21 Aralık 2023 Perşembe

Yazmak Okumaktır, Okumak da Yazmaktır

İlk yazmaya sosyal medyada başladım. Aklıma eseni yazmışım. Yazılarımı takip eden Mustafa Yıldırım isimli mesai arkadaşım, "Hocam, falan yazarı tanıyor musun dedi. (Sorduğu kişiyi hatırlamıyorum.) Tanımıyorum dedim. Kimdir dedim. Yazı stilin ona çok benziyor dedi. Böyle sosyal medyada yazmaktansa sana bir blog açalım. Orada yaz. Hem yazıların bir yerde toplu olur dedi. Nasıl yapacağız dedim. Sen bir isim söyle, ben hallederim dedi. Dilin kemiği yok olsun dedim. Gitti. Az sonra geri geldi. Adına bir blog açtım dedi. Sen yazıyı gönder, ben yayımlayayım dedi. Bir böyle iki böyle. Bir gün hocam, sana yazı göndererek rahatsız ediyorum. Sen bana şu bloğu ver. Nasıl kullanacağımı göster. Bundan sonrasını ben hallederim dedim. Gösterdi. O gündür bugündür elimde bir oyuncağım var. Minnettarım kendisine.

Bloğu bana teslim etmeden önce sosyal medyada yazdığım ne kadar konu varsa geriye dönük tarayıp bloguma aktarıverdi. Sağ olsun.

İyi ki akıl edip bana böyle bir blog açıverdi. Blog benim bir meşguliyetim oldu. Hem elim hem kolum hem beynim hem hafızam hem oyuncağım hem dert ortağım hem sırdaşım hem günlüğüm oldu. 

2015 yılından beri yazarım. Aşağı yukarı her konuda bazı konularda defalarca dilim döndüğünce yazmışımdır. 

Kalem oynatmadığım belki birkaç konu kalmıştır.

Yazmaya başlarken dert edindiğim her konuda yazmaya kendi kendime söz vermiştim. 

An itibariyle bu yazıyla birlikte 4.442 yazım olmuş. Bazı günler 6-7 yazı birden yazmışlığım oldu. Yürümeye başladığım pandemi dönemiyle birlikte günlük yazı ortalamamda epey bir efor düşüklüğü oldu ama yazma yerine yürüyüşü tercih ettim. Yine de yürüyüşten arta kalan zamanda yazmaya çalıştım. 

Yazılarımı kahir ekseriyetle cep telefonuyla, son birkaç yıldır tamamen cep telefonu marifetiyle yazdım ve yazıyorum.

Yazı yazmak için bir oda bir sessizlik ortamı aramadım. Otobüs ve dolmuşta yolculuk yaparken, bir esnaf çay ocağında bir başıma olduğum zamanlarda gürültünün içinde benim işim yazı yazmak oldu. 

Yazılarımın bir kısmı mahalli gazetelerde yayımlandı. Hala da yayımlanmaya devam ediyor. Bir kısmını sosyal medyada paylaşıyorum.

Yazıp çizdiğimi gören bazılarından tasvip görmekle beraber sayıları az da olsa bazıları, "Niye yazıyorsun? Yazdığından para kazanıyor musun? Gazetelerde yazdığından ödeme yapıyorlar mı? Eline, koluna yazık. Sana ne faydası var? Yazıp duruyorsun ama bir faydası oluyor mu? Eline ne geçiyor? Baksana yazdıkların dikkate alınmıyor" demeyi ihmal etmedi. 

Yazılarının hiç etkisi ve katkısı olmasa da dikkate alınmasa da istedim ki yazılarım tarihe şahitlik yapsın. Dert edindiklerim bana şahit olsun.

Böyle diyenlere ne desem boş. En iyisi bu tiplere kalem üstadı Gökhan Özcan’ın kaleminden cevap vereyim:

Yazmak, esasen insanın kendi kendisiyle konuşmasıdır.

Kalem duramaz, bunu kayda geçirir.

Kağıt duramaz, kayda geçeni başka insanlara götürür.

Yazı yazandan çıkıp başkalarına ulaştığında zaten söz çoktan söylenmiş ve işitilmiştir.

Peki okuyan? O, olmuş olanın misafiridir.

