3 Mayıs 2024 Cuma

Hayıflanmamak Elde Değil (3)

Söyle, şu komutan sandığın ve tüm cumaları kıldıran eratı dediğinizi duyar gibiyim. Ali Erbaş idi efendim Ali Erbaş. Diyanet İşleri Başkanımız yani. Kendisiyle aynı tugayın aynı taburunda 58 gün dirsek çürüttük. Yani asker arkadaşıyız. Ayrılırken de askerin not defterlerine adreslerimizi yazmıştık. İl dışı programlarından vakit bulup Ankara'da bulunduğu zaman makamında kendisini ziyarete gitsem, beni tanır mı ya da sen de kimsin, hatırlamıyorum der mi, bunu bilmiyorum. Belki de ben o tanıdığın Ali Erbaş değilim, görüyorum ki sen hala öğretmensin, o günkü bıraktığım yerdesin de diyebilir. Çünkü makam insanı değiştirir derler.

58 günlük fiili askerliğimiz bitti. Herkes yoluna gitti.

Gel zaman git zaman yaptığı Diyanet İşleri Başkanlığı ile adından sıkça söz ettiren Mehmet Görmez, süresi dolmadan Başkanlıktan emekliliğini isteyince, kamuoyunda kim başkan olur beklentisi oluştu. Çok geçmedi. Diyanet İşleri Başkanlığına Ali Erbaş atandı.

İsmini duyar duymaz bizim Ali ne ara Prof. oldu da başkan seçildi dedim. Meğerse çoktan Prof. olmuş, aynı zamanda fakültesinde dekanlık yapmış. Oradan da başkanlığa gelivermiş. Şimdi nicedir başkan. Yürü ya kulum dedikleri bu olsa gerek.

Gel de hayıflanma bu duruma. Nasıl hayıflanmam:

İHL, ilahiyat şeklinde aynı okulları okumuşuz.

İkimiz de o günün şartlarında beş bin mark vererek askerliğimizi bedelli yapmışız.

İkimiz de Arapça biliyoruz.

İkimiz de 58.Topçu Er Eğitim Tugayının Hafif Taburunda 58 gün bilfiil askerlik yapmışız.

Hasılı kelam, şimdi o nerede, ben neredeyim. 

O olmuş DİB Başkanı. Bende hala boz öğretmenim. Hayıflanmam bundan. Bahtıma yanayım.

Neden böyle diye kendi kendime soruyorum. Aklıma, askerliğin ilk gününde masa başı iş verilmesi geliyor. Bana verselerdi, bunu ben de yapardım. Nizamiyeye geç girdiğime yanayım. İki ay boyunca askerde cumaları kıldırıp hutbe okudu. Bana geç kıldır deselerdi, bunu ben de yapardım. Sesim güzel değil. Gündüz namazında sese ne gerek var değil mi? O Prof. olmuş, ben değilim. Okusaydım ben de olurdum diyorum. Hele hizmet hareketi, hafızlığı bitirir bitirmez, tüm okulları biz okutalım, her şeyi bize ait, yeter ki bize verin dediklerinde, bunu kabul etseydim, belki de Sakarya Üniversitesinde asistan olarak akademisyenliğe başlar, arkası gelirdi ondan sonra. Çünkü ne de olsa Sakarya bizimdi o zamandan 2016’ya kadar. Sonra DİB Başkanı olmak için akademisyen olmak şart mı? Mehmet Nuri Yılmaz akademisyen miydi ayrıca. Üstelik Ali Erbaş hafız değil, ben ise hafızım. Gördüğümüz gibi ortak noktalarımız, artılarımız ve eksiklerimiz var. Tartışsak hep berabere kalırız.

Neyse, geçmişe mazi derler, hayıflanmanın sırası değil deyip tam bunları unutmaya yüz tutmuşken kılıçla Ayasofya’nın minberine çıktığı heybetli görüntüsünü görünce eyvah dedim. Her şeyi yapsam ben bunu yapamazdım. Çünkü bende heybet yok dedim. Etim ne budum ne değil mi? Bunun farkı burada dedim anlayacağınız.

Tam bunu da unutmaya yüz tutmuşken o işinde bense aynı yerimde sayarken bir gün bu ilahiyatçılar be iş yapıyor. Gençlik salavatı bilmiyor deyip bana taş atmaz mı? Güya ben görevimi yapmamış oluyorum ona göre. Ne yapaydım yani. Elimde kılıç gençlere okuyun şu salavatı mı deseydim.

