14 Temmuz 2024 Pazar

Bir Branşın Para ve Makamla İmtihanı (1)

4+4+4 sistemine geçilip lise de zorunlu eğitime geçildiği sıra bir lisede görev yapıyorum.

Din kültürü öğretmeni eş durumundan tayin isteyip tayini çıkınca, yerine öğretmen atanmayınca ikinci döneme din kültürü öğretmeni ihtiyacımız doğdu.

Öğretmen ihtiyacımızı ilçeye bildirdik bildirmesine ama bakalım ilçe milli eğitim bizim bu ihtiyacımızı karşılayabilecek miydi? 

Bu durum sadece bizde değil, aşağı yukarı tüm okullarda böyleydi.

Çünkü o sene bu yeni sistemle birlikte İHL'lerin orta kısmı yeniden açılmış. Kur'an'ı Kerim, Hz Muhammed'in hayatı ve temel dinî bilgiler adı altında üç yeni seçmeli ders ortaokul ve lise kademelerinde okutulmaya başlanmıştı.

İHL ve meslek liselerine uygulanmakta olan katsayı farkı da kaldırılmıştı.

Yanlış hatırlamıyorsam, liselerde bir saat olan din kültürü dersleri haftalık iki saate çıkarılmıştı. 

Mevcut din kültürü öğretmenlerinin çoğu okullarda müdür ya da müdür yardımcısı oldu. O yüzden okulların bu ders öğretmenine ihtiyacı had safhaya ulaştı.

Bu süreçte din kültürü öğretmenlerine gün doğdu. Bir ara okulunda yeterince dersi olmadığı için okul okul gezen bu branş öğretmenleri kendi okullarında dolu dolu derse girmeye başladılar, aranan eleman ve branş oldular. 

Bu yeni sistemle murat edilen neydi bilmiyorum ama bu merak da bir siyasinin "dindar nesil ve gençlik yetiştirmek" olduğunu söyledi de merak giderildi.

Bu süreçte okullardaki din kültürü ders açığının giderilmesi için hummalı bir çalışma içine girildi.

Ne kadar emekli din kültürü öğretmeni varsa görev verildi.

Liseden sonra iki yıllık ön lisans ilahiyat eğitimini açıktan alanlara da okullarda ücretli öğretmenlik verildi.

Açık giderilemeyince ilahiyat 3.ve 4. sınıfta okuyan öğrencilere de ders verildi.

Bu süreçle birlikte  din kültürü öğretmenlerinin imtihanı başladı.

Bu imtihanlar arasında makam ve mevki ile imtihan vardı.

Ki ilçe ve il milli eğitim müdürlüğünden sendika başkanlığına, okul müdürlüğünden müdür yardımcılığına ve diğer kurum müdürlüklerine varıncaya kadar bu branş öğretmenleri öncelikli tercih sebebi oldu. (Devam edecek) 

Boyacı Aşkım

Üç, dört müdür yardımcısının görev yaptığı bir okulda, Karadenizli bir müdür yardımcısı da var.

Bir gün telefonunu okulda bırakıp çıkmış. Geride kalan müdür yardımcıları birkaç defa çalan bir telefona bakarlar. Bakarlar ki Karadenizli hocanın telefonu. Eğer evden eşi arıyorsa, hocamız dışarı çıktı diyecekler. Arayan "Boyacı" adı altında kayıtlı biri.

Az sonra müdür yardımcısı okula gelir. Boyacı diye biri aradı durdu hem de kaç defa. Boyacıyla işin ne? Bir ara, acil sanırım derler. Hoca umursamaz. Benim hanım o der.

İyi de eşini boyacı diye mi kaydettiniz? Ne alaka derler. Bir ara bir boyacıya bir iş yaptırdım. Onun telefonunu boyacı diye kaydetmiştim. Boyacıyla işim bittikten sonra numarasını silip hanımın numarasını yazmıştım. Öyle kaldı demiş.

