9 Ocak 2023 Pazartesi

"Elinizin Körü"

Kıbrıs Savaşında durumun ne olduğunu saat başı verilen radyo haberinden rahmetli dedem dinlemek isterdi. Bazı saatler öyle olur ki haberler Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynamakta olan maçın skorunu verirdi. GS: 0, FB: O şeklinde.

Bir böyle, iki böyle sonunda dedem, 0-0 elinizin körü dedi çekip gitmişti. Öyle ya. Ülke savaş halinde. Radyo savaştan haberler vereceğine maç anlatıyor ve skor veriyordu. Kızmayıp da ne yapsın.

Pandemi çıkmadan ve çıktıktan sonra her TV programında saatlerce salgın ve salgından korunma yolları anlatılmaya başlayınca başta haberler ve TV programları olmak üzere kabak tadı verircesine hep salgından bahsederek uzmanlar bir güzel korku pompalamışlardı. Sayelerinde haber izlemeyi bıraktım.

Bir altı ay sonra o değilden televizyonu açıp yine salgın tartışmasını görünce kaybettiğim ve kaybedeceğim bir şey yok deyip televizyonu yine kapatmıştım.

Salgın bitince TV'lerdeki salgın salgını da bitmiş, rahat bir nefes almıştım.

Ama sevincim fazla sürmedi. Şimdi de milletin tek derdi seçimmiş gibi her akşam seçim konuşması gırla gidiyor. Karşılıklı tartışmacılar kendi arasında gelin güvey oluyor. Ne bitmez seçim tartışmasıymış böyle dedim ve rahmetli dedemin elinizin körü sözünü hatırlayarak televizyonun kapat düğmesine bastım. Oh be dünya varmış.

Hayrınıza seçim yapılır ve televizyonlarda seçim tartışması biterse, haber verin de dünyada ve Türkiye'de ne olup bittiğinden haberdar olayım.

Araba ve Ben (3)

Yaz dönemi memleketim Konya'dayım. Temmuzun son haftası lise sınıf pikniği için Ahmet Bey'in tahsis ettiği otobüsle sınıfça pikniğe gidiyoruz. Muhabbet gırla gidiyor, eski anılar tazeleniyor.

Piknik yerine doğru yol alırken Salim isimli arkadaş, “Ramazan Abi, nerede bir Şahin'i olan varsa p.ç” dedi. Düzgün sürenler de vardır. İstisnası yok mu dedim. Yok abi dedi. Salim, benim de şahinim var. Şunun istisnası yok mu dedim. Olabilir abi, bunun istisnası yok dedi. Şahin'im olduğu için yok yere bir de p.ç olmuştum. 

Piknik yerinde diğer arkadaşlarla bu konuyu şakaya getirip onları güldürerek hakareti hazmetmeye çalışıyorum. Bu arada hazmı zor mu zor. Zira ne yenir ne de içilir. Bizi az kenarda dinlemiş araba sarrafı arkadaşımız. Bir de demez mi, “Ramazan abi alınıyorum. Böyle devam edeceksen, ben geri dönüp gideceğim” diye. Mübarek, alınacak ve geri dönecek biri varsa o da benim. Sen niye dönüp gideceksin. Kendince istisnasını bile kabul etmeden tüm Şahincilere hakaret ettin. Git işine dedim. Konu kapandı.

Adana'dan Konya'ya geliyorum. Yine bir yaz dönemi. Arabama şoför aramıyorum artık. Kendi tırnağımla başımı kaşıyorum. Ne de olsa kaç yıldır sürüyorum. Bakmayın siz iki arabanın arasına park edemediğime.

Arabayı sürüyorum sürmeye ama hızlanınca direksiyon titriyor. Kaç yıldır böyle.

Ulukışla'dan Konya'ya doğru geliyoruz ailecek. Arkada dört çocuk, önde hanım. Yolun sağında elinde valizle yürüyen bir genç var. Belli ki öğrenci. Hanıma, arkaya geç, sıkışın. Şu genci alalım dedim. Gencin yanında durdum. Bin delikanlı. Yalnız valizi kucağına alacaksın. Bagajda boş yer yok dedim.

