14 Nisan 2016 Perşembe

Kopya Çekmek

Okullu olup da sınavlarda kopya çekmeyenimizin sayısı yok denecek kadar azdır. Hele yıllar geçer, iyi bir iş yapmışçasına bu işi ballandıra ballandıra anlatanları da görürsünüz.
Kopya çekmekle iyi bir şey mi yapmış oluruz? Burada kul hakkı ve aldatma yok mu? Ya da hırsızlıkla arasında fark var mı?
Kanaatimce bu iş gizlice yapıldığına göre kopyanın iyi bir şey olmadığında hepimiz hem fikiriz. Niçin iyi bir şey değildir? Çünkü;
1.Kopya çeken kişi hak etmediği bir notu haksız yere almıştır.
2.Aldığı notla yarıştığı emsallerinin önüne geçerek kul hakkına sebebiyet vermiştir.
3.Emsalleri sınav öncesi harıl harıl ders çalışırken o, cırcır böceği gibi gününü gün etmiştir.
4.Sınavını okuyanı “Ben bu sorduğun soruları biliyorum. Hafızama yerleştirdim. İşte cevaplar” diyerek aldatmıştır.
5. Başkasının eşyasını çalmaya hırsızlık diyorsak burada da bilgi hırsızlığı vardır. Hatta hırsızlığı kişi, belki ihtiyacından dolayı yapmış olabilir. Kopya çekmede ise bir mecburiyet yoktur. Çünkü her sınavın mutlaka telafisi vardır. Birine çalışamayan diğer sınava hazırlanabilir.
Kopya çekmenin olumsuz yönlerini çoğaltabiliriz. İşin garibi maddi hırsızlığı ayıp karşılarız. Fakat kopya çekmeyi masumane bir durum gibi değerlendiririz. Haydi çekildi. Bakıyorsun kopyacı yıllar sonra anlatıyor. Dinleyenlerden hiçbir tepki de olmuyor. Anlatan kişi de iyi bir şey yapmışçasına döktürüyor. Halbuki Allah Teala; “ Zulüm dışında kötülüğün anlatılmasını Allah sevmez.” buyurmaktadır. Mazeretimiz de hazır: “Efendim çekmeyen mi var. Herkes çekiyor. Çalışamamıştım vs.” gibi gerekçelere sığınırız. Ortaokul ve lise sıralarında kopyaya zaman zaman başvuran çoğu insan bugün bazı kopya skandallarına tepki gösteriyor. Haksız kazanç diye değerlendiriyoruz. Haksızlığa tepki göstermek en doğal hakkımız. Fakat eğri oturup doğru konuşalım. Bu konuda hepimiz ne kadar masumuz.
Hırsıza nasıl ki kilit çare değilse kopya çekmeye de çare yoktur. Çekmek isteyen gözünün içine baka baka çekebiliyor, insanın zaaflarından faydalanarak. Aslında uyuttum, kandırdım diye düşünüyor. Ah bir bilse ki kendisini kandırdığını.
Bir de kopya çekmek isteyenlere teşne olanlar var. Bunlara da yazık. Devlet adına, kamu adına, başkasının adına görev yapıyorlar. Keşke bilseler ki, yaptıkları görevin bir emanet olduğunu. Emanete ihanet ettiklerini. Güneydoğu’nun bir ilinde  2001 yılında önemli bir sınava girmiştim. Sınavın son 15 dakikasına gelinceye kadar kimseden çıt yoktu. Sadece gözetmenlerin kendi arasında fısıldaşmaları rahatsız ediyordu. “Biraz susar mısınız” deyince sustular. Hatta biri özür diledi. Diğeri kinli kinli sınav boyunca beni dikizledi. Son 15 dakika kala, “ 65.soruyu kim, ne işaretledi?” sorusu kulağıma geldi. Soruya cevap verenler birbirini izledi. Gözetmenler; “Sınavdayız, ne oluyor” dese belki de konuşanlar susacak. Maalesef öyle bir ses işitmedim.
Masum kabul ettiğimiz kopyalardan iş, çete ve rant işine döndü. Yetkililer merkezi sınavlarda tepeden tırnağa yoklayarak alıyorlar sınava. Cebimizdeki parayla bile almıyorlar içeri. Dışarıdaki emanetçileri kazandırıyoruz. Sonra da basıyoruz çığlığı: Olmaz ki bu kadar diye. Artık kimse kimseye güvenmiyor. Ceremesini de masum insanlar çekiyor.
Kopya çekmeyi de hırsızlık gibi hatta daha ilerisi kabul etmek için daha nelerin olması gerekir, ey aklı selim sahipleri? 14/12/2015