Olur mu böyle şey demeyin. Hem üşengeç hem de inat bir arkadaştı. Emniyet kemerini takmazdı araca binince. Aracın verdiği uyarıya da kulak asmazdı. Şunu tak da şu ses kesilsin dediğimizde 15 km sonra kesiliyor, az sonra kesilir, merak etmeyin derdi.

Eşini boyacı adıyla kaydettiğini eşi biliyor mu bilmiyorum. Hoş bilse de gelecek tepkiyi pek umursayacağını sanmıyorum. Hoşsohbet bir arkadaştı. Kulakları çınlasın.

Ne var bunda. Ben de kaydederim demeyin. Cesaretiniz varsa, haydi eşinizin numarasını "Boyacı" diye kaydedin bakalım. Görelim er mi yaman, bey mi yaman. Ya kafaya tava yersiniz ya da kendimizi dışarıda bulursunuz. O yüzden hiç tavsiye etmem.

*

Bir markete girdim. Bir iki kalem bir şey alıp çıkacağım. Sebze ve meyve reyonuna doğru dönerken önümden bir bey geçti. Meyvelere bakıp geçerken evde kiraz var mı diye seslendi. Kime diyor derken, arkadan, önünde çocuk arabası ile bir kadın geliyordu. Aralarında iki, üç metrelik mesafe vardı. Eşinin ne dediğini tam duyamayan kadın, "Aşkım, duyamadım. Bir daha söyler misin" dedi. Eşi, evde kiraz var mı dedi bir kez daha arkasına bakmadan. Kadın yine duyamamış olmalı ki aşkım aşkım, anlayamadım, bir daha söyler misin dedi durdu hem de kaç kere. Her tekrarda aşkım sayısına bir aşkım daha ekledi. Eşim duysun diye erkek ne geri döndü ne yavaşladı. Aynı tempoyla yürüyüşünü sürdürdü. Sonrasını bilmiyorum. Adamın adı mı aşkım idi yoksa eşinin kocasına hitabı mı böyle ya da ilk günkü gibi aşkları devam ettiğinden mi aşkım diyordu bilemedim. Bunu da çok merak etmeme rağmen soramadım. Ama gördüğüm bir şey var. Ne kadın kocasına kızdı ağzının içinden konuşma diye ne kocası hanımına kızdı sağır mısın diye. Herkesin duyacağı şekilde aşkım aşkım garibime gitse de bu aşka şapka çıkardım bilesiniz. 

Bu arada bırakalım Karadenizlinin hanımını boyacı diye kaydetmesini, bırakalım kadının kocasına aşkım aşkım diye hitap ettiğini de sizin durumunuz ne? Eşinizi ne diye kaydettiniz telefona ya da başkasının yanında ne diye çağırıyorsunuz? Bunu söyleyin.

Bilirim ki boyacı diye kaydedemezsiniz. Zira boşanma sebebi ya da aile saadetini bozmak için birebir.

Bu arada telefonunuza ne diye kaydettiğiniz ya da eşinizi ne hitapla çağırdığınız hiç umurumda değil. Sadece merak benimki. Aşkım diye mi kaydettiniz yoksa bitanem diye mi ya da ne?

Sizi bilmem ama babam, kız kız derdi anamı çağırırken. Her kız hitabının yanına bir kız daha eklendikçe ses tonu biraz daha yükselirdi babamın. Hasılı anamın adı babamın yanında kız idi. Anam da herif derdi bu arada.

Bırak babanı, senin durumun ne derseniz, telefon hattımdaki kayıtlı numaralar silininceye kadar telefonumda eşim, “Eyvah, hanım” diye kayıtlıydı. Nicedir hanım diye kayıtlı.

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Bezdiren Uyarı ve Talepler

Cemaat kametle birlikte ayağa kalkmış, en ön saf olmak üzere yan yana safa geçerek arada boşluk olmayacak şekilde safa ip gibi dizilmiş.

