22 Temmuz 2017 Cumartesi

İslam Dünyasının Kudüs'le İmtihanı *

Bir terör devleti olan İsrail ilk defa Filistin'deki Müslümanların Cuma namazını Mescid-i Aksa'da kılmasına izin vermedi. İzin vermemekle kalmadı 3 Müslüman’ı şehit etti, 50'den fazla kişiyi de yaraladı. Gerginlik ve protestolar geçen haftadan beri devam ediyor. Allah Filistinlilerin yardımcısı olsun.

Filistin'de, Kudüs'te ne zaman bir, baskı, şiddet tırmanmışsa Anadolu insanı hiçbir şey yapamasa da eylem, protesto, basın açıklaması, gıyabi cenaze namazı, afişlerle mazlum ve mağdur Filistinlilerin yanında olduğunu gösterdi hep. Bu hafta Türkiye'nin hemen hemen her il ve ilçe camisinde namaz sonrası İsrail'i telin etmek için basın açıklamaları yapıldı. Sosyal medyadan duyar duymaz Cuma namazını kıldıktan sonra yapılacak eyleme katılmak için Şerafettin Camisine yöneldim. Çoğunluğu gençlerden oluşan insanımız oradaydı. Her yerde olan kadın ve kızımız daha namaz öncesinden yerini almıştı. Allah kendilerinden razı olsun. Çocukluğumdan beri kendisini tanıdığım 80'ine merdiven dayamış Hüseyin Adil amca da oradaydı. Müslüman’ı ve Müslümanlığı dert edinmek böyle bir şey olsa gerek. Nerede bir hareket var, o  böyle yerlerde bir nefer olarak yerini aldı hep. Ayaklarım ağrıyor, yaşlıyım, benden geçti, hava sıcak dememiş o da geçenlerin arasındaki yerini almıştı. Allah sağlıklı, uzun ömürler versin ona. Namazdan sonra İsrail'in yaptıklarını anlatan bir basın açıklaması yapıldı. Aralarda sloganlar atıldı, Filistin'de ölenler için gıyabi cenaze namazı kılındı. Sözde İsrail devletinin bayrağı yakıldı, dualar edildi, sonra topluluk dağıldı. Kalbi imanla dolu insanımızın yapacağı başka da bir şey yoktu. En azından İsrail'in Müslümanlara yaptığından hoşnut olmadığını göstermiş oldu. Allah hepsinden razı olsun. Zaten ötesi de Filistin davasını dert edinmiş devletlerin işi idi. Kudüs'le ilgili okuttuğu hutbe ile de Diyanet yanımızdaydı.

Topluluktan ayrılırken Filistin ile ilgili ilk defa katıldığım 06 Eylül 1980 Kudüs Mitingi geldi aklıma. Mahşeri bir kalabalık vardı o gün Konya'da. Bir hafta sonra yapılan 12 Eylül ihtilalinin gerekçeleri arasında sayıldı Konya'daki bu miting. Yine bu miting için daha sonraları "Filistin davası için ne yaptınız" sorusuna Kenan Evren'in "Konya'da Kudüs Mitingi yaptık" şeklinde cevap verdiği söylenir. Anlayacağınız Konya mitingi hem ihtilalin gerekçelerinden sayıldı, hem de Filistin'e destek mitingi sayıldı o günün şartlarında.

1948'de Müslümanların arasına 'Arz-ı Mev'ud' vaadiyle çıbanbaşı olarak konuşlandırılan İsrail, her geçen yıl yayılmacılığına ve yerleşmesine devam etti. Ne 1967 Arap-İsrail savaşı, ne yapılan Konya Kudüs Mitingi, ne Mavi Marmara; ne Lübnan'daki Hizbullah, ne İran'ın, ne Saddam'ın, ne Hafız Esed'in, ne de Kaddafi'nin düşman görünen tavrı fayda verdi. Müslümanların içinde bir ukde ve uhde olan Filistin davasında olan hep canı yanan Filistin halkına oldu. İçeride kalanlar hayat-memat mücadelesi verirken milyonlarcası başka ülkelerde mülteci durumunda. İsrail hapishaneleri Filistinlilerle dolu. Üstüne üstlük hapishanede açlık grevine başlayanlara karşı bazı Yahudiler kokusu içeriye gidecek şekilde pencerelerinin önünde mangal yaktı geçen yıl. Dinlerinde yasak olmasına rağmen öldürmeyi iyi bilen İsraillilerin pişirdiği et umarım öldürdüğü Filistinlilerin eti değildir. Olur mu demeyin, burada mevzubahis olan bir terör devletidir. Bugüne kadar neler yapmadı ki bunu yapmasın. Güya İshak'ın soyundan gelen bunlarla  İsmail'in soyunan gelen Filistinliler baba bir kardeşler.  Hani, "Hiç düşmanım yok" birine "Kardeşin de mi yok" demişler ya. İsrailliler’in ki böyle bir kardeşlik. Allah böyle kardeşi kimseye vermesin.