13 Nisan 2016 Çarşamba

Zaman hırsızlığı

                                     
İnsanoğlunun zaafları vardır. Saymakla da bitmez. Zamana riayet etmeme de bizim eksikliklerimizin başında gelir.

Devlet dairesinde çalışıp da zamana riayet edenlerimiz vardır. Fakat bir çoğumuzun  zaman zaman bu konuda aksatmalar meydana getirdiği görülmektedir: İşe geç gitme, erken ayrılma, devamsızlık, rapor, izin vb durumlarımız olabiliyor. Bunlar yapılıyor yapılmasına da acaba hiç düşündük mü? Bu yaptıklarımız doğru mudur? Aynı gecikme veya devamsızlığı acaba özel sektörde çalışan biri yapabilir mi? Yaptığı takdirde başına neler gelebilir? Zamana riayet ve görev bilincimizi kaybetmeye başladık maalesef.

Konumuzu bir fıkra ile süsleyelim isterseniz: Farklı milliyetten üç çocuk kendi aralarında “Kimin babası daha hızlı” tartışması yaparlar.

İngiliz çocuk: -“Benim babam daha hızlı. Çünkü 100 metreyi 3 saniyede koşar. “ der.
Fransız çocuk:-“ Benim babam daha hızlı. Çünkü bir eliyle silahı ateşler. Mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar.” der.
Türk çocuk: -“ Bunlar da bir şey mi? Benim babam devlet hastanesinde çalışır. 17.00’de mesai biter. Babam 15.00’ da evde olur. Bu yüzden benim babam daha hızlıdır.” der.

Fıkra bizi acı acı gülümsetmiştir sanırım. İstisnalar kaideyi bozmaz ama genel itibariyle devlette çalışma şeklimiz maalesef bu şekildedir. İşin garibi bu yaptığımızı sorgulamıyoruz bile. Özel sektörde çalışanın canı çıksın, devlette çalışanlar keyif sürsün.

Dışarıdaki maddi hırsızlığı hiçbirimiz tasvip etmeyiz. Hatta hırsızlara karşı mesafe bile koyarız. Doğrudur yaptığımız. Pekiyi, işimize geç gitme, erken ayrılma vb durumlarımızı nereye koyacağız. Bu yaptığımız zaman hırsızlığına girmez mi? Hırsızın yaptığı hoş karşılanmaz ama belki mecbur kalmıştır. Bizim yaptığımızda bir mecburiyet var mı? Özel durumu olanlar hariç genelde bu konuda keyfi davranıyoruz. Hırsız ileride pişmanlık duyarsa belki gider çaldığı adamdan helallik diler.  Küçük yerlerde gençler bayramlarda büyükleri ziyaret edip ellerini öperler. Araya da utana sıkıla bir şey sıkıştırılar. “Teyze ben küçükken sizin tavuğu, hindiyi çalmıştım. Ya da bahçenizden erik koparmıştım. Hakkını helal eder misin” gibi. Bu tür davranış büyüklerin de hoşuna gider. “Yerden göğe kadar helal olsun” diyerek helalleşme meydana gelir. Helallik dilemezse de bir kişiye karşı hak- hukuk geçmiş olur. Öbür dünyada bir kişiyle muhatap olacaktır. Peki, devlette çalışırken zaman hırsızlığı yaptığımız zaman biz  kiminle helalleşeceğiz.  Biliyorsunuz biz 78 milyon adına hizmet yapıyoruz. Bize verilende tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Yetimi nereden karıştırdın derseniz. Ben devlet malını yetim malı olarak görürüm. Dinimizde yetim malını yiyenleri Allah Teala Nisa süresi 10. ayette “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” diyerek şiddetli bir şekilde uyarmaktadır.