Düşenin dostu olmaz dedim ama gelin bunu bana sorun. Makamı ne olursa olsun asker arkadaşını böyle suçlar mıydı? 58 günün hukuku hiç mi kalmadı? Bana suç buluncaya kadar kendisine bağlı olan ve yaygın eğitim görevi veren cami görevlilerine de bir söz söyleseydi yine gam yemeyecektim. (Devam edecek) 

Hayıflanmamak Elde Değil (2)

Neyse gelelim son masa erbabına. Ben Arapça yabancı dil olur mu, bunu da biliyorum deyince, olur, niye olmasın. Dur, ben de kendime işaretleyeyim dedi. Meğer o da biliyormuş Arapça. Ona da bu aklı verdiğimden dolayı o an kendimle ne kadar gurur duysam azdır. Bilin ki anlatılmaz yaşanır. Hele ki o günün görkemli ve gücü temsil eden, herkese ayar veren askerine, Arapça dilini bildiğini söylemek de ayrı bir cesaretti. Ayrıca masada oturan bir subay olmalıydı ve subayın Arapça bilmesi de takdirimi celp etmedi değil. Böyle asker de var demek ki. Peygamber ocağı diye boşuna söylememişler dedim. Ki benim bildiğim asker, Arapçaya ihtiyaç duyunca tercüman götürürdü.

Nizip'te çalışırken Nizip Müftüsü okulumuzdaki Arapça derslerine girerdi. Hoşsohbet biri idi. Bir gün bir anekdotunu anlatmıştı. Şöyle ki: O bölgede görevli komutanlar bazen Suriyeli komutanlarla görüşmeler yaparlarmış. Her Suriye'ye gittiklerinde veya Suriyeli askerler Türkiye'de geldiklerinde, Ahmet Hocamı da tercüman olarak yanlarına alırlarmış. Yine Suriye’de bir görüşme yapılmış. Ardından yemekler yenecek. Masalar askerler tarafından donatılıyor. Bizim komutanlar da yan tarafta oturuyorlar. Bakarlar ki Ahmet Hoca Suriyeli garson askerlerle bir tartışma içerisine girmiş ve Hocaya, Hocam ne oldu, mesele nedir, ne tartışıyorsun diye sorarlar. Hoca da "Masalara içki koyuyorlar. Bunları kaldırın. Müslüman içki içer mi? Siz Müslüman değil misiniz dedim ama kaldırmıyorlar şeklinde açıklama yapar. Bizim komutanlar, söyle o askerlere. Kaldırsınlar içkiyi. Çünkü müftünün yanında hiç içki içilir mi derler ve içkiler kaldırılır. Gördüğünüz gibi o günün askerleri Arapça bilmeseler de Müftünün yanında içki içmeyecek kadar dini hassasiyetleri yüksek.

Neyse biz gelelim bu konu dışı konulardan konumuza. Arapça yabancı dilimi yazdırıp oradan ayrıldım. Başka bir asker bize mihmandarlık yaparak bize koğuşumuzu ve yatağımızı gösterdi.

Yattık, kalktık. Sabah içtimaında toplandık. Baktım ki masada istatistik bilgilerimi alan yüksek rütbeli komutan diye düşündüğüm kişi ile aynı bataryadayız. Benim komutanım dediğim kişi de yedek subay statüsünde bir ermiş meğer. Hiç fırfırına da mı bakmadın demeyin. Ne anlarım ben fırfırdan. Üzerinde asker elbisesini, oranın kırk yıllık elemanı gibi bir görüntü çizmesini, ben sivilken onun asker elbisesi giymiş olmasını, bir de kendisine masa, kağıt, kalem ve sandalye verilmesini görünce tamam, bu adam bir subay demiştim. O kadar da komutanım demiştim halbuki.

Tanışma faslında anladım ki komutanım dediğim kişi, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında asistan imiş. O da benim gibi bedelli askerliğe gelmiş. Tanıştıkça şaşkınlığım arttı. Ne ara benden önce geldin de komutanlarla hemhal olup samimiyet kurdun, asker elbisesini giydin ve önüne bir masa verdiler de benden kıdemli oldun. Askerlikte bir gün önce bile olsan kıdem kıdemdir dedikleri bu olsa gerek. Mübarek de ya bir gün önce ya da o günün sabahında nizamiyeden giriş yapmış. Anlamadığım, ilahiyatçı olduğunu bildikleri halde o günün askeri bu kişiyi masaya oturtarak nasıl görev vermiş? Çünkü o günün askeri bize, biz askere mesafeliydik.

