü Irak olan depremin etkisi İran’da ortaya çıktı. Yarın hangi ilimiz veya illerimizde olur, muamma. Umarım son depremimiz olur. Depremlerdeki birlik ve beraberliğin, dayanışmanın deprem sonralarında da devam etmesi temennisiyle ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. 13/11/2017

* 15/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







Hangi Tip Bir İnsana Değer Veririm/Vermem?

Öz eleştiri yapan, kendini dinleyen, kendini hesaba çeken, herhangi bir sıkıntısında veya anlaşmazlıkta kendisinin ne kadar payı olduğunu sorgulayan insan, başımın tacıdır. Dünya kadar hata yapsa, üzerine bir o kadar daha ilave etse ona olan kredimi devam ettiririm. Kendi üzerinde kritik yapan insana hem değer verir, hem saygı duyar, hem de severim.

Sevmediğim, nefret ettiğim, değer vermediğim insan tipi, kendinde hiç hata görmeyen, yaptığı her davranışa bir kılıf, bir mazeret, bir bahane bulup kendini hakkı çıkarmaya çalışandır. Bu tipler asla kendisiyle yüzleşmezler. Gerçekle karşı karşıya kalmaktan korkarlar. Savunma ve saldırıyı hayat felsefesi olarak benimserler. Savunmada kendini haklı çıkarmak için mazeret bulurlar, saldırıda ise muhatabını suçlar durur. Savunma ve saldırı refleksleri iyice gelişir.

Empati kültürü bu savunmacı-saldırgan tiplerde gelişmez. Bunlarda empati tek taraflı işler. Sadece kendisine yapıldığında hoşuna gider. Karşı tarafın da empatiye ihtiyacı olabileceğini düşünmezler. Ben merkezli yaşarlar, kendi yaptıklarına aşıktır. Asla hata yaptıklarını veya hata yapabileceklerini kabul etmezler. Ortalığı velveleye vermede üstlerine yoktur. Aynı zamanda mızıkçıdır. Sadece kendi rahat ve menfaatini düşünürler.

Savunma, mazeret bulma, gerekçe bulma aslında şeytanî, öz eleştiri ise Ademî bir özelliktir. Şeytan, isyan bayrağını çekerken Adem'i suçlamış, Adem ise hata yaptığı zaman suçu şeytana veya eşi Havva'ya yüklememiştir. Savunma ve saldırı kibrin, büyüklenmenin  göstergesidir, öz eleştiri ve hayatı kabullenme ise tevazuun göstergesidir. Aslında toplum kibir ve büyüklenmeyi sevmez, tevazu sahibi insanı sever.

Savunma ve saldırıyı hayat felsefesi haline getirenler toplumda sevilmediklerinin de farkında aslında. Öz eleştiriye düşman oldukları için kendilerini sorgulayamazlar, gerçekle yüzleşmekten kaçınırlar, burunlarından kıl aldırmazlar, içlerinde yapmaları gereken kavgayı dışa yansıtırlar, her şeyden nem kaparlar, kendilerini çok akıllı sanırlar. Kendisinin dışında herkes her şeyin farkında. Bu tip kafasını kuma gömer, herkesi kandırdım sanır. 13.11.2017