1 Aralık 2024 Pazar

Fulbolda Yapı Varmış Meğer

Türkiye Süper Liginde yapı var diyenler oluşturdukları algı ile nasıl yapı olduklarını ve yapının kim olduğunu GS-Eyüpspor ile göstermiş oldular.

Günler öncesinden başlamışlardı. Neymiş de Eyüpspor başkanı GS'li, teknik direktörleri Arda da GS'li. Bu maçta yatacaklar. Bak sana Eyüpspor'un kaç futbolcusu GS maçında oynamamak için kart cezalısı oldu. İşte GS böyle şampiyon oluyor. Bu ve benzeri sözleri söylediler de söylediler.

Bu kadar yazılıp çizilenden, Türkiye Futbol Federasyonu da etkilenmiş olmalı ki perşembe akşamı deplasmanda maç yapmasına rağmen GS'nin, pazar günü oynayacağı maçı pazartesiye alınması yönündeki teklifini Federasyon reddetti. Halbuki aynı durumdaki FB'nin ve BJK'nin maçları pazartesi oynanıyor.

Bu psikoloji bu atmosfer bu baskı altında GS-Eyüpspor maçı oynandı. Eyüpspor Avrupa maçından yorgun argın gelmiş, zorlu bir rakibe karşı mücadele etmiş GS'yi evinde salladı. Bir puan alma başarısı göstererek şampiyonluğun en büyük adayı GS'ye iki puan kaybettirdi. GS kendi sahasında kaybettiği bu iki puanla belki de şampiyonluğu ezeli rakibi FB'ye kaptıracak.

Arda, takımı ve Eyüpspor başkanı, oynadıkları oyunla, biz GS'li olabiliriz, bir önceki maçta sarı kart cezalısı olabiliriz, takım olarak eksikliğimiz olabilir, biz GS'nin şampiyon olmasını gönlümüzden geçirsek de biz ayrı bir takımız, diyerek cümle aleme göstermiş oldular. 

Görünen o ki yapı var diyenler, bu yapı GS'yi koruyor diyenler, Eyüpspor'un başkanı ve teknik direktörü GS'li diyenler başarılı oldu. 

Bence futbolumuzda GS'yi koruyan bir yapı var diyenlerin kendilerinin yapı oldukları ortaya çıktı. Ki bu yapı Samsunspor maçında da çok yaygara kopardı. Başkanları GS’li diye bas bas bağırdı. Samsunspor maçında sonuç alamadılar ama Eyüpspor maçında sonuca gittiler. 

Artık bu maçtan sonra kimse futbolumuzda GS lehine bir yapı var demesin. Çünkü elleriyle hedef gösterenlerin kendisi yapının ta kendisi. Bu maç bile futbolun sahada oynanan oyundan ibaret olmadığını göstermiş oldu. 

Bu vesileyle Eyüpspor'u, başkanını ve teknik direktörünü tebrik ederim. Onurlarıyla çıkıp oynadılar ve tuttukları takımın yorgunluğundan faydalanarak şampiyonluk yolunda GS'ye büyük bir darbe vurdular.

Maçı izlemedim ama öyle zannediyorum GS de oynamamanın, maça asılmamanın, belki de nasılsa Arda bizim çocuğumuz diye düşünüp maça iyi hazırlanmamanın bir güzel özeleştirisini yapacaktır.

Buradan, bir yapı yokken iftira atanlara, Arda GS’nin eski futbolcusu, maçı verir diyenlere bir sözüm olsun. Bu ülkede az, biraz futbol ile ilgilenen ne kadar insanımız varsa kendi şehirlerinin takımları dışında dört büyüklerden birini tutar. Kimi FB’li kimi GS’li, kimi BJK’li kimi de TS’li. Anadolu takımlarında profesyonel top oynayan her oyuncunun en büyük hayali bu dört takımın birinde oynamaktır. Çoğu da bu emeline ulaşmıştır. Bu dört takımda oynayan futbolcuların başka Anadolu takımını çalıştırması kadar doğal bir şey olamaz. Maçı yöneten hakemlerin de gönlünde bir takım yatar.