Bu kişi masadan kalkıp bizimle beraber hafif tabur içtimalarına katılmakla kalmadı. 

İlk cumamızı nizamiyede kılacağız. Camiye gittik. Minbere sarık ve cübbesiyle çıkan birini gördüm. Acaba buranın kadrolu görevli imamı olabilir mi diye düşündüm. Dikkatli bakınca aynı taburda olduğumuz, daha önce masa başı işte aşina olduğumuz kişiden başkası değildi. Bizimki masa başından kalkıp minbere çıkmış. Yalnız bir eksiği vardı. O zamanlar elinde kılıcı yoktu.

İki ay boyunca tüm cumaları bu arkadaş kıldırdı. Sesi güzel, mahreci de düzgündü. (Devam edecek) 

Hayıflanmamak Elde Değil (1)

İnsanın bahtı yaver gidecek bir defa. Olmayınca olmuyor işte. Haliyle hayıflanmamak da elde değil. Ama neye yarar.

Bu vesileyle bir büyüğümü daha hatırladım. Vefat etti Allah rahmet eylesin. Büyüğümün de aynı okulda okuduğu bir arkadaşı imam olmuş. Kendi ise rençper kalmış. Demişti ki bir gün bana. Bu nasıl iş yeğenim? Şu caminin imamı ile aynı okulda okudum. Ses ise benim de sesim güzel. Bilgi ise ondan fazlam var, eksiğim yok    . O nerede, ben neredeyim demişti.

O zamanlar çocuktum. Bunu pek anlamamıştım. Hatta niye böyle der diye garipsemiştim. 

Gel zaman git zaman başa gelince büyüğüm yerden göğe haklıymış. Ama alacağı yokmuş dedim. 

Çaresi yok ama benim hayıflanmamam da bitmiyor. 

Senin neyin var derseniz, inan dokunmayın. Çünkü dokunuverseniz ağlayacağım. Ki ağlama gibi bir huyum olmamasına rağmen. 

Benim de bir askerlik arkadaşım var. 1993 yılının Kasım ayında şartların zorladığı bir mecburiyetle askerde aynı tabura düştük.

Kendisini akşama doğru saat 17.00 olmadan nizamiyeden girince tanıdım. Niye bu kadar geç kaldınız derseniz, askerlikte lazım olacak malzemeyi almak için Burdur'un mecburiyet caddesinde arşınladım durdum. Bir de sabah erkenden teslim olma. Akşam beşten önce varırsan, o gün askerlikten sayılır demişti bir tanesi. Gitmeden önce ne lazım, hepsini bir bir öğrenmiştim. Akıl veren de içeride pahalı olabilir, sen dışarıdan al demişti. Uydum ona. Tıraş malzemesi, boyna asılacak para cüzdanı gibi. Daha başka aldıklarım da vardı ama aklımda kalmadı. Her aldığıma da şimdi bu askeriyede ne kadardır dedim durdum. Öyle ya hesaplısı varken niye kazık fiyata içeriden alacaktım.

Nizamiyeden girip sırayla şu lazım mı, bu lazım mı stantlarını bir bir geçerken aldığım her şey orada vardı. Lazım olan yoktu. Zira hepsini almıştım. Yine de meraktan sordum fiyatlarını. Hepsi de dışarıdan aldığımdan ucuzdu. Vay anasına dedim. Hayıflandım ama son pişmanlık neye yarar.

Tüm teslimat işlerini bitirdim. Artık askeriyenin bir ferdi idim. Bu askerliği yaparak adam olacaktım. Yapmayınca zira adam yerine koymuyorlardı o zaman.

En son etaba geldim. Bir sandalye, önünde bir masa, üzerinde evrak vardı. Bir de sandalyede asker elbisesiyle oturan. Kendinden ve ne yaptığından emin bir şekilde oturuyordu sandalyesinde. Sanırsın ki yılların askeri orada. Bir askerde görünmesi nadir olan güler yüz de eksik değildi yüzünde. İlgi zaten o biçim. Hoş geldin, hayırlı olsun vatana, millete dedi bana.