İşimizi doğru dürüst yapmayı, işimize gidişte ve dönüşte zaman riayet etmeyi, helal işimize haram karıştırmamayı Rabbimin hepimize nasip etmesi temennisiyle. 15/12/2015

Yüzümüzdeki maskeleri ne zaman çıkaracağız?


İnsanoğlu tüm gizemliliklerinin yanında kendini gizleyen, olduğundan farklı gösteren bir varlıktır aynı zamanda. Günlük hayatta  “Ya göründüğün gibi ol. Ya da olduğun gibi görün” sözünü söylemeyi çok severiz hepimiz. Ama gel gör ki, olduğundan farklı görünme çabası bir müddet sonra  kişiliğimizin ayrılmaz bir parçası olmuştur artık farkına varamasak da.

Kendimizdeki olanı, doğallığı başkasından gizlemek için yüzümüze taktığımız  maskeyi bizi tanıyan herkes bilir bir müddet sonra. Bilmeyen tek kişi kalır: Kafasını kuma gömen maskeli kişi. Böylelerinin sayısı toplumumuzda azımsanamayacak kadar çoktur ve de çok tehlikelidir. Çünkü böyle tiplerdeki yüz sayısı ikiden az olmayacak şekilde çoktur.

Burada ben esas, yüzü maskeli derken, yaptığı makyajla yüzünü değiştiren tiplerden bahsetmek istiyorum. Niyetim makyaj yapanları eleştirmek değildir. Yapılmasına katılmamakla beraber kullananlara da saygı duyarım. Her konuda olduğu gibi makyajın kullanılmasında da ifrat ve tefritlerde olduğumuzu söylemek isterim.

Bir kurumda çalışırken -gibisi fazla- bir mankenle çalıştım. Giyim, kuşam, boy-bos, fizik kendini gösteriyordu. Bir gün lisede aldığı bir belgeyi getirdi. Fotokopi çekip aslını vermek istedim. Belgedeki fotoğrafa baktım. Bir de mevcut yüzüne baktım. Lise fotoğrafı şimdiki görüntüsüne pek benzemiyordu. Olabilir diye düşünmeden kendisi: “Ben birkaç defa estetik ameliyatı geçirdim” dedi. İşimi yaparken öyle mi dedim. Evrakın fotokopisini aldım, aslını kendisine takdim ettim. Birkaç ay sonra yaptığım bir toplantıda; başı öne eğik, sağına soluna bakmayan ve hiç söz alıp konuşmayan biri vardı. Saçlarıyla da yüzünü göstermemeye çalışıyordu. Birkaç defa söz verip cevap almak istedim. “Evet-hayır” cevapları aldım. Bir derdimi var diye soru sormak için yüzüne baktım. Görebildiğim kadarıyla yüz hattı itibariyle tanıdığım personelim değildi. Gerçekten şaşırıp kaldım. Toplantı bitimi yardımcıma paylaştım bu durumu.  “Hocam, ne olacak. Makyaj bu” dedi. Daha önceki görüntüsünün makyajdan ibaret olduğunu nihayet geç de olsa anladım. Bir makyaj bu kadar mı insanı değiştiriyordu. Bir bakışta derdini de anlamıştım. Niye başını kaldırıp konuşmadığını da. Makyajsız yüzünden utanıyordu. Allah kimseyi bu hale düşürmesin. İki gün boyunca kuruma makyajsız geldi. Kimseyle doğru dürüst konuşmadı. Kendi haline girdi çıktı.  Yüzü de hiç gülmedi. O gülen, şen şakrak kişiden eser kalmamıştı. İki gün boyunca hayatı kendine zindan ve zehir etmişti. Sonraki günler makyajıyla beraber kuruma arzı endam etmeye başladı. Huzur ve mutluluğu da yerine gelmişti. 