Varlığı ve yaşaması Müslüman kanı dökmeye bağlı, din-iman gibi bir derdi olmayan İsrail'in yerine ben olsam aynı İsrail'in yaptığını yapardım. Nasılsa dünyanın sömürgeci devletleri arkasında. Para-pul sorunları yok. Dünya devletlerinin sermayeleri emrinde. Para akıyor durmadan kendilerine. Dünya sessiz, Filistin'dekilerin sahibi yok. Halkı Müslüman olan 50'nin üzerindeki devletlerin birbirleriyle uğraşmaktan gıkı çıkmıyor. Niye yapmasın tüm bunları İsrail? Birbirlerine karşı aslan kesilen bu bölük pörçük Batının kuklası İslam dünyası varken İsrail, az sayıdaki inananlarının bir ve beraber bir şekilde kendisine destek vermesiyle az bile yapıyor.

İslam dünyasına 'Gidin İsrail ile savaşın' demiyorum. Çünkü yapılacak savaşta tüm Batı ve ABD İsrail'in arkasında olacaktır. Tek istediğim, Hristiyan dünyası kendi arasında savaşlar yaparken nasıl Haçlı Seferlerinde Osmanlıya karşı aralarındaki nizayı bırakarak bir ve beraber olmuşsa Müslümanların da ortak düşmana karşı siyaseten, ekonomik ve sosyal yönden bir ve beraber hareket etmeleridir. İyi bir diplomasi yönetmeleridir. Bu istek zor olsa da imkansız değildir. Yeter ki İslam dünyasını yöneten krallar boyunlarındaki tasmaları çıkarabilsin. Olaylara Müslüman’ca ve insanca bakabilsin. İnanın bu birliktelik tek kurşun atmadan İsrail'i bir kaşık suda boğar. Biz bu birlikteliği sağlayamazsak, birlikte hareket edemezsek tarih bizi affetmeyecek ve bizden sonraki gelenler bizi rahmet ve minnetle anmadığı gibi "amma ödlek, amma korkaklarmış bizim ecdadımız, ellerindeki onca imkana rağmen rezil bir şekilde tarihteki yerlerini almışlar" diyecek. Öbür dünya mı? Oradaki halimizi söylemeye gerek var mı? Bize Kudüs'ü emanet eden Ömer'in yüzüne nasıl bakacağız orada?

Her konuda özellikle Filistin davasında Allah Müslümanlara akıl, izan, feraset ve basiret versin. Zira Filistin davası ve bir ara kıblegahımız olan Mescid-i Aksa bizim namusumuzdur, namusumuzu çiğnetmeyelim, şerefimizi daha fazla ayaklar altına aldırmayalım. 22.07.2017

* 24/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Kudüs bizim neyimiz olur?" başlığıyla yayımlanmıştır.


21 Temmuz 2017 Cuma

Adaletten ayrılmasın hiç!

Ülkede vekil olmak, partinin üst organlarında görev almak, kabinede yer bulmak siyasete atılan her bir kimsenin hayal ettiği vazifelerdendir. Kabinedeki her bakanlık önemlidir önemli olmaya. Çünkü ülkede hizmetler bakanlar vasıtasıyla icra edilmektedir. Bir kişi bakan olmuşsa artık bir mazereti kalmamış demektir.

