19 Nisan 2023 Çarşamba

Yalnızlık

Sosyal bir varlık olan insan için yalnızlık tercih edilmeyen aykırı bir durum ise de yalnızlık,

Kalabalıklar içerisinde bir başına kalmaktır. 

Kendisini yalnız hissetmek ve yalnız olmaktır.

Farkındalıktır. 

Farklı düşünmektir. 

Doğayı, insan hareketlerini ve insan tiplerini gözlemlemektir. 

Bir şeylere kafa yormaktır. 

Problemleri tespit etmektir. 

Çözüm yolları üretmektir. 

Her şeyi sorgulamaktır. 

Sürüden ayrı kalmaktır. 

Birey olmaktır. 

Kişinin kendisine vakit ayırmasıdır. 

İlginç fikirlerin akla dammasıdır. 

Aynı dili konuşanlara yabancı olmaktır. 

Özgün fikirleri zihinden geçirmektir. 

Düşünen beyin olmaktır. 

Geçmişi, anı ve yarını zihinden geçirmektir. 

Yalnızlaşmaktır. 

Banaldan kaçmaktır. 

Anlaşılmaz olmaktır. 

Absürt fikirler akla gelmektir. 

Hayal gücünü geliştirmektir. 

Sesten, gürültüden, rutinden kaçmaktır. 

Kendisine dert ortağı olmaktır. 

Zihinde dertlere çözüm üretmektir. 

Toplumdan kaçarak kendi olmaktır.

İnsanın kendini hissetmesi ve kendisini tanımasıdır. 

18 Nisan 2023 Salı

İsrailoğulları ve Soğan

Musa peygamber Firavun tarafından köle yapılan ve işkence gören İsrailoğullarını Mısır'dan kurtardıktan sonra Allah İsrailoğullarına emeksiz kudret helvası ve bıldırcın etini nimet olarak vermişti. Günlerce bu iki yemekten faydalanan Yahudiler Musa peygambere "Hani bir zamanlar, 'Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, yeter artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın." demek suretiyle bu iki yemeğe karşı bıkkınlıklarını ifade ettiklerini, "Mûsâ ise, “İyiyi kötü ile değişmek mi istiyorsunuz? " dediğini ve Yahudilerin Bakara 61.ayetle eleştirildiğini biliyoruz. 

Allah'ın verdiği nimetler say say bitmez. Nimetler arasında birini diğerine öncelemek ve tercih etmek olmaz ise de damak zevkine göre bazı yiyecekleri insanlar daha fazla ister ve yer. Bıldırcın etinin ve kudret helvasını yerini de hiçbir yiyecek tutmaz. Üstelik emeksiz, külfetsiz ve maliyetsiz yiyecekler. Yahudilerin istediği yerin yetiştirdikleri ürünler ise emek, maliyet ve külfet ister. Ayette Musa peygamber iyiyi daha düşüğü ile değişmek mi istiyorsunuz dese de insan vücudu yerin bitirdiklerini de ister. Çünkü vücudun buna ihtiyacı var. Ne de olsa topraktan geldik toprağa gidecek ve toprak olacağız. Ayrıca ayette geçen kudret helvası ve bıldırcın eti ne kadar değerli olursa olsun aynı şeylerden sürekli yiyen, bal yiyen baldan usanır misali, bir müddet sonra yediğinden bezer. Yine insanoğlu emeksiz elde ettiğinin ve bedava gelenin kıymetini bilmez. Kısaca insan psikolojisi böyledir.

Bu kısa açıklamayı yaptım. Malumunuz bugünlerde soğan üzerinden bu konu gündemde. Sayın Yasin Aktay da bu konuyu ele almış. Buraya alıntılıyorum: “Soğan sembolizmi aslında Ramazan dolayısıyla bugünlerde çokça okuduğumuz Kur’an-ı Kerim’de de karşımıza çıkıyor. Hani Firavun’un köleleştirdiği İsrailoğulları, zulüm ve baskı altındayken Hz. Musa onları uzun ve yorucu bir sürecin sonunda özgürlüklerine kavuşturuyor ya.