Genci aldık. Ereğli'ye gidecekmiş. Ereğli kavşağında onu bıraktıktan sonra yola devam ettik. 90-100 kaçla gidiyorsam artık. Tam Merdivenli'ye gelmiştim ki bir pat sesi ve arabada bir sendeleme. Yavaşlayarak sağa çekip durdum. İnip baktığımda arka sol tekerin jantından başka lastikten eser yoktu. Dedim, Allah bizi korudu. O genci aldığımda nereye binecek, sıkışacağız demiştiniz. O gencin duasını aldık. Hepimize geçmiş olsun dedim.

Çoluk çocuk kenarda soluklanırken ilk lastik değiştirmeyi yağmurlu bir havada Adana Balcalı Hastanesinin bahçesinde değiştirerek acemiliği atmıştım. Bagajda yedek lastiği çıkararak değiştirdim. Bizi gören bir teyzenin elinde su ile birlikte yanımıza gelip geçmiş olsun demesini unutamam.

Lastiği değiştirerek yola revan olduk. Yolda bu lastikleri yenilemem lazım. Arabayı ilk aldığımda tamir ustası, lastiklerin paflaşmış, yeni göründüğüne bakma. Değiştir demişti. Adam haklı çıktı. Lastikçiler değiştirmene gerek yok deyince kaç yıl eski lastiklerle yollardaydım.

Konya'ya varır varmaz ilk işim arabayı lastikçinin önüne çekmek oldu. Bana dört lastik ver dedim. Lastikleri yenileyince direksiyonun titremesi de geçti. Arabayı sürmek daha da kolaylaştı. Beni yormadı artık. Arabanın lastiklerinin önemli olduğunu bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Lastikleri yenilenmiştim ama o sene tayinim Konya'ya çıktığı ve Konya'dan bir ev aldığımdan arabayı satmam gerekti. Yeni lastikle doğru dürüst sürmeden ve hevesimi almadan arabayı araba pazarına götürerek satmaya karar verdim. Oto galeriye varır varmaz müşteri de geldi. Arabaya baktılar. Kaç istiyorsun dediler. 4 bin lira dedim. Yıl 2005 idi. İndirim yap alacağız dediler. Dediğim parada direndim. Pazarlıksız olmaz dediler. O zaman 4.250 lira istiyorum. 4 bine vereyim dedim. Tamam deyip el sıkıştık. Ertesi gün noterin önünde buluşarak ilk göz ağrım arabayı sattım.

Arabayı 2 milyona almıştım. Altı sıfır atılmamıştı o zaman. 6660 Mark'a tekabül ediyordu. 2005 yılında iki katı olan 4 bine sattım ama 2001 krizi paramızı pul ettiği için 3 bin Mark bile değildi 4 bin lira. Bol enflasyonlu hayat böyle bir şeydi. Devalüasyon yoluyla cebimizden paramızı bu şekil alıyordu birileri.

Kaldım mı şimdi arabasız. Ama değerdi arabasız kalmaya. 30 bin liraya aldığım evin parasına kendimden kattığım 7 bin liranın 4 bini arabadan gelmişti. Geri kalan 23 bin lirayı arkadaşlardan borç alarak kira öder gibi onlara ödemiştim. Sağ olsunlar. O devirde ve bu devirde özellikle enflasyonlu hayatta kim kime o kadar borç verirdi. Ama verdiler. Minnettarım kendilerine. 

Bu vesileyle Şahin'e sahip olmamdan dolayı "Her Şahin'i olan p.ç" hakaretinden de kurtulmuş oldum. O arkadaşı görsem, desem ki Şahin'i sattım. O Şahin'in parasını da katarak eski de olsa bir ev aldım. Şimdi ben o yüz karası durumdan kurtuldum mu desem, ne der acaba? Ama sormam. Sorar mıyım? Bu kafada olan birinin "Şahin parasıyla aldığın o evde oturman caiz değil" demesinden korkarım çünkü. Garibimin dili yanmış demek ki Şahincilerden. 

Araba ve Ben (2)

Ehliyet alınır da araba alınmaz mı? Üzerinden bir iki yıl geçtikten sonra bütçeme uygun bir araba almaya kalktım. Hangi araba kaç lira bilmem. Bildiğim, ayağımı yerden kesecek bir araba alırsam bütün dertlerimin biteceği yönündeydi.