Yeni kabine açıklandı. Nispi bir değişiklik yapıldı. Gidenler, gelenler ve görevi değişenler var. Her bir değişiklik bir umuttur, heyecandır. Bana bugün hangi bakanlık diğerlerine göre bir adım daha öndedir, dense Adalet Bakanlığı'dır derim. Zira bugün bu ülkenin en büyük sorunu adalettir ve birbirimize güvendir. Kimseye derman olmayan, kimseye adalet dağıtmayan, kimsenin çözüm bulamadığı ağır-aksak yürüyen bir adaletimiz var. Devasa adalet saraylarımız adalet dağıtmıyor ya da dağıtamıyor olmalı ki hapishanelerimiz suçlu ile dolu. Kimse içeridekilerin ne kadarı suçlu, ne kadarı masum; dışarıdakiler ne kadar temiz bilmiyor. Öyle ki bugün suçlumuz da adalet istiyor, suçsuzumuz da. Herkesin adalet istediği bir ortamda adaletimiz niçin kör-topal? Sanırım tarafların hiçbiri samimi değil. Herkesin istediği rakibime/düşmanıma ceza yağdıran ama bana dokunmayan adalet de ondan. Bu yüzden adaletimiz yerlerde sürünüyor.

Adaletimiz herkesin elini kanatan ve acıtan gülü eksik böyle bir diken durumundayken nihayet Gül'ümüz geldi. Zira diken gülsüz, gül de dikensiz olmazdı. Bu Gül, diğer güller gibi değil; geçmişi, mayası ve yetiştiği ortam itibariyle etrafına güzel kokular veren bir Gül'dür. Her gittiği yerde varlığını ispatlamış ve etrafını mesrur etmiştir.

Adaletimizin başına gelen bu Gül'den bundan sonra suçlular korksun. Zira tabiatında var olan dikeniyle suçluların cezasını verecek ve suçlu-suçsuz hep birlikte "Adaletin kestiği parmak acımaz" diyeceğiz. Suçsuzlar, üzerine iftira atılanlar ise "Adaletimizden Gül kokusu geliyor, boynum kıldan ince ona" diyecektir. Fıtratında, tabiatında, özünde var olan gül kokusunu vermez; gelene gidene, suçlu-suçsuz demeden, sap ile saman birbirine karışırsa/karıştırılırsa, herkesin elini dikeniyle acıtmaya devam ederse bilin ki, gözümüz ve gönlümüzdeki Gül kurur, etrafına koku vermediği gibi burnumuza pis kokular gelmeye devam eder.

Çalışkan, başarılı, etrafına koku veren ve beyefendi kişiliğiyle tanıdığım bu Gül, kendi haline bırakılırsa herkesin muzdarip olduğu adaletimize katkı sağlayacağına inanıyorum. Yeter ki suçlu-suçsuz herkes adalet istesin, kendisine doğru yontmasın, siyaset veya diğer saikler baskı yapmasın, yargıyı kendi haline bıraksın, yargı mensupları birilerinden emir almasın, kimse adaleti yanıltmaya çalışmasın; şahit, doğru şahitlik yapsın. Kimsenin, hiçbir zümrenin yaptığı suç yanına kar kalmasın.

Allah utandırmasın bu Gül’ü. En güzel şekilde deruhte edeceği mesuliyeti ağır bu görevinde Gül’ümüze başarılar dilerim, Etrafına güzel kokular verir inşallah! Rabbim yardımcısı olsun. Yolu açık olsun.

Not: Burada yargı mensupları görevlerini yapmıyorlar diye bir suçlama değil niyetim. Hepsi görevini yapmaya çalışıyor. İş yükleri ağır olduğu gibi sorumlulukları da fazla. Fakat nedendir bilinmez zaman zaman değişse de çoğu kimse adaletimizden muzdariptir. Eğitim ve öğretimde öğretmen görevini yaparken nasıl ki eğitimimiz sos veriyor, kimse memnun değilse öyle bir şey bizim adaletimiz. 21/07/2017



19 Temmuz 2017 Çarşamba

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir.

Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini.

Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde karşılaşmayı istemezler, karşılaşsalar hemen ayrılmak isterler. Birbirlerine selam bile vermezler. Birbirini yok kabul ederler. Başlarına bir şey geldi mi birbirinin imdadına koşmazlar. Kırgınlık da küsme, mesafe koyma olur ama geçicidir. Bir müddet sonra eski muhabbet ortamına dönebilirler. Dargınlık ise ilanihaye devam edebilir. Barışsalar da eskisi gibi olmaz. Yine birbirlerine mesafesi devam eder.

