5 Aralık 2024 Perşembe

Kırk Katır mı Kırk Satır mı? *

Savaşlardan elde edilen, çarşı ve pazarlarda alınıp satılan köleler dönemi vardı. İnsan mal gibi alınır satılır mı, bir insan özgürlüğünden mahrum bırakılır mı diye eleştirirdim.

Eleştirdiğim bu dönemde köleler efendilerinin hizmetlerinde olur, özgürlüğü olmaz, gelecekleri efendilerinin iki dudağının arasındaydı. Efendisi onu ister tutar ister satar ister döver ister cezalandırırdı.

Eski köleliğin belki de en iyi yanı, kölenin yemesi, içmesi ve barınması efendisine aitti. Kölenin en büyük hayali, bir gün özgür olup her işine koşturarak bir köleye sahip olmak idi. Başka efendisine hizmeti dışında bir meşgalesi, yarın korkusu, geçim endişesi yoktu.

Dünyada bu tür kölelik kalktı. Çünkü köleler hürriyetine kavuştu. Efendiler de aylıkçı veya yevmiyeci tutmak suretiyle işlerini yürütüyor.

Günümüzde ise herkes özgür. İster kendi işini kuruyor ister bir başkasının işinde maaş artı sigortalı çalışıyor. Her çalışan mesai bitimi evinin yolunu tutuyor. Geceyi evinde eşi ve çocuklarıyla geçiriyor. Haftada bir veya iki gün tatil yapıyor. Çalışıp didindikten sonra günü geliyor, emekli oluyor. Emekli olduktan sonra isterse tekrar çalışmaya devam ediyor.

Çalışanların büyük çoğunluğu, özellikle özel sektörde çalışanlar asgari ücretten maaş alıyor. Bunların çoğu emekli olduktan sonra yine çalışmaya devam ediyor. Çünkü yetmiyor aldıkları. Kendisinin dışında eşi ve çocukları da çalışıyor. Zira aldığı maaş günümüzde ev kirasını karşılamıyor. Bir de çalışma takati kalmadığı halde asgari ücretin altında en düşük seviyede maaş alan emekliler var. Sağ da solda biraz birikintisi veya ek geliri yoksa hepsi geçim gailesi yaşıyor. Zira ay sonunu getiremiyor. 

Hasılı, eskinin köleliği kalksa da günümüzde kölelik modern bir şekilde devam ediyor.

Şimdi arkaya yaslanıp düşünelim. Tercih hakkımız olsa eski veya modern kölelikten birini seçin dense, tercihimiz hangisi olur? 

Adı üzerinde kölelik. Hem yüzü hem de adı soğuk. Köleliğin hiçbir türü tercih edilmez ise de kazancı kendi kendine yetmeyen, sürekli borçla yaşayan, kirasını ödemede zorlanan, o kadar çalışıp didinmeye rağmen bir ev sahibi dahi olamayan, ay sonunu zor getiren, kredi kartının her ay asgarisini ödeyen, evde çoluk çocuk kim varsa hepsi çalışmak zorunda kalan, emekli olduktan sonra insanca yaşayabileceği bir maaştan mahrum kalan insanlar için eski tür kölelik tercihi daha masum geliyor. Çünkü günümüz modern köleliği daha acımasız.

Ne dediğinin farkında mısın, kendinde misin demeyin. Zira çok iyi farkındayım ve ne dediğimi biliyorum. Çünkü eski tür kölelikte kölenin geçim gailesi yok. Fiş, fatura ödeme derdi yok. Kiralık ev arama ve kira ödeme derdi yok. Üst baş, yiyecek, barınma her şey efendiye ait. Bu tür köle akşam başını yastığa koyunca mışıl mışıl uyur. Halbuki günümüzde alınan asgari ücret ve en düşük seviyedeki emekli maaşı ile geçinmek mümkün değil. Geçim derdi olunca bunların akşam rahat uyumaları da mümkün değil.

Herhalde günümüz asgari ücretliye ve en düşük seviye maaşa talim edenlere dense ki size maaş vermeyeceğiz. Çalışacaksınız. Bunun karşılığında size maaş vermeyeceğiz. Kiranızı, mutfak masrafınızı ve her türlü giderinizi insanca yaşayabileceğiniz şekilde biz karşılayacağız dense herhalde asgari ücretten maaş alanlar bu teklifi havada kapar. En düşük seviye emekli maaşı alanlar da geçimimi sağlayın, maaş istemem der. 