Uzun süre bir bakıma ekmek elden su gölden ve özgürce bir hayat yaşamaktayken bir süre sonra “Hep bunları mı yiyeceğiz? Yok mu başka bir şey, hani soğan, hani sarımsak, mercimek?” diye söylenmeye başlıyorlar.

Burada, Hz. Musa’nın liderliğinde kendilerine sağlanmış olan o özgürlük ortamında, üstelik en kaliteli, belki üst sınıf insanlara özgü yiyecekler karşısında soğan talep edilmesi yine tesadüf değildir. Soğan belli bir konfora alışıp onu rutin olarak yaşayanlara çoğu kez musallat olan bir geçmişe özlem, yani nostaljinin ifadesidir.

Yanlış anlaşılmasın. Soğan kesinlikle önemsiz bir konu değildir. İşte önemi tarihsel olarak taa Hz. Musa zamanlarına kadar giden bir sembolik anlama da sahip.

Ama soğanı öne sürenler tarih boyunca olduğu gibi her zaman aynı zamanda daha iyi olana karşı daha kötü olanı öne sürerler. Bu da soğan sembolizmini tamamlayan bir konudur."

Sayın Aktay’ın soğan üzerinden değerlendirmesi böyle. Döktürmüş maşallah. Siz nasıl buldunuz bilmiyorum ama sosyoloji yani toplum bilimi alanında ihtisas yapmış ve sahasında Prof. olmuş bir akademisyene bu değerlendirmesini yakıştıramadım. Kısaca Aktay soğan üzerinden sapla samanı karıştırmış. Benim bildiğim kıyas iki benzer arasında yapılır. Aklı sıra İsrailoğulları ile bugün soğanın pahalılığını dilinden düşürmeyenleri karşılaştırıyor. Bir defa bugünkü toplum ile İsrailoğulları aynı değil. Bu toplum dün köle değildi. Aynı zamanda kudret helvası ve bıldırcın eti ile beslenmiyordu. Kendi elinin emeğiyle yerin yetiştirdiklerinden kıt kanaat besleniyordu. İsrailoğulları gibi kölelikten sonra bir eli yağda, diğer eli balda bir konfora sahip değildi. Güya soğanı öne sürenler tarih boyunca vardı. Şimdi yeniden peyda oldu diyor. Yine bu toplum rahata kavuşmuş, birçok imkanlara sahip iken geçmişe özlem adına bu iyi duruma karşı soğan üzerinden kötü durumu özlüyor demek istiyor.

Sapla samanı karıştıran bu kıyası bir başkası yapsa gam yemeyeceğim. Branşı itibariyle toplumun nabzını tutması gereken ve yıllarca siyasetin içinde pişmiş, halk ile hemhal olmuş bir akademisyenin böyle bir kıyası yapması düşündürücü. Maalesef bu kıyası da batıl bir kıyastır. Bir mantık hatasıdır. Böyle diyeceğine, hayat pahalılığını soğan üzerinden yaşıyoruz. Biz bunun farkındayız. Alacağımız tedbirlerle soğanın bu saltanatına son vereceğiz dese daha inandırıcı olurdu. Unutmasın ki bu ülkede siyaset tencere, tava ve mutfak üzerinden yapılır. Hükümetleri getiren de hükümetten eden de mutfaktır. Sayın Aktay siyasetin duayeni olan Demirel’in “Tencerenin deviremeyeceği hükümet yoktur” sözünü de çok iyi bilir.

Evet, bu ülkede iyi giden güzel şeyler var. Ama bunlar başta soğan olmak üzere hayat pahalılığının üzerini örtemez. Bu ülke bazı alanlarda daha iyi şeyler yapabiliyor iken üretimi kolay soğanın zirveyi zorlaması ve bu durumun seyredilmesi anlaşılır değil. Bu vatandaş iyi şeylere layık olduğu kadar daha kötüsü kabul edilen soğanı da makul fiyatla almaya layıktır.

