İster
inansın, ister inanmasın, ister iyi ve güzel yaşasın, ister kötü, ister
inançlara saygılı olsun, ister düşmanı olsun. Doğum kadar ölüm de haktır.
Sırası gelen her fani ölecektir. Çünkü sünnetullah'ın gereğidir bu.
Ne zaman karşı mahalleden biri ölse, inancı ve yaşantısı gündeme gelir: “Geberdi gitti, şöyle kötüydü,
böyle kötüydü, falan tarihte şu konuda
şöyle demişti, şimdi artık görsün gününü…” diyerek mevtanın arkasından
neredeyse zil takıp oynayanlarımız var.
Ölenin ardından yakınları ve sevenleri üzülürken karşı kesim de zafer
kazanmış komutan edasıyla sevince boğuluyor.
Ölenin
ardından sevenlerinin üzüntü duyması insani bir olaydır. Fakat daha cenaze defnedilmemiş, sevenlerinin acısı taze iken
mevtanın düşüncesi ne olursa olsun; hakkında ileri geri konuşmak, hakaret etmek
tasvip edilecek bir davranış değildir. Eğer bir kişi hakkında değerlendirmede
bulunulacaksa olay soğumaya yüz tuttuğu zaman -hakaret etmeden- davranışları
itibariyle eleştirmek söz konusu olabilir. Çünkü ölüm sözün bittiği yerdir.
Sessizliğin hakim olması gerekir. Çünkü yorganın gittiği andır bu an. Kavga
varsa sonraya ertelenir. Sonra ölen kişi sizi duyamaz, kendisini savunamaz,
size zarar veremez. Hoş, siz de zarar veremezsiniz ona. Eğer yaşantısını
beğenmediğimiz biri vefat etmişse inancı gereği dua anlamında ona rahmet
dilenmez kanaatinde isek susmak en güzelidir. Hz Muhammed'in yolundan giden
bizlere ne oluyor ki bir başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaya
çalışıyoruz? Hiç yakışmıyor bize. Hepimiz Ebu Cehil'in tavrını, amansız
düşmanlığını, peygamberimize ve Müslümanlara neler çektirdiğini iyi biliyoruz.
Bu İslam düşmanı öldüğü zaman Ebu Cehil'in ardından konuşmayı ve hakaret etmeyi Peygamberimizin yasakladığını bilmeyenimiz yok. Çünkü Ebu Cehil ne kadar
kötü olursa olsun onun da sevenleri vardı ve Müslüman olan İkrime'nin babasıydı. idi. Ne kadar kötü olursa olsun babasıydı. Başkasının babası
aleyhinde konuşmasını kaldıramayabilirdi.
Biz, karşı mahalleden ölen biri öldüğü zaman sevineceğimize üzülmemiz lazım. Biz
onunla iletişim kuramadık, düşüncemizi anlatamadık, kendi inancımızın
doğruluğunu gösteremedik, o arkadaşı kazanamadık diye dertlenmemiz lazım. Hani
Celalettin Rumi, idam edilmiş birisini gördüğü zaman ayaklarına sarılıp ona:
'Kardeşim, bize hakkını helal et, biz görevimizi yapamadık, eğer biz sana daha
önce ulaşabilseydik, belki idam edilmeyecektin' demişti ya. İşte biz de böyle
üzülmeliyiz. Eğer kendi inanç ve düşüncemiz doğru ise -ki doğrudur- biz ona
anlatamadık, görevimizi yapamadık, örnek olamadık, amma da beceriksiz imişiz
diye üzülmemiz lazım. Madem görevimizi yapamadık, üzülüp dert edinmeyi de
beceremiyoruz. Allah aşkına kendini savunamayacak olanın ardından konuşmanın
bize ne faydası var. Bu hareket nasıl bir psikoloji? Gerçekten anlayamadım
gitti. Ölen bizim inancımızdan değil ise -ki olmayabilir- yanına gidip kendimizi anlattık mı?
İnanmak
da inanmamak da eğer bir tercih ise –ki tercihtir- bırakın adam inanmama
hakkını kullansın. Biz böyle yaparak karşı mahallenin de kılıçları kuşanmasına
zemin hazırlıyoruz. Yarın bizim kesimden de birileri vefat ettiği zaman benzer
salvoları onlar da yapacak. Bunun, birlikte yaşadığımız bu ülkenin barış
atmosferine hiç katkısı olmaz. Sadece aramıza nefret tohumlarını saçmış oluruz. Ölen bizim için bir şey ifade etmiyorsa, yok kabul edelim olup bitsin. 17/09/2016