Hasılı Anadolu takımını çalıştıran dört büyüklerin eski futbolcusunun oynadığı takımı tuttuğunu söylemesinde, hakemlerin hangi takımı tuttuğunun bilinmesinde bir sakınca yok. Burada sakınca, tuttuğu takımı koruyup kollamasında sakınca olur. Ki bir takımı tuttuğunu söyleyen hakem ve teknik direktör maç yönetiminde ve futbol oynatmada daha titiz olur. Kendini bilen, kendisine saygısı olan bunu yapar. Nitekim Arda bunu yaptı, Sivasspor’u çalıştıran teknik direktör Bülent de bunu yaptı. Ki olması gereken budur. 

Sebebi Nüzul ve Kader

Şimdiler bu tartışma olmasa da geçmişte Kur'an mahluk mudur, değil midir tartışması yapılmış. İş tartışma boyutunu da geçmiş, gücü kim ele geçirmişse, öbür görüşe hayatı zindan etmiş.

Kısaca Kur'an mahluk demek, Kur'an yaratılmış, yani ezeli değil, hadistir, sonradan yaratılmıştır demektir. Mahluk değil diyenler ise Kur'an ezeli ebedi de vardı, yaratılmadı demektir. 

Niyetim eski tartışmaları gündeme getirmek değil. Ki yeri ve zamanı da değil. Üstelik sonuç alacak bir tartışma da değil. 

Konuyu geçmişten günümüze tartışma konusu olan kadere daha doğrusu kader anlayışına getireceğim. Çünkü mahluktur/değildir tartışması bence kaderle ilgili olsa gerek. 

Kadere şimdilerde farklı anlamlar verilse de kader eskiden, "Allah'ın olup bitecekleri önceden yazması, zamanı gelince kaza olarak ortaya çıkması" şeklinde tarifi yapılırdı. 

Emeviler, öldürmek istediklerini, "Ben öldürmek istemiyorum ama senin kaderin benim elimle öldürülmek imiş. Yapacak bir şey yok. Ben masumum" anlamında anekdotlar anlatılır. Hatta bu yüzden Kaderiye mezhebinin ortaya çıktığı bir vakıa. 

Lise 1.sınıfta akait dersimize giren Rahmetli Zekai Kaplan kaderi bize şöyle açıklamıştı: "Bir sinemayı bir filmi gözünüzün önüne getirin. O filmdeki aktörler senaristin yazdığını oynar. Kendi iradeleri yok. Bizim senaristimiz de Allah'tır. Bizler de filmdeki oyuncular gibiyiz, olup bitenlere müdahalemiz yok" demişti. O günden bugüne yıllar geçti. İnşallah aklımda kalanları yanlış ifade etmiş olmam. 

Günümüzde bu anlayış değişse de alın yazın böyle imiş. Kaderin önüne geçilmez denir. 

Şimdilerde kader için ölçüdür. Allah evreni yaratırken her şeyi bir ölçüye göre yarattı. Kaderden kasıt ölçüdür. Kaderi iki şekilde anlamak lazım. İlki irademiz dışında gelişen kaderimiz. Bunlar, cinsiyetimiz, boy-pos, rengimiz, milliyet, ne zaman doğacağımız, anne ve babamızın kim olacağı. Bu tür kaderden sorumluluğumuz yok. İkincisi ise "Yapıp ettiklerimiz kaderimizdir. Çünkü herkes için yapıp ettikleri vardır" deniyor. Bu tür kader kişinin kendi özgür iradesiyle yapıp ettikleridir ve bundan sorumludur insan. 

Zekai Kaplan Hocamın örneklendirerek anlattığı kader, eskinin kader anlayışı olup başlı başına sorundur. Bu durumda insan yapıp ettiklerinden sorumlu olmamalı. 

Son güncel kader anlayışını kendime daha uygun buluyorum. 

Şimdi tekrar yazımın başında belirttiğim Kur'an mahluktur, değildir konusuna dönersem, aklıma sebebi nüzul geliyor. Malumunuz sebebi nüzul, Kur'an ayet ve sürelerinin bir sebebe binaen nazil olduğudur. Kur'an'da her ayetin sebebi nüzulünü bilemesek de çoğu ayetlerin sebebi nüzulü var. Bedir, Uhut, Hendek savaşlarından bahseden ayetler var. Müşriklerin ileri gelenlerinin kastedildiği ayetler var. Bir olay olduğunda, ardından o olayı açıklığa kavuşturan ayetlerin geldiği bir gerçek. 