17 Nisan 2023 Pazartesi

Değişen Seçmen Profili

Seçmenle ilgili "Sağcısı sağcı, solcusu solcu, milliyetçisi milliyetçi, İslamcısı İslamcı. Bunların her birinin partisi var. Partisini değiştirmez" şeklinde bir anlayış var. Bu anlayış tamamen doğru değil. Evet, seçmenin büyük bir çoğunluğunun rengi bellidir. Çoğu şehirler partilerin kalesidir. Buralarda başka partiler çoğunluğu sağlayamaz.

Seçmenin yüzde 30'u İslamcı, merkez sağ, yüzde 25'i merkez sol, yüzde 25'i de Türk ve Kürt milliyetçisi olmak üzere toplam seçmenin yüzde 80'i sabit fikirlidir. Bu seçmen kitlesine hitap eden partiler seçim çalışması yapsa da yapmasa da seçmen gider kendi partisine oy verir. Bunlar için parti, futbol takımı tutmak gibidir. 

Seçmenin yüzde 80'i ne olursa olsun rengine göre sandıkta oyunu kullanırken yüzde 20 oranında bir seçmen kitlesi seçimden seçime değişkendir. Bu değişken seçmen kitlesi ne tarafa yönelirse iktidar aynen devam eder veya değişir. Bu 20'lik kesim değişimden yana olan kesimdir.

Bu değişken seçmen dolayısıyla iktidarlar gitmiş, yeni iktidarlar gelmiştir. Menderes'in DP'i, Demirel'in AP'i, Ecevit'in CHP'i, Özal'ın ANAP'ı, Erbakan'ın RP'i, Erdoğan'ın AK Partisi bu ülkede ya tek başına ya da koalisyonun büyük ortağı olarak hükümet kurarak iktidar olmuştur. Verdiğim örneklerde iktidar olan partilerin çoğu merkez sağa ait partiler olsa da sol ve İslamcı partiler de iktidar olmuştur.

Şu bir gerçek ki bu ülke seçmeninin yüzde 70'i merkez sağa, yüzde 30'u da sola meyilli seçmenden oluşmaktadır. Bundan hareketle belli aileler belli meslek gruplarının hangi yelpazede durduğu bellidir. Yine insanların hangi partilere yakın olduğu hal ve hareketlerinden ve yüzlerinden bilinir. 

2023 seçimlerine giderken kemikleşmiş oylar yine partilerini tutarken bazı kemikleşmiş seçmen profilinde bir değişkenliğin gözlerden kaçmadığı da aşikardır. Bu durum ittifaklarda da kendini göstermektedir. Merkez sağda sol partinin, merkez solda da sağ partilerin bir araya geldiği görülmektedir. Yine meslek ve giyim kuşamından merkez sağ partiye oy verir dediğin seçmen, oyunu Millet İttifakına, aynı şekilde giyim kuşamıyla modern bir görüntü veren seçmen, Cumhur İttifakına oy vereceğini söylüyor. 

Bu demektir ki yüzde yirmi değişken seçmen dışında azımsanmayacak bir seçmen kitlesi bu seçimde parti değiştirecek. Bu da geçmişte oy rengini değiştirmeyen seçmenin oy rengini değiştirmeye başladığını gösteriyor. Bu da her seçimde belli seçmen kitlesinin oyunu çantada keklik gören siyasi partilerin işini zorlaştıracaktır. Çünkü seçmen eski seçmen değil.

Siyasi partiler ve ittifaklar iktidar ipini göğüslemek istiyorsa, farklı seçmen kitlesinin güvenini kazanacak şekilde bir açılım göstermeli. Çünkü seçmen kendisini kim ikna ederse, seçmen o tarafa yönelecektir.