Adımı soyadımı yazdı. Bazı bilgilerimi daha aldı. En son bildiğim yabancı dilleri sordu. İngilizce dedim. İngilizceye dair bildiğim de tenslerden ve sınıf geçmekten ibaretti. Bir de where are you from demek vardı. Ardından Arapça da sayılır mı dedim. Çünkü Arapça sarf ve nahiv bilgim de fena değildi. Her iki dilde de tek eksiğim konuşup anlayamamak. Haliyle hem İngiliz'e hem de Arap'a Fransız'ım. Bir de İngilizce telaffuz sorunum var. Mübareklerin dili yazıldığı gibi okunmuyor. Mesela usually yazıyorlar. Yujili şeklinde okuyorlar. Buna da genellikle diyorlar. Hoş tüm Latin dilleri böyle. Mesela Alman Niçe için Nietzsche yazıyorlar. Gördüğümüz gibi tamı tamına dokuz harf. O kadar harfi nasıl dört harfe indirip Niçe diyorlar? Hala anlamış değilim. (Devam edecek) 

1 Mayıs 2024 Çarşamba

Centilmenlik Sırası GS'de

Sporda özellikle futbolda centilmenlik önemli. Bir takımın futbolcusu, bir centilmenlik yaptığında, diğer takımın oyuncusu da bu centilmenliğe hemen cevap verir. 

Futbolda zaman zaman bu centilmenliği görürüz. Mesela son centilmenliği ezeli rakibi GS'ye karşı FB yaptı. Bu centilmenlik FB'ye pahalıya patladı. Ama özünde centilmenlik olunca kaybı düşünmek ve zararı hesaba katmak düşünülemez. Çünkü centilmenlikte düğünlere götürülen hediye gibi karşılılık ilkesi geçerlidir.

Ne demek istediğimi hatırlamanız için isterseniz konuyu biraz açayım.

Hatırlarsanız, 2022-2023 sezonuna ait Süper Kupa finali, takımların ve Federasyonun Suudi Arabistan macerasının ardından şurada mı oynayalım, burada mı oynayalım, hangi tarihte oynayalım, oynansın mı oynanmasın mı derken kulüplerin de görüşü alınarak maçın Şanlıurfa'da oynanmasına karar verilmişti.

Maçın günü yaklaştı. Olaylı Trabzonspor-FB maçının ardından başka hesaplar devreye girdi. İş, maçı nasıl oynar, kulübe bir kupa daha nasıl götürürüz hesabı yerine maça nasıl çıkmayız hesabına dönüştü.

Üyeler statta toplandı. Ligden çekilme dahil düşünüldü. Sonunda haziran ayındaki kongreye ertelendi ve kulüp başkanına her türlü kararı alma yetkisi verildi.

Başkan da Şanlıurfa'da yapılacak maça U19 takımıyla çıkma kararı aldı.

Gün geldi. Gündüz maç yapan U19 takımı aynı günün akşamında tekrar maça çıktı ve maçın ilk dakikasında takım maçtan çekildi.

Bu maçtan çekilme herkes tarafından protesto olarak görüldü. Halbuki burada FB'nin, ezeli rakibi GS'ye altın tepsi içinde kupayı sunması bir centilmenlikti. Her ne kadar ezeli rakibim olsan da 90 dakika koşarak yorulmanı istemiyorum. Buyur kupayı dedi. 

GS bu centilmenliği anlamadı. Üzerine gitti, ilk dakika içinde bir de gol attı. Üzerine bir de sevindi.

Halbuki FB as futbolcularla çıkmıyorum. Maçtan da hemen çekileceğim. Maç da senin kupa da senin dedi. 

GS anlamadığı gibi Futbol Federasyonu da bu jesti anlamadı. Toplanıp FB'nin bu jestine maçtan çekildin diye bir de ceza verdi. Sonra para cezasını biraz düşürdü ama olsun. Ceza cezadır. Yalnız dünyanın neresinde görülmüş centilmenliğe ceza vermek? 

Neyse kupa heyecanı dolayısıyla GS bunu anlamamış olabilir. Yalnız maçtan bugüne epey zaman geçti.

Şimdi sıra geldi GS'ye. Malumunuz FB'nin GS ile GS’nin sahasında oynayacağı bir maç var. İşte bu maç, anlaşılmayan jeste, karşılık vermenin tam sırası.