Araba al diyenlerin yanında "Bir mutfak gideri kadar masrafın olur" diyenlere de kulak asmadım. Zira içişleri bakanının baskı ve talimatı aile saadeti için daha önemliydi.

Araba alım satım işinden anlayan Saadettin isimli arkadaş, ne kadar paran var? Mehmet'in arabası emsallerine göre pahalı ama üçüncü eli sen olacaksın. Arabanın her yeri orijinal dedi. Tamam, alalım. Ben arabadan ve piyasasından anlamam. Sen, sana şu yarar de, alalım dedim. Bana, düşün taşın. Yarın pahalı almışsın deme dedi. Der miyim, demez miyim bilmem ama konuşma özgürlüğüme sekte vuramazsın dedim.

Arabayı alacağız ama araba Karapınar'da imiş. Mehmet Bey 2000 lira istiyormuş araca. Bu para o zamanın meşhur yabancı parası Mark'ın 6660 Mark'ına tekabül ediyordu. Bunu da ayarladım. 

Birlikte gidip aracı alıp geldik. 

Gören hayırlı olsun demeden kaça aldığımı sordu. Bir Allah'ın kulu da piyasası bu civarda demedi. Sanki aralarında anlaşmışçasına çok pahalı almışsın dedi. Ama araba temiz dediysem de kimse oralı olmadı. Bunu duyan ben durur muyum? Aradan 25 yıl geçse de Saadettin'i gördükçe o arabayı bana çok pahalıya aldırdın deyip deyip onu kızdırdım. Kaç defa sana bir daha araba alırsam tehdidi savurdu bana ama olsun. 

Aldığım araç 88 model eski kasa Şahin'di. Size göre tüh, ala ala bunu mu aldın ise de benim için önemliydi. Hem ilk göz ağrım idi hem de ayaklarımı yerden kesmişti. 

Arabayı almıştım, ayaklarımı yerden kesecekti ama bir sorunum vardı. Bu arabayı kim sürecekti? Çünkü ben ehliyeti alalı iki yıl oldu. Zaten yarım yamalak öğrenmiştim. Binmeye binmeye onu da unuttum. Varsa da cesaretim yoktu. 

Fazlı isimli arkadaşa, gel beni biraz çalıştırıver dedim. Sağ olsun, topraklı yolda bana biraz gösterdi. Arka arkaya gitmeyi öğretmek için çok uğraştı. Öğrenirsin bizim oğlan ama zor diyerek şoförlüğüme yeşil ışık yakmadı.

İlçeden Konya’ya geleceğim. İyi de bu arabayı kim sürecekti? Kayınpederi çağırdık. O geldi sağ olsun ama şoför mahalline oturmadı. Sen süreceksin dedi.

Bindim arabaya. Yetmiş beş km’lik yolu üçüncü vitese atmadan arabayı bağırta bağırta Konya’ya getirdim. Üçüncü vitese atmak zordu benim için. Duracağım yere epey mesafe varken arabayı boşa almayı kayınpederden öğrendim. Hala bugün bile niye boşa aldırdı, anlamadım ama bilgi bilgidir.

Gün geldi, görev yerim Adıyaman Kahta’ya gideceğim. Bu araba gidecek ama nasıl? Kayın birader ben sizi bırakır gelirim dedi. Gitmeden bir arkadaş vasıtasıyla arabanın genel bir bakımını yaptırmak için Hüsamettin (idi galiba ustanın adı) ustaya götürdük. Arabaya biner binmez arabanın şu şu, bu bu, değişecek. Şunlar için de arabayı kaldırınca karar vereceğim dedi. Arabanın bir güzel bakımını yaptı. Ustanın yanından ayrılırken lastikler paflaşmış, bunları değiştir dedi. Tamam usta deyip ayrıldık.

Adıyaman’a kayın birader götürdü bizi. Piknikte bana biraz sürüş öğretti kayınım. Sonra kenarda köşede, trafiğin yoğun olmadığı tenha yerlerde yavaş yavaş sürmeye çalıştım.

Lastiklerini değiştirin diye kaç lastikçiye gitmişsem, Allah’tan kork, bu lastikler yepyeni. Değişir mi hiç diyerek her lastikçi lastiğin dişlerine baktı.

