30 Aralık 2024 Pazartesi

Bir Başarı Hikayesi (2)

4-5 yıllık sıra arkadaşlığının ardından lise bitince yollarımız ayrıldı. O açık öğretim okumayı tercih etti, bana ise Kayseri yolu görünmüştü.

O açık öğretimle birlikte tavuk çiftliği olan babasının işlerini yürüttü. Ben ise Kayseri'de iki yıl okudum. Okurken de zaman zaman Talas'a giderek iş buldukça inşaatlarda çalışırdım. Çalışmaya mecburdum. Çünkü paraya ihtiyacım vardı. Memleketten para gelmezdi. Nasıl göndersinler. Çünkü evde yok ki bana göndersinler. Kredi yurtlardan üç ayda bir 18 bin lira alırdım. O da çok sembolik bir para idi. Bir aylık ihtiyacımı bile karşılamazdı. Bir de Bekir Doğanay sayesinde Türk Anadolu Vakfı burs veridi. Miktarını hatırlamıyorum ama üç aylık krediden daha iyiydi bildiğim kadarıyla.

Kayseri'de iken şimdilerde Kayseri Öğrenci Yurdu olan Talas Erkek Öğrenci Yurdunda kalırdım. ASTAŞ diye bir yemek firması yemek getirirdi yurda. Herkes her akşam değişik yemek yerken ben fiyatı uygun diye her gün ya nohut ya da kuru yerdim. O kadar çok yemişim ki bu iki yemekten bıkıp usanmışım. Evlendikten sonra uzun yıllar kuru ve nohut yahni yemedim.

Bir gün okul dönüşü girişteki cama iliştirilmiş nota baktım. İsmime yer verilmiş, açıklama kısmına da havale yazmışlardı. Yanlışlık olmalı. Kim bana havale gönderecekti. Havaleyi istedim görevliden. Kimden diye baktım. Bu arkadaştandı not. Benim için iyi bir paraydı. Sevinçten gözlerim yaşardı.

87-88 yılında evlerine gidip ziyaret etmiştim. Bu vesileyle babasını da tanıma imkanım oldu. Hatta giderken hediye olarak Rasim Özdenören'in yeni çıkan "Ruhun Malzemeleri" isimli kitabını da hediye olarak götürmüştüm. Rahmetli babası, "Çok teşekkür ederim. Ben bu kitabı okumam. Tam sana göre bu kitap. Aldım kabul ettim. Benim yerime sen oku" deyip kitabı bana geri verdi.

Aslında babası ile ilk tanışmam değildi. İlk defa lisede yurtta kalırken yurda gelmişti bir akşam. Arkadaşı sormaya gelmiş, “evde değil, nerede biliyor musun” diye. Gelmedi yanıma demiştim. “Başka kime gidebilir” diye sordu. Bir arkadaşın evini biliyordum. Onların evine gidip arkadaşı sormuştuk. Yoktu.

Sonrasında neredeydin diye sorduğumda, aklımda kaldığı kadarıyla otelde kaldım demişti. İkinci taziyeye gittiğimde bu konu açılınca, “ne oteli. O zaman otogarda sabahladım demişti. Evi terk edecek kadar artık aralarında ne olduysa. Yine taziyede söz babasından açılınca, pek konuşmadı. Sadece "Babam gaddar biriydi" demekle yetindi.

Üniversitede iken ev ziyaretime tekrar dönersem, babası fazlasıyla ilgi gösterdi bana. Babamın geçimini sordu. Çiftçilik yapıyor, inşaat olursa çalışıyor dedim. Kaç dönüm tarlamız olduğunu sordu. Sanırım 7 dönüm demiştim. Bu iş ve parayla geçinilmez. Okulu nasıl okuduğumu, gurbette nasıl geçindiğimi sordu. Kredi, bir de Anadolu Vakfından burs alıyorum dedim. Miktarlarını sordu. Bunlarla da geçinilmez dedi.