GS bu maç bizim için önemli. Şampiyonluk maçı dememeli. Basit hesap yapmamalı ve maça U19 takımıyla çıkmalı. Maçın ilk dakikasında FB gol attıktan sonra takımı sahadan çekmeli. FB'li futbolcular GS sahasında sevinmeli. 

Sonunda maçı üç-sıfır, FB lehine kaybetmeli. Bugüne kadar ne yaptığı FB tarafından hiç anlaşılmayan Federasyon da zaman kaybetmeden maçı FB lehine üç sıfır hükmen galip şeklinde tescillemeli.

Şampiyonluk düğümü bu maçta çözülmezse, kulüpler son kozlarını son hafta oynayacağı İstanbul ve Konyaspor maçlarına saklamalı. FB, İstanbulspor maçında gole doymalı. GS de Konyaspor maçına formalite gereği çıkmalı. Konya gol atamazsa -ki Konya sahasında galip gelmeyi sevmez- GS'li futbolcular gerekirse kendi kalelerine gol atmalı.

Hasılı Ali Koç'un Süper Kupa maçında yaptığı centilmenliğe GS de bu sezonun şampiyonluğunda FB'ye bir centilmenlik yapmalı. GS, Süper kupayı, FB de 2023-2024 kupasını müzelerine götürmeli. Her iki takım da müzesine birer kupa götürerek sezonu berabere bitirmeli. 

Federasyon da giderayak takımların bu centilmenliğine centilmenlik yapmalı. Her iki güzide takıma da yılın fair-play ödülünü vermeli. 

Burada tek sorun kupa ve fair-play ödülünün nerede verileceği. Bunu da Federasyon belirlemeli. İster Suudi Arabistan'da verebilir ister Şanlıurfa'da. 

Gördüğünüz gibi ligi kazasız ve belasız bitirmenin yolu, sayemde tere yağdan kıl çekmek gibi oldu. 

Tuhaf Rüya Gören Görene

"Tuhaf bir rüya gördüm bu gece:

Bir ülke varmış, 

20 sene çalışan biri,

42 yaşında emekli oluyor.

30 sene emekli maaşı alıyor, 

72 yaşında ölüyor,

10 sene de karısı emekli maaşını devam alıyor 

82 yaşında o da ölüyor.

40 yaşındaki kızı da bu arada "yalandan boşanıp", babanın emekli maaşını devam alıyor.

80 yaşına kadar da o alıyor, yani 40 sene daha

Ne yaptı?

20 sene prim öde, 30+10+40 = 80 sene maaş al !!!

80 sene!

Uyandım, böyle rüya mı olur ya diye,

su içtim geri yattım,  

Sonra ek rüya gördüm:

"Yalandan boşanan bir genç kadın, 40 yıl babasının maaşını alırken, annesine baktığını için, bakım maaşı da alıyormuş, kendi eşi öldüğü için onun maaşını da alarak, 3 maaş alıyormuş. Hatta 1.5 milyon kadın yalandan boşandı bu yüzden diye dedikodu bile çıkıyormuş..."

Bir ekonomist için kâbus gibi rüya, 

Allah'tan sadece rüya, 

çünkü gerçekte bunu ekonomik olarak kaldıracak bir ülke yok, olamaz da...

Yoksa var mı sizce?" 

Bu tuhaf rüyayı Zeki İbrahimoğlu diye biri görmüş. Gördüğü bu tuhaf rüyayı da yazı konusu edinmiş. 

Yazıda gördüğünüz gibi ilgili kişi, gerçekte bunu ekonomik olarak kaldıracak bir ülke yok, olamaz da diyerek hayretini ifade etmiş. 

Yazar aklı sıra bu ülke insanı bir emekli maaşının üzerine yatıyor. Geçimini de bu emekli üzerinden sağlıyor demeye getiriyor. Güya 20 yıl çalışıp emekli olan ve bu emeklilikten faydalanan bu ülke insanını suçluyor ve 20 yıl çalış. 80 sene bu emekli maaşından faydalanan diyor. Açıkçası bugün ekonomik tablo bozuksa müsebbibi bu diyor. Yani yönetenlere toz kondurmuyor ve birilerini temize çıkarıyor. 

Şimdi bu tuhaf rüya üzerine, üzerine kalem oynatılan bu tuhaf yazıya gelelim. 