Anlatmak istediğim zaman zaman karıştırdığımız, birini diğerinin yerine kullandığımız bu iki kelime birbirinden farklıdır. Bu iki kelimenin arasındaki farkı çoğumuz bilse de bir kısmımız ayırt edemiyor. Kazara birine kırılsan adam seni küs sanıyor. Öyle bir havaya sokuyor ki sanki kanlı bıçaklısın. Böyleleri, birbirine yakın bu tür kelimeleri karıştırdığı gibi böylesi dostları bir araya getirip aralarını bulmayı da düşünmüyor. Böyle bir şey aklına gelmediği gibi belki de hoşuna gidiyordur "Oh oh, ne güzel küstüler, ne halleri varsa görsünler" der gibi.

İnsanlar, dostlar günlük hayat içerisinde birbirine karşı kırgınlık, dargınlık yaşayabilir. İçerik önemli veya önemsiz olabilir, bazen incir çekirdeğini de doldurmayabilir. Böyle durumlarda diğer dostların sessizliği, banâne tavrı, aymaz duruşu, işte esas garip olan budur. 19.07.2017

Günümüzde bir üniversite okumak yeterli mi? *

2017 YGS sınavına 2.265.844  öğrencimiz başvuruda bulundu. Bunların içerisinde sınava girmeyen, giremeyen, ya da barajı aşamayan öğrenciler çıktıktan sonra LYS sınavına 1.506.504 öğrencimiz girmiş oldu. Lisans Yerleştirme Sınavı olan LYS'ye girip de 180 barajını aşan kaç öğrenci var bilmiyorum. Zaten amacım rakamlara boğmak değildir. ÖSYM'nin koyduğu barajı geçen üniversite adayları başarı sıralarına bakarak ön lisans ya da lisanslara tercih yapabileceklerdir.

Her yıl yeni kurallar koyan ÖSYM; tıp, hukuk, mühendislik ve öğretmenlik bölümlerini tercih etmek için belirli bir başarı sırası şartını yürürlüğe koydu. Mesela, tıp için ilk 40.000, hukuk okumak için 150.000, öğretmen olmak için 240.000' girme şartı getirdi. ÖSYM'nin amacı, bazı bölümlerde kaliteyi yakalamak, isteyen herkesin istediği bölümü yazmasının ve okumasının önüne geçmek sanırım. Her meslek kutsaldır. Mesleğin iyisi kötüsü olmaz. Bu ülkede her alanda yetişmiş elemana ihtiyaç vardır.  Bu ülkede önemli bölümler sadece bunlardan mı ibarettir? ÖSYM, niçin diğer bölümler için böyle bir tasarrufa gitmez?

Bu sene nereden bakarsak en azından bir milyona yakın öğrenci üniversiteli olacak. Çünkü 200'e yakın üniversitemiz var. Barajı aşan her öğrenci yeter ki tercih yapsın, ister devlet ister vakıf üniversitesi olsun 2 ya da 4 yıllık bir fakülteye girme imkanı var. 

Her okumak isteyeni üniversitede okutalım okutmasına. Zira okumanın yaşı yoktur, zararı da yoktur. En azından biz böyle biliyoruz. Bugün okumak isteyene üniversitelerimiz sonuna kadar açık. Bir fabrikanın ürettiği seri mal gibi biz son yıllarda üniversiteden bol adam mezun ediyoruz. Pekiyi kaçına istihdam alanı açabiliyoruz? Bildiğim kadarıyla çoğu üniversite mezunu boşta geziyor, her geçen gün de işsiz üniversiteli mezun sayısı artmaktadır. 22-24 yaşına kadar okuyan bu öğrenciler alanında iş bulamadıktan sonra ne yapacaklar? Niçin bunun tedbiri alınmaz? Üniversitesini bitirdikten sonra yıllar yılı alanında iş bulmayı bekleyen yüz binlerce öğrenci mevcut. Böyleleriyle karşılaştığınız zaman iş bulamadığı için hayata ve geleceğe karamsar bakan üniversiteli sayısı hiç de az değildir. Bugün 240 bin sıralaması getirilen öğretmenlik için bile daha önce mezun olmuş ama atanamamış bir milyona yakın öğretmen adayı var. Bu demektir ki, eğitim sistemimiz, özellikle üniversitelerimiz hayata adam hazırlamıyor, hayatın içine hayattan zevk almayan, "Ben bir işe yaramıyorum" diyen gençlerin sayısını artırıyor. Böyle giderse gençler arasında onulmaz toplumsal yaralara yol açılacaktır. Ben ÖSYM'nin yaptığından, başarı sınırlaması getirdiği bölümlerin dışında istihdam alanı yok şeklinde anlıyorum. İki yüz kırk bin sıralamasına giremeyen öğrenci iş bulamayacak demektir bu.