Soruyu tekrar sorayım. Kırk katır mı kırk satır mı? Pardon, eski tür kölelik mi istersiniz, modern kölelik mi?

*09.12.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

MESEM'lere Devlet Teşviki

Zorunlu eğitimin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasıyla birlikte sanayi ve işyerlerinin çırak ve kalfa ihtiyacı had safhaya ulaşmıştı. Üzerine bir dört daha eklemek suretiyle zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılınca sanayi ve işyerlerinin ara eleman ihtiyacı iyice derinleşti. 

Ara eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla devlet MESEM'lere ve mesleki teknik ve Anadolu liselerine ağırlık verdi. Memleket meselesi demek suretiyle öğrenci ve velileri teşvik etti. Yeterli kayıt olmayınca işletmelere stajyer almaları karşılığında destek verdi. Bunun için işletmelere stajyer almaları konusunda çeşitli teşvikler sağladı. 2024 yılı için belirlenen staj ücreti 5.100,64 TL'dir. 12. sınıfta olan meslek lisesi öğrencileri için ise bu tutar 8.501,06 TL'dir.

Devletin bu teşviki yerinde. Hatta gecikmiş bir destek. Keşke hiç devlet desteğine ihtiyaç duymadan eskisi gibi çırak, kalfa yetiştirme geleneğimiz devam etseydi de bıçak gibi kesilen ara eleman ihtiyacı için teşvik ve destek vermek zorunda kalınmasaydı. En azından halihazırda stajyer öğrencilere verilen devlet desteği başka önemli alanlarda kullanılabilirdi. 

Sanayi ve işyerlerinin ara elemana ihtiyaç duyacağı hesap edilmeden, zorunlu eğitimi 8 ve 12 yıla çıkarma macerasına girdik. Ara eleman ihtiyacı had safhaya ulaşınca da üzerine para vererek kalfa ve usta yetiştirmeye kalktık. Kısaca bir zamanlar bir kuruş para harcamadan yetişen kalfa ve usta için bugün adeta servet harcıyoruz. Yazık ki yazık. Maalesef plansızlığımız paçadan akıyor. 

Bu kanayan yaraya kısaca dikkat çektikten sonra MESEM işleyişi ile ilgili bir başka hususa değineceğim. 

Görüştüğüm MESEM öğrencilerine, hangi işletmede çalıştıklarını sorarım zaman zaman. Başka soru da sorarım. Devletin verdiği maaş dışında çalıştığınız işyeri ilave para veriyor mu diye soruyorum. Devlet teşviki dışında patronun ilave para vermediğini söyleyen de var, ilave veriyor diyen de var. Çoğu çocuk, işletme bizim kendimizin. Babamın yanında çalışıyorum diyor. Bu şekilde yani babasına ait işyerinde çalışan MESEM öğrencisi azımsanmayacak kadar çok. 

Ne var bunda diyebilirsiniz. Bence de çocuğun ailesine ait işletmede çalışmasında bir sakınca yok. 

Merak ettiğim, babasının işyerinde çalışan MESEM öğrencileri de devlet teşvikinden yararlanıyor mu? Yararlanmıyorsa eyvallah diyeceğim. Şayet yararlanıyorsa yani kendi işyerinde çalışan MESEM öğrencisinin maaşını babası değil de yine devlet veriyorsa, işte buna eyvah diyeceğim. Çünkü ben bunu etik bulmam. Çocuğuna meslek öğreten, kendi işyerinin eleman ihtiyacını kendi çocuğuyla gideren bir baba, müsaade edelim de kendi çocuğuna babalık yapsın. Çocuğunun harçlığını ve haftalığını kendi versin. Devlet bu tür çalışanlara babalık yapmasın. Çünkü babanın yapmadığı babalığı devletin yapması olacak şey değil. Ben belki yanlış düşünüyorum ama bilin ki bu uygulana benim garibime gider. 