Yaz tatili gelip çattı. Konya’ya döneceğim. Bu sefer bana kim şoförlük yapacaktı? Ya Konya’dan birini çağıracaktım ya da iş başa düştü deyip kendim sürecektim. Erkenden çıkarsam, trafik yoğunluğu olmadan otobana atarım kendimi dedim. Pozantı yolu kalabalıktır. Orada mola verir, Konya’dan birini çağırırım dedim.

Dediğim gibi erkenden çıktım yola. Otobana girdim. Yollar bomboştu. Çünkü 2001 krizi öncesi idi. Yaprak kıpırdamıyordu. Bu da bana yaradı. Yolun tüm şeritleri benimdi. Sürdükçe cesaretim geldi. Pozantı’ya geldikten sonra da durmadan basıp Konya’ya geldim. Geldim ama gelin onu bana sorun. Ne ecel terleri dökmüşümdür. İşte böyle böyle araba sürmeyi öğrendim.

Araba ve Ben (1)

Fazla merak iyi olmasa da yerinde ve zamanında merak insanın bilgisine bilgi katarak kişinin bilgi dağarcığı da bu şekilde neşvünema bulur. Hasılı merak iyidir ve öğrenmenin başıdır.

Merakı yazarken acaba bende ne tür bir merak var diye düşündüm. Herhangi bir alana dair içimde şu alana senin merakın var hissi uyanmadı. Demek ki meraksız biriyim. Bu demektir ki öğrenmede gözüm yok.

Araba konusunda da çoğu kimsede bir merak olmasına rağmen hiç merakım olmadı. Şu kimsenin aldığı araç hangi marka, kaç model diye hiç ilgi duymadım. O yüzden araba ve ben birbirimize iki yabancıyız.

Arabaya yabancı olsam da bir araba al, ayağını yerden kessin diyen eksik olmadı etrafımda. Böyle diyenlere de pek kulak vermedim. Üstelik benim gibi evini güç bela geçirirken biri için araba almak hayaldi. 

Araba almam hayal olsa da araba sürmeyi bilmesem de bir ehliyet alayım. Kenarda dursun dedim. Nasılsa kolaydı ehliyet almak. Bastırıyorsun parayı, gönderiyorsun fotoğrafı. Adresine geliyordu ehliyet. 

Devlet benim ehliyet alacağımı duymuş olmalı ki sürücü kurslarına sıkı bir denetim getirdi. Ben de bunu müracaat yaptıktan sonra öğrendim. Teori kursuna katılma zorunluluğu getirilmiş. Sınavlarda da yardım edilmeyecekmiş. Benim için önemli değildi. Girdim olmadı. Zaten kullanacak da değildim. 

Bir hafta sonum var, iyi bir dinleneyim derken kursa katılım zorunlu olduğundan hafta sonu soluğu sürücü kursunda aldım. İlk yardım, motor ve trafik dersi alıyorum durmadan. Milli eğitim müdürü de her gün yoklama almaya geliyor. 

Ders esnasında kim var, kim yok dercesine başımı çevirip arkaya baktım. Son sınıfta dersine girdiğim öğrencimle göz göze geldim. Hemen kendime çekidüzen verdim. Macera için geldiğim bu kursu ciddiye almalıydım. Öğrencim sınavı geçer de kalırsam, olmayan karizmamı okulda çizdirme durumum söz konusuydu. 

Kursiyerler için verilen kitapçığı, çıkmış sorulara varıncaya kadar okudum. İlk yardım ve trafik neyse de motor bana göre değildi. Bujidir, diferansiyeldir, şasedir...okuyorum ama ne olduğunu bilmediğim, görsem mertek sandığım bu parçaları ve işlevlerini ne işe yarayacaksa okudum. Bununla beraber her derste de kursun sahibi Arif Bey'in, arkadaşlar, aman çalışın, yardım yok, sınav çok ciddi sözlerini de ezberledim. 