Gel zaman git zaman kurumda olmadığı gün tayin evrakını imzalatmak için kurum dışında evine yakın, bilinen bir yerde buluşmak için telefondan görüştük.  Ben araçta otururken yardımcım inip evrakı imzalattı. Ayrılmadan önce oturduğum yere gelerek “İyi günler efendim” dediğinde başımı kaldırıp selamını aldım. Yüz yine makyajsızdı. Vedalaşıp ayrıldık. Kendi kendime düşünmeye başladım. Demek ki makyajı dışarı çıkarken, işine giderken yapıyordu. Yani başkasına süsleniyordu, eşine değil.

Eskiden bir araç alacağımızda ilk önce kaportada boya var mı denirdi. Eğer boya varsa kolay kolay o aracı almak için yanaşmazdık. Çünkü orijinali bozulmuş kabul ederdik. Araçtaki çürük-çarığı kabul ederdik ama boyayı asla. Doğaldı hep tercihimiz.

Yine eskisi gibi konuşmamızda, hal ve hareketlerimizde, giyim ve kuşamımızda, görüntümüzde taktığımız ve kullandığımız maskeleri bir tarafa bıraksak ne iyi olur değil mi? Ne dersiniz? 


Açık büfe... "Ya benim canımı al, ya da midemi büyüt"

Şubat 2016'da  5 yıldızlı bir otelde 3 günlüğüne bir seminere katıldım. İçinizde izin ve tatil dönemlerinde  böylesi yerlere gideniniz vardır. Ben biraz gezme özürlüyüm. İlk defa katıldığımı söylesem ayıp olmaz sanırım.

Seminerimiz dolu dolu geçti. Otelde sunulan imkanlar her yönüyle 10 numaraydı. Hizmet ve imkanlar için söylenecek bir şey yok. Maliyet boyutu ise dudak uçuklatır cinsten. Bir arkadaş eşini de getirmek istedi. 3 günlüğüne her şey dahil 525 TL ücret talep etmiş firma. Bu da indirimli fiyatı ve sezon kış sezonu. Ya bir de yaz sezonu olsa, miktar ne kadar olur kim bilir? İki kişilik bir ailenin yol masrafı  ve diğer giderleri hariç sadece otele ödeyeceği  meblağ 1.050,00 TL. Söylenen miktar asgari ücretle çalışan bir işçinin neredeyse bir aylık aldığı maaşına tekabül ediyor. Fakir-fukaranın böylesi yerlerde tatil yapması mümkün değil maalesef. Asgari ücretli, bir ayda kazandığıyla bu tür yerlerde ancak 3 gün tatil yapabilir, eğer 27 gün aç-susuz kalmaya razı olursa tabii.

Ben esas lüks otellerdeki “Tam pansiyon”, “Açık büfe”, “Her şey dahil” kısmına işaret etmek istiyorum.  Eğer gittiğiniz otelde böyle bir seçenek varsa  kaldığınız otelin geceliği de o oranda artıyor. Tam pansiyon, açık büfe dedikleri  seçenekte tabir yerindeyse sadece ‘Kuş sütü’ eksik. Evlerimizde 2-3 kap yemekle öğün savarken, doya doya yerken lüks otellerde ise menüye konan yemeğin haddi  hesabı yoktur. Evlerimizde midelerimiz küçük de buralarda büyüyor mu? Yoksa evlerimizde doymadan mı kalkıyoruz? Aslında evlerimizde karnımızı tıka basa doyuruyoruz. Otellerde ise  her çeşidinden bir tane alınsa midenin istiap haddini doldurur, hatta geçeriz. Midemiz doyuyor sonunda. Ama gözümüz bir türlü doymuyor maalesef. Belki de mideyi daha da doldurmak için zorlarken ‘Ya Rabbi! Ya benim canımı al. Ya da midemi büyüt’ diye içimizden geçiririz.