Laf lafı açtı. Yatay geçişe müracaat ettim. İnşallah SÜ'ye geçiş yapacağım dedim. Bana, yanlış anlama. Ben sana burs vermek istiyorum. Yalnız ben çarşıya çıkmam. Havale gönderemem. Madem Konya'ya gelecekmişsin. Bundan sonra her ay gelip benden 50 lira (50 bin de olabilir.) alacaksın dedi. Olmaz dedim ise de vebal verdirdi. Tamam dedim.

Sorgum bitmedi. Mevsim kış. Sen üşümüyor musun? Niye üzerinde pardösün yok dedi. Üşümüyorum. Üzerimdeki yeterli dedim.

Üzerimde de yazlığa benzer, kahverengi renkli, dar ve kısa ceketim olduğunu hatırlıyorum.

Sonra müsaade alıp gideceğimden, arkadaşıma benden habersiz söylemiş. “Çarşıya birlikte gidin. Pardösü ve kaşkol alın” diye. Olurdu, olmazdı, ben istemem dedim ise de arkadaşım beni bir mağazaya götürdü. Hangi mağaza olduğunu bilmiyorum. Bu arada ilk mağazaya girişim. Üzerime uygun güzel bir pardösü beğendi benim için. Boynuma da bir atkı.

Mahcup olsam da dünyalar benim olmuştu. Isınıvermiştim. İlk defa bir atkım ve pardösüm olmuştu. Kış boyunca hiç üzerimden çıkarmadım. Sonradan atkıyı düşürüp kaybetsem de pardösüyü uzun yıllar giydim. (Devam edecek) 

Bir Başarı Hikayesi (1)

Annesi vefat eden bir arkadaşın cenazesine katıldım. Birkaç gün sonrasında da taziyeye gittim.

İki üç gün sonra bir arkadaşla birlikte ikinci defa taziyeye gittiğimde, annesinin nasıl öldüğünden bahsetmiş ve ağlamıştı. Onu ilk defa ağlarken görmüştüm.

Annesi, hastane dönüşünde abdest alırken vefat etmiş. Sanırım beyin kanamasından olsa gerek.

Birkaç ay sonra sesini duymak için telefonla aradım.

Sesi iyi gelmiyordu.

Hayırdır, hasta mısın dedim.

Hasta değilim. Ama ben atlatamadım daha dedi.

Bir an için neyi atlatamadığını hatırlayamadım.

Sonra öğrendim ki annesinin vefatını atlatamamış.

İşe gidip gitmediğini sordum.

Gidiyorum ama öğleye kadar durup eve geçiyorum dedi.

Ömrünü işe adamış biri olarak bildiğim bu arkadaşın işine bile ara vermesini öğrenince, durumun ciddi olduğunu anladım. Ne diyeceğimi bilemedim. Annen senin her şeyin idi. Unutulması zor ama ölenle ölünmez. Hayatın cilvesi bu. Bu süreci atlatmak için işine yoğunlaş türünden bir şeyler söyledim.

Birkaç gün sonra yanına uğrayıp yüz yüze görüşeyim, destek olayım diye düşündüm.

Evde otururken arkadaşın bu hâletiruhiyesi beni etkiledi.

Yaşantısı gözümün önüne bir film şeridi gibi geldi:

İlk 1979 yılında orta 1.sınıfta okurken tanımıştım kendisini.

Çok asosyal olduğum yıllardı. Yanıma gelir benimle muhabbet ederdi.

Sonraki yıllar hukukumuz biraz daha ilerledi. Lise boyunca da aynı sırada sıra arkadaşı olduk.

İmkanı yerindeydi. Her zil çaldığında özellikle sabahki derslerin teneffüsünde kantine giderdi. Beni de yanında birlikte götürürdü. Olmaz dedimse de bensiz gitmezdi. Her defasında da çay ve tost alırdı. Sayesinde çokça tostunu yedim. Buram buram tüterdi tost. Yemesi de çok güzeldi. Mahcubiyetten, istemem, ben tokum desem de bayılırdım tosta. Nasıl bir tostsa, doyurmazdı beni. Yedikçe acıktırırdı.