Sınav günü geldi. Yapıyoruz sessizce. Kendimden emin bir şekilde erkenden yapıp bitirdim. Kağıdı vermek için kalktığımda, soruların cevapları geldi. Görevli sırayla okumaya başladı. Bir söylediğini de ikinci kez tekrarlamayacaktı. O değilden yerime çöktüm. Bakalım nasıl yapmışım dercesine kontrol ettim. İlk yardımdan ilk sorunun cevabı dışında tüm seçeneklerim cevap anahtarı idi. İlk sorunun cevabı yanlış dedim. Görevli, bana gelen böyle dedi. Yaptığım hiçbir seçeneği değiştirmeden kağıdımı verip çıktım. 

Sonuçlar açıklanınca ilk yardımdan 100, trafikten 98, motordan da 90 ila 94 arası bir puan aldım. Bileğimin hakkıyla aldığım bu teori sınav puanına sevindim elbet. Beni buna iten öğrencim Ömer’den başkası değildi.

Sıra geldi direksiyon sınavına. Arabam ve beni eğitim pistine götürecek kimse olmadığı için sürücü kursu sahibi Arif Bey'in arabasına bindim. Sınavda bize puan verecek hocalar da bizim arabada idi. 

Yolda giderken Arif Hocam, arabanın direksiyonu hangisiydi dedim. O da ne çabuk unuttun hocam diyerek vites kutusunu gösterdi.

Piste varmıştık ki daha hocalar görmeden, kimse araca binmeden polis, bir aracın üstünde gelene imzayı attırıp gönderiyor. Beni gören polis, adımı sorup gel imzanı at, git dedi. Tam imza için yeltenmiştim ki aynı araçta gelen hocalar, daha araba sürmeyi bilmeyenler var, ne imzası attırıyorsun memur bey deyince herkes dura kaldı. Ama gelene imza attırdım dedi polis. Hocaların yüzüne baktım. Sizin derdiniz benimle dedim. Binin süreyim, ver Arif hocam şu aracı dedim. Öyle deyince yanıma bindiler. Bereket Arif hocanın emektar Broadway'ına (lütfen, yazıldığı gibi okuyun. Kulakları çınlasın Arif hocam, Brodvey demezdi, Broadway şeklinde benim gibi yazıldığı gibi okurdu.) bu pistte birkaç sürüş yapmıştım. Yanımda hocalar olduğu halde pisti turlayıp geldim. Tamam mı dedim. Tamam dediler ve bir trafik canavarı olmadığıma kanaat getirdiler. Mübarekler, şakasından sorduğum direksiyon hangisiydi soruma işkillenmişlerdi. Neyse düz kontak dediklerinin örneği bu iki hocamdı.

Uzatmayayım diyeceğim ama gördüğünüz gibi bir ehliyet yazım sayfayı doldurdu. Anlayacağınız B sınıfı ehliyete böyle sahip oldum. Şimdi sıra geldi araba almaya.

Nasıl Ölmek İsteriz?

Sorduğum gereksiz bir soru olsa da sormuş bulundum. Zira nasıl ki hangi anne babadan ne zaman ve hangi renkte doğacağımıza dair tercih hakkımız yoksa ölürken de şöyle öleyim gibi bize verilmiş bir tercih hakkımız yok. Allah herkese hayırlı uzun ömür ve hayırlı ölüm nasip etsin.

Tercih hakkımız olmasa da ölümün kapımı şöyle çalmasını isterdim. Hiç yatağa bağlı kalmadan ayakta ölmek. Ani ölümden bahsetmiyorum. Yine kendi ihtiyaçlarımı güç bela karşılayacak şekilde birkaç gün yatağa bağlı kaldıktan sonra ölmek, herhalde ölümlerin en güzeli olsa gerek. Bu birkaç gün içinde ziyaretime gelen olursa, eşin ve dostumla helalleşmiş olurum. Baş ucumda beni dinleyen olursa tecrübelerimi paylaşırım. Sonra alın bu dünya sizin olsun. Zira Abbas yolcu deyip çekip giderim.