Bir diğer husus, devlet bazı alanlara teşvik verirken daha önce teşvik verdiği bazı alanlara teşvik vermeyi kaldırmış. Teşvik verince yanına stajyer alan çoğu işletme, teşvik kalkınca, devlet teşviki kaldırdı, seni işe alamam, elemana ihtiyaç yok diyormuş. Aldığı stajyerin parasını veren de haftalık beş yüz lira veriyormuş. Yani devletin 5.100 verdiği bir zamanda işletme, çalıştırdığına aylık 2 bin lira veriyormuş. Bu rakamı duyunca aha insafsızlar dedim. Gerçekten komik bir rakam. Öyle anlaşılıyor ki dün kalfa yok, çırağım yok diye sızlanan bu tür işletmeler bu konuda samimi değiller. 

4 Aralık 2024 Çarşamba

Protesto Neyinize Sizin?

Yapılan her şeyde bir hikmet varsa, 

Sizin adınıza her şeyi yapıyor, saçını süpürge ediyorsa, 

Gece gündüz koşturuyor, uyumuyorsa, 

İşgalci devleti protesto için miting yapıyorsa, 

İşgalci gücü her platformda eleştiriyor ve veryansın ediyorsa, 

Onların gözünün içine baka baka onlara terörist diyorsa,

Terör devletini sürekli gündemde tutuyorsa,

Siyonizm’e karşı yedi düvel ile mücadele ediyorsa,

Tüm bunları ve daha fazlasını sizin adınıza yapıyorsa...

Tüm bunları takdir etmeniz gerekiyorken size ne oluyor da protesto etmeye kalkıyorsunuz?

Sonra protesto neyinize sizin? 

Ne anlarsınız ayrıca siz protestodan? 

Bir protesto yapılacaksa sizin adınıza biz onu da yaparız. Nitekim yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır. 

Hakaret değil mi bu yaptığınız protesto? 

Halbuki takdir beklenirdi sizden. 

Yaşa, var ol demeniz gerekirken Siyonizm’in dili ve ağzı olmaya kalkıyorsunuz. 

Vah yazık size! Boyunuzdan utanın. 

Kalıbınıza yazık! 

İnsan sıkılır böyle yaparken. 

Hiç utanma ve sıkılma da mı olmaz insanda? 

Hakaret ettiniz de ne oldu? Boyladınız kodesi. 

Haydi kurtarın kendinizi bu dört duvardan. 

Bu daha iyi günleriniz. 

Sicilinize de işlenecek daha. 

İyi hal kağıdınız lekelenecek. 

Ne işe yaradı şimdi? 

Yazık değil mi size? 

Ağzı ve dili olduğunuz Siyonizm haydi sizi kurtarsın da göreyim. 

Bu yaptığınız da kulağınıza küpe olsun. 

Bundan sonra uslu uslu oturmayı bilin. 

Karışmayın bilmediğiniz işlere. 

Biz ne yapıyorsak en iyisini yaparız. Çünkü biliriz. Sizin adınıza düşünür, sizin adınıza yaparız. Çünkü biz her yolun olduğu gibi bu yolun da kitabını yazdık. 