Türkiye’nin değişmesi, gelişmesi ve sıkıştığı durumdan kurtulması da değişen seçmen eliyle olacaktır. Bunun bir ileri aşaması, merkez sağın kalesi illerde merkez solun, merkez solun kalesi illerde merkez sağın kazanmasıdır. Şayet böyle olursa kemikleşmiş oylarla ayakta duran siyasi partiler siyasette yeni yol haritası belirlemek zorunda kalacaktır. Bu da ülkenin gelişmesine olumlu yönde katkı sağlayacaktır.

Oruçlu Şehirlerimizden Oruçsuz Şehirlerimize

Hastalığından, orucun gerekliliğine inanmadığından veya nefsine zor geldiğinden dolayı oruç tutamayanlar olsa da oruç tutanlar ve tutmayanlarla birlikte çok değil, birkaç yıl öncesine kadar sadece insanımız değil, özellikle milliyetçi ve muhafazakar yönüyle tanınan şehirlerimiz de oruç tutardı. Konya bu illerin başında gelirdi.

Çarşıya çıktığımız zaman belki yarısı oruç tutmasa da oruçlu gibi görünürdü. Oruç tutmadığını söylese bile topluluk içerisinde yenip içilmezdi. Yiyip içenler zula yerlere çekilir, ihtiyacını gizlice giderirdi. Lokantaya gidecekler açık lokanta arardı. Açık lokantaların kapısı kapalı veya kıyadeli olurdu. İçeride yer içerdi. Şehre kuşbakışı bakan biri, şehrin oruç tuttuğunu anlardı. Sigara içecekler veya atıştıracaklar Alaeddin Tepesine çıkar, yeme ve içmesini orada giderirdi. Sadece şehirler değil, evlerimiz de oruç idi. Anne ve bacılarımız özel halleri dolayısıyla oruç tutmaz, çoluk çocuğu görmeden mutfağa girerek gizlice yerdi. 

İster mazeretinden ister nefsine hakim olamadığından dolayı oruç tutamayanlar ve tutmayanlar, Allah'ın bildiğini kuldan niye saklayayım demez, oruç tutanlara saygının gereği olarak kalabalıklar içerisinde oruçlu gibi görünürdü.

*

1986-1987 yılı olsa gerek. Bir ramazan günü Kayseri'den Konya'ya geleceğim. Gecesinde sahura kalkıp oruca niyetlendim. Bir hemşerimle beraber sabahında terminale geldik. Otobüse binmeden önce yol arkadaşım, "Hemşerim, seferiyiz. Ruhsatımız var. Gel şu orucu bozalım" dedi. Olmaz dedim ise de ısrarı karşısında tamam dedim. Gidip marketten yiyecek bir şeyler aldık. Niyetimiz otobüste iken yiyip içmek.

Otobüs hareket etmeden lavaboya giderek kimse görmeden orucumuzu bozduk. Otobüse binip yola çıktık. Nevalelerimiz de önümüzde. Yemek için sabırsızlanıyoruz. Otobüstekilerden biri yiyip içse biz de yiyeceğiz. Durmadan sağa sola baktık. Ara ara da önümüzdeki yiyeceklere. Konya'ya gelinceye kadar bir Allah'ın kulu bir şey yemediği gibi su bile içmedi. Haliyle cesaret edip yiyemedik. Çünkü utandık. Konya'ya kadar aç susuz geldik. Nevalemizi yiyemediğimize mi yanalım, orucu bozduğumuza mı yanalım. Daha sonra bu bozduğumuz orucu herkes yiyip içerken kaza edeceğimize mi yanalım.

*

Adana’daki çalışırken ramazana denk gelen bir diş randevum vardı. Tedavimi yaptırınca orucum bozuldu. Dişçiden çıktım. Madem orucum bozuldu. Ramazanda sigarayı aramasam da oruçlu olmayınca içmek geldi içimden.   

Adana'yı bilenler bilir. Adana Konya gibi değil. Oruç tutanlar olsa da tutmayanlar daha çoğunlukta. Ramazan olmasına rağmen çarşı pazarda alenen yenir içilir. Yani şehir oruç tutmaz. Buna rağmen çarşıda bir sigara bile içmeden evin yolunu tuttum.