Kimi nasıl bir akıbet ve ölümün beklediğini, hangi tür ölümün kişi için hayır olduğunu bilmesek de kimsenin istemeyeceği ölüm türü, herhalde başkasına muhtaç olacak şekilde aylar ve yıllarca yatağa bağlı kalarak yaşayıp ardından ölmek olsa gerek. Çünkü böyle bir ölümde kendi ihtiyacını kendin karşılayamıyor, kalkıp dolaşamıyor ve bir başkasının bakımına muhtaç oluyorsun. Bu durum hem hasta için hem de bakan/lar için zor olsa gerek. Bu durumda bakan da bakılan da ölümü temenni eder ama ölümün pimi Allah'ın elinde. O ne zaman derse, o zaman olur. Ne bir saniye gecikir ne de öne alınır. Ama şu var ki bu duruma düşeceğini yatağa mahkum olduktan sonra gören biri öyle zannediyorum, keşke aniden ölseydim diyerek ani ölümü temenni eder.

Her ne kadar bizleri nasıl bir ölümün beklediğini bilmesek de yatağa fazla bağlı kalmadan ölebilir miyiz? Tecrübelerime dayanarak bu konuda görüşümü yazmak istiyorum. Etrafımda yatağa bağlı ne kadar tanıdığım varsa hepsinin genel özelliği vücutlarını fazla çalıştırmamaları. Çoğu erken emekli olmuş ya da oğlan kıza karıştım artık. Geçmişte çok çalıştım. Bundan sonra onlar bana baksın deyip köşesine çekilen, abdest ve namaz dışında herhangi bir iş yapmayan kimseler bunlar. Sabah akşam köşesinde oturur. Öğün kaçırmadan yemeğini yer. Her yemekten sonra vücuda çöken ağırlık nedeniyle uzanıp yatar. Bunlar, mesaisi ve yapacak bir işi olmadığı için ne yediğinden zevk alır ne de içtiğinden. Buna rağmen vücut çalışmış ve yediğini eritmiş gibi açlık hissi çekerler. Halbuki çektikleri his açlıktan ziyade öyle hissetmeleri. Vücut yorulup yediğini eritmeyince eğer şeker gibi bir hastalıkları yoksa hepsinin genel özelliği kilo almaları ve göbeklerinin çıkması. Yaşadıkları bu hal onlara üşengeçlik ve tembellik olarak geri döner. Az bir yeri yürümeyi dahi gözleri kesmez. Öyle ya bu yaşta yürümemeliydiler. Kendilerini böyle ikna ederler.

Emeklilik ve yaşlılığımda hiçbir iş yapmayacağım deyip köşesine çekilen bu tipler, aslında farkına varmadan kendilerine ve vücutlarına en büyük kötülüğü yapanlardır. Çünkü hareketsiz ve yorulmayan vücut içten içe çöker, koflaştır ve hantallaşır. Vücudun zekatı olan yürümeyi ve hareket etmeyi uzun süre ihmal eden bu rahatlarına düşkün kimseler oturdukları yerde şuram ağrır, buram ağrır, diyerek kendilerini dinler dururlar. Yok yere kendilerini ilaca verirler. Sanırlar ki dermanları ilaç. Çoğunun önünde bir poşet ilaçları olur. Halbuki çoğunun ilaçlık bir şeyleri yok. Sorun hareketsiz vücut. Hepsi için söylemiyorum ama erken yaşta köşesine çekilen, yeme, içme dışında elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyen rahatına düşkün bu kimseleri bekleyen en büyük tehlike, ahir ömürlerini yatağa bağlı olarak geçirmeleridir. Çünkü işlemeye işlemeye vücut işlevini yitirmeye, haliyle zayıflamaya başlar ve tehlikelere karşı koruma özelliği olan vücudun bağışıklık sistemi görevini yapmamaya başlar. En ufak bir tehlikede de onları yatağa mahkum eder.

Bir de geçmişte çalışmış, emekli olduktan sonra da çalışmaya devam eden ve yaşına uygun işler yapan, gezip dolaşan ve yürüyüş yapan kişiler vardır ki bu tipler kolay kolay yatağa bağlı kalıp ölmezler. Tabir yerindeyse Allah yarı yatakta yarı ayakta iken onların canını alıyor. Bu tipler, işleyen demir ışıldar misali vücudunun hakkını vermişlerdir ve kimseye muhtaç olmadan gitmişlerdir.