3 Aralık 2024 Salı

Sigara ve MESEM

Sigara içiminde Türkiye'nin dünyada ilk sıralarda yer aldığını bilmeyenimiz yoktur. 
Sigara içenlerin çoğu, sağlık, maliyet ve başka gerekçelerle sigarayı bırakmaya çalışsa da sigaraya başlama yaşı bu ülkede gittikçe aşağıya doğru inmekte. 11 yaşındaki çocuklar bile sigara içmeye başlıyor. 
Diğer lise ve ortaokullarda okuyan, bir hedefi olan ve bu hedef doğrultusunda ilerleyen çocukların büyük çoğunluğunun sigara içtiğini sanmıyorum. Sanayi ve işyerlerinde çalışan, aynı zamanda MESEM (Mesleki Eğitim Merkezi) adı verilen okullarda haftada bir gün okula gelen lise öğrencilerinin kahir ekseriyeti maalesef sigara içiyor. Neredeyse içmeyen yok gibi. Kız öğrencisi de içiyor, erkek öğrencisi de. Başı örtülüsü de içiyor, başı açığı da 9.sınıf öğrencisi de son sınıf öğrencisi de. 
Son yıllarda her üründe olduğu gibi sigaralara da büyük zamlar geldi. Bu zammın altından kalkamayan büyüklerin çoğu tütün içmeye yönelirken bu MESEM öğrencileri içerisinde tütün içen neredeyse yok gibi. Hepsi kaliteli ve pahalı sigara içiyor. Nasılsa devlet destekli bir işte çalışıyorlar. Ailelerinden görmedikleri harçlığı devlet veriyor. Bu yüzden de sigaraya verdikleri para onlara dokunmuyor. 
Devlet desteğinden dolayı her geçen gün öğrencisi artan MESEM öğrencilerine yeni öğrenciler katıldıkça, öyle zannediyorum sigara ve tütün içiminde açık ara önde olacağız. Çünkü aşağıdan dip dalga geliyor. 
Anlamadığım, 18 yaşın altındaki bu çocuklar bu sigaraları market ve bakkallardan nasıl alabiliyor? Çünkü bildiğim kadarıyla 4207 sayılı Kanunun 194.maddesinde, "18 yaşın altındakilere sigara satanlara 6 aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” yazmaktadır. Kanunun bu maddesi hala yürürlükte iken bu çocuklar bu sigara paketlerini nasıl satın alabiliyor, bakkal ve market bunlara nasıl satış yapabiliyor?
Herhalde bu çocuklara sigarasını anne babaları almıyordur. Ayrıca bunu kaç anne baba yapar? Öyle zannediyorum, ceza kanununun bu ağır yaptırımına rağmen çocuklar rahatça sigara almaya gidiyor, esnaf da çekinmeden satış yapıyor. Yani kimsenin yasağı dinlediği yok. Çünkü kanunun ilgili maddesi uygulanmıyor. Bugüne kadar da 18 yaş altına sigara sattığı için yargılanan ve hapis cezası alan bir işletme duymadım. 
Merak ediyorum, kanun yapıcı, uygulamayacağı, takip ve denetimini yaptıramayacağı böyle cezayı kanuna niçin koyar? Yürütme niçin görevini yapmaz? Bu ülkenin en büyük sorunu da budur zaten. Çünkü her şeyin kanunu, yönetmeliği var, hepsine ceza müeyyide var. Fakat uygulanmıyor. O zaman ne anladık bu işten. Kanunlar laf olsun, dostlar alışverişte görsün diye mi çıkarılıyor? 
Elbette bu işler yasakla, cezayla sonuç alınacak şeyler değil. Yaşı uygun olsun veya olmasın, sigara içen, içmeyi kafaya koyan bir şekilde bu sigarayı alır ve içer. Yine de Kanunun ilgili maddesinin tavizsiz uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Şayet uygulama imkanı yoksa bu konuda zaaf gösterilecekse, kanun koyucunun yapacağı, ilgili kanundaki uygulanmayan müeyyideyi kaldırmaktır. Çünkü devlet olmanın gereği, koyduğu kuralı uygulamaktan geçer. Ki devlet ciddiyeti bunu gerektirir. 

Yeni Bir Vekalet Savaşı mı? *

2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı sonucunda Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda. 

Ülkenin bir tarafı ABD destekli YPG'nin kontrolünde. Şam ve civarı Rusya ve İran destekli Beşşar Esad yönetiminde. Bir kısmında ise Türkiye var. 

Üçe bölünmek suretiyle ülkenin istikrarsız hale getirilmesi yetmezmiş gibi HTŞ liderliğinde muhalif gruplar harekete geçti. Halep şehrini aldı. Bu örgüt sadece Halep ile yetineceğe de benzemiyor. Başka şehirleri de almak için ilerleyişini sürdürüyor. Şimdi ilerleyişini Hama'ya yöneltmiş durumda. 

İdlip, Halep, Tel Rifat vb. yerler HTŞ'nin elinde kalırsa Suriye fiilen dörde bölünmüş olacak. 

Görünen o ki Suriye'nin mevcut trajik durumu yeterli görülmemiş olmalı ki HTŞ'nin harekete geçmesiyle Suriye'de kartlar yeniden karılmaya başlandı. 

Suriye'de ne olup bittiğini anlamadan ülke olarak kutuplaşmak suretiyle Suriye üzerine yazıp çiziyoruz. 

Bir kısmımız bugün HTŞ'ye geçen şehirlere bir müddet sonra YPG'nin yerleşebileceği endişesini dile getiriyor. 