Hiç birbirimizi kandırmayalım. Bu ülkede bir iş bulabilmek için okunur. Gözde olan mesleklerin gözde olmasının sebebi ya maaşının iyi olması, ya da atanabilme imkanının olmasıdır. Bu durumda sınava giren her öğrenci en azından ilk 240 bine girmek için yarışmaktadır. Bu çıtayı yakalayamayan boşu boşuna okuyacak, ailesini dört yıl daha ben üniversite okuyorum diye aldatmış olacaktır. 

Devlet ve ÖSYM, ileride meydana gelebilecek toplumsal faciaların önüne geçmek için başka yol haritaları belirlemelidir. En azından bölümünde okumak isteyen her bir öğrenci mezun olduğu zaman kendisine ne kadar ihtiyaç olduğunu, kaç kişi arasından yarışa girebileceğini bilmesinde fayda vardır. Hele bazı bölümlere sittin sene ihtiyaç olmadığını bilmelidir. Okuyan da bunu bilerek okumalıdır. Bence ailelerin ve gençlerin umutlarını tüketmesek iyi olur. 

Başarı sırasına göre tercih yapacak öğrencilerin bu durumu göz önüne almasında ve tedbir almasında fayda vardır.19/07/2017

* 22/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Din Şurasının FETÖ ile ilgili hazırladığı rapor üzerine **

15 Temmuz darbe girişimi sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Şurasını  toplayarak  "Dini İstismar Hareketi FETÖ/PDY raporu hazırlattı. Hazırlanan rapor 10 dile çevrilerek Avrasya Din Şurasında paylaşılacak. Raporu inceleme imkanı bulmuşsanız emek sarf edilmiş ve yerinde tespitler yapılmıştır. 