İp gibi dizilmemek mümkün değil. Çünkü halılara öyle desen verilmiş ki istese de cemaat yamuk duramaz safa. 

Cemaat beklemeye koyuluyor ayakta. Bir taraftan da niyetini yapmış içinden. İmamın tekbiriyle birlikte ellerini kulaklarına götürecek.

Cemaat bekliyor, imam da. İstiyorlar ki müezzin kameti bitirsin ve tekbirle birlikte tüm eller havaya kalksın.

Kametin ardından imam başını geriye çevirdi. Önce sağa, sonra sola baktı. Saf tam istenildiği gibiydi.

Bu durumda ne yapılması lazım? İmam tekbir alacak, tekbirle birlikte tüm eller kulağa doğru kalkacak. Çünkü her şey tamam.

Tekbir beklerken, imamın, safları sık ve düzgün tutunuz uyarısıyla cemaat bir sağına bir soluna bakıyor acaba yamukluk bende mi diye. Bu, okula okul kıyafetiyle gelen öğrenciye, “Okula, okul kıyafetiyle geleceksin” demek gibi bir şey.

Ardından tekbir alınıyor ve namaza başlanıyor.

Birbirinin tıpatıp aynısı olan bu durumu aşağı yukarı her camide görürüm. Saflar sık ve düzgün iken üstelik gözüyle düzgün olduğunu gördüğü halde imamlarımız niçin hala safları sık ve düzgün tutunuz der?

Bir diğer husus, çoğu zaman yine camide cep telefonlarınızı kapatınız uyarısı gelir. Cep telefonunu sessize almada çoğu insanımız duyarlı. Çok az sayıda sessize almayan var. Ne kadar uyarılsa da bunlara ne cep telefonlarını kapattırabilirsin ne de sessize aldırabilirsin. 

Telefonu sessizde olsa da olmasa da namaz esnasında pek telefon çalmıyor. Buna rağmen imamlarımızın çoğu bu uyarıyı yine yapıyor. Hatta bir imam tanıdım ki bir buçuk yıl ardında cuma kıldım. Bu zaman zarfında bir Allah'ın kulunun telefonu çalmamasına rağmen her hutbe bitiminde " Kardeşler, ne olur telefonlarınızı kapatınız. Bir yarım saat telefonunuz kapalı kalsa ölmezsiniz" uyarısını hiç es geçmedi. Bu kadar uyarıya rağmen bir Allah'ın kulunun telefonu çalsa hiç gam yemeyeceğim ve imama hak vereceğim. 

Bir diğer husus, “muhtelif cami ve Kur’an kursu inşaatlarına yardım”dan boşta kalan cumalar için “Müftülüğümüze bağlı Kur’an kurslarında okuyan çocukların ihtiyacı için yardım” talebinin yinelenmesi.

Belli ki Kur’an kurslarına okumaya gelen çocuklardan masrafları karşılayacak bir ücret talep edilmiyor. Halbuki bir kursa ya da camiye okumak için gelen çocuğun velisinden ihtiyaçları karşılayacak bir ücret talep edilebilir.

Ücreti karşılayamayacak çocuğun masrafı Diyanet Vakfından karşılanabilir.

Devlet nasıl ki diğer kurumlara kaynak aktarıyorsa, buralar da devletin kurumu olduğuna göre devlet buralara da ödenek ayırabilir.

Kur’an Kursları için ayrı bir kalem yoksa pekala Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinden buralara kaynak aktarılabilir.

Daha olmadı, çoğu kurslar cami bünyesinde eğitim ve öğretim yaptığı için cami lojmanlarının gelirleri bu kursların masraflarına harcanabilir.