Bir kısmımız HTŞ'nin daha önce el-Nusra örgütünün isim değiştirmiş şekli olduğunu, bunun da el-Kaide demek anlamına geldiğini, HTŞ'nin tek gruptan değil, içinde birçok muhalif grubu barındırdığını, bunlara güvenilemeyeceğini söylüyor. 

Bir kısmımız HTŞ'nin arkasında ABD, İsrail ve Türkiye'nin olduğunu belirtiyor. 

Bir kısmımız HTŞ'nin Türkiye'ye yakın olduğunu dile getirerek Halep alındı, yani bizim oldu sevinç halini yaşıyor. 

Şu var ki HTŞ'nin harekete geçmesinde, Esad'ın zayıflığının, İran'ın geri durmasının, Rusya'nın Ukrayna’ya ağırlık vermesinin etkili olduğu görülüyor. Yani HTŞ veya HTŞ'ye destek verenlerin bu atmosferi gözettiği anlaşılıyor. 

HTŞ'nin hızlı ilerleyişi ne kadar sürer, nereleri alır, HTŞ aldığı yerlerde kalıcı olur mu? İçinde birçok yapıyı barındıran HTŞ, bu alınan yerlerde anlaşabilir mi? İleride birbirlerine girer mi? HTŞ'nin bu ilerleyişi Türkiye'nin lehine olur mu? Tüm bunları zaman gösterecek. 

Son günlerde Suriye'deki bu sıcak gelişmeler ümit ediyorum ki Türkiye'nin lehine olur temennisinde bulunuyorum. Yalnız HTŞ'nin bu hızlı ilerleyişini Suriye iç savaşının çıktığı ilk zamanlardaki IŞİD'in ilerleyişine benzetiyorum. Bu örgüt de hızlıca Suriye'nin birçok yerine sahip olmuş, hatta Irak-Şam İslam devletini kurmuş. Sonra IŞİD aldığı tüm yerleri ABD destekli YPG'ye bırakarak kayboldu. Endişem HTŞ'nin aldığı yerleri YPG'ye bırakacağı yönde. 
Hasılı Suriye’de yeniden karılan bu kartla neyin hedeflediğini zaman gösterecek. Şu var ki Suriye’de 2011 yılından bu yana Suriye’nin içindeki değişik örgütler, ABD adına bir vekalet savaşı verdiyse, bu son kartla da yine aynı amaca hizmet edildiğini düşünüyorum. İnşallah bu endişem yersiz çıkar. Sonuç olarak Halep’i aldık sevinci bir hayalden ibaret kalacağa benziyor. Boşu boşuna hayal kurmayalım.

*06.12.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

1 Aralık 2024 Pazar

Fulbolda Yapı Varmış Meğer

Türkiye Süper Liginde yapı var diyenler oluşturdukları algı ile nasıl yapı olduklarını ve yapının kim olduğunu GS-Eyüpspor ile göstermiş oldular.

Günler öncesinden başlamışlardı. Neymiş de Eyüpspor başkanı GS'li, teknik direktörleri Arda da GS'li. Bu maçta yatacaklar. Bak sana Eyüpspor'un kaç futbolcusu GS maçında oynamamak için kart cezalısı oldu. İşte GS böyle şampiyon oluyor. Bu ve benzeri sözleri söylediler de söylediler.

Bu kadar yazılıp çizilenden, Türkiye Futbol Federasyonu da etkilenmiş olmalı ki perşembe akşamı deplasmanda maç yapmasına rağmen GS'nin, pazar günü oynayacağı maçı pazartesiye alınması yönündeki teklifini Federasyon reddetti. Halbuki aynı durumdaki FB'nin ve BJK'nin maçları pazartesi oynanıyor.

Bu psikoloji bu atmosfer bu baskı altında GS-Eyüpspor maçı oynandı. Eyüpspor Avrupa maçından yorgun argın gelmiş, zorlu bir rakibe karşı mücadele etmiş GS'yi evinde salladı. Bir puan alma başarısı göstererek şampiyonluğun en büyük adayı GS'ye iki puan kaybettirdi. GS kendi sahasında kaybettiği bu iki puanla belki de şampiyonluğu ezeli rakibi FB'ye kaptıracak.