Raporda, Yapının Medine döneminde yaşayan münafıklarla örtüştüğünü ifade etmektedir. Yapı ile ilgili 20 madde sıralanmış. Rapordan bazı bölümlere yer vermek istiyorum burada:
Bazı dinî grupların, önderlerine yaptıkları gibi Gülen örgütü mensupları da liderlerine âdeta peygamberlere tanınan “korunmuşluk” vasfını yüklemektedirler…Yıllar boyu yapılan bu dinî görünümlü yoğun telkinlerle “kayıtsız şartsız itaat kültürü” ortaöğretim seviyesindeki körpe zihinlere öylesine kazınmıştır ki, artık bu gençlerde “muhakeme gücü, eleştiri yeteneği, hakikati araştırma hedefi” gibi hiçbir aklî çaba kalmamış, bunun yerini lidere ve abilere/ablalara teslimiyet almıştır…Örgüt mensupları, liderlerinin Allah Teâlâ ile doğrudan konuştuğuna inanmakta ve bu sebeple onun sözlerini bütün insanların sözlerinden üstün tutmaktadırlar…“Elimi elime koydum, ‘şunu benim arkadaşlarımın eli say yâ Rasulallah’, dedim. O eli tutanlar Allah’ın elini tutmuş sayılırlar. Bu cemaat Allah’ın elini tutmaya niyet etmiş gibidir…Gülen’in, Kur’an istismarı bazen oldukça garip tevillerle de kendini göstermekte, mesela Hz. Meryem’e gelen ruhun Hz. Muhammed olabileceğini söyleyecek kadar tahrifte ileri gitmektedir…Gülen’in vaazlarında ve kitaplarında en fazla Hz. Peygamber’i istismar ettiği görülmektedir. Vaazlarında açıkça dile getirdiğine göre Hz. Peygamber, İzmir’e gelmekte, cemaatin arasında dolaşmakta ve onları teftiş etmektedir. 06.04.1979 tarihli bir vaazında şöyle demektedir: “Birisi şöyle anlatır: ‘Gece bulunduğum yerde Rasul-i Ekrem’i gördüm. Bana dedi ki: 'Ben şimdi teftişe çıktım. Buradan da İzmir’e gidiyorum.' Bir başkası şunu söyleyecektir: 'Gelip minbere oturdu veya mihrabın dibine oturdu. O cemaatin içinde isbat-ı vücud etti…Dinî otorite meselesinde Gülen’in yaptığı çarpıtmalar içerisinde en önemli konulardan biri, mehdilik ve mesihliktir. Kendisi açıkça söylemese de bağlılarında böyle bir algının oluşmasına hem sebep olmuş hem de göz yummuştur. Bu konuyla ilgili görülen rüyaları ve müntesipleri arasında yayılan söylentileri reddetmemiş, âdeta bilinçli bir şekilde bu algının yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Bağlılarının, onunla ilgili algı ve açıklamalarından anlaşıldığına göre, Gülen beklenen mehdi ve mesih olarak görülmektedir…Örgütün takipçilerini etkilemede kullandığı keşif ve kerametin de dinde bağlayıcılığı yoktur. Sonuç olarak keşif, keramet, rüya ve benzeri hususların, birey ve toplum için dinî bir bağlayıcılığı söz konusu değildir ve bunlar üzerine herhangi bir hüküm bina edilemez.

Her bir cümlesi yerinde bir tespit olan bu rapor 80 sayfadan ibarettir.  Şura, FETÖ’yü dini yönden hem incelemiş hem de öneriler getirmiştir. Rapor ve tespitler gecikmiş olsa da ülkenin başına gelen bir musibet sonrası Diyanet’in ev ödevine iyi hazırlandığını gösteriyor. Çünkü ciddi bir emek verilmiş görünüyor. Rapordan anladığıma göre Diyanet, dini alanda halkı bilgilendirme görevini de yürüteceğe benziyor. Bu tür yapılar yıllardır Diyanet’in tam görevini yapmadığından dolayı içimizde merdiven altı olarak neşvünema bulmuştur. Görünen o ki Diyanet, görevinin sadece camilere din görevlisi atamak olmadığını, halka doğru din anlatmak ve yanlış dini yorumlara karşı halkı bilgilendirmek gibi bir görevi olduğunu da hatırlamış oldu. Diyanet İşleri Başkanlığını yaptığı bu çalışmadan dolayı tebrik etmek lazımdır.

Hazırlanan rapor FETÖ ile ilgili. Fakat raporu objektif bir şekilde incelediğimizde FETÖ’de bulunan din anlayışının bugün ülkemizde yaşamakta olan, büyük kalabalıklara hitap eden birçok cemaat, tarikat, yapı, sivil toplum kuruluşu ve kanaat önderlerinde de olduğu görülecektir.

Din Şurası, günümüzde hayatiyetine devam eden özellikle gizlilik üzere içimizde cemaat faaliyetini yürüten cemaatlerle ilgili de raporlar hazırlamalıdır. Raporda adı geçen cemaatlerin olumlu ve olumsuz yönlerine yer verilmelidir. Hazırlanan rapor kamuoyu ile paylaşılmadan önce ilgili cemaatlere gönderilerek durum değerlendirmesi yapmaları sağlanmalıdır. Hakkında rapor hazırlanan cemaat yanlışlıklarını düzeltirse cemaat prensiplerinin düzeltilmiş hali, düzeltilmezse hazırlanan rapor kamuoyunun bilgisine sunulmalıdır. Özellikle cemaatlerin beslendiği kaynakları iyi incelemelidir. 