Haydi Paramız var harcadık. Kime ne? Peki midemize yazık değil mi? Acıkmadan tekrar yemek... hem de tıka basa. Yeriz düşüncesiyle tabağı silme doldurup sonra yiyemeyip masada bırakmak. Yedikten sonra soluğu maden suyu aramada almak…  O kadar yediğimizi hazmetmek kolay mı sanırsınız. Mide, dile gelse bize ne der? Bir insana gücünün üzerinde yük yüklersek çatlar ölür. Ya midemiz ne yapacak? Midemiz bayram yapsın derken midemize eziyet ediyoruz. Hani acıkmadan oturmayacaktık. Doymadan kalkacaktık. Nerede kaldı midenin sağlığı…

Evimde yediğim bir kap yemekten aldığım lezzet ve tat, otelde yediğim sayısız çeşit yemekten daha lezzetli geldi bana. 3 gün yediğim envaiçeşit yemekten sonra evime geldiğimde evin menüsünde pırasa yemeği vardı. Ben yemek seçmem ama eğer bir tercih hakkım varsa pırasayı tercih etmem. Hatta hanıma dedim: Beni pırasa yemeği ile mi karşılıyorsun diye. Şunu samimiyetimle söylemeliyim: Yediğim pırasa bana oteldeki kuş sütünden başka eksiği olmayan diğer yemeklerden daha lezzetli geldi.

Bir de bu işin israf boyutu var. İsrafı nereye koyacağız. Evine ekmek götüremeyen milyonlarımız varken, biraz daha tasarruf yapayım diye fırınlardan bir gün önce kalan bayat ekmeği almak için fırın fırın dolaşan yüz binlerimiz varken bizim israf etmemizin kitapta yeri var mıdır? Soruları çoğaltabiliriz. Hayrettin KARAMAN’ın 04/07/2013 tarihinde www.hayrettinkaraman.net isimli web sayfasında “Açık büfe israfı” yazısını okumayanlarımızın okumasını, okuyanlarımızın tekrar okumasını isterim.

İşin garibi açık büfe, tam pansiyon otelleri seçip de oradaki israfa değinmeyenimiz yoktur. Fakat giden bir daha gidiyor. Gidip gelen öyle bir reklam yapıyor ki; gitmeyen, gitmek istemeyen de soluğu oralarda alıyor: İster gönüllü, ister gönülsüz; gerekirse borçlanarak.

Bu otel fiyatları daha aşağıya çekilebilir. Eğer yemekler tabldot usulü olursa. Hem fiyatlar daha düşük olur. Hem gözümüz hem de midemiz doyar. Hem de midemize yazık etmemiş oluruz. Ne dersiniz? Tercih; gezmek, tozmak isteyenlerin. 15/02/2016



Açık Lise Sınavları*

Milli Eğitim Bakanlığının bütçesi birçok bakanlığın bütçesinden daha fazladır.  Okumak isteyene devlet her türlü imkanı sunmaktadır. İster örgün olsun, ister yaygın.

Son yıllarda eğitimini açık lise vasıtasıyla yapmak isteyenlerin sayısı epeyce arttı. Kimi 12 yıllık eğitimin zorlaması, kimi   imkansızlıklar dolayısıyla, kiminin hedefi olmadığından, kiminin de hedefi olduğundan daha fazla çalışma imkanı elde etmek için açık liseyi tercih etmektedir. Devlet bu konuda da  kesenin ağzını açtı. Burada devletin eğitim alanında yaptığı diğer harcamalar üzerinde durmayacağım.