Şimdi burada biraz beyin jimnastiği yapalım. Kur'an ezel ve ebette var idi ise sebebe binaen gelen ayetleri nasıl anlayacağız? Ki Kur'an yeryüzü semasına indirilmeden Levhi Mahfuz'da idi deniyor ayette. Kadir gecesinden itibaren peyderpey indirilmeye başlandı diye biliyoruz. 

Bu durumda kaderi nasıl anlamalıyız? Şayet Kur'an ezelden beri Levhi Mahfuz'da ise sonradan yaratılmamış demektir. O zaman sebebi nüzule binaen inen ayetlerden, olmuş olacak olanların daha önceden belirlediği anlamı çıkar ki bu durumda eskilerin kader tanım ve anlayışı daha doğru gibi görünüyor. Yani Mekke ve Medine döneminde olup bitenler daha önceden yazılmış, zamanı gelince ortaya çıkıyor anlamı ortaya çıkıyor. Bu durumda kadere müdahale yoktur, biz sadece oyuncuyuz, senaryosu daha önceden yazılmış anlamı çıkar. 

Siz bu konuda ne düşünürsünüz bilmem. Kur'an mahluktur, değildir tartışmasına da girmem. Yalnız son yıllardaki kader anlayışını daha makul gören biri olarak Kur'an ayetleri bir sebebe binaen geldiğine göre Kur'an mahluk anlayışı bana daha isabetli geliyor. 

Burada Allah olacakları daha önceden bildiği için daha önceden kayıt altına almış, bir müdahale söz konusu değil diyenlerimiz çıkar. Buna da eyvallah.

Bu konuda farklı fikri olan varsa, bunu bize serdederse bundan memnuniyet duyacağımı şimdiden belirtmek isterim. 

Bilinçaltının Dışa Vurumu

Fi tarihinde ilçede bir lisede çalışırken rotasyonla il merkezinin dışı bir mahalledeki bir ilköğretim okulunda göreve başladım.

İlköğretimde göreve başlamamın ilk bir ayında ilköğretim müfettişleri denetime geldi.

Kalabalık bir müfettiş ordusu boş buldukları yere oturdu.

Önce bir tanışma faslı yapıldı. Daha doğrusu onlar soruyor. Biz cevap veriyoruz. Biz derken müdür yardımcısı ile ben. Yer yokluğundan aynı odayı paylaşıyoruz. 

“Biz buraya daha önce de geldik. Seni tanımıyoruz. Buraya nereden geldin” dediler bana.

Buraya geleli üç hafta oldu. Ben şu ilçeden geldim dedim.

“Biz o ilçeye de gittik. Seni orada da görmedik. Hangi okuldaydın” dediler.

Anadolu lisesindeydim deyince, müfettişlerin grup başkanı, "Anadolu lisesinden gelmiş olabilirsin ama burası da okul. Bu okul da önemli ve iş yükü fazla. Burayı küçümsememek lazım" dedi. Dedi ama niye dedi, pek bir şey anlamadım. Çünkü bu okul önemli değil diye bir şey söylemedim. Asla da küçümsemedim. Zira okul okuldur. 

Peki, grup başkanı niye böyle söylemiş olabilir. İçini okuyamam ana aklıma şu geliyor. O zamanlar ilköğretim müfettişleri liseleri denetleyemiyordu. Liselere Bakanlık müfettişleri bakıyordu. Sanırım kendince bir komplekse girmiş olmalı. 

Sebep her ne ise Anadolu lisesinden geldim diyene böyle cevap verilmez. Hele müfettiş asla. Böyle cevap verirse bunun adı dam başında saksağan, vur beline kazmayı demek olur. Bilinçaltında gizlediğini dışarı vurmuş olur.