Eve geldim. Niyetim evde sigara içmek. Balkona çıktım. Kokusu alt ve üst komşuya gider, olmaz dedim. İçeri tekrar girdim. 

Kafama damınca içmeyince olmaz. Bu meret böyle bir şey. 

Sonunda banyoya girdim. Kapı, pencereyi kapattım. Banyonun ortasına çömeldim. Hızlı hızlı bir tane içtim. Suçluluk psikolojisi çekince içtiğim sigaradan da bir şey anlamadım. Hoş, hiçbir zaman bir şey anlamadım ya neyse. Evde olmama rağmen akşama kadar ağzıma bir şey koymadım. Sigara da içmedim. 

2023 Ramazanında gördüm ki eski ramazanlardan eser kalmamış. Muhafazakârlığıyla bilinen Konya’nın Alâeddin Tepesi  dışında, çarşı pazar her yerde güpegündüz alenen yiyip içenler gördüm. Yiyip içenlerde de bir çekince bir utangaçlık hali sezmedim. Gördüm ki ramazan ayını oruç tutarak geçiren Konya, içindekiler yüzünden orucunu bozmuş, oruç tutan şehirden oruç tutmayan şehre dönüşmüş. Bu demektir ki dün oruç tutmasa da çarşı pazarda oruç ve oruçlulara gösterilen saygının yerini, Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayayım, tutan bana mı tutuyor, kendine tutsun düşüncesi almış. Elbette tutan kendine tutar. Tutan sevabını Allah’tan bekler, tutmayan da sevap beklemez hatta günahını çekecek. Oruç tutmadığı için kimseyi ayıplayacak durumumuz yok. Yalnız alenen yiyip içmeleriyle saygıyı elden bıraktıklarını unutmamalarında fayda var. Oruç tutmasınlar. Tutmadıklarına saygı duyuyorum. Bari bu yeme ve içmelerini biraz ötede, zula yerlerde yapsalar daha iyi olur düşüncesindeyim. Zira şehirlerin dokusunu değiştirmeye hakkımız yok. 

Seçmenin Esamesi Okunmuyor

Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte Meclis büyük oranda bypass edildi. Maddi olarak ve imkanlar çerçevesinde vekillik cazip olsa da vekilin ve Meclisin çok bir ağırlığı yok. Durum böyle iken vekil sayısı azalacağı yerde maalesef 600'e çıkarıldı.

Nüfusta normal artış olsa, vekil artırımına eyvallah diyeceğim. Vekil, ilini Mecliste temsil etsin. Nüfus da artmadığına göre vekil artışı bence gereksizdi ama 2017 referandumunda Meclisten geçti. Şu aşamada yapılacak bir şey yok.

Fazla vekil göz çıkarmaz diyebilirsiniz. Katılmıyorum buna. Çünkü ne kadar fazla vekil, bütçeye o kadar çok yük binmesi demektir. Ayrıca tüm gider ve maliyet vekile yapılan harcamadan ibaret değil. Bildiğim kadarıyla her vekil üç kişiyi yanına danışman vb. işler için istihdam edebiliyor. Bu da bir vekilin ne kadar maliyetli olduğunu gösterir. 

Vekil olarak seçtiklerimiz bu memleketin sorunlarını gidermek için yasama görevini layıkıyla yerine getirse, yapılan masraf da helal olsun diyeceğim. Hepimiz biliriz ki bu yeni sistemde vekiller kendi özgür iradeleriyle kanun teklifi vermede tam yetkili değil. Halihazırdaki vekillerin fonksiyonu, hazırlanan teklif için parmak kaldırmak veya teklifin yasalaşmaması için ret oyu vermekten ibarettir.