Ben pek kantine gitmezdim. Çünkü cebimde harçlığım pek olmazdı. Ne kadar sevsem de yedikçe bıkmadan usanmadan zevk ve iştahla yesem de benim için tost yemek lüks kaçardı.

Çok nadir yemişimdir. Ama hem yurtta hem de okulda kantinin yakınından geçerken sucuklu tostun kokusu bana kadar gelir. Ah param olsa da bir yesem derdim.

Evlendikten sonra imkanım oldu. Bir tost makinesi aldım. Zaman zaman tost yaparım evde. Ama yediğim hiçbir tost öğrenci iken yediğim ve kokusunu aldığım tostun hazzını vermedi. Demek ki yoklukmuş o lezzeti veren bana. Varlıkmış eski tadı vermeyen bana.

Neyse arkadaşımın kesesine bereket. Sayesinde tost özlemimi giderdim.

Sınavlarda hiç kopya çekmişliğim yok. Ama yardım etmişliğim var. Çoğu meslek derslerinde yardım isterdi. Öğretmenler hep A ve B grubuna ayırırdı. Ben kendiminkini yapmadan onun cevaplarını kağıdımın üzerinde yazar, o da oradan yan gözüyle çekerdi. Bunu da her ziyaretine vardığımda tanıştırdığı insanlara anlatır, sayesinde şu şu dersleri geçerdim der. (Devam edecek) 

Ziyaret Kurallarım (!)

İktidar, ana muhalefet, muhalefet liderleri veya herhangi sade bir vatandaş,
1.Randevu almadan makamıma gelebilir.
2. Telefon açarak gelmek istediğini söyleyebilir. Burada "Müsait isen, ziyaret etmek isteriz" denmesi tercihimdir. Ayrıca sosyal medya paylaşımıyla yarın şu saatte şuraya gideceğim, açıklamasına gerek yok.
3. Ziyaretime gelirken çam sakızı çoban armağanı, bir hediye ile gelmeleri kalbimi fetheder. Zira beni fethetmenin yolu midemden geçer. Tablo istemiyorum. Çünkü ne yenir ne içilir. Bu yüzden tablo getirecek olan taş yerinde ağır sözü gereği, ağırlığını bilerek yerinde kalsın, bana gelmek için zahmet etmesin derim.
4.Odamda 4 koltuk var. Ziyaretime gelecek olan kendisi dahil, 4 kişi gelebilir. Savaşa gidecek bir ordu istemiyorum.
5. Kamera, mikrofon yasak. Çünkü bu soğukta dışarıda üşümelerini istemiyorum.
6. Ziyaretlerinde nezaketen "Ne alırsınız" derim. Bu soruda tüm seçenek çaydır. Ancak çay ikram ederim. Zira burası kafe veya kahvehane imiş gibi ben şunu isterim, bunu isterim istemem. Hele kahveye hiç sıcak bakmıyorum. Çünkü kimsenin kırk yıl kahrını çekemem.
7. Ziyaretin makbulü kısa olanıdır sözünü bilmem hatırlatmama gerek var mı? Odamda kalma süreniz çayımı içinceye kadardır.
8. Dışarı çıktıktan sonra mikrofonu görünce, içerideki nezaketi bırakıp seçmene mesaj vermeye kalkmayın. Çünkü resmi kurum mesaj verme yeri değildir.
9. Giderken de efendim, biz de bekleriz demenizi isterim. Zira nezaket bunu gerektirir. 30.12.2021
Not: Kılıçdaroğlu'nun TÜİK'i ziyaret etmek istemesi, bunu basın aracılığıyla duyurması, bu konunun gündem olması dolayısıyla ele alınmıştır. 

29 Aralık 2024 Pazar

Narin Davasının Düşündürdükleri

21 Ağustosta kaybolan 8 yaşındaki Narin, uzun bir arama sonucu 8 Eylülde bir derenin içinde cansız bedeni bulunmuştu.

Türkiye’yi 21 Ağustostan bugüne meşgul eden bu cinayet davası, nihayet 28 Aralık günü ilk mahkemenin verdiği kararla nihayete erdi.