Öğleye doğru etli ekmek ikram etmeyi düşünüyoruz. Saat kaç gibi hazır olsun dedim. Şu saat uygun dediler. Ona göre planlama yapmaya çalışırken az önceki grup başkanı, ben etli ekmek yemem dedi. Size ne olsun, peynirli börek olsun mu dedim. Yörenin yiyip içeceği ne olursa olur. Bu yörede patates çok ekilir. Sobanın fırınında közlenmiş patates olsun dedi.

Almıştım başa belayı. 

Hizmetliyi çağırdım. Mahallede patates bulabilir miyiz dedim. Buluruz dedi. Haydi sana zahmet, kime, hangi eve nazın geçiyorsa, biraz patates iste, sonra evde közle getir dedim. Sağ olsun halletti.

Grup başkanına, "Misafir ev sahibinin kuzusudur" atasözünü söylemenin tam zamanıydı ama nasıl söylersin. Anadolu lisesinden geldim deyince verdiği cevabı göz önüne getirdiğimde, ben kuzu muyum der miydi, derdi. Hoş, buna da razıydım. Daha ne yumurtlardı kim bilir. 

Bu grup başkanı gibi eski müfettişlerin devri ve modası geçti. Bunlar denetim için gittikleri yer de yer, içerdi. Hepsi için söylemese de böyle bir imajları vardı. 

Şimdiki müfettişlere gelince, modası geçmiş müfettişlerden eser yok. İyi ki yok. Çünkü itibarlarını zedeleyen bir davranıştı.

Konu madem garip cevaplardan açıldı. Kısaca iki anekdota daha değineyim.

Sanırım, 2015 genel seçimleri sonrasıydı. Sonuçlar tek başına hükümet kurmaya yetmiyordu. Böyle bir atmosferde, şimdilerde öz evlat muamelesi gören bir okul türünün müdürleri ile bir okulda toplantı yapılıyordu. Toplantıda il temsilcileri ve ilçe müdürleri de vardı. Birkaç okul müdürü, yeniden katsayı gelir endişesiyle okullarımızdan nakil giden gidene. Kaçış başladı. Bu gidişi nasıl durdurabiliriz şeklinde bir endişelerini dile getirdiler. Başta il temsilcisi olmak üzere öğrenci ve veliyi ikna yolunu önerirken, o ana kadar sessizce konuşmaları dinleyen bir ilçenin milli eğitim müdürü öyle bir cevap verdi ki son noktayı koydu. Üzerine kimse söz söyleyemedi. “Arkadaşlar, biz bu topraklarda Müslüman doğduk, Müslüman olarak öleceğiz” dedi. Öyle ya bu cevabın üzerine kim söz söyleyebilirdi. İşin garibi böyle bir cevheri kullandılar kullandılar. O kadar kelle aldırdılar. Ardından koltuğu altından çekiverdiler. Şimdilerde araştırmacı. İnsanlara iyilik de yaramıyor.

Ömer Dinçer, yanlış hatırlamıyorsam, MEB’deki 34 genel müdürlüğün sayısını sanırım 18’e indirmişti. Birine dedim ki Bakan genel müdürlük sayısını yarı yarıya düşürmüş.

O birinin verdiği cevap ise “Kadrolaşacaklar” oldu. Bu cevabı da garipsedim doğrusu. Çünkü bu da bir bilinçaltında gizlenenlerin dışa vurumudur. Hemen kendisine, Sayın hocam, 18 genel müdürlüğün sayısını 34’e çıkarsa, verdiğin cevabın bir mantığı olur. Kadrolaşacaklar dersin. Ama adam indirmiş. Çoğunun genel müdürlük koltuğu gitti dedim. Cevap vermedi.

Alın size, üç ayrı ortamda üç ayrı cevap. İstediğiniz cevabı kullanabilirsiniz. Bu iyiliğimi de unutmayın. 

Gar-Kampüs Arası Yürüyüşüm

2020, 2021 ve 2022 yılları günlük ve rutin yürüdüğüm yıllar. 

Yürüyüş demişsem, tempolu ve km'si fazla yürüyüşler.

İşe gidiyormuş gibi çıkıyordum evden. 

Her gün farklı güzergah olacak şekilde uzun yürüyerek terimi atıp geldim. 

Bazen güzergah belirlemeden çıktım evden bazen de güzergah belirleyerek. 