Kalemi devreden çıkarırsanız şunu görürsünüz: Her yazan aynı zamanda okuyandır, her okuyan aynı zamanda yazan...

Anlam, elden ele dolaşan ve her ele kendi nasibi kadarını bırakan bir rızıktır.” Gökhan ÖZCAN

Hamas'a Gaz Verenlerin Amacı

Elinde imkanları sınırlı olan ve imkânsızlıklar içerisinde İsrail ile mücadeleye devam eden Hamas'a;

Yürü aslanlarım, kim tutar sizi.

Arkandayız. 

Sizler mücahitsiniz.

Bizim göz bebeğimsiniz

Nice azlar, çok olanlara galip gelmiştir. 

İsrail'in sonu geldi. 

Hamas İsrail’in karizmasını çizdi.

Bu savaşı mutlaka Filistinliler kazanacak... 

Türünden şeyler söylemek, Hamas'a gaz vermek demektir. 

Hamas'ın bu savaşı yel değirmenlerine karşı bir savaş gibidir. 

Bunun gerçek hayatla ve hayatın gerçekliğiyle bir alakası yoktur. 

Çünkü Hamas bu savaşı asla kazanamaz. 

Üstelik alt edemeyeceği bir savaşa kalkışması bir nevi intihardır. 

Kendi intihar ettiği gibi binlerce Filistinli çoluk, çocuğu, kadını ve sivili ölüme göndermektir. 

Milyonları evsiz, barksız, anasız, babasız, evlatsız, aç ve susuz bırakmaktır. 

Her eve evlat, ana, baba, kardeş acısı vermektir. 

Bitmeyen tek taraflı bir savaştır. 

Ağlarsa analar ağlayacak, başkası yalan ağlayacak.

Ateş daima düştüğü yeri yakacak.

Ölen, öldürülen ve acı çeken Filistinliden başkası olmayacak.  

Durum bu iken ve gerçekler bu derece acı iken mücadelesinden dolayı Hamas’a gaz vermek, onları daha doğrusu Filistinlileri ölüme göndermek, onları toplu intihara sürüklemektir.

Yapılması gereken;

İsrail’i ateşkese zorlamaktır. Bunun için dünya kamuoyuna harekete geçirmek gerekir.

Dünya haklarının inisiyatif alması için devletlerine baskı yapmasını sağlamaktır.

Beş daimi üye arasında diplomasi ve mekik dokumaktır.

Ötesi Filistin’in yok olması demektir.

Acaba gaz verenlerin amacı bu mu?

Filistin'le Yatıp Kalkmak Ne Derece Doğru?

7 Ekim'de başlayan İsrail-Hamas arasında tek taraflı devam eden ve sayıları 20 binle ifade edilen, ölenlerin çoğunluğu; çocuk, kadın ve sivil olan savaş, iki ayı doldurdu. Üçüncü ayını doldurmaya doğru gidiyor.

Gazze'ye uygulanan bu orantısız katliama karşı yapabileceğim bir şey var mı diye düşünüyorum. Elimde üzülmemin dışında bir şey yok. Savaşı durdurmaya zaten gücüm yok. Gazze safında savaşa gitsem, izin vermezler. Hoş gitsem bile İsrail'in düzenli ve profesyonel ordusuna karşı savaşan düzenli bir Gazze ordusu yok.

Bu konuda vatandaş ne yapabilir? Onların durumu da benden farksız. Bu aşamada vatandaşın yapabileceği de yok. Çünkü bu iş devletler arası ilişkilerle çözülecek bir mesele. Yani bizi ve boyumuzu aşar.

Bu durumda, yerimizde oturmamızın, içten içe üzülmemizin, savaşın bir an evvel son bulmasını temenni etmenin dışında bize bir seçenek kalmıyor. Çünkü aciziz vesselam.

Savaş devam etse de bu savaş içimizi paralasa da gündelik hayat devam ediyor ve etmelidir de.

Yalnız sosyal medyada protesto etmenin, İsrail aleyhine paylaşım yapmanın, Yahudi ürünlerini boykot etmenin ve sosyal medya aracılığıyla halkı boykota çağırmanın dışında hiçbir iş yapmayan bir kesim var. Bunlar sosyal medyada köşe başlarını tutmuş. Yazıp çiziyor, paylaşım üstüne paylaşım yapıyor. İsrail aleyhine paylaşımından dolayı ilgili sosyal medya tarafından paylaşımına gelen kısıtlamayı paylaşıyor. İçlerini bilmem ama Gazze ile yatıp Gazze ile kalkıyor. İsrail'e lanet üzerine lanet yapıyorlar.