Bunların hiçbiri yapılmadığını göre öyle anlaşılıyor ki kursların masrafları da cami cemaatinden karşılama yoluna gidiliyor. Halbuki az veya ücret alınsa devamsızlık problemi olmaz. Buralara çocuğunu gönderen veli eğitim ve öğretime daha ciddiyetle yaklaşır. Öyle görünüyor ki kurslardan ücret alınmaması da Milli Eğitim Bakanlığının, okullarda açtığı destekleme ve yetiştirme kurslarından para almamasına benziyor. Veli ve öğrenciden para çıkmayınca bu DYK’lerden ne kadar verim alındığı da herkesin malumu.

Işığı Söndürüp Açma Eylemim

Ömrüm, hep başıma bir şey gelir korkusuyla geçti. Bu yüzden ne etliye karıştım ne de sütlüye.

Korka korka bu yaşıma geldim. Bu dünyadan göçüşüm de yakın. Çocuklarıma beş kilo kaya tuzu dışında bırakacağım bir miras da yok.

Bırakacağım miras olmasa da çocuklarım babam cesurdu desinler dedim.

Kimse görmeden bir cesaret örneği göstereyim. Bir tepki de ben göstereyim istedim.

Ne yapmalıyım derken saat 21.00'de ışıkları kapatıp açma tam bana göre dedim. Üstelik bir emek sarf etmeye de gerek yok. Zaten alışkınım ışık söndürüp açmaya. Torunun hoşuna gider, kapatıp açmak. Sonra yaşlılık da bir nevi çocuk olmak değil mi?

Bekledim gündüzden akşam dokuzu.

Beklerken sere serpe uzanmışım.

Tam dokuz oldu. Vücudum hiç kalkmak istemedi. Şu üşengeçlik denen şey ne menem şeymiş böyle.

Söz verdim kendi kendime. Kedi olalı bir fare tutmalıyım dedim.

Tam böyle düşünürken ya ışıkları söndürüp açarken yoldan geçen birinin haberi olur da hain, burada bir hain var deyip camımı taşlarsa...

Bir de cam parası çıkacak yok yere.

Hain olduğum da cabası.

Bu kadar korkacaksın hiç bu işe girme dedim kendi kendime.

Sonra bir hışımla kalkıp panjurları indirdim iyice.

İyice kapatacağım ki ışığı açıp kapattığım dışarıdan belli olmasın. Öyle ya korku denen şey başa bela.

Oturdum kanepeye tekrar. Uzandım yine o değilden.

Sonra cesaret örneği göstererek kanepeden doğruldum. Elim düğmeye gitti. Öyle ya oturduğum yerden kapatıp açacaktım fazla emek sarf etmeden. Ara ki düğmeyi bulayım.

Meğer bizim ev eski ev olduğu için düğmeler yukarıda imiş. Bir de her aradığın yerde bulunmazmış. Kimsenin oturmadığı kapıya yakın bir yerde imiş.

Kimse kusura bakmasın, eylem yapacağım diye kanepeden kalkıp da ta kapının oraya gidip düğmeyi kapatıp açamam. Çünkü bu kadar fedakarlık bana fazla geldi.

Bir an için ortaya çıkaracağım ve herkese göstereceğim cesaretimi içime gömdüm tekrar.

Zaman ne cesaret zamanıydı ne de rahatından ödün verme zamanı.

Kim yaparsa yapsın, kimin ne derdi varsa halletsin deyip kanepeye bıraktım kendimi yeniden.

Hasılı ışığı kapatıp açma eylemim başlamadan bu şekilde bitti. 

Enflasyona Dair Çözüm Önerilerim *

O kadar hükümet geldi geçti. Enflasyon sorununu aşmak için o kadar paket açıkladı. Enflasyonla mücadele etti ama genel itibariyle bakıldığı zaman bu sorunu çözmede başarılı olamadığımız ortaya çıkıyor. Çözdük diyenlerin çözümü de ya kış uykusuna yatmış. Uyanınca şaha kalkıyor ya da çözüm dedikleri, herkesin gelmesini dört gözle beklediği ama gelmesiyle gitmesi bir olan yalancı bahar gibi oldu.