Vekillerin yasama görevi konusunda yetkinliğini de bir tarafa bırakalım. Bir diğer belki de en önemli sorunumuz vekil adayı belirlemesinde. Hepimiz biliriz ki vekillerin aday gösterilmesi, parti genel başkanlarının aday listesinde yer vermesinden ibarettir. Hiçbir vekil tabandan mücadele ederek vekil seçilmiyor. Bir kişi genel başkanın gözüne ve gönlüne girmişse, seçilebileceği yerden aday gösterilmesi garanti. Bu durumda vekil olmak isteyen biri seçmenden ziyade partisinin genel merkezinden işi bitiriyor. Bir ilden aday listesine konan biri için o ilin seçmeni istediği kadar biz bunu istemeyiz desin, fark etmez. Burada tek irade ve karar mercii genel başkanlardır.

Ne demek istediğimi, aday listeleri açıklandıktan sonra listelere seçmenlerin verdiği tepkiden anlayabiliriz.

Genel merkezler kimi aday gösteriyor? Halkın teveccüh gösterdiğini mi? Adaylığı hak edeni mi? Hayır. Genel başkanlar liyakatten ziyade kendisine ve partisine sadık olacak kişileri aday gösteriyor. Aslında partiler, partilerine katma değer üretecek, memlekete yararlı olacak kişilerden ziyade kendilerine hizmet edecek, kendilerine şeksiz şüphesiz itaat edecek bir nevi memur kişileri seçiyor. 

Vekil adaylarının genel merkezlerin iki dudağı arasından belirlenmesini de bir tarafa bırakalım. Genel başkanlar bir ilde yetişmiş, iline yararlı olmuş, ilini temsil edecek özelliklere haiz, o ilin öz çocuğunu kişileri aday gösterse buna da eyvallah diyeceğim. Listelere bakarsak, genel merkez hiç ilgi ve alakası olmayan, o ilde evi barkı olmayan birini bir ilden liste başı sıraya koyuveriyor. Belki de o aday doğru dürüst o ile gitmedi, o ile yabancı biri. Gören de o ilde kahtı rical sıkıntısı yaşanıyor sanır.

Bir il ile hiç alakası olmayan kişiler İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerden aday gösterilse, buna da eyvallah diyeceğim. Çünkü bu iki ilde Türkiye’nin diğer illerinden fazlaca insanlar yaşıyor. Maalesef yabancı vekil bu iki ilden ibaret değil. Hemen hemen bütün illerde o ile yabancı kişiler listenin başına konuluyor. Bu tercih tek kelimeyle o illere yapılan bir saygısızlıktır. Çünkü bu tasarruf, ilinizde vekil seçilecek kişi yok. Bu yüzden başka yerden buraya vekil transfer ettim demektir.

Hemen hemen her parti bunu yapıyor ve yapmaya da devam ediyor. İllerden gelen tepkilere de genel merkezler kulak tıkıyor, ben böyle uygun gördüm demek suretiyle seçmeni kale almıyor. Çünkü bu şekil ile yabancı vekili aday gösterme tasarrufunda seçmen, üst perdeden yeterince tepki göstermiyor. Listeler açıklanınca biraz homurdanma oluyor, oy vermeyeceğim deniyor. Sonra seçmen sandığa giderek ya kerhen ya da genel başkanımın bildiği var diyerek oyunu genel merkezin istediği şekilde kullanıyor. Hatta öyle seçmenler var ki “Ben vekil adayına değil, genel başkana oy veriyorum. İsterse aday olarak odun koysun” diyor. Böyle seçmen olursa, genel merkezler niçin hizaya gelsin, değil mi? İstediği kişiyi istediği ilden aday göstermeye devam ediyor.

Aslında genel merkez ve genel başkanları yabancı vekil veya istenmeyen kişiyi aday göstermekten vazgeçirmenin yolu, o ilin seçmenlerinin sonuç alıcı demokratik haklarını kullanmasıdır. Gerekirse genel merkezin önünde protesto yapılabilir gerekirse sandığa gidilmeyebilir. Böyle tepki gösterilirse, genel merkezler bir ilin aday listesini hazırlarken daha özenli davranırlar. Seçmenler unutmasınlar ki seçmen değil, genel merkez ve genel başkanlar seçmene mahkumdur. Zira seçmenin istemediği olmaz. Seçmene rağmen siyaset yürütülemez. Bunun için seçmenin kendi gücünün farkında olması gerekir.