Aklımda SÜ Kampüsüne gitmek de vardı. Ha bugün ha yarın derken takvimler 01.12.2022 Perşembe gününü gösterdiğinde ver elini SÜ Yerleşkesi diyerek Konya Gar'ından çıkmıştım yola. 

Bir 40 dakika yürüdükten sonra Adakale Caddesinde bulunan bir tanıdığımın işyerinde giderek bir çay içimi kadar lafladım. İki bardak çay içtikten sonra İstanbul Caddesine çıkarak yürüyüşüme devam ettim. Yolun sağında bulunan yaya yolunu takip ederek Buzlukbaşı durağı civarındaki bir caminin WC'sinde lavabo ihtiyacımı gidermek için durdum. Yerleşkenin içindeki SÜ Selçuklu Tıp Fakültesi binasına varınca yürüyüşümü sonlandırdım. 

Yürüyüş bittikten sonra elimde taşıdığım hırkayı giyerek tramvaya bindim. Zafer'e kadar tramvayla geldim. Zafer'den de eve yine yürüdüm. 

Bu yürüyüşümü sosyal medyada paylaşmışım. Seneyi devriyesinde karşıma çıkınca, o günü tekrar gözümün önüne getirdim. İstedim ki bu Gar-Yerleşke yürüyüş maceram blogumda yer alsın ve bu hatıramı taçlandırayım. 

Çıkmadan önce Haritalara bakmıştım. Gar ile Yerleşke arası 19 km gösteriyordu. 

Telefonumdaki adımsayara göre yürüyüşüm, 3.36 saat sürmüş. 15 km yapmışım. 26301 adım atmışım. 1181 kalori yakmışım. Vay be... 

Şimdilerde kısa mesafeleri temposuz yürüyorum. Bahsettiğim yıllardaki yürüyüş tempomdan çok uzağım. Günlük 8 bin-12 bin arası yürüsem de hamlaştığımı düşünüyorum. Bugün yürümeye kalksam, aynı sürede bu kadar yolu tepemem. Ayrıca bu kadar km yapmayı da gözüm kesmez. O zamanlar bir km'yi dokuz dakikada alıyordum. Bugün herhalde km'yi 12 dakikada kat edebilirim.

Ah gençlik, vah gençlik!

30 Kasım 2024 Cumartesi

Bisikletli Canavarlar

Bisiklet sürmeyi bilsem de çok sürmem. Ne kadar sağlığa faydalı dense de hiç sürme hevesim olmadı. Hoş, sürmek istesem bile evde bisiklet yok. Çocuklar için alınanları da sağa sola dağıttım. 

Araba sürmede de hiç merakım olmadı. Evin önünde ayağımı yerden kessin diye bekliyor. 

Belki de bisiklet de olsa araba da olsa ayağımı yerden kestiği için yani 2-4 teker üzerinde gittiğinden midir benim için en uygunu yürümek. Olmadı toplu taşıma kullanmak. 

Ara ara mecburiyetten araba sürsem de yılların şoförü olmama rağmen hala acemiyim. Bisiklet sürüşüm de öyle. 

Bisiklete binsem tir tir titrerim. 

Lisede iken Rahmetli Hasan Hüseyin Gürses'in bisikletini alıp çarşıya gitmiştim. Tam Şems Caminin önüne gelmiştim ki karşımda bir araba belirtmişti. Yolun sağında da seyyar satıcılar vardı. Seyyardan alışveriş yapan birine arkadan vurmuştum. Özür diledim. Adam, özür diledin ama öldüreceksin, haydi git şuradan demişti. Hasılı bisikletle tek tecrübem bundan ibaret. 

Ben böyleyim ama ne bisiklet sürenler görürüm zaman zaman. 

Bisiklet sürerken ellerini direksiyondan bırakıyor. Ön tekeri kaldırıyor. Tek eli direksiyonu tutarken diğer elini kulağına götürerek telefonla konuşuyor. Sigara içiyor. Elinde paket taşıyor. Karşılaştığı tanıdığına elini kaldırarak selam veriyor. 

Kaldırımdan gidiyor. Ters yola giriyor. Yürüyüş parkurunda bisiklet sürüyor. 

Akan, yoğun trafiğin içinde son surat bisiklet sürüyor. 