Sahi Türkiye'nin müzmin sorunu enflasyon ve buna bağlı olarak hayat pahalılığından nasıl kurtuluruz?

Aslında sorun basit. Yeter ki çözme irademiz olsun. Bunun için önce enflasyon ve hayat pahalılığını ortaya çıkaran sebepleri ve bununla mücadelede en uygun yolu bulmak diyeceğim ama bence bu da beyhude çaba. 

O zaman bu sorunu nasıl çözeriz? Size hem de birden fazla çözüm önerim var. Seçin beğenin. Hepsi de garanti kapsamında çözüm önerileri. 

Bir defa enflasyon ve hayat pahalılığını sorun olarak görmediğimiz ve mevcut durumu kabullendiğimiz zaman ortada mücadele edilecek bir sorun kalmaz. Çünkü sorun yoktur ortada. Zaten dememiş mi geçmişte bir siyasimiz, "Meseleleri mesele olarak görmediğimiz zaman ortada mesele kalmaz" diye. 

Bakın sorun olarak görülen bir sorunu bir Arap nasıl çözmüş. Arapça fıkra olarak okumuştum bunu. Biri köle pazarına bir çocuk getirmiş. Satılığa çıkarmış. Buna bir değer biçmiş. Az sonra bir alıcı gelmiş. Bunun bir ayıbı var mı demiş. Satıcı, bunun ayıbı yatağa işemesidir demiş. Alıcı, bu bir ayıp değil ki. Yatağı bulursa işesin demiş ve çocuğu satın alıp evinin yolunu tutmuş. Alıcı da satıcı da etmiş muradına.

Gördünüz değil mi sorun olarak görülen bir sorun nasıl çözülmüş. Satıcı da boşu boşuna üzülmüştü halbuki bu işeme sorunundan. Alıcının zekası da hoşuma gitti ve şapka çıkarıyorum kendisine. Zamanında satıcı da bu sorunu bu şekil çözmüş olsaydı, o köleyi satmaz, yıllar yılı kullanırdı.

Çocuk işiyormuş. Bu sorun görülmez mi? Sorun sorundur. Bu sorun çözme yeterli değil derseniz, size başka bir çözüm önerisi daha.

Yine bir çocuk. Bu da yatağına işiyormuş. Arap zekanın çözümünü bilmeyen çocuk ve ailesi bu konuyu sorun etmiş. Çözüm için doktora gidiyorlar. Tahlil, tetkik ve muayene sonrası doktor ilaç yazarak tedavi önermiş. Farklı farklı tedaviler uygulamışlar ama çocuk yine işemeye devam etmiş. İşin içinde işeme olunca her işlemeden sonra çocukta bir mahcubiyet, ailesinde bir üzüntü peyda oluyormuş. Üstelik çocuk okula gidiyor. Bu sorunu arkadaşları duysa sidikli sidikli diyecekler. Çocuk okuldan da soğuyacak, kimsenin yanına yaklaşamayacak.

Hiçbir tedavisi fayda vermeyen doktor sonunda ben bu işin kitabını yazdım demeyi bırakıp pes etmiş. Çocuğa, sen bir de okulundaki rehber öğretmeninin yanına git, ondan fikir al demiş.

Çareyi doktordan bulamayan çocuk son çare olarak okulunun rehber öğretmeniyle görüşüp sorununu ona açmış. Kaç seans görüştülerse artık.

Bir zaman sonra doktor eski hatasıyla bir sokakta karşılaşır. Eski hastasına nasılsın demiş. İyiyim demiş. Nasıl iyileştin demiş. Çocuk, ben iyileşmedim ki yatağıma yine işemeye devam ediyorum demiş. O zaman niye iyileştim diyorsun demiş doktor. Çocuk, evet, yatağa işemeye devam ediyorum ama rehber öğretmenimle görüştükten sonra utanmıyorum artık. Benim için no problem demiş.