Buda'ya göre Gerçek Fakirlik

“Fakir bir adam Buda'ya sorar:

′Neden bu kadar fakirim?’

Buda:

′Vermeyi öğrenmiyorsun.’

Fakir adam:

′Ya verecek bir şeyim yoksa?’

Buda:

′Verecek birkaç şeyin var’:

‘Yüzün: Gülümseyebilirsin’,

‘Ağzın: Başkalarını övebilir veya teselli edebilirsin’,

‘Kalbin: Başkalarına açılabilirsin’,

‘Gözlerin: Başkalarına iyilik gözleriyle bakabilirsin’,

‘Vücudun: Başkalarına yardım etmek için kullanabilirsin’.”

Buda’nın anlatmak istediği, aslında tamamen fakir değiliz. Esas fakirlik ve yoksulluk ruhun yoksulluğudur.

Örneklere bakarsak, çok da yoksul olmadığımız ortaya çıkar. Yeter ki vermek isteyelim yeter ki vermekten kastımızın sadece maddiyat olmadığını bilelim.

Buda’nın bu anlattığı aslında bize yabancı değil. Bizim dinimizde bunun adı salih ameldir, ibadettir. Yeter ki ibadeti dar anlamda namaz, oruç, hac zekât ve kurbandan ibaret görmeyelim. Geniş anlamda ibadet, kişinin gün boyu ibadet hali yaşaması, hep salih amel işlemesi demektir. Çünkü Allah’ın razı olduğu, insanları memnun eden ve onların faydasına olan her türlü eylem ve davranış geniş anlamda ibadettir İslam dinine göre. Bunu yapmak için de çok büyük efor sarf etmeye gerek yok. Günlük hayatta insanlarla iyi ilişkiler kurmak, onlara hal hatır sormak, onları dinlemek, onlara güler yüz göstermek, kısaca muhataba pozitif enerji vermek, onlara güven vermek ve gönlü zengin olmak, gönle başkalarını da sığdırmak birer salih amel ve ibadettir.

Gönlü zengin olmayan, başkasına empati yapmayan, kalpleri tamir eden değil de kırıcı olan dünya dolusu servete sahip olsa kaç yazar. O yine fakirdir, yine fakirdir.

16 Nisan 2023 Pazar

Kürt Sorununun Çözümü

Kimi kabul etmese de bu ülkede bir Kürt sorunu var ve bu konu her seçim öncesi gündeme gelir. Bugüne kadar ben çözerim diyenler de bu meseleyi çözebilmiş değil. Çünkü kimse bu meseleye eğilmiyor. Eğilmeye kalkan da terör destekçisi olarak görülüyor. Bu demektir ki bu konu çözülsün istenmiyor. Sürekli ülkenin gündeminde kalsın isteniyor.

Kimler bu konunun çözülmesini istemiyor? Öyle zannediyorum, Türk milliyetçileri ve Kürt milliyetçileri istemiyor. Niye istesinler ki? Türk milliyetçileri bu meselenin çözümünü istemez. Çünkü bu meseleden ekmek yiyor. Terör dışında siyaseten söylediği bir şey yok. Varlığı terörün sürmesine bağlı. Çözülse siyaseten yiyeceği ekmek kalmaz. Kürt milliyetçileri de çözüm istemez. Çünkü bu mesele çözülse, bunların da yiyeceği ekmek yok. Şu durumda belirli bölgeler kalesi durumda. Buralardan ful vekil çıkarıyor.

Anlatmak istediğim, bu meseleye taraf olanlar çözüm isteseler de bu konuda samimi değiller. 