Hasılı gördüğüm bisikletçilerin çoğunun iki elinde on marifet var. Say say bitmez ve bu sessiz tayyarelerin ne zaman nereden çıkacakları hiç belli olmuyor. 

Yürüyüş için bazen Karatay Terminali civarına giderim. Yürürken Yeni Larende Caddesinin sol kaldırımını tercih ederim. Bu kaldırım iki kişinin yan yana gidemeyeceği şekilde dar. 

Bu kaldırımı sadece ben değil, aynı zamanda bisiklet sürücüleri de kullanıyor. Sanki sürüş için başka uygun yer bulamamışlar gibi. 

Bu kaldırımda giderken ikidir bisiklet sürücüleriyle burun buruna geliyorum. Gençten biri ardımdan jet hızıyla yanımdan geçip hop dayı, iyisin değil mi dedi. Görüyorsunuz aramızdaki samimiyet ve iletişimi. Üslup zaten o biçim. 

Bir başka gün yine yürüyorum aynı kaldırımda. Kaldırımdan inip ara yoldan karşı kaldırıma geçeceğim. Sağımda araba var. Sağ elime de telefonu almıştım bu ara. Ardımdan sağ koluma biraz sert bir dokunma oldu. Geriye dönüp baktım. Yine bir bisikletli. Ellili yaşlarda biri. Ne yaptın dercesine yüzüne baktım. Tamam geç dedi beyefendi. 

Bana vurmasından geçtim. Sağımdaki arabayla aramda neredeyse yarım metrelik bir mesafe var. Solumda o kadar geniş mesafe varken bu daracık yerden geçmeye çalışması gerçekten garip. Genç olsa macera peşinde bu genç diyeceğim. Yaşını başını almış bu kişi de herhalde macera peşinde değildir. 

Sözün özü, kimsenin sürdüğü bisiklette değilim. Sürsünler varsın. Arabasıyla çarşıya çıkanlardan iyidir bisikletler. Toplu taşıma dertleri yok, masraf da etmiyorlar. Arabalar gibi havayı da kirletmiyorlar. 

Yalnız yerinde ve yolunda sürmek şartıyla.

Kaldırımda ne işleri var bisikletçilerin? Haydi araba sürücüleri kendilerini ciddiye almadığı ve canları tehlike arz ettiği için kaldırımı tercih ettiler. Bari bisikletlerine bir zil taktırsınlar. Arkadan gelirken çarpma yerine zil çalsınlar. 

Sahi bu kaldırımları işgal eden, tehlike saçan, yayaları hiçe sayan bu kaldırım işgalcilerine dur diyecek yok mu? Bu kaldırım işgalcileri yolda giderken arabalar bizi hiç sayıyor, biz de kaldırımdaki yayaları hiç sayalım diye mi düşünüyorlar? Hiç mi empati yapmazlar bunlar? Bazı araç sürücülerine bisikletlere saygısızlığını hıncını yaralardan mı çıkarmaya kalkıyorlar? 

Merak ediyorum, lise son sınıfta iken bisikletiyle ters yola girdiği için ceza yiyen daha reşit olmamış çocuğum gibi kurallara uymadığı için ceza yiyen bisikletçi var mı? Bu ceza ilk ve son olarak sadece benim çocuğuma mı uygulandı? 

Hasılı, bisiklet sürücüleri, ayıp ediyorsunuz ayıp.

Sözüm kurallara uyan az sayıdaki bisiklet sürücülerine değil. Zira onlar takdiri hak ediyor. 