İnsanımızın 20 sene çalışıp ardından emekli olma isteğini yasal hale getiren insanımız mı yoksa siyasi irade mi? Bir insanı 20 senenin ardından emekli etmek, bu ülkenin ekonomisine dinamit koymak değil midir? Hangi tuhaf ülke böyle bir şeye imza atar? 

Ölenin emekli maaşını eşine tevarüs ettirme yine bu tuhaf ülkeye mahsus. Siyasi irade her emeklinin maaşı kendine özgüdür. Ölümünün ardından kesilir. Herkes çalışıp emekli olmak zorundadır yasal düzenlemesi yaptı da bu tuhaf ülke insanı olamaz böyle deyip ayaklandı mı? 

Kızı hem babasından hem ölen kocasından hem de annesine baktığı için üç maaş alıyormuş da üstelik yalandan boşanıyormuş da bu maaşları almaya devam ediyormuş. 

Bir defa sormazlar mı? Sen siyasi irade, babadan gelen maaşı kızına geçirme hakkını niye verdin? Haydi verdin diyelim. İlaveten niçin kocadan gelen maaşı da vermeye devam ettin de sana bir emekli maaşı yeter demedin? Bir babadan, bir kocadan emekli maaşı aldığı için bir tanesini geri vermek isteyene, biri emekli sandığından, diğeri de SSK'den olduğu için ikisini de alırsın dedin? Ki ben buna şahidim. Bu ülke insanı acı zulüm hastalandığında, anne ve babasına meccanen bakarken hangi akla hizmetle bakım parası diye bir kalem icat ettin? Torununa bakan babaanne veya anneanneye torun parası verdin? Eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmek değil mi bunun adı? Sonra bakım parasıyla kaç kişi kendi geçimini sağlar, değil mi? 

Kısaca, sosyal hukuk devleti olarak her insana geçimini sağlayacak bir iş verme yükümlülüğümüz varken ne diye babadan çocuğa silsile halinde mirası tevarüs ettik? Ne diye bakım parası verdik ne diye farklı çalışan diye hanımına veya kızına iki emekli maaşı vermeye devam ettik? 

Hülle yoluyla boşanmış gibi yapıp babasından maaş alan varsa siyasi iradenin görevi bu tür suistimalleri yakalamak değil mi? 

Kısaca tuhaf rüyada, vatandaştan evliya olması, bu tür emekli maaşlarına tevessül etmemesi bekleniyor. Herkes evliya olsa devlete ne gerek var değil mi? Devlete yön veren, devleti geleceğe taşıyacak siyasi iradenin görevi, tüm bunların önüne geçmektir. Hiç suçu vatandaşa falan atmayalım. Böyle yaparak suçu başkasına sıvamayalım. Birilerini temize çıkarma adına kırk takla atıf tuhaf rüyalar görmeyelim. Çünkü böyle tuhaf rüyalar akla zarar. Tüm suç devletin geleceğini değil de kendi geleceklerini düşünen gelmiş geçmiş siyasi iradelerdir. 

Bir anekdotla yazımıza son verelim. Kalbi İslam'a ısınsın diye Hz peygamberin verdiği, Hz Ebu Bekir'in vermeye devam ettiği zekatı Hz Ömer, sizler artık yalama oldunuz. İslam'a girecek haliniz yok. Size de ihtiyacımız yok diyerek zekâttan pay alan bu kesimin zekatını kesmiştir. Hem de ayete rağmen. Hz Ömer bir devleti temsil ediyordu. Suistimali kesti. Devlete yön verenler de devletin aleyhine her türlü suistimali yok etme, buna yönelik tedbir alma gibi bir yükümlülüğü vardır. Ötesi, topu taca atmaktır, sorumluluktan kaçmaktır, ego tatminidir. Savunma mekanizmasından kaynaklı saldırmadır ve suç bastırmadır. 

Seyir Zevki Yüksek Bir Maç

Nisanın son akşamı evde misafir vardı. Yemek ve çayın ardından misafiri uğurladık. Odaya geçtim. Şöyle bir uzanayım derken oğlan televizyonu açmış. Maç izliyor. Maçın bir on dakikası geçmiş. Kimin maçı diye ekrana göz attım. Bayern Münih ile Real Madrid kulüplerinin maçı imiş.

Ne maçı bu evlat dedim. Yarı final maçı baba dedi. 

O değilden bakmaya başladım. 