Sonuç alırlar veya alamazlar. Belli ki bu meseleyi dert edinmişler. Varsın paylaşsınlar.

Bu sosyal medya kitlesi başka bir iş daha yapıyor. İsrail aleyhine kimin tepki verip kimin vermediğini mesele ediniyor. Kim boykota katıldı veya katılmadı, buna bakıyor. Sosyal medyada kim İsrail aleyhine ve Gazze lehine paylaşım yaptı, bunu not ediyor. Buraya kadar tamam. Ama durmuyorlar. İsrail ve Gazze dışında başka paylaşım yapanlara da tepkisi var bunların. Bunlara göre bu sorun devam ederken başka mesele konuşulup yazılmayacak ve paylaşılmayacak. Sosyal medya sağlayıcısı nasıl ki kendilerine kısıtlama getiriyorsa adeta bunlar da gündem dışı paylaşımlara rezerv koyuyor. Filistin kan ağlarken böyle paylaşımın sırası mı demeye getiriyorlar. Bu kadarla kalsalar yine iyi. Bu tipler sosyal medyanın dışında da başka konuların konuşmasına bir türlü tahammül göstermiyorlar. Müslümanın Filistin gibi bir derdi varken başka konuları konuşmak abesle iştigal onlara göre.

Bu psikoloji içerisinde olanları anlamaya çalışıyorum. Maalesef anlayamıyorum. Yazıp çizdikleriyle, tepkileriyle, boykot listesi yayımlamakla ve sürekli bu savaşı gündemde tutmakla başarıya ulaşsalar, kendilerini tebrik edeceğim. Helal olsun diyeceğim. Niyetlerini sorgulamıyorum ama bu yolda olanların beyhude bir çabanın içerisinde olduğunu ve etrafına da pozitif enerji vermediklerini görüyorum. Yapıp ettikleriyle bir yaraya merhem olamıyor ve savaşı sona erdiremiyorlarsa da başkasını rahatsız ve huzursuz etmeyi çok iyi beceriyorlar.

Bu psikoloji içerisinde olanlar ve bu haleti ruhiye ile yaşayanlar hayatın gerçekliğini göz ardı ediyorlar. Çünkü her türlü acı, sıkıntı ve haksızlığa rağmen hayat devam ediyor. İnsanın en sevdiği kişi bile ölse bir müddet ağlar, sızlar, üzülür, bir müddet yemeden ve içmeden kesilir. Sonra bakar ki ölen geri gelmiyor. Ölenle ölünmüyor. Yavaş yavaş başka konuları konuşmaya, yeme ve içmeye başlıyor. Hatta böyle acılı kimsenin yanına gelenler, başka konuları gündeme getirirler, havadan ve sudan konuşurlar. Amaç kişiye acıyı unutturmak ve yavaş yavaş onu hayata hazırlamaktır. Böyle yapmakla iyi de yapıyorlar. Çünkü aynı ruh hali ile insanın yaşaması, hayata bağlanması ve normale dönmesi mümkün değildir.

Hasılı, Filistin ile yatıp kalkan ve başka paylaşımlara burun kıvıran sosyal medya paylaşımcılarının, hayatın bu gerçekliğini göz ardı etmemelerinde fayda vardır.

Celalettin Rumi ve Şebiarus

Bu yazımı sosyal medyada yayımlanan bir alıntıya yer vereceğim. Yazıp paylaşan üniversiteden sınıf arkadaşım Celalettin Rumi’ye ve şebiarusa ayırmış bu yazısını. Hakkında olumlu ve olumsuz şeyler yazılım çizilen ve yüzyıllar geçmesine rağmen gizemini koruyan Celalettin Rumi ve şebiarus hakkında bakalım ne demiş? Noktası, virgülüne dokunmadan onun gözünde Celalettin Rumi:

“Ne demek şebiarus ?

"Sevgiliye kavuşma gecesi"

Yani "Gerdek Gecesi". 

Seven kim, sevilen kim?

Âşık kim, maşuk kim? 