Arda, takımı ve Eyüpspor başkanı, oynadıkları oyunla, biz GS'li olabiliriz, bir önceki maçta sarı kart cezalısı olabiliriz, takım olarak eksikliğimiz olabilir, biz GS'nin şampiyon olmasını gönlümüzden geçirsek de biz ayrı bir takımız, diyerek cümle aleme göstermiş oldular. 

Görünen o ki yapı var diyenler, bu yapı GS'yi koruyor diyenler, Eyüpspor'un başkanı ve teknik direktörü GS'li diyenler başarılı oldu. 

Bence futbolumuzda GS'yi koruyan bir yapı var diyenlerin kendilerinin yapı oldukları ortaya çıktı. Ki bu yapı Samsunspor maçında da çok yaygara kopardı. Başkanları GS’li diye bas bas bağırdı. Samsunspor maçında sonuç alamadılar ama Eyüpspor maçında sonuca gittiler. 

Artık bu maçtan sonra kimse futbolumuzda GS lehine bir yapı var demesin. Çünkü elleriyle hedef gösterenlerin kendisi yapının ta kendisi. Bu maç bile futbolun sahada oynanan oyundan ibaret olmadığını göstermiş oldu. 

Bu vesileyle Eyüpspor'u, başkanını ve teknik direktörünü tebrik ederim. Onurlarıyla çıkıp oynadılar ve tuttukları takımın yorgunluğundan faydalanarak şampiyonluk yolunda GS'ye büyük bir darbe vurdular.

Maçı izlemedim ama öyle zannediyorum GS de oynamamanın, maça asılmamanın, belki de nasılsa Arda bizim çocuğumuz diye düşünüp maça iyi hazırlanmamanın bir güzel özeleştirisini yapacaktır.

Buradan, bir yapı yokken iftira atanlara, Arda GS’nin eski futbolcusu, maçı verir diyenlere bir sözüm olsun. Bu ülkede az, biraz futbol ile ilgilenen ne kadar insanımız varsa kendi şehirlerinin takımları dışında dört büyüklerden birini tutar. Kimi FB’li kimi GS’li, kimi BJK’li kimi de TS’li. Anadolu takımlarında profesyonel top oynayan her oyuncunun en büyük hayali bu dört takımın birinde oynamaktır. Çoğu da bu emeline ulaşmıştır. Bu dört takımda oynayan futbolcuların başka Anadolu takımını çalıştırması kadar doğal bir şey olamaz. Maçı yöneten hakemlerin de gönlünde bir takım yatar.

Hasılı Anadolu takımını çalıştıran dört büyüklerin eski futbolcusunun oynadığı takımı tuttuğunu söylemesinde, hakemlerin hangi takımı tuttuğunun bilinmesinde bir sakınca yok. Burada sakınca, tuttuğu takımı koruyup kollamasında sakınca olur. Ki bir takımı tuttuğunu söyleyen hakem ve teknik direktör maç yönetiminde ve futbol oynatmada daha titiz olur. Kendini bilen, kendisine saygısı olan bunu yapar. Nitekim Arda bunu yaptı, Sivasspor’u çalıştıran teknik direktör Bülent de bunu yaptı. Ki olması gereken budur. 

Sebebi Nüzul ve Kader

Şimdiler bu tartışma olmasa da geçmişte Kur'an mahluk mudur, değil midir tartışması yapılmış. İş tartışma boyutunu da geçmiş, gücü kim ele geçirmişse, öbür görüşe hayatı zindan etmiş.

Kısaca Kur'an mahluk demek, Kur'an yaratılmış, yani ezeli değil, hadistir, sonradan yaratılmıştır demektir. Mahluk değil diyenler ise Kur'an ezeli ebedi de vardı, yaratılmadı demektir. 

Niyetim eski tartışmaları gündeme getirmek değil. Ki yeri ve zamanı da değil. Üstelik sonuç alacak bir tartışma da değil. 

Konuyu geçmişten günümüze tartışma konusu olan kadere daha doğrusu kader anlayışına getireceğim. Çünkü mahluktur/değildir tartışması bence kaderle ilgili olsa gerek. 

Kadere şimdilerde farklı anlamlar verilse de kader eskiden, "Allah'ın olup bitecekleri önceden yazması, zamanı gelince kaza olarak ortaya çıkması" şeklinde tarifi yapılırdı. 