Karara göre anneye, ağabeye ve amcaya ağırlaştırılmış müebbet verilirken, Narin’in cansız bedenini dereye gömen aile dışındaki kişiye ise 4 ay 6 ay ceza verildi.

Türkiye’yi dört aydır uğraştıran ve gündemden hiç düşmeyen bu vahşi cinayet davasının neticelenmesine sevindiğimi söylemeliyim. Her ne kadar bu davanın istinaf ve Yargıtay boyutu olsa da en azından gündemden düşecek.

Gerçek suçlular mı ceza aldı, daha başkaları da var mı, bu ilk karar İstinafta bozulup dava yeniden görülür mü, bekleyip göreceğiz.

Narin’i kendi emelleri uğruna cinayete götüren katillerin; anne, abi ve amca olması gerçekten üzücü. Çünkü annenin çocuğuna, abinin kardeşine, amcanın yeğenine bu cinayeti reva görmesini insanın akıl havsalası almıyor. Aile fertlerinin yaptığı bu kötülüğü düşman yapmaz.

Narin’in ilk kaybolması ve bulunması sürecini takip ettikten sonra yargılama sürecini takip etmedim. Buna ne yüreğim el verdi ne midem götürdü. Mahkemede zanlıların sık sık ifade değiştirmesi yargılamayı yılan hikayesine döndürdü. Çünkü olayın failleri kedinin fare ile oynaması gibi adalet mekanizmasıyla oynadı durdu.

Kararın gerekçesini bilmemekle beraber 8 yaşındaki masum bir çocuğun öldürülme gerekçesinin net bir şekilde ortaya konduğunu düşünmüyorum.

Mahkeme bu sanıklara ceza verirken cinayetin yanında adaleti yanıltma, mahkemeyi oyalama yönünden de bunlara ayrı ceza vermeliydi.

Cesedi dere içine gömüp adaleti yanılan kişiye verilen 4 yıl 6 aylık cezayı az bulduğumu söylemeliyim. Üstelik bu ceza infaz yasasına göre bu ceza, ceza bile sayılmaz. Çünkü bizde bu ceza ve infaz çok garip. Bilmem yarısını yatıyor, yattığı her gün üç gün sayılıyor. Ceza düşük olduğu için belli yılın altındaki cezalar için yatılmıyor bile.

Hoş, ne kadar ceza alsalar da bu cezalar Narin’i geri getirmeyecek. Daha çocukluğunu yaşamadan maalesef aramızdan ayrıldı gitti.

Bir de aile içindeki bu cinayet, çocuklarımızı kime emanet edip edemeyeceğimizi de göstermesi bakımından manidar. Katil; anne, abi ve amca ise ve bunlar bu cinayeti işliyorsa bu çocuklar kime emanet edilecek?

Her yaşı geleni evlendirip çoluk çocuğa kavuşturmayı da masaya yatırmamız gerek. Böyle psikopat türü kişilerin evlendirilmelerinin bile önüne geçilmesi lazım.

Ağabeyi ve amcayı geçtim. Bir anne dokuz ay karnında taşıdığı çocuğuna bunu nasıl yapar? Böyle gaddar ve merhametsiz bir anne olabilir mi? Sonra da hiçbir şey yapmamış gibi nasıl timsah gözyaşları döker?

Hasılı bu cinayet davası erken veya geç bir gün nihayete erecek ama bu gizemli cinayet belleklerden hiç silinmeyecek. Ateş düştüğü yeri yakar diyeceğim ama ateşi evin içine salanlar ailenin fertleri.

Nasıl Anılmak İstersiniz?

Acısıyla tatlısıyla hayat acıdır. Hayatın acılarından biri de ölüm gerçeği.

İyi tanıdığım birinin ölüm haberini aldım bu gece.

Sevip saydığım, değer verdiğim, iyi niyetinden ve samimiyetinden şüphe etmediğim biri idi.