Kaldı mı şimdi ortada sorun? Gördüğünüz gibi sorun, sorun edilmezse bir de utanma bırakılırsa bu işler tereyağından kıl çeker gibi çözülüyor.

Çözüm diye getirdiğin önerilere bak. Bırak bu b.k, sidik işlerini. Biraz ciddi ol dediğinizi duyar gibiyim. Öyle olsun. Halbuki bu önerilerimle hiç olmadığı kadar ciddiydim.

Madem bu çözüm önerilerimi beğenmediniz ve yeterli görmediniz. Sanmayın ki bende başka çözüm yok. Unutmayın ki denizde kum biter, bende çözüm bitmez.

O zaman anlayacağınız dilden ve kısa çözüm önerilerime geleyim. 

Enflasyon ve hayat pahalılığına, "Sorun ekonomik değil, psikolojik" diyeceksiniz. İşin içine psikoloji girdi mi bu iş tamam demektir. Çünkü psikolojik durumun çözümü olmaz. Onun çözümü, onu psikolojisi ile baş başa bırakmak ve onu öyle kabul etmektir. Psikolojik durum yaşayan insanı bu psikoloji öldürmez. Sadece yanındakilere saç baş yoldurur. Bu da psikolojik teşhisi konan insanın sorunu değildir.

Git işine deyip bu önerimi de ciddiye almadınız. Alın size başka öneri. Diyelim ki % 75 bir enflasyon halini yaşıyorsunuz. Öldük, bittik, bu kadar yüksek enflasyonda yaşanır mı derseniz, bilin ki bu kafa yapısı sizi öbür dünyaya götürür. Bu da çözüm değil. Bu durumda ne yapacaksınız? "Enflasyon % 45 olmuş, % 75 olmuş. Arada fark yok. Belki psikolojik olabilir". Enflasyon enflasyondur diyeceksiniz. Bu, ha bir kurşunla ölmüşsün ha 10 kurşunla ölmek gibi bir şey. Sonuçta ölüm varsa efendim, enflasyon çok yüksek deyip karalar bağlamanın ne gereği var. Bir defa 45'i veren, 75'i de verir. Yine bu, bir maçı 1-0 kaybetmekle, 10-0 kaybetmek gibidir. Maçı kaybettikten sonra ha 1 yemişsin ha 10, ne fark eder değil mi? Sizden giden üç puandı hep.

Sanırım yine ikna olmadınız bu çözüm önerilerime de. 

O zaman suçu hiç üzerinize almayacaksınız. Unutmayın ki suçun sahibi olmaz. Daima başkasını suçlayacaksınız. Mazeret ve gerekçe üreteceksiniz. Enflasyonu, "Şirketlerin kârı ve fahiş fiyat" azdırıyor diyeceksiniz. Bu, dış güçler suçlaması kadar etkili olmasa da fena değil. Herkes firma ve şirketlere kızarken sen keyfine bakacaksın.

Hala da bu enflasyon ve hayat pahalılığı sorununun çözümü için verdiğim öneriler size yeterli gelmiyorsa, size söyleyeceğim tek şey, Allah sizi bildiği gibi yapsın olur. 

*15.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

11 Temmuz 2024 Perşembe

Kök Maaş mı yoksa Daş Kökü mü?

Başka yörelerde kullanılır mı bilmiyorum ama Konya'da, bir yemeği beğenmeyip yemeğe burun kıvıranlar için "Canın isterse. Yemezsen yeme. Bunu yemeyip de ne yiyeceksin" anlamında "Daş kökü ye" tabiri kullanılır.

Bu deyimi araştırdım. Türk Dil Kurumu sözlüğünde yer verilmemiş. Hangi yöreye ait yöresel bir deyim olduğuna dair bir bilgiye de rastlamadım.

Zaten "Daş kökü" diye bir deyim yok. Doğrusu "Taş kökü". Çoğu "K" ile başlayan kelimeleri "G"ye dönüştürerek söyler Konyalı. Tıpkı Konya'yı Gonya şeklinde söylediği gibi. Öyle zannediyorum, taş kökünü de Konyalı daş kökü şeklinde söylüyor. Belli ki Konyalıların" k" ve "t" gibi sert sessizlere bir rezervi var.