Emeviler, öldürmek istediklerini, "Ben öldürmek istemiyorum ama senin kaderin benim elimle öldürülmek imiş. Yapacak bir şey yok. Ben masumum" anlamında anekdotlar anlatılır. Hatta bu yüzden Kaderiye mezhebinin ortaya çıktığı bir vakıa. 

Lise 1.sınıfta akait dersimize giren Rahmetli Zekai Kaplan kaderi bize şöyle açıklamıştı: "Bir sinemayı bir filmi gözünüzün önüne getirin. O filmdeki aktörler senaristin yazdığını oynar. Kendi iradeleri yok. Bizim senaristimiz de Allah'tır. Bizler de filmdeki oyuncular gibiyiz, olup bitenlere müdahalemiz yok" demişti. O günden bugüne yıllar geçti. İnşallah aklımda kalanları yanlış ifade etmiş olmam. 

Günümüzde bu anlayış değişse de alın yazın böyle imiş. Kaderin önüne geçilmez denir. 

Şimdilerde kader için ölçüdür. Allah evreni yaratırken her şeyi bir ölçüye göre yarattı. Kaderden kasıt ölçüdür. Kaderi iki şekilde anlamak lazım. İlki irademiz dışında gelişen kaderimiz. Bunlar, cinsiyetimiz, boy-pos, rengimiz, milliyet, ne zaman doğacağımız, anne ve babamızın kim olacağı. Bu tür kaderden sorumluluğumuz yok. İkincisi ise "Yapıp ettiklerimiz kaderimizdir. Çünkü herkes için yapıp ettikleri vardır" deniyor. Bu tür kader kişinin kendi özgür iradesiyle yapıp ettikleridir ve bundan sorumludur insan. 

Zekai Kaplan Hocamın örneklendirerek anlattığı kader, eskinin kader anlayışı olup başlı başına sorundur. Bu durumda insan yapıp ettiklerinden sorumlu olmamalı. 

Son güncel kader anlayışını kendime daha uygun buluyorum. 

Şimdi tekrar yazımın başında belirttiğim Kur'an mahluktur, değildir konusuna dönersem, aklıma sebebi nüzul geliyor. Malumunuz sebebi nüzul, Kur'an ayet ve sürelerinin bir sebebe binaen nazil olduğudur. Kur'an'da her ayetin sebebi nüzulünü bilemesek de çoğu ayetlerin sebebi nüzulü var. Bedir, Uhut, Hendek savaşlarından bahseden ayetler var. Müşriklerin ileri gelenlerinin kastedildiği ayetler var. Bir olay olduğunda, ardından o olayı açıklığa kavuşturan ayetlerin geldiği bir gerçek. 

Şimdi burada biraz beyin jimnastiği yapalım. Kur'an ezel ve ebette var idi ise sebebe binaen gelen ayetleri nasıl anlayacağız? Ki Kur'an yeryüzü semasına indirilmeden Levhi Mahfuz'da idi deniyor ayette. Kadir gecesinden itibaren peyderpey indirilmeye başlandı diye biliyoruz. 

Bu durumda kaderi nasıl anlamalıyız? Şayet Kur'an ezelden beri Levhi Mahfuz'da ise sonradan yaratılmamış demektir. O zaman sebebi nüzule binaen inen ayetlerden, olmuş olacak olanların daha önceden belirlediği anlamı çıkar ki bu durumda eskilerin kader tanım ve anlayışı daha doğru gibi görünüyor. Yani Mekke ve Medine döneminde olup bitenler daha önceden yazılmış, zamanı gelince ortaya çıkıyor anlamı ortaya çıkıyor. Bu durumda kadere müdahale yoktur, biz sadece oyuncuyuz, senaryosu daha önceden yazılmış anlamı çıkar. 

Siz bu konuda ne düşünürsünüz bilmem. Kur'an mahluktur, değildir tartışmasına da girmem. Yalnız son yıllardaki kader anlayışını daha makul gören biri olarak Kur'an ayetleri bir sebebe binaen geldiğine göre Kur'an mahluk anlayışı bana daha isabetli geliyor. 

Burada Allah olacakları daha önceden bildiği için daha önceden kayıt altına almış, bir müdahale söz konusu değil diyenlerimiz çıkar. Buna da eyvallah.

Bu konuda farklı fikri olan varsa, bunu bize serdederse bundan memnuniyet duyacağımı şimdiden belirtmek isterim.