Uzun yıllar aynı okulda öğretmenlik yaptı. Öğrenci yurdunda da belletmenlik. Kaç neslin yetişmesinde pay sahibi.

İsterdim ki birkaç neslin yetişmesinde rol alan bu kişinin şiddet yerine sevgiyi esas almasıydı.

Emekli olduktan sonra hafız olan, aynı zamanda bir cemaatin hatırı sayılır kişilerinden olan bu hocamızın son günleri nasıl geçti bilmiyorum ama güvendiğim birinin, onun hakkında söylediği şu söz uçmaya başladığının işareti idi. Demiş ki “Bizim evimizin bulaşıklarını melekler yıkıyor”. Olur mu böyle şey? Demek ki inandırmış buna kendisini.

Yukarıda dediğim gibi iyi niyetinden şüphe etmediğimiz bu hocamız, elinde sopası eksik olmayan biri idi. Öyle zannediyorum, öğrencisi olup da dayağını yemeyen yoktur. Varsa da bir elin parmaklarını geçmez.

Yurda geç geldin, döverdi.

Abdesti geç aldın, döverdi.

Sabah yataktan geç kalktın, döverdi.

Ezberini yapmadın döverdi.

Yaramazlık yaptın, döverdi.

Okula gitmedin, döverdi.

Dua okumadın, döverdi.

Hiçbir suçun yoksa bile yanından geçerken, sopası baldırlarını öperdi.

Vururken sopa kafana mı gelir, koluna mı, ayağına mı fark etmezdi.

Severken de döverdi, yererken de.

Böyle yaparak içindeki fırtınayı mı dindirirdi bilinmez.

Belki de dayak cennetten çıkma sözünü düstur edinmişti.

Ama iyi niyetli görsem de tüm bu iyi niyetini yok eden bu şiddet yönü, öyle zannediyorum, tek sermayesi idi. Çünkü kendisi dayakla büyüyen, eline imkan geçince dayak uygular. Geçmiş hocalardan talebelerine, talebelerinden de öğrencilerine tevarüs eden bir miras bu.

Bu yaşımda şunu öğrendim ki şiddet gören, gördüğü şiddetten ve şiddet uygulayandan ne kadar nefret etse de şiddet uygular. Açıkçası bir zaaf belirtisidir.

Bu toplumun şiddet yanlısı olmasının temelinde, gördüğümüz ya da üzerimizde uygulanan şiddet yatar.

Uygulanan bu şiddet orada kalmıyor. Hayatı boyunca kişiyle yaşıyor. Çünkü şiddet insanın kişiliğine işliyor. Bu kişilik; boynu büküklük, özgüveni eksikliği, eziklik şeklinde kişiyi gölgesi gibi takip eder. Yani kişiyi kişilikten ediyor.

Yedi sene boyunca sadece bir yarım gün okula gidemediğim için kendisinden iki sopa yemiş olsam da başkasının üzerinde uyguladığı çok dayağına şahit oldum. İki sopasıyla kurtulan ender kişilerdendim. Benimle aynı suçu işleyen arkadaşım ise bir araba dolusu sopasını yemişti de ona kızgınlığından abdestsiz yatsı namazı kılmıştı. Namaz boyunca içinden dua ve süre yerine küfür ettiğini söylemişti. Namaza gidecek çocuk namaz öncesi dövülür müydü? Dövülecekse de herkesin içinde alenen dövülür müydü? Hiç mi 15-16 yaşındaki bir öğrencinin onuru düşünülmezdi. Öyle kafasına, koluna, bacağına her nereye gelirse vurulur muydu? Suçu neydi sonra bu arkadaşın? 20 gün özürsüz devamsızlık hakkı olduğu bir öğrencinin yarım gün devamsızlık yapmasıydı. Sonra anası mıydı, babası mıydı, velisi miydi? Kim ona, eti senin, kemiği benim demişti? Dense de böyle mi yapılmalıydı?

Bir defasında bir lise öğrencisi ile yemekhanede herkesin önünde sanki iki lise öğrencisi gibi birbirlerine vurmuşlardı. Öğrenci altına almıştı. Sebep her ne ise bir hoca kendisini bu duruma düşürmemeliydi.