Açık liseye kayıt yaptıran her öğrenci bir yılda kayıt yaptırma  ücreti olarak 50 TL para yatırmaktadır. Bunun karşılığında devlet ders kitapları bastırmakta, yılda 3 defa sınav yapmaktadır. Her sınav 81 vilayette, ilçelerinde yapılmaktadır. Sınavı yapmak için Bakanlık sınav komisyonu oluşturup soru hazırlatmakta, soruları ve cevap kağıtlarını matbaaya bastırmakta. Her il ve ilçede yeterince sınav merkezi belirlemekte, soruların sınav merkezlerine götürülmesi için kurye ve nakliye bulma, her il ve ilçede yukarıdan sınav merkezine gelinceye kadar sınav komisyonları oluşturma, salon başkanı, gözetmen, hizmetli, polis vb görevlendirmeler  yapmaktadır.  Görev alan ve verilen herkese görev ücreti ödemektedir. Miktarını ve yekününü bilmeye gerek yoktur. Çünkü çok maliyetli sınavlardır bunlar. Devlet değil mi masraf yapacak diyebilirsiniz. Sonra eğitim ve öğretime verilen para geleceğimiz olan nesillerin yetişmesi içindir diyebilirsiniz. Benim de buna itirazım yok, elbette masraf ve maliyetler olacaktır ve olmalıdır da. Fakat atılan taş kurbağayı ürkütüyor mu? Sınav ciddiye alınıyor mu? Esas bunun üzerinde durmak gerekir. Derdimi tam anlatabilmek için konuyu  hafta sonu yapılan sınavla açıklamak istiyorum.

Bu hafta sonu bilindiği üzere açık lise sınavları yapıldı. 15 derslikli bir okulda 1.ve 2.oturumda görev alan bir dostum şu açıklamaları yaptı:

1.Sabah ve öğlenki sınavlarda 20’şer kişilik sınıflardan  ortalama 6-8 öğrenci sınava girmemiştir. Bu, sınava giren her  üç öğrenciden  biri girmemiş demektir.
2.Sınavın süresi 180 dakika. İlk yarım saat öğrenci çıkamıyor. İlk yarım saat bitince sınıfın yarısı sınavı bitirerek salonu terk etmiştir. Her biri, cevap kağıdına ayrı ayrı desen çizmişlerdir. Kimi “S”, kimi “Z”, kimi “elektrik direği, kimi “abcd,bcda,cdab” vb şekilde desen ya da atma yöntemi uygulamıştır.
3.Salon görevlileri geriye kalan 6-7 öğrenciye gözetmenlik yapmıştır.

Dostumun gözetmenlik yaptığı okuldaki durum üç aşağı, beş yukarı tüm Türkiye’deki sınav durumunu yansıtmaktadır. Devletin o kadar masrafla yaptığı sınava gereken ilgi ve ciddiyet gösterilmediği görülmektedir. Sınava girmeyenler için bir maliyet var mı? Hayır. Sınavdan erkenden çıkanların çizdikleri desenlerin bir maliyeti var mı? Hayır. Geriye her sınıfta ciddi olarak sınava asılan 6-7 öğrenci kalmaktadır. Yeni ücretlerle birlikte en düşük görevlinin ücreti 103.00 TL olduğunu düşünürsek sınavın maliyeti hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Sınava girmeyen, hemen yapıp çıkmak için değişik desenler çizip çıkanlar tekrar tekrar sınav ve sınavlara girecektir.

Sınavlar yapılsın yapılmasına. Fakat belirli bir sürede bitiremeyenlere maliyetin bir kısmı yansıtılması gerekir. Ya da mazeretsiz sınava girmeyen öğrenci/velisine bir maliyet olmalıdır. Başka türlü biz bu işin ciddiyetini kavrayamayacağız. Biz parasız hiçbir şeyin kıymetini ve değerini bilmiyoruz. Kıymet bilinsin ve ciddiye alınsın istiyorsak vatandaş olarak cebimizi yakması gerekiyor. 02/01/2016

* Bu yazı Ocak 2016 da yapılan sınavın akabinde kaleme alınmıştır.