Daş kökü ye demek, aslında zehir ve ağı ye anlamında "zıkkımın kökünü ye" demektir. Genelde içki ve sigara gibi zararlı alışkanlıkları kullananlar için bu tabir kullanılır. Zannedersem, zıkkım da zakkumdan dönüştürülmüş olsa gerek.

Daş ve zıkkım gibi kelimelerin sonuna bir kök eklemişiz. Olmuş bir deyim. Başka da ne var derken gözümün önüne birkaç yıldır keşfettiğimiz emeklilerin kök maaşı geldi. Bu kökün örnek verdiğim köklerden tek farkı, bunlar isim tamlaması iken maaşın önüne gelen kök ise sıfat şeklinde gelmesi. 

Başka arasında fark var mı diye düşünüyorum. İlk başta aklıma başka fark gelmese de anlam yönünden kök maaş ile daş kökü ve zıkkımın kökü arasında benzerlikler var sanki. Her ne kadar kök maaş zehir, zıkkım olsun, zıkkım ye, daş kökü ye anlamında kullanılmasa da bugünkü kök maaşın içinde bulunduğu durum dolayısıyla, maaşına kök maaş üzerinden zam gelen emeklilerin bu maaş ve gelen zamla geçinmelerinin zorluğu gözümün önüne geliyor. Kök maaşın mucidi kim ise geçen yıldan beri kök maaşa gelen zamlar adeta yutan eleman sıfır gibi veya çarpma ve bölmede etkisiz eleman olan bir rakamı gibi bir işlev görüyor kök maaşa gelen zamlar. Ne kadar yüksek verirlerse versinler emekliler bu kökten sıyrılıp dal budak salamıyorlar. Dal budak salmayan kökün ise zaten meyve vermesi mümkün değil.

Hükümet, asgari geçim seviyesinin çok çok altında kalan kök maaş mağduru kesim için geçen yıldan beri çözüm üretmeye çalışıyor. Önce kök maaşa bir zam veriyor. Sonra da on bin liranın altında emekli maaşı alanların maaşını on bine çıkardım diyor. Emekliler bundan da memnun kalmıyor.

Bir zamanlar asgari ücretin üzerinde emekli maaşı alan bu kesim, asgari ücretin çok altında kalınca, bari asgari ücret seviyesinde ücret alalım temennisinde bulunuyor.

Memurlara verilen seyyanen zam istediler. Bu da olmadı.

Ocak 2024’den beri 10 bine talim eden bu kök maaş mağdurları için hükümet birkaç seçenek üzerinde duruyor. Bu on bin lirayı nasıl ve ne kadar yükseltirim hesapları yapıyor.

Anlaşılan o ki kök maaş için telaffuz edilen rakamların hangisi verilirse verilsin, gelecek zam, birkaç senedir güç bela ayakta duran, aldığı bu maaşla geçinmesi zor olan emekli için yine sadra şifa olmayacak. Emeklilerin umutları yine sönecek.

Hükümetin çözüm bulmakta zorlandığı bu kesimi görünce, teşbihte hata olmasın, yeri veya değil ama muzipliğim tuttu. Kök maaş mı istersin, zıkkımın kökünü mü istersin ya da daş kökü mü geçiverdi içimden.

Zor durumda olan bu kesim hakkını helal etsin ama onları maruz bıraktığımız ve reva gördüğümüz durum maalesef bu. Ne yapıp ne edip kök maaşı düşük olan ve bundan dolayı maaşı hep düşük kalan emekliler için bir çözüm bulmak gerek. Çözüm mercii bu meseleyi çözmeli ve emekliyi, kendi kendine yetecek, başkasına muhtaç bırakmayacak bir maaş seviyesine çıkarmalı. Bulacağımız çözüm emeklinin itibarı ve insanca yaşaması için elzemdir. Nokta.