Ben görmedim ama birinin boynuna vurmuş galiba. Hayatı boyunca boynunu döndürememiş. Sakat kalmış.

Hasılı hocamız vefatıyla çok dua alanlardan. Çünkü seveni çok. İçlerinde dayağını yediği halde ardından hayır dua edenleri var. Ama bir o kadar da okuldan soğuttu, okulu bıraktım, okuldan başka okula onun yüzünden nakil gittim, beni şöyle, böyle dövdü deyip hakkını helal etmeyen de çok.

Keşke bu hocamızın ismi geçince insanların aklına ilk dayağı gelmeseydi. Dayakla anılacağına, sevgi ve merhametin timsali olarak görülseydi. Kendisine bir kırgınlığım ve kızgınlığım olmasa da hocamızın böyle anılmasını çok temenni ederdim. Keşke dinin sevgisini verseydi. Ezber bir şekilde yapılırdı. Kendisi nasıl emekli olduktan sonra azmedip hafız olduysa, zamanında sevgi tohumları ekseydi, belki de öğrenci iken ezber yapmamak için direnen nice öğrencileri kendisi gibi sonradan hafız olurdu.

Sonradan attığı dayaklardan dolayı pişmanlık duymuş mudur, bunu birilerine keşke yapmasaydım demiş midir bilmiyorum. Eğer özeleştiri yapıp pişmanlık duymuşsa tüm bu yaptıklarına karşılık yine de takdiri hak ediyor. Çünkü bazıları yıllar sonra bu itirafı yapıyor. Bazıları ise dövmeseydim, okumazdınız diyerek hala burnundan kıl aldırmıyor.

Anlatmak istediğim eğitimcinin yol yordam bilmesi, usul ve adap bilmesi. Değilse sınıfta işi yok. Okul kapısından içeri girdirilmemeli. İstersen allameicihan olsun.

Bana bugün bilgi mi sevgi mi dense sevgi derim. 

Bu dünyadan ayrılırken hakkınızdan bahsedilirken dayakla mı anılmak istersiniz yoksa kubbe de hoş bir seda mı bırakmak istersiniz? 

Hasılı, hocamız hatasıyla sevabıyla geldi geçti. Bu vesileyle ona rahmet diliyorum.

28 Aralık 2024 Cumartesi

Bahanecilerin Dünyası *

Futbol, siyaset, ticaret, eğitim ve öğretim, iş veya hayatın her alanında işi kuralına göre yapıp başarılı olanlar var. Bir de başarılı olamayanlar var.

Başarılı olanlar için vardıkları hedef, nihai hedef değildir. Savsaklamadıkları müddetçe yolları açıktır ve hiçbir zaman başarıya doymazlar. Başarı üstüne başarı gösterirler.

Bir de başarılı olup bir müddet sonra tökezleyenler var. Bunlar nerede hata yaptım deyip yaptıklarını bir güzel analiz ederler. Aynı hatayı yapmayarak eski başarı çıtasını tekrar yakalarlar.

Hem başarılı olanlar hem başarılı olduktan sonra tökezleyip yanlışlarıyla yüzleşerek tekrar düze çıkanlara bu başarıyı getiren etmen, yaptıkları hatayı kendilerinde bulmaları, hata ve yanlışlarını düzeltmeleridir. Bunda bahane ve gerekçelerin arkasına sığınmama yatar. Başkasının ne yaptığı bunları pek ilgilendirmez. Çünkü bunlar kendilerinden sorumludur. Başarı da kendilerinin eseridir, başarısızlık da. Bunlar takdiri hak eden kişilerdir.