Tabela partileri *

Siyasi partilerin kurulmasındaki amaç, Türkiye yönetiminde söz sahibi olmaktır. Hepsinin de amacı başarılı olmaktır. Türkiye'de halen faal kaç siyasi partimiz var, hiç merak ettiniz mi? Nüfusa oranlarsak kaç kişiye bir siyasi parti düşmektedir?

2016 yılına göre Türkiye’nin nüfusu 79.51 milyondur. 17/02/2017 tarihi itibariyle faaliyette olan siyasi partilerimizin sayısı 92 iken 25/10/2017 itibariyle kurulan partiyle birlikte parti sayımız 93 olmuştur. Seçmen bazında bakarsak 2016 referandumuna göre Türkiye’deki seçmen sayısı 55 milyondur. Her 591 bin seçmene bir siyasi parti düşmektedir.

Bu kadar partinin olması normal mi sizce? Başka ülkelerde bu kadar kurulmuş siyasi parti var mıdır gerçekten? Bu durum bizim bölünmüş ve parçalanmışlığımızı gösterir mi? Soruları çoğaltabiliriz.
Bu sayı, faaliyette olan partilerin sayısı. Kapatılanları saymıyorum. Hiçbirinizin bu durumu normal gördüğünü sanmıyorum.

Aynı düşünceyi paylaşan insanların bir araya gelip parti kurmaları doğaldır. Fakat 1-2 seçime girince belirli bir oranda oy alamayan partilerin hâlâ tabelâlarıyla birlikte boy göstermeleri garibime gidiyor. Birçoğu seçimlere bile katılmıyor. 7-8 parti dışında hepsi tabela parti işlevi görmektedir. Amaçları nedir, niye duruyorlar, bir menfaatleri var mı?  Anlamışsam harap olayım.

Nasrettin Hoca bir camide vaaz vermek için kürsüye çıkar. Hoca bir türlü konuşmaya başlamaz. Hoca bekler, cemaat bekler. Herkes bir şaşkınlık içerisinde. Nice sonra hoca, ”Cemaati Müslim’in! Hazırlanmıştım ama  konuyu unuttum. Şu anda aklıma da bir şey gelmiyor” deyip tekrar kürsüde beklemeye koyulur. Dinleyiciler arasında hocanın oğlu da var. Babasının bu durumuna hayret eder ve babasına; “Babacığım, hiçbir şey aklına gelmiyorsa, kürsüden aşağıya inmekte mi gelmiyor?”  diye serzenişte bulunur.

Bu siyasi partiler hiç seçim başarısı gösteremiyor ve seçime girmiyorsa hala ne diye feshetmiyorlar kendilerini? Niçin tabelaları duruyor? Haydi bunlar, balığın kavağa çıkmasını bekliyorlar. Bunların çocukları ve eşleri, “Kapat şu partiyi, daha fazla rezil olma, bizi de rezil etme” diye niçin söylemezler? Yoksa çocuklarının Nasrettin Hocanın oğlu kadar kendilerine öz güvenleri yok mu Allah aşkına!

Benim bu konuyu buraya taşımamın sebebi, benim bilmediğim bir şey mi var? Eğer var da söylemezseniz hakkım kalır. Hele işin içinde rant var da yine söylemezseniz size gönül koyarım. Şayet öyleyse ben de kurayım bir parti derim. Hiçbir nedeni yoksa bizim psikiyatristlerimiz niye duruyor. İlla hastaları ayaklarına mı gelsin. Kalkın bu defa siz gidin ayaklarına.