Normal şartlarda maç izlemem. Genelde Türkiye Süper Ligini skor olarak takip ederim. Kimler şampiyonluğa oynuyor, kimler de küme düşecek diye zaman zaman puan sıralamasına bakarım.

Neyse bakayım biraz bu maça. Az sonra elime telefonu alır bir şeyler karalarım dedim. Ama hesabım tutmadı. İlgim olmayan bu yarı finale kaptırdım kendimi. Elime de telefonu almadım. Bir ara bizim GS'yi yenen takım değil mi bu Bayern evlat dedim. Evet baba, iki maçta da yendi bizi dedi.

İlk yarıyı bitireyim bari. Sonra işime bakayım dedim. Bırakmak ne mümkün. Maçı sonuna kadar bir solukta izledim. 

Bir maç bu kadar güzel olur muydu?

Bir maç, bir düello bu kadar mı güzel oynanırdı? 

Bir maç bu kadar mı seyir zevki verir? 

Futbolcular hiç mi yorulmaz?

Bir hakem bu kadar mı iyi maç yönetir ve çaldığı düdükten emin olur? 

Bir hakem bu pozisyona faul çalarsam, penaltı verirsem takımlar ne der endişesi yaşamaz? 

İki takımın futbolcuları da bir doksan dakika bir amaca mebni koştu durdu. 

Top doğru dürüst taca çıkmadı. 

İki tane penaltı verdi hakem. Aleyhine penaltı verilen takımın futbolcularından bir itiraz gelmedi. Şansımızı bir umut VAR'da deneyelim demedi. Ne hakem Var'a ihtiyaç duydu ne de takımlar VAR'ın arkasına sığındı. 

Kart yiyen futbolcular, sen ne yapıyorsun hakem dercesine el kol işareti yapmadı. 

Faul ile yere düşen yerde yatmaya devam etmedi. Düşer düşmez kalkması ve koşması bir oldu. 

Kimse burada faul var, burada penaltı var veya yok demedi. 

Maça üç dakika uzatma verdi hakem. Bunu da futbolcu değişimden dolayı verse gerek. 

Çünkü maç bir doksan dakika durmadı. 

Top bir oraya bir buraya gitti geldi. 

Depara kalkan futbolcunun peşinden adeta tüm takım aynı hedefe yöneldi. Aynı şekilde kalesine giden topun gol olmasını önlemek amacıyla diğer takım da kendi sahasında bitti. 

Bir doksan dakika çalım, isabetli pas, taktik, gol pozisyonuna girme izledim. 

Hiç hakemle oynayan futbolcu görmedim. 

Bir makinenin dişlileri gibiydi hepsi. 

Tüm futbolcular oyunu güzelleştirme adına görevini layıkıyla yaptı. Hiçbir futbolcu boşa kürek çekmedi. Koşarken niçin koştuğunu ve ne yapacağını bilerek koştu. 

Seyir zevki yüksek bir maçtı. 

İnançlarını bilmem ama tüm futbolcular ibadet aşkı içerisinde top oynadı. Aldıkları paranın hakkını fazlasıyla verdi. Futbol işte bu dedirtti izleyenlere. 

Bir doksan dakika nasıl bitti bilemedim. Yenişemediler ve ikinci maçta kozlarını paylaşacak iki takım. 

Hangi takım yarı finalde bu lige veda ederse etsin, her ikisi de büyük takım olduğunu bir kez daha gösterdi. 

Bir doksan dakika daha oynasalardı, bu maç da sıktı. Bitsin artık demezdim. 

Böylesi enfes, nefes nefese, sonucu kestirilemeyen bir maçı bugüne kadar ne izledim ne de duydum. 

Bizde de Süper Lig, birinci lig vs var. Ama gördüm ki bizimkilerin oynadığı lig falan değil. Futbol hiç değil. Aynı ligin insanı değiliz bir defa. Bunlarla boy ölçüşmemiz mümkün değil. Adamlar top oynuyor top. 

Bizde ise hakemle oynamaktan, hakemi eleştirmekten, tüm suçu hakeme yıkmaktan öte bir futbol yok. Onların seviyesine ulaşmak için kaç fırın ekmeği yesek, bu kafayla bizde ne futbol olur ne bunların seviyesine ulaşabiliriz. Hasılı biz ayrı dünyaların ligiyiz. Bizdeki futbol, futbolun özünde olmayan bize özgü bir futbol.

Kısaca onlar futbolun hakkını veriyor. Top oynuyor top. Biz ise hakemle oynuyoruz. 