28 Kasım 2024 Perşembe

Yeni Versiyon Dilenciliğimin Semeresi

Bu yıllarda kaç okulda çalıştığımı aklımda tutmama gerek kalmadı. Çünkü  her öğretmenler gününde Bakan'dan gelen tebrik mektubunda kaç il, kaç okulda çalıştığım yazıyor. Sağ olsun benim adıma sayıyor her çalıştığım şehir ve okulu. Dört şehir on dört okul olmuş Bakan'ın verdiği bilgiye göre. 
Yeni yani 14. okulumdayım bu sene. Gördüğümüz gibi 10.köyü pardon okulu geride bırakmışım. 
Yeni okulumda pek bir kimseyi tanımıyorum. Pek azının ismini bir kısmını da simaen tanıyorum. 
Okul hem öğrenci hem de öğretmen yönünden kalabalık olunca, tanışsak bile çoğunun ismi aklımda kalmıyor. İmdadıma hocam yetişiyor. İyi ki var şu hocam hitabı. Değilse ne yapardım bu yaşımda. 
Kendi halimde girip çıkıyorum derslere. 
Teneffüsleri, elime çayımı alıp sırtımı binaya vererek okulun önünde ve ayakta değerlendiriyorum. Diğer elimde de bir şey var ama ne olduğunu merak edin diye söylemeyeceğim.
Okulun dışında teneffüs arası çayımızı yudumlarken daha yakın tanıştığım müdür yardımcısı da birkaç arkadaşı ile birlikte bir elinde çay ve diğeri olmasa da muhabbet ediyorlar.
Antalya'dan avakado satın almış. Tanesi 40 liradan 40 adet sipariş vermiş.
Âdet ve fiyatı duyunca bir başka öğretmen 1600 lira yapıyor. Vay be dedi.
40'ı duyar duymaz ben de hocam, branşım itibariyle araya giriyorum. 40 adet alıyorsanız, bir tanesini zekât olarak vermeniz gerek dedim. Elbette dedi gülüştük. Ardından yeni versiyon dilencilik bu dedim. Buna da gülüştük. 
Aradan bir hafta geçmişti ki cepten aradı, hocam görüşebilir miyiz diye. 
Teneffüse çıkınca odasına vardım. Gördüğünüz iki adet avakodayı poşetin içine koymuş. Hocam, biraz daha yumuşaması gerekir. Buyurun afiyet olsun dedi. Ne şekilde yememiz gerektiğinin tarifini de verdi. Hocam, şaka yapmıştım ama mahcup oldum. Çok teşekkür ederim dedim ama kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu.
Eve getirip hanıma verdim. Avakoda mı aldın dedi. Benim avakoda ile hiç işim olur mu? Yeni versiyon dilenciliğimin semeresi. Müdür yardımcımıza şaka yapmıştım. Üstelik iki tane birden getirmiş, cömertliğini fazlasıyla gösterdi, sağ olsun dedim.
Şakayla başlayan muhabbet bu şekilde ciddiye bindi. Bu vesileyle market ve pazarda gördüğüm ama avakoda olduğunu bilmediğim, daha önce tatmadığım bu meyvenin adının da avakoda olduğunu öğrenmiş oldum.
Daha neler öğrendim neler... Avakodanın yazılışını ve okunuşunu ve tane ile satıldığını da. Tane ile satıldığını öğrenince biz de olduk bir Avrupalı dedim kendi kendime. Öyle ya Avrupalılar meyveyi tane tane alıyorlar diye duyardım da ülkemde satıldığını bilmiyordum. Pek çok konuda Avrupa’dan geri olsak da avakodanın tek satışıyla onları yakaladığımızı söyleyebilirim.
Başka bir şey daha öğrendim. Avakodayı görünce hanım heyecanlanıp şaşırmadı. Meğerse daha önce oğulları almış kendisine. Benim yeşilliklerle aram olmayınca karşımda yemiş ama benim haberim yok. 
Şimdi öğreneceğim son bir şey kaldı. O da hediyemizin iyice olgunlaşmasını bekliyorum. Bir de tattım mı, dışı yeşil olan bu meyvenin tadının nasıl olduğunu öğreneceğim bu yaşımda. Bir de beğenirsem, gitti altmış yılım boşa diyeceğim.
Ana len. Ya bir de tadını beğenirsem... Faydası say say bitmeyen bu meyveyi sık sık almam gerekecek ki bu da yandığımın resmi olacaktır. 
Gördünüz mü başıma açtığım işi. Ne çekiyorsam bu dilimden çekiyorum. Bildiğimiz gibi bu dilimden yazıya dökülenler bazen başıma iş açsa da faydası da oluyor gördüğünüz gibi. 
Yazıma son verirken izzet ve ikramından dolayı müdür yardımcımız hoca hanımın kesesine ve ömrüne bereket, geçmişlerine rahmet diliyorum ve her şeyin gönlünce olmasını temenni ediyorum. 