Bir de başarılı olamayıp kendilerine bakmayarak hata ve yanlışlarıyla yüzleşmeyenler var. Bunların başarılı olma gibi bir niyetleri yok. İşleri, güçleri ve tüm zamanları bahane üretme, gerekçe bulma, mazeretin arkasına sığınmaktır. Kendi işlerine odaklanacakları yerde rakiplerine bakarlar. Rakiplerinin başarısını küçümsemeye, onların başarısını gölgelemeye çalışırlar. Gerçek başarının kendilerinin başarısı olduğunu yaymaya, bu konuda taraftar bulmaya odaklanırlar. Nerede hata yapıyoruz diye kendileriyle hiç yüzleşmezler. Çünkü şımarıklıkları, hasetleri, hazımsızlıkları buna müsaade etmez. Hep rakiplerinin korunup kollandığını, kendilerine ise haksızlık yapıldığını her platformda dillendirirler. Bunu yaparken ne yorulurlar ne üşenirler ne de utanırlar.

Bu şekil mazeret ve kılıf üretmek suretiyle gerçeklerin üzerini örtmeyi marifet bilirler.

Bükemedikleri eli asla öpmezler. Onların başarısını takdir etmezler.

Başarısız oldukça hırçınlaşırlar, çirkinleşirler.

Bunlara dense ki Allah'tan öyle bir şey isteyin ki Hak Teala istediğinizi verecek. Yalnız rakibinize iki katını verecek. Bunlar düşünürler, taşınırlar: "Ya Rabbi, bir gözümüzü kör et" derler. Böyle derken rakiplerini iki gözünün kör olmasını, kendileri gözün birinden olup diğeriyle yaşamayı murat ediyorlar.

Halbuki şu bir gerçek ki her şeylerini rakiplerine göre ayarlamak, hep rakiplerine bakmak yerine kendilerine baksalar, kendi işlerine yoğunlaşsalar, başarı için odaklansalar, başarı kriterlerini yerine getirseler şimdiye kadar çoktan başarılı olup rakiplerini sollayıp geçerlerdi.

Bilsinler ki hep mazeret ve gerekçe üretmek;

Topu taca atmaktır.

Gülünç duruma düşmektir.

Yine başarısız olacağım demektir.

Başarısızlık benim karakterimdir demektir.

Başarısızlıklarını gölgelemek demektir.

Bükemedikleri bileğin başarısını kıskanmak, başarılarına gölge düşürmek demektir.

Külliyen haset etmek demektir.

Tüm bu yaptıklarının haset olduğunu bilmemektir ve bunun haset olduğunu kabul etmemektir.

Tüm işleri ortamı germekten ibarettir.

Huzur vermezler, huzur kaçırırlar.

Kısaca acınası tiplerdir bunlar. Ama acımaya değmez. Zira bile isteyerek kendilerini bu hale getirenlere acınmaz.

*08.01.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Belediyeler Ayrı Birer Cumhuriyet midir?