TÜİK'i Eleştirenlere Gelsin!

Tutturmuşlar TÜİK doğruyu söylemiyor, matematik bilmiyor. Hiç 5.800'e kira kalmış mı, bu açıklanan ürünleri bu fiyata nereden bulduysa söylesin de biz de oradan alalım diye. Gelen vuruyor, giden vuruyor.

Tüm bu eleştiri ve serzenişin ardından TÜİK başkanı  bir açıklama yaparak son noktayı koydu. Dedi ki biz her şeyde ürünlerin ortalamasını alıyoruz. Ardahan'ın köyündeki kira ile Etiler’deki kirayı alıyor. Tüm Türkiye’nin her muhitindeki kiraları tespit edip hepsini topluyor ve ortalamasını alıyoruz. Diğer tüm ürünlerin ortalamasını da böyle buluyoruz.

Bu açıklama bana çok makul geldi ve ben bu makul açıklamaya ancak şapka çıkarırım. İnanmayanlar gidip Etiler’den bir ev kiralasın, sonra gidip Türkiye'nin kuş uçmaz kervan geçmez yerinden bir ev tutsun. Böyle böyle tüm Türkiye'yi tarayıp oralardan ev tutsun. Kiraladığı bu evlerin hepsini toplayıp sonra bölsün. İşte Türkiye ortalaması kira bedeli.

Bundan daha makul ve şeffaf açıklama olabilir mi? Yok biz inanmıyoruz derseniz, oturmasanız bile tüm Türkiye'den bu şekil ev kiralayabilirsiniz ve bir aylık bedelini verirsiniz. Sonra ben ne yaptım böyle deyip düşünür müsünüz, olduğunuz yere yığılıp kalır mısınız, ben o kadarını bilmem. Size bu konuda söyleyeceğim, bunu siz çok istediniz. Kendi düşen ağlamaz olacaktır. Ayrıca o değilden bir geçmiş olsun derim. O kadar da merhametsiz değilim, bilesiniz.

Ben bunu göze alamam. Bu kadar kiraya gücüm yetmez diyorsanız, lütfen bilir bilmez konuşmayın.

Bu arada ev kiralarına yoğunlaşıp uzman doktor muayene ücretini gözümüzden kaçırmış olabilirsiniz. Bu muayenenin de ortalaması 34 TL imiş. Yani bir çay ocağında içtiğiniz üç çay bedeline uzmandan muayene olabiliyorsunuz.

Dikkatinizi çekerim. Bu da tıpkı ev kiraları gibi ortalama. Sakın, iyiymiş deyip bir uzman doktora muayene olduktan sonra al, ben muayene ücretini peşin veriyorum diye uzatmayın. Bu durumda akıbetinizin ne olacağını ben bile kestiremiyorum.

Yok, bunlar enflasyon hesabını bilmiyorlar, biliyorlarsa da gerçekleri gizliyorlar, ben bunlardan iyi yaparım diyorsanız, müracaat edin TÜİK’e. Orada görev yapın. Bu işi üstlenin. Elinizden alan mı var?

Ev kiralarını belirlemek için tüm Türkiye’yi gezer misiniz?

Her il her ilçe her belde ve köyde ayrı ayrı kira bedelleri mi tespit edersiniz?

Her il ve ilçenin ayrı ayrı aylık ve yıllık enflasyonunu mu belirlersiniz?

Bu durumda kim, hangi enflasyon oranına maruz kalıyorsa, ona göre mi maaş belirlersiniz?

Her bölgeye uygun belirlediğiniz bu maaşın içinden nasıl çıkarsınız bilmem.

Bildiğim, çıkan enflasyon oranlarına burun kıvıran sizler çözüm değil, çözümsüzlük yani pirinç ayıklamak istiyorsunuz. Buna da lütfen beni alet etmeyin vesselam.