Ortada bir gerdek varsa bir de gelin ve damat olmalı değil mi? O zaman gelin kim, damat kim? 

Uzatmaya gerek yok, yıllardan beri adına şebiarus ihtifalleri düzenlenen adam, işin bir tarafında duruyor. Diğer tarafta ise Âlemlerin Rabbi olan Allah var.

Tabi, bütün bu safsata ve haddini aşmış fikirler, ehli tasavvuf tarafından "Aşk Makâmı"nda (o da neyse öyle?) söylendiği için hiçbir mahzuru olmayan, tam tersine övgüye layık fikirler olarak kabul görmüş ve devam ettirilmiştir.

Peki, yurt içinden ve yurt dışından binlerce insanın katılımıyla her sene Aralık ayının ortasından itibaren, adına ihtifaller düzenlenen, bu gece sevgilisine kavuşan bu adam kimdir?

Dilimin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalışayım:

Türk mü, Arap mı yoksa Pers mi olduğu bile tam belli olmayan,

Tek kelime Türkçe bilmeyen ve bütün kitaplarını Farsça yazan,

Yazdığı kitaplarda İslâm'a ve Kur'ân'a çok ters konulara yer veren,

Evinizde ananız, bacınız, hanımınız ve  kızınızla oturup okumaktan hayâ edeceğiniz kadar utanç verici, ahlaksız ve müstehcen hikayeleri İslâm adına insanlara ders vermek(!) için yazmaktan hayâ etmeyen,

Kendisine, Rabbimizin Kur'ân'da sadece kendisi için kullandığı "Mevlânâ" ismi yakıştırılan,

Afganistan'ın Belh şehrinden olmasına rağmen "Rûmî" denilerek Anadolu topraklarına nispet edilen,

Anadolu'da neredeyse Müslüman bırakmayacak kadar katliam yapan Moğolların, bırakın öldürmesini, bizzat onların özel ilgisine ve muhabbetine mazhar olan,

Moğollara karşı savaşan oğlunu "Meşru otoriteye karşı çıkan bir bağy" olarak gördüğü ve sevgilisi Şems-i Tebrizî'nin öldürülmesinden sorumlu tuttuğu  için öz oğlunun bile cenaze namazını kılmayan,

Bugün Fethullah Gülen denen adam bizim için ne ise kendi zamanında yaşayan Müslümanlar ve Müslümanların devleti için aynı şey olan, 

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra bütün tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına rağmen türbesi kapatılmayıp turizme açılan,

Bağlı olduğunu(!) ve yolundan gittiğini(!), ayağının tozu olduğunu(!) söylediği peygamber; terörist, katil, uçkur düşkünü, olarak tanıtılmasına rağmen tüm dünyada "İnsan sevgisi" ile öne çıkartılıp "gönül ehli" diye takdim edilerek bağlı olduğu(!) peygamberden bile üstün tutulan,

Kendisine laf söyleyenler "Ehl-i sünnet ve İslâm düşmanı" ilan edilen,

Bu yüzden "ismet" sıfatına sahip bir "masum" kabul edilen,

Aslında ne millî ne de dînî bir kişiliği olan, en fazla kültürel bir kişilik olan, 

Aslında ne olduğu veya ne olmadığı bir çok devlet yetkilisi tarafından çok iyi biliniyor olmasına rağmen "inanç turizmi"ne olan büyük katkısından dolayı oldukça "duygusal" gerekçelerle hiç kimsenin karşı çıkmadığı, tam tersine devletin bütçesinden pay ayrılarak adına düzenlenen törenler için salonlar yapılan, yarışmalar düzenlenen, adına günler haftalar, aylar, hatta yıllar ayarlanan, 

Medîne'deki "Yeşil kubbeye" alternatif olarak Konya'daki "Yeşil türbede" yatan ve

Türbesini ziyaret edenlerin "Yarım hacı" olduğu kabul edilen zatın ta kendisidir.

Adını vermedim ama siz de tanıyor musunuz bu adamı?”

Rıza Bozdağ

17 Aralık 2017 Pazar

Kayseri

Orta ve Uzun Vadeli Hedef

Şimşek, "Orta vadeli program ile enflasyonu kalıcı olarak düşüreceklerini,

2026 yılında tek haneye düşürmeyi hedeflediklerini, işsizliğin tek haneye düştüğünü,

2023 yılında yüzde 4 büyüme hedeflerinin olduğunu,

bir diğer hedeflerinin de cari açığı kalıcı olarak aşağıya çekmek olduğunu" belirtti.