Benim bu konudaki gözlemlerim bu yönde. Katılır veya katılmazsınız. Sizlerin aksi yönde yani tezimi çürütecek örnekleriniz olabilir. Bu örneklerin genele teşmil edilemeyeceğini söyleyebilirim. Siz siz olun, şu kadar vakit çalıştım, dinleneceğim deyip köşenize çekilmeyin. Yaşınıza uygun amatör bir meşgale bulun, bu yaşımda işe yarıyorum deyip iç huzuru yaşayın. Çünkü hangi yaş grubunda olursak olalım, miskinlik bize yakışmaz.

Bir İllüzyon Hali midir Yaşadığım?

Bugün size dilimize Fransızcadan geçmiş, Türkçesi yanılsama olan illüzyon kelimesi hakkında bilgi vereceğim: 

Yanılsama ve gözbağı şeklinde iki anlama geliyormuş illüzyon. 

Ad olarak yanılsama: "Görünüşün gerçek sanılmasına yol açan algı ya da duyu yanılması." demektir. "Mesela, su içindeki küçük balığın büyükmüş gibi görünmesi."

Ruh biliminde terim olarak kullanıldığında, "Var olan nesneyi veya canlıyı yanlış, farklı ya da değişik olarak algılama." demektir. 

Gözbağı (mecazen), "Düşünmeyi ve duyuları yanıltan şey.", bileşik ad olarak, "El çabukluğu ve becerileriyle, gerçekte olmayan bir şeyi oluyormuş gibi gösterme sanatı." demekmiş. 

Kısaca illüzyon veya yanılsama, "Duyu yanılsaması ve yanılsama olarak bilinir. Gerçek bir nesnenin duyular üzerindeki izlenimlerinin yanlış değerlendirilmesi" demektir. 

Bu konuyu ele almamın sebebi, acaba bu yanılsama halini mi yaşıyorum sorusunu kendi kendime sormamdandır. Gerçekten olmayan bazı şeyleri gerçek mi sanıyorum? Görme organım gözlerimde, işitme organlarım kulaklarımda, koklama organım burnumda, tat alma organım dilimde ve dokunma organım derimde bir sorun mu var? Bu organlarım işlevini yitirdi de benim mi haberim yok?

Bildiğim kadarıyla gözümde bir sorun yok. Üstelik 2.75 miyop olarak kullandığım gözlük numaram, 1.5'a düşerek bu yaşımda daha iyi görmeye başlamışım. Akranlarımın ve yaşça benden küçük olanların okumak için yakın gözlüğü kullandığı bir devirde, ben hala gözlük takmadan çıplak gözle okuyabiliyorum. Kulaklarım işlevini bilfiil yerine getiriyor. Üstelik sese duyarlıyım. Yediğim ve içtiğimden zevk aldığıma göre dilimde bir sorun yok. Dokunandan veya bir yere dokunmakla haberdar olduğuma, o şeyin soğuk ve sıcak olduğunu bildiğime göre derimde de bir sorun yok. Koku alma duyumu nispeten kaybettim. Her kokuyu alamadığımı itiraf ediyorum.  

Beş duyu organımdan burun dışında dört duyu organım işlevlerini fazlasıyla yerine getirdiğine göre acaba gördüğümü, duyduğumu yanlış değerlendiriyor, yanlış bir algıya kapılıyor olabilir miyim? Olan bir şeyi olmamış, olmamış bir şeyi olmuş gibi değerlendirme durumum olabilir mi? Kısaca gözlem, değerlendirme, analiz tespit ve anlayışımda bir sorun olabilir mi? Okuduğumu yanlış anlıyor, gördüğümü farklı görüyor ve farklı hissediyor olabilir miyim? Kısaca her yönüyle bir yanılsama hali mi benim yaşadığım? 