Ülkemizde din işlerini yürütmekle görevli olan Diyanet, etliye-sütlüye karışmazsa, gözünü yumar, başını sallar, maaşını almaya devam ederse, ya da içimizden bir yapı yarın harakiri yaptıktan sonra böyle rapor hazırlamaya kalkarsa biz böylesi musibetleri daha çok görürüz. Diyanet, testi kırıldıktan sonra değil, testi kırılmadan önce hareket etmelidir. 18/07/2017

** 19/07/2017 tarihinde kahta.soz gazetesinde yayımlanmıştır.





16 Temmuz 2017 Pazar

Seç-beğen! Ağır adam mı, ağır vasıta mı?

Günlük hayatta etrafınızda her işini ağır ağır yapan, hiç canına kıyamayan, canı çok kıymetli, gailesiz insanlar vardır. Ardından top atsan, mermi sıksan dünya umurunda değil. Kıyamet kopsa yine acelesi yoktur böyle tiplerin.

Seslensen duymaz, duysa da aldırış etmez. Girdiği yerden çıkmaz, nerede kaldın desen, "Ne oluyor ya, acelen ne?" der. Bekleye bekleye koruk olduktan sonra yüzünü ekşitsen umurunda değil. Sen yırtınsan da, dövünsen de sadece kendine zarar vermiş olursun. Çünkü onun başkasını bekletiyorum diye bir derdi yoktur. Senin dişlerini sıktığın yanına kar kalır. Eceli veren Allah'tır. Buna eyvallah derim. Fakat böyleleri çok uzun yaşar, nice ocaklar söndürür. Nicelerinin salına yapışır diyeceğim ama zamanla yarışma gibi bir problemi olmadığı için kimsenin cenazesine de katılamaz. Ağır adamdır vesselam!

İnsanın ağırı olur da vasıtaların ağırı olmaz mı? Trafiğe çıkınca sayılarının az olmadığını görürsün. Şehir içinde bile aramadığın kadar var. Yeter ki sen iste veya onun gittiği rotayı izle. Ya da sen istemesen de o gelir seni bulur. Normal şartlarda yolların sağ şeridi bunlarındır, şeridinden gitse sorun yok. Yolundan gitse kimse onun varlığından haberdar olmaz. İşte bu durum onları rahatsız eder. Hemen orta ya da sol şeride geçer. İşte en büyük keyfi de budur. Ne gider, ne de durur. Işıkta durduğu zaman kalkması bir sorun, kalktığı zaman da yürümesi bir sorundur. Sen geçeyim diye saç-baş yolsan nafile. Ne önünü görürsün ondan, ne de ışığı geçersin. O istifini bozmaz. Kazara yoluna geç be adam diye işaret etsen, korna çalsan varlığımı hissettirdim diye keyfi yerine gelir, fakat tevazusundan belli etmez. Sen korna çalarsın, o da sana çalar, sen el-kol işareti yaparsın, o sana fazlasıyla yapar. Arkasına yanaşsan da sen ağlayacaksın, önüne geçebilirsen de sen ağlayacaksın. Çünkü o, kullandığı arabanın şeklini almıştır; kabalık dersen var, hantallık dersen var, kilo dersen o biçim. Bir de insanlara tepeden bakması yok mu? Hem arabası hem kendisi tehlikeli madde. Tek şansın var, arabadan hemen inemez. Bir fırsatını bulup şeridini değiştirirsen çalıyı dolanmandan dolayı kendini Allah'ın en bahtiyar kulu olarak görebilir, kazasız-belasız kurtulmadan dolayı Allah'a şükredersin.

Fena mı? Hiç olmazsa bu vesileyle Allah'a şükretmiş olursun. 16.07.2017

Meydanların dili: Sıradaki gelsin! *

Öylesine andığımız ve anmak zorunda hissettiğimiz belirli gün ve haftalarımız vardır. Çoğu zaman zorunluluktan katılırız böyle günlere. Belirli gün ve haftalar arasına bir günümüz daha eklendi: 15 Temmuz Şehitleri Anma, Milli Birlik ve Beraberlik Günü. Gün diyoruz ama aslında Gecesi olmalı. Bir geceki milyonlar ayakta. Üstelik sadece bir ilimizde değil. Tüm Türkiye’de millet uyanık. Kadın-kız, çoluk-çocuk, yediden yetmiş eline bayrağı alan koşmuş meydanlara. İnsan seli var meydanlarda…meydanları almayan mahşeri bir kalabalık. Halkımız şehrinin neresinde bir geniş alan varsa orada bu gece.  Sabaha kadar da gözlerini kırpmadan meydanlarda. Ne zorlama var, ne baskı, ne cebir, ne imza sirküsü…kendiliğinden meydanlara koştu, hem de yüreğinden gelerek...