Hedefler tutar veya tutmaz ama hedef hedeftir. Önemli olan hedef koyabilmek, mücadele azmi ortaya koymak ve büyük düşünmektir.

Tutmadı mı?

Dünyanın sonu değil ki.

Bir sonraki orta vadeli programda yeni tek hane hedefi konur. Hayat devam eder. Sonunda ölüm yok ya.

Bir tanıdığımın oğlu daha küçükken bir arkadaş ona sormuştu, büyüyünce ne olacaksın diye. Çocuk hiç düşünmeden Cumhurbaşkanı demişti.

Arkadaş, bir ülkede bir tane Cumhurbaşkanı olur. O kadar kişi var. Hedefin biraz büyük değil mi? Bu kadar kişi arasında nasıl Cumhurbaşkanı olacaksın demişti de olsun, ben olacağım demişti.

Ve ben bu çocuktaki özgüvene, büyük hedefine ve zora talip oluşuna hayran kalmıştım.

Gel zaman git zaman çocuk liseyi bitirdi. Daha ötesini okuyamadı ya da okumadı.

Bir gıda sektörüne girdi. Tezgahtar olarak çalıştı.

Biraz tecrübe kazandıktan sonra babasının sayesinde küçük bir dükkan açarak kendi işletmesinin tek sahibi oldu.

Halen bu sektörde çalışıyor.

Çoluğa çocuğa karıştı.

Gördüğüm kadarıyla işi de iyi. Morali de düzgün.

Cumhurbaşkanı hedefim tutmadı diye köşesine çekilip karalar bağlamadı.

Hedefim tutmadı diye bir pişmanlığı da yok. Hayatına devam ediyor. Mutlu mu mutlu üstelik. Hem de hedef koyarken de mutluydu, şimdi de.

Oğlum Cumhurbaşkanı olamadı, koyduğu hedefi tutturamadı diye babası üzülmeye üzülmüştür ama o kadar da olsun. Herkes mutlu olacak diye bir şey yoktur.

Küçük çocuğun hedefi tutturamamasında, çocuğun daha küçükken büyük ve uzun vadeli bir hedef seçmesiydi belki de. Öyle ya kolay mı uzun vadeyi tutturmak.

Keşke uzun vade bir hedef yerine orta vade bir hedef koysaydı, belki tutardı.

20 Aralık 2023 Çarşamba

Battı Çıktı ve M. Sıdkı Bilgin *

Konya'nın ilk alt geçidinin neresi olduğu sorulsa çoğu, özellikle yeni nesil bilmez. Bunu bilse bilse eskiler bilir. Eski nesil de burayı alt geçit olarak bilmez. Çünkü bu alt geçide Konyalı Battı Çıktı adını vermiştir. Verilen anlam da uygun. Çünkü arabayla batıyorsun sonra çıkıyorsun. 

Arabaların inip çıkmasından dolayı buraya başka anlam yükleyip söylerken gülenler de var ama biz bu anlamı onlarla baş başa bırakalım.

Ne zamandır Meram Yeniyol üzerindeki Battı Çıktı adı verilen bu köprüyü yazı konusu edinmek istiyordum. Biz Battı Çıktı desek de köprünün bir resmi adı vardır. 

Bir gün o köprünün altından geçtim. Birkaç fotoğraf çektim. Köprünün bir tarafında küçük puntolarla yazılı M. Sıdkı Bilgin Alt Geçidi ismini gördüm. 

Doğrusu M. Sıdkı Bilgin ismini ilk defa duydum. O kadar da çok geçmiştim altından halbuki. Hem araçla hem de yürüyerek. 

Adı verildiğine göre eski belediye başkanlarından biri olmalı dedim. İnternet üzerinden ismi aradım. Memleket gazetesinin 2007 yılında M. Sıdkı Bilgin ile yaptığı uzun röportaj önüme düştü. Uğur Özteke’nin hazırladığı bu röportaja göre Konya’nın bu ilk alt geçidini yaptırmak bugün adını sanını bilmediğimiz M. Sıdkı Bilgin'e nasip olmuş. 