Birileri istemese de bu meselenin çözülmesi gerek. Çünkü ülkenin önünü görmesi ve gelişmesi bu meselenin çözülmesine bağlı. Bunun için devletin inisiyatif alması, polisiye ve pansuman tedbirlerin ötesine geçecek bir irade ortaya koyması gerekiyor. Bu konuda devlet ne yapabilir? 

Herkesin güvenini kazanmış kişilerden bir komisyon kurmalı. 

Komisyon Kürt illerine giderek halk ile görüşür. Dert ve sorunları ve çözüm önerilerini dinler. Her birini not alır. Halkın tümüne ulaşmak için e devlet aracılığıyla sorun ve çözüm önerilerinin yazılmasını ister. Bunun için belli bir süre verilir. 

Komisyon, sorunları ve çözüm önerilerini raporlaştırır. Kamuoyuna duyurur. Gereği için devlete teslim eder. 

Devlet sorun ve çözüm önerilerini görüşür ve karara bağlar. Doğuştan gelen ve temel insan haklarından verilmeyen haklar varsa, bu hakları derhal verir. Çözüm önerilerinden yerine getirilmesi sakıncalı olanların niçin yerine getirilmediğini gerekçesiyle birlikte taraflara, kamuoyuna ve uluslararası kamuoyuna duyurur.

Tüm bu hakları verirken devlet güvenliği elden bırakmamalı. Başta terör olmak üzere hiçbir alanda boşluk bırakmamalı. Terör eylemlerine kalkışanlara göz açtırmamalı. Silah doğrultanlara silahla karşılık vermeli. Dağda silahlı örgüt üyeleri içerisinde herhangi bir ölüme sebebiyet vermeyenlere af getirmeli. Daha önce terör eylemine başvurmuş, ölümle sonuçlanmış üyelerin teslim olmaları halinde adil yargılanmalarına garanti vermeli.

Türkçe’nin resmi dil olduğunun, her türlü yazışmanın Türkçe yapılmasının altı bir kez daha çizilir. Bunun yanında Kürtçenin Kürtlerin ana dili olduğu kabul edilir. Kürtlerin yoğun yaşadığı illerde Kürkçe, Türkçe ile birlikte ana dil olarak okullarda okutulmasına imkan verilir. Diğer bölgelerde Kürt olmayanların Türkçe ile birlikte ikinci seçmeli zorunlu dil olarak Kürtçeyi okullarda okunmasının önü açılır.

Devlet bu hakkı verirken hiç gocunmamalı, bölünürüz endişesi yaşamamalı. Ülke içinde birden fazla dilin öğrenilmesini bir zenginlik olarak görmeli. Özellikle Kürt olmayanların bu dersi almasını önemsiyorum. Çünkü devlet memuru olacak kişiler ülkenin her bir bölgesinde yeri geldiği zaman görev yaptığına göre Güneydoğu illerinde görev yapacak görevliler halkın içine girdiği zaman gerektiğinde Kürtçe konuşabilmeli. En azından bir ortamda Kürtçe konuşurken ne konuşulduğunu bilir ve anlar.

Kürkçenin Doğu ve Güneydoğu illerinde zorunlu, diğer illerde seçmeli olması, yabancı dil konusunda da bu ülke insanının makus talihini yenecektir. Hepimiz biliriz ki bu ülke insanının İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi dilleri öğrenip konuşma sorunu var. Bir kişi ana dili dışında bir ikinci dili daha bilmesi, diğer dilleri daha çabuk öğrenmesini kolaylaştıracaktır. Ne alaka diyebilirsiniz. Gözlemim odur ki Kürt çocukları yabancı dil konusunda Türklerden daha avantajlıdır. Bir Kürt çocuğu ailede Kürkçe öğreniyor, aynı zamanda okula gidince de Türkçe öğreniyor. İki dil birden bilen Kürt çocuğu İngilizceyi Türklere göre daha çabuk kavrıyor.

Özetle Kürt sorununun çözümü için yeter ki bir irade ortaya konsun. Taraflar samimi olur, birbirlerine güvenirlerse, inanın bu sorunun altından milletçe kalkarız.