Menfur kalkışmanın ardından bir yıl geçmiş, ama herkesin acısı taze. Zira gönderdiğimiz şehitlerin kanı kurumadı hala. Öyle bir geceki insana, “Allah böyle bir geceyi düşmanıma dahi yaşatmasın” dedirten bir gece. Kan vardı, gözyaşı vardı, nefret vardı, bomba vardı, silah vardı, tank vardı, ölüm vardı o gece. Orantısız bir savaşta olması gereken her şey vardı bu gece. Dünyanın canlı olarak izlediği bu geceyi bu millet aynel yakin ve hakkal yakin olarak yaşadı.  Dünyada eşi ve benzeri olmamış bir ihanet olayına millet hep beraber dur dedi. Hiç olmadığı kadar devlet ve millet bütünleşmesine şahit oldu tüm dünya. Zaten bu yüzden bu gecenin adı Milli Birlik ve Beraberlik Günü olmuştur.

Kedinin ulaşamadığı ciğere murdar dediği gibi darbe başarılı olamadı diye gayz ve kinlerinden çatlayanlar, aylarca kendisine gelemeyenler, bu kalkışmaya ‘Kontrollü darbe, senaryo’ diyerek yok kabul etmeye çalışsa da içimizdeki bize benzeyen gözü dönmüş ihanet şebekesinin cinnet halini bastırdı bu millet. O yüzden ne kadar kendisiyle gurur duysa, sabahlara kadar kutlasa ve bu günü bayram olarak değerlendirse yeridir. Kim ne derse desin bu millet o gece yanmış, yıkılmış ve yeniden ayağa kalkmıştır. Ateş düştüğü yeri yakar, bu anı yaşayan bilir. Kalbinde zerre kadar vatan sevgisi ve inancı olan, gözler önünde yaşanan bu olaya kontrollü demez. Diyen olursa ancak ihanet şebekesinin bir parçasıdır. Bunun başka türlü izahı olamaz.

Dünya kabul etmese de, kahrından çatlayıp patlasa da, bu milletin başarısını küçük görmeye kalksa da bugün bizim bayramımızdır artık. Bu ülke kaldıkça, bu millet yaşadıkça, ay yıldız dalgalandıkça –ki öyle olacaktır- bugün bizim bayramımız olarak kalacaktır ve her 15 Temmuz’da halk yine meydanlarda olacaktır, bir yıl öncesinde oluşan bu sinerjiyi tazeleyecektir. İçimizdeki hainleri andıkça o geceyi nefretle anacak, diğer taraftan darbeyi bastırdığını hatırlayınca sevincinden dört köşe olacaktır. Birbirine ölümüne muhalefet eden bu millet bu gecede bir ve beraber oldu. 15 Temmuz’un en büyük kazancı, bu millete armağanı da bu birlik ve beraberlik ruhu olmuştur. “Her şerde bir hayır vardır” ayeti kerimesi gereğince bu millet milli birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu bu gece anladı. Yine bu gece devlet ve millet bütünleşmesinin altın çağını yaşadı.


Bu 15 Temmuz’da ve bundan sonraki her 15 Temmuzlar’da meydanlarda toplanıp bayrak sallayan milyonlar dünyaya ve bizi düşman olarak görenlere, “FETÖ’nüz işe yaramadı, sıradaki hatta feriştahınız gelsin” dercesine meydan okuyacaktır hep. Çanakkale ruhundan sonra oluşan bu yeni 15 Temmuz ruhunun ilanihaye devam etmesini dilerken şehitlerimizi rahmetle anıyor, milli birlik ve beraberliğimize halel gelmemesini yürekten temenni ediyorum. Çünkü, “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez/ 

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” Allah birlik ve beraberliğimizi bozmasın.
 Milletçe gözümüzü açalım. Zira su uyur, düşman uyumaz. 16/07/2017

* 17/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.