Kimdir M. Sıdkı Bilgin? 15 Mayıs 1923 doğumlu Bilgin ilkokulu Hakimiyet-i Milliye’de, ortaokulu Karma’da, liseyi Kabataş Lisesinde okuduktan sonra hukuk okumaya karar verir. İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra bir süre hakimlik yapar. Ardından istifa ederek Konya’da avukatlık yapar.

1955 yılında siyasete girer. Yapılan mahalli genel seçimlerde Belediye Meclis üyeliğine seçilir. 1958 yılına kadar encümen üyesi ve belediye başkan vekili olarak görev yapar. Belediye başkanının milletvekili seçilmesiyle birlikte 1958 yılında belediye başkanlığına seçilir.

100 bin nüfuslu Konya’da o zamanlar şehir içi toplu ulaşım yoktur. Kamyondan çevirme arabalar vardır. Yollar bozuk. Asfalt yoktur. Dere’de elektrik santrali var. Göksu yeni yapılıyor.

35 yaşında iken belediye başkanı seçilen Bilgin Demokrat Partili vekilleri yanına alarak Başvekil Adnan Menderes’in huzuruna çıkar. Nereden buldunuz bu genç adamı dediği Bilgin’i iki saat imtihan eder. Ardından Konya’yla ilgili bir brifing alır.

Sayın Bilgin Başvekil’den Konya için 10 otobüs ister. Elektrik ve Göksu işini söyler. Menderes yanındakilere gidebilirsiniz. Yalnız sen bu işleri halledince kadar burada kal, Konya’ya gitme der.

İki üç gün sonra Menderes belediye başkanını yanına çağırır: “Reis bey 10 tane otobüsünüz için Maliye Bakanlığı’na döviz emri verildi. Elektrik işi için tekrar görüşüldü, ikmal ve dağıtım işi için İller Bankası’na kredi verilmesi konusunda emir verildi.  Yolların asfalt yapılması için asfalt verilmesine de emir verildi.” der.

Konyalı Mercedes otobüslerle o zaman tanışır.

Göksu hidroelektrik santralinin ikmalini ve şehir elektrik şebekesinin tevzi ve ıslahı, şehir içi asfalt yollarına yenilerinin ilavesi, şehrin imar planına geçişinin yaptırılması ve uzun yıllar gerçekleştirilmemiş olan Ankara-Konya giriş yolunun istimlâki gibi yararlı hizmetlere imza atar. Şehir aydınlatılır, yollar asfaltlanır.

60 ihtilali ile birlikte Yassıada’da 5 ay 20 gün yatar. Suçu da Başvekil’i Konya’ya davet etmek ve Başvekil’e methiyeler düzmek.

Sıtkı Bilgin 1961 yılı yerel genel seçimlerinde bu defa Adalet Partisi’nden Belediye Meclis üyeliğine ve Belediye Başkan vekilliğine seçilir. 1977 tarihine kadar yapılan genel seçimlerde yine aynı görevlere seçilmek suretiyle takriben 20 yıl süre ile Konya Belediyesine hizmette bulunur.

Konyalının Battı Çıktı adını verdiği ilk alt geçidin inşaatı o günün imkânsızlıklarıyla bir yıl sürer. Yapımında Devlet Demir Yollarından ve Karayollarından destek alır. Buradan çıkan toprak Alaeddin Tepesine dökülür.

Daha sonraki belediye başkanları zamanında Konya’nın bu ilk alt geçidine Bilgin’in adı verilir.

Sıdkı Bilgin Konya Cemiyeti Hayriye Vakfı, Türk Anadolu Vakfı ve Büyük Koyuncu Hizmet Vakfı gibi vakıfların kuruluşunda bulunmuş, binlerce aileye para ve mal yardım yapılması ve öğrenci yetiştirmesi ve huzurevinin yaptırılması gibi çalışmalarına fahri olarak yardımcı olmuş. Aynı zamanda Selçuk Üniversitesini kurma ve Yaşatma Derneği kurucularındandır.

Konya’ya birçok hizmeti dokunan M. Sıdkı Bilgin 3 Mart 2011 tarihinde vefat eder. Allah rahmet eylesin.