26 Kasım 2024 Salı

Yaşayan Yedi Uyurlar *

Halk arasında "Yedi Uyurlar" diye bilinen grup  Kur'an'da Ashabı Kehf ismiyle geçer. Mağara arkadaşları anlamına gelir. Hikayede adı geçen mağaranın Tarsus, Afşin ve Lice’de olduğu belirtiliyor. 

İnançlarından dolayı kralın korkusundan mağaraya sığınan bu gençlerin üç yüz küsur yıl uyutulduğu, uyandırıldıktan sonra ne kadar uyuduklarını birbirlerine sordukları, ya bir gün ya da yarım gün uyuduk dedikleri, ardından alışveriş için çarşıya birini gönderdikleri, şehrin değiştiğini, uzattığı paranın tedavülden kalktığını vb. Görünce, giyim ve kuşamı farklı olan bu kişilerin mağaraya sığınan gençler olduğu anlatılır. 

Kısaca ya bir ya da yarım gün uyuduk diyen Yedi Uyurlar şehrin değişiminden, kullandıkları paranın tedavülden kalktığından dolayı şaşırırlar. Bunları gören halk da giyim ve kuşamlarından, saç ve sakallarından ve tedavülden kalkan parayı görmelerinden dolayı şaşkınlık yaşarlar. 

Her birimizin bildiği bu hikayeye kısaca değindim. Daha fazlasına da gerek yok. Zaten niyetim Ashabı Kehf’i anlatmak değil. Esas niyetim 1940'lı, 1950'li, 1960'lı, 1970'li ve 1980'li olup da hâlâ yaşayan kuşağın her birinin Ashabı Kehf hayatını yaşadığını ifade etmeye çalışmaktır. 

Ne alaka demeyin. Bu kuşak neler gördü neler... Yokluğu gördü. Beden gücüyle çalışmayı gördü. Açlığı gördü. Tek göz odada büyümeyi gördü. Tüp, yağ kuyruğunu gördü. Aynı nesil enflasyonu ve hayat pahalılığını gördü. Bir ürünün fiyatının ikinci gidişinde değiştiğini gördü. Paramızın pul olmasını gördü. Paranın pul olması demek, paramızın döviz karşısında iyice değersizleştiğinden dolayı bir nevi tedavülden kalkmış sayılır. 

Açlığı da gördü, tokluğu da. 

Tek oda evlerden 2+1, 3+1, 4+1 evlere taşındı. Beden gücünün ardından teknolojinin her türlüsünü gördü. 

Büyük aileden çekirdek aileye evrildi. 

Kısaca bu kuşak birkaç kuşağın görmesi gerekeni gördü. Yaşarlarsa daha neler görecekler neler... 

Özellikle 40'lı, 50'li ve 60'lı neslin gördüğünü bugünkü nesil o kadar da olmaz dercesine masal gibi dinliyor. Halbuki masal değil. Geçmiş kuşak hepsini yaşadı. 

Anlatmak istediğim, 2000'li yıllardan itibaren baş döndürücü değişim ve gelişme söz konusu. Yaşadıkça yeni şeyler ortaya çıkıyor. 

Öyle zannediyorum, daha önce ölen insanlar günümüz dünyasına geri dönüp bugünkü ortamı ve gelişmeyi bir görse, yanlış yere geldik, biz dünyayı bırakırken böyle değildi, kısa zamanda bu kadar değişim nasıl olur deyip tıpkı Ashabı Kehf gibi şok üstüne şok yaşar. Ne ara dünya böyle değişti derler. 

Ölümü de bir nevi uyku haline benzetebiliriz. Ölen insanlar için de zaman duruyor. Öyle zannediyorum, asırlar önce ölen biri diriltilip ne kadar uyudun dense, tıpkı Ashabı Kehf’in dediği gibi ya bir gün ya da yarım gün derler. 

Bu yönüyle halihazırda yaşayan, özellikle 1980 öncesi nesle, modern Ashabı Kehf dense yanlışlık olmaz. Umarım teşbihte hata yapmamışımdır.

*29.12.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.