Kıskanmayın Lütfen!

Yalan ve asparagas habere nihayet yalanlama geldi. Bu yalanı uyduranlar, bu yalana dair yorup yapıp kalem oynatanlar yataklarında nasıl uyuyacaklar, merak ediyorum.

Bir defa 2010 model araç sık sık arızalanıyor. Bu araç ki 2016 yılında Başbakanlık tarafından kuruma tahsis edilen altı yaşında bir araç iken geldiğimiz yıl itibariyle 14 yaşına basmış durumda. Ki bu araç ekonomik ömrünü tamamladı ve sık sık arızalanıyor. İnsaf ve vicdana sığar mı 14 yıllık araç. Bu aracı köylü Ahmet Ağa kullanmıyor. Koskoca DİB Başkanı kullanıyor. Statü ve itibar denen bir şey var değil mi? (Bu arada asker arkadaşın 2010 model Nissan Primera'ya biniyor hala.)

Sık sık il dışı programına katılan Sayın Başkan bu programlara bu yaşta bir araçla nasıl yolculuk yapsın değil mi? Bu kişi hizmetin gereği programlara mı katılacak, sık sık tamiri için sanayiye mi gidecek. Takdir edersiniz ki bu yaşta bu araç sanayiden çıkmaz. Hele ki işçiliğin pahalı, sanayi ustalarının vicdansız olduğu günümüzde, sık sık tamir parası vermek tasarrufa sığmaz. Başkanlık olarak tasarruf önceliğidir. Bu hakkı da kimse elinden alamaz.

Burada başka araç yok mu, onunla gitsin diyebilirsiniz. Var olmaya var. Daha bir yaşını tamamlamamış, sıfır yaşında bir TOGG var. Bu da kullanılıyor. Nerede derseniz? Makam hizmetlerinde kullanılmaktadır. Yani Ankara içinde kullanılmakta. Kaç ömür beklediğimiz gözümüzün nuru bu aracı makam hizmeti dışında kullanmak, hele ki şehirler arası yola sürmek tek kelimeyle vicdansızlıktır. Hangi vicdan dayanır buna.

Peki yoğun programlar için sık sık il dışına çıkacak Başkan acımayıp TOGG'la mı yollara düşecek ya da 2010 model sık sık arızalanan, sık sık sanayiye gitmek zorunda kalan ve Başkanlığa daha doğrusu devletimize büyük masraf açan külüstür arabayla mı yollara çıkacak?

Normalde Audi A8 bir araç bu yollara daha uygundu. Böyle bir araç isteme, tahsis edilme durumu varken Başkanlık şehir dışına çıkarken Audi A8 kiralama yoluna gitmiştir. 

Gördüğünüz gibi Audi A8 tahsisi yok. Devletten böyle bir talep yok. Hizmetten başka bir şeyi şiar edinmeyen Başkanın zaten böyle dünyalık işlerle işi olmaz.

Normalde 15 milyon değerinde bu araç Başkan'a yakışırdı. Temel felsefe, itibardan tasarruf edilmez iken bir tevâzu örneği gösterilerek bunca masrafı bu araca verme yerine böyle bir aracı kiralama yoluna gidilmiştir. İş aracı almakla bitmiyor biliyorsunuz. Bu aracın kaskosu var, vergisi ve algısı var. Yağı, tuzu, lastiği, yakıtı derken bu aracın çok pahalıya geleceği aşikardır. Kirala. Kiraya veren adam katlansın bu aracın masrafını. Sense sadece kira masrafını öde. Durum bundan ibaret. Siz siz olun, algı oluşturmaya yönelik asparagas ve yalan haberlere itibar etmeyin. Başkanın hayır duasını almaya bakın. Kurumu yıpratmaya yönelik haberlere kulak asmayın.

Öyle zannediyorum, içten gelen bu açıklama sizleri ikna etmiştir. Ben bile ikna olduğuma göre siz hayli hayli ikna olmuşsunuzdur. Hala ben ikna olmadım diyorsanız biliniz ki ön yargılısınız. Ön yargının ise tedavisi yoktur. Kıskanıyorsanız, yine bilin ki kıskançlığın da tedavisi yoktur. Çalışın, bir makama hakkınızla gelin, sizin de olsun. Ayrıca tüm emval Allah'ındır. Kulları sadece bunların emanetçisidir.