Ağlanacak halimize gülüyoruz maalesef. Gelişmiş ülkelerde niçin bu kadar parti yok? Onların halklarının fikirleri hep birbirine yakın mıdır? Biz asgari müştereklerde niçin bir araya gelemiyoruz? Nüansları niçin büyük mesele haline getiriyoruz. Bu yönümüz de bizim geri kalmışlığımızın bir göstergesi mi acaba? Siyasi partilerin sayısına bakarak siyasetimizin seviyesini, etüt ve kurs merkezlerinin sayısına bakarak eğitimimizin okulların durumunu tespit edebiliriz.

Hiçbir işlevi olmayan ve varlık gösteremeyen tabela partilerinin yok olduğu bir siyaset arenası görmek dileklerimle. 13/10/2015


* 28/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Kararlarımız başka parmakları acıtmamalı

İmam Hatip Liselerinde görev yaparken öğrenciler arasında yapılan 'Kur'an-ı Kerim'i yüzünden güzel okuma' yarışmalarında jüri olarak görev verilirdi bana. Görev almamak için kırk dereden su getirirdim. Sonuç, görevlendirildiniz olurdu hep.

Neden görev almak istemezdim? Kendimi ehil görmezdim. Ayrıca sözlü sınavların objektifliğine inanmadım hiç. Bu tür yarışmalarda jürinin takdir hakkı 'la yüs'el'dir. Hikmetinden de sual olunmaz. Bir iki tane uçuk- kaçık puan veren bir kaç üye genelde sonucu belirler. Böyle bir yarışma öncesi bu durumu izah ettim bir meslektaşıma. Bana, " Ben çok doğru puan veririm; gramı gramına. Ben bu işten iyi anlarım" dediğinde sorun bende  o zaman dedim kendi kendime.

Görev verildiği zaman da puanlamada ilk okuyanı baz alırdım. İlk okuyana verdiğim puandan sonra her okuyan yarışmacıyı değerlendirirken ilk verdiğim puanın altında ya da üstünde puan verirdim. Verdiğim puandan ilk önce kendi vicdanımı tatmin etmeye çalışırdım.

Çalıştığım muhitimde  bazı okulların katıldığı bir kompozisyon yarışması yapıldı. Komisyon üyeleri okulların Türkçe öğretmenleri idi. Her üye kendi okulunun birincisine puan vermedi. Kağıtlar okundu, puanlar verildi. Her bir öğretmenin verdiği puanları topladım. İlk 3'e giren belirlendi. Üyelere tutanağı imzalattım. Üyeler gittikten sonra verilen puanlara bir göz attım. Aralarında uçurumlar vardı gerçekten. Birinin 34 verdiği bir kompozisyona diğeri 90 vermişti. Jüri üyelerinin verdiği puanlar 5-10 puan altı ya da üstü olduğunda anormal bir durum ortaya çıkmazdı. Sonra okullarından birinci seçilerek gelen bir yazıya 34 puan vermenin nasıl bir izahı olurdu... Sonuç, sıfırcı hocanın diğer kağıtlara verdiği düşük puana karşın diğer üyelerin sıfırcı hocanın öğrencisine verdiği yüksek puanlar sıfırcı öğretmenin öğrencisini birinciliğe taşıdı. Ne diyelim? Bize hayırlı olsun demek düşer... Ama şunu da söylemek isterim: Hayatta bir türlü öğrenemediğim, bazı hesap kitap işlerinden anlamamak. Okulumda da aynı hesap kitap yapmaktan  anlamayan biri var. Demek ki birbirimize bakarak kararmışız. Bu da bizim beceriksizliğimiz.

Hakimin mahkemede verdiği karara kızarız, hakemin sahada verdiği karara köpürürüz. Adalet ve hakkaniyette insan beğenmeyiz kendimizden başka.

Hiç başkasına kızmayalım öğretmenim. Bütün kızdıklarımız bizim eserimiz... Önce kendimize bakalım; kendi önümüzü, kendi içimizi temizleyelim...13.04.2016