Bu yazımda belediyeleri ele alacağım. Yazıda belediyelerin;
Sık sık başvurduğu ve yap boz, boz yap kaldırım ve tretuvar hizmetine değinmeyeceğim.
Kavşak düzenlemesini yaptıktan birkaç ay sonra aynı kavşağı tekrar düzenlediği üzerinde de durmayacağım.
Suya sessiz sedasız zam yapmasını, su zammını otomatiğe bağlamasını, yapılan zamlarla faturaya yansıyan su fiyatlarının elektrik bedelini sollayıp geçtiğinden bahsetmeyeceğim.
Sosyal belediyecilik adı altında sosyal kültürel etkinlik yapacağım diye olur olmaz etkinliklere yer verdiğine, milletin parasını çarçur ettiğine değinmeyeceğim.
Fahiş fiyata sanatçı getirip sahneye çıkarılan sanatçılara yüklü ödemeler yaptıklarını da ele almayacağım.
Vatandaşa uygun yemek vereceğim diye lokanta açıp zararına yemek vermesinden de geçtim.
Devlete olan SGK prim borçlarını zamanında yatırmayıp başka alanlara para aktarmaya kalkmalarını da konu edinmeyeceğim. Zaten ele alsam da anlaşılacak bir konu değil. Çünkü devletin kurumlarının devlete borç takmasını hiç anlamıyorum. Alacaklı da borcunu nasıl tahsil edeceğinin yolunu bilmiyormuş gibi ekranlarda borçlu belediyelerden bahsetmesini de hiç anlamıyorum. Çünkü bildiğim kadarıyla belediyeler aylık İller Bankasından para alıyor. Borcunu tahsil etmek isteyen devlet önce alacağını keser, kalan parayı belediyeye aktarır. Böylece borçlu belediye de kalmaz. Devlet de alacaklı olmaz. Kimse de bunu siyasi malzeme olarak kullanmaz.
Biz yine belediyelerin hangi hususları üzerine yazmayacağım konusuna dönelim.
Belediyelerin huzur hakkı adı altında şube müdürlerine, daire başkanlarına aylık para ve imkan vermesini de ele almayacağım.
Belediyelerin devletin farklı kurumlarına sponsor olarak onların otel ve yemek masraflarını çekmesi üzerinde de durmayacağım.
Çocukları namaza başlatmak, onlara bana alışkanlığı vermek üzere belli yaş grubunu teşvik etmek amacıyla bisiklet, laptop türü hediye vermesini de ele almayacağım.
Vakıf ve cemaatlerin düzenledikleri yarışmalarda sınavda sorumlu tuttukları kitabı belediyenin matbaasından veya belediye kaynağı ile basılması, yarışmada dereceye girenlerin hediyelerini temin etmesi üzerinde de durmayacağım.
Belediyelerin normalinden fazla işçi, memur, taşeron eleman çalıştırmasından da bahsetmeyeceğim.
Belediyelerde belediye el değiştirince veya aynı partinin farklı adayı başkan olunca belediye çalışanlarını aşağıdan yukarıya hallaç pamuğu gibi sallamasını da es geçeceğim.
İşçi memur duyurusu yapılmadan el altından işçi, memur, sözleşmeli eleman, açıktan atama yapmaları da konum değil.
Belediye ihalelerinin belirli ellere ihale edilmesini de ele almayacağım.
Kışın kar yağınca çoğu belediyenin sınıfta kaldığı üzerinde de durmayacağım.
O değil, bu değil, neyi ele alacaksın derseniz, sadede geleyim.
Belediyeler (belki de hepsi) EYT ile emekliliği hak eden işçi ve memuru emekliliğe zorluyor. 60 yaşına gelenlere emekli olun baskısı yapıyor. Niye böyle yapıyor? Eleman mı fazla da sayıyı azaltıp daha az elemanla yoluna devam edecek? Eğer böyleyse tasarruf yapacaklar derim. Hepsini tebrik ederim. Yalnız EYT'si gelenleri gönderelim de yerlerine yenisini alalım, böylece istihdam sağlamış oluruz, söz verdiklerimizin çocuklarını işe alırız diye bu yola giriyorlarsa bilsinler ki bu yaptıkları ihanetten başka bir şey değil. Devlete artı bir yüktür bu. Çünkü hem emekli olan emekli maaşı alacak, yerine alınana da maaş ödenecek.
Eğer böyleyse devletin SGK'sinin köküne kibrit suyu dökmüş olurlar. Çünkü 2024 sonu itibariyle bu ülkedeki emekli sayısı 18 milyona ulaştı. Sayı bu kadar çok olunca devlet emeklisine yeterince imkan sunamıyor. Durum bu iken bu sayıyı daha da çoğaltmak, ülkesini düşünen, ülkeye hizmeti düstur edinmiş siyaset erbabına bu yakışmaz. Kendi elimizle devletin altını oymak demektir bu. Seçim öncesi, bu sayede ne kadar kişiyi istihdam edersek kar mantığı, ülkeyi düşünmek değil, kendini düşünmektir. Bırakın çalışmak isteyen, işinde verimli olan emekli olmasın. Çünkü ne kadar geç emeklilik ülkenin hayrınadır. Yoksa siz bu ülkenin hayrını düşünmüyorsunuz da biz mi bu ana kadar bilmiyorduk? Yoksa siz belediyeler (istisnalar hariç) bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti'nden ayrı bir cumhuriyetsiniz de bizim mi haberimiz yok?