*22/12/2023 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Aşır Karye ismiyle yayımlanmıştır

17 Aralık 2023 Pazar

Sıra Onun Nasılsa

ATM'ye bir kişi para yatırıyor. Arkasında da kimsecikler yok. Üstelik de genç. Bir dakikada işini halleder, sıra bana gelir. Bir sevindim bir sevindim. Çünkü beklemeyeceğim. Bitirdi bitirecek. İnternet nesli ne de olsa. Onun için çocuk oyuncağı. 

Bitirmedi nedense. Ne yapıyor diye göz ucuyla baktım. Bir 200 lira para yatırıyor. Her denemesinde parayı geri verdi. Her defasında da önce ters çevirdi. ATM bir türlü parayı kabul etmedi. Para buldu da bunuyor ATM. Üstelik günün en büyük parası. 

Sonra kıvırdı, düzeltti. Tekrar tekrar denedi. ATM ant içmişti bu gençten para almamaya. 

Bir taraftan denerken bir taraftan da hafif bana dönerek bir 200 lira yok mu dedi. Ses vermedim. Şükür ki benden haberi varmış.

Birkaç defa denedi. Sonunda ATM değil, genç pes etti. Kartını alıp çekildi. Buna da şükür.

Para sahte miydi neydi bilmiyorum. Hoş sahte olmasa da bazen ATM'ler bunu yapardı ama genç beni mahcup etti. 

Ama gence hayran kaldım. Arkada biri bekliyormuş. Benim iş olmayacak, amca işini halletsin. Ben az sonra biraz daha denerim demedi. Daha doğrusu gençten bunu bekledim. Çünkü arkada bekleyen oldu mu, baktım işim uzayacak, işlemi iptal eder, arkamdakine veririm sırayı. Başkaları da gelmişse en arkaya geçer, sıraya girerim. Gençten bunu beklemek beyhude çaba.

Benim bu yaptığım garibinize gitti değil mi? Güya çok ince düşünüyorum size göre ve gencin yaptığı doğru. Çünkü sıra onun. Gerekirse sabahtan akşama sırayı kimseye vermeden bankamatiğin önünde durur. 

Aman neyse ne. Ben böylelerine kendine Müslüman derim. Bana Müslüman olmuyorsa kendine bari olsun. 

*

Normal bir hızla trafik akıyor. Ben de Alıntıya uygun hareket ediyorum. Önümde biri durdu. Çünkü bir arabanın gireceği kadar bir boşluk görmüş önümdeki sürücü. Belli ki aracını buraya park etmeyi gözüne koymuş. Zaten belliydi ağır ağır gitmesinden. 

Öndeki aracın hizasına kadar gidip duruyor. Sonra geri vitese atıyor. Arka arkaya gelmeye başlıyor. Bir denedi olmadı. Sonra tekrar öne çıktı tekrar denedi. Haydi bir daha derken bu sefer oldu. Bir defa da geri parkına girmek sadece ehliyet sınavlarında geçerliydi nasılsa. Girdi ya sen ona bak. 

Arkadaki ben ve benim ardımdaki araçlar mı? Hep beraber bekledik beyefendinin park etmesini. İşimiz neydi zaten. Önemli olan öndekinin işinin görülmesiydi. 

Beyefendi de çok rahattı. Arkada araçlar dizilmiş, bekliyormuş... Hiç umursamadı. Zaten böyle de olmalıydı. Çünkü strese girerse aracı park edemezdi. Üstelik yol onundu. O ne yaparsa biz bekleyecektik. Önemli olan onun işinin görülmesiydi. Zira kendine Müslümanlık da bunu gerektirir. 

Böyle durumda ben ne yapardım? Bir defa o iki aracın arasına park yapmaya hiç yeltenmezdim. Çünkü akan trafiği durdurur, trafiği felç ederdim. Arkadakiler ya sabır çekerdi. Hem benim park edeceğim yer en az 50-100 metre önden, bir o kadar da arkadan boşluk olacak ki hiç öne ve arkaya gitmeden hemen sağa kırıp park yapabileyim. Hiçbir sürücü bana böyle park yeri bırakmadığı için boş yer yok diye gider de giderim. Nihayet öyle yerler olur ki tam benlik park. Gideceğim yere epey uzak ama olsun. Park yapıp geldiğim yolu yürüyerek geri teperim. Bu ayaklar niçin var, değil mi?