Beni tüm bu soruları sormaya ve kendimden şüphelenmeye iten, aynı duygu ve düşünceleri paylaştığım ve aynı iklimden beslendiğim kişilere yabancılaşmam. Acaba ben mi yabancılaştım, onlar mı? Onlar çoğunluk olduğuna, onların sesleri gür çıktığına ve kendilerinden emin konuştuklarına göre acaba bir başına olan ben yozlaşmış olabilir miyim? Zira sözüm yabancılaşmış, fikirlerim yabancılaşmış, yazılarım yabancılaşmış... Üstelik aynı duyarlılıkta da değilim. Bu durum bir alanda değil; siyasi, sosyal, kültürel, dinen ve ahlaken de böyle. Neden-sonuç, sebep-sonuç ilişkilerine bakışımız da öyle. Onlar Hanya’dalar, bense Konya’dayım. Onlar Mersine doğru yol alırken ben tersine gidiyorum. Çoğunluk yanılamayacağına göre öyle zannediyorum, benim hayata bakışımda, olayları değerlendirişimde ve her şeyi algılayışımda bir sorun var. Nasıl böyle oldum, inanın ben de bilmiyor ve anlamıyorum. Yediğim, içtiğimde midir, okuduklarımdan mıdır, bilmiyorum. Bir özeleştiri yapıp kendime geleceğime, koku almayan burnumun dikine gidiyorum ve hepsine ilaveten aynı dili de konuşmadığımızı iddia ediyorum. Kendimi Ashabı Kehf gibi görmem ama yaşadığım şoka bakılırsa, tıpkı onlar gibi uzun yıllar uykuda kalıp, mahallem aya giderken acaba ben yaya kalmış olabilir miyim? Bir başına olmam, bundan mıdır?An itibariyle Yedi Uyurların yaşadığı şoku yaşıyorum zira.  Hasılı yaşadığım bu illüzyon halinden kurtulmam ve tez elden kalabalıkların içine karışmam gerek. Allah aklıma, duyularıma, anlayışıma, istikametime vs. mukayyet versin.

Yandığımın Resmi

Pazar pazar, pazartesi sendromunu yaşarken önüme bir alışveriş listesi kondu. Listenin başında beyaz ve renkli deterjan vardı. Sonrasını okumadım. Bu dert önceki derdimi unutturdu. Vara cumartesi, pazar da çalışsaydım. Pazartesi sendromu da nedir ki dedim. 

Bir düşüncedir aldı beni. Alsam ne kadardır, hangi markette indirim vardır, düşün dur. Komşudan istesek, ekmek ve yumurta değil ki bu. 

Hemen aklıma, biraz kirli giyinemez miyiz, giydiğimizi çıkarıp sonra giyemez miyiz dedim. Pazar pazar soğuk esprileri sevmem dedi ev. Espri yapan kimdi halbuki. Hiç olmadığı kadar ciddiydim üstelik. Bu devirde, bu zamanda alışveriş yapmak büyük cesaret isterdi çünkü.

Daha ben bunları hazmetmeye çalışırken arka arkaya şunlar da lazım denmez mi? Mübarek vur dediysem, öldür demedim ki... (bulaşık deterjanı, un, yumurta, peynir, irmik vs.)

Markete gitmeden, market daha bana vurmadan içimi bir düşüncedir aldı. Ya bu yazımı birileri okursa. Ondan sonra al başına belayı. Çünkü her şeyden nem kapan, niyet okuyan, her şeyi kendine ve bir yere çeken bir güruh türedi bugünlerde. Hemen "Sen hayat pahalılığından dert yanıyorsun. Sen git bu alacaklarını Almanya'dan al bakalım, kaç lira tutacak? 80'den önceki kuyrukları unutmadık daha. Bunu sana hatırlatırım. Tüm bunları ve dış güçleri de ihmal etme..." diyecekler. O yüzden bu yazdıklarımı unutun.

Komşudan isteyemeyeceğime göre içinizde bana, daha önce fazlaca aldığı renkli ve beyaz deterjanı aldığı fiyattan verecek var mı? Veremem diyeniniz olursa, fiyatlar makule ininceye kadar bana birkaç çay bardağı borç verecek olanınız var mı? Bunu da veremem derseniz, çamaşırları size getirsem de sizde yıkansa olmaz mı? Şöyle on, on beş kişi çıksa her birinize bir defa getiririm.

Sözün özü, bilin ki çarem sizsiniz. Eğer siz de çare olmazsanız, yandığımın resmidir. Allah ne beni ne sizi başkasına, eşe-dosta, özellikle namerde muhtaç etmesin, başkasının eline baktırmasın. Altından kalkamayacağımız dert vermesin. Kendi yağımızla kavrulmayı nasip etsin. 09.01.2022