16 Aralık 2021 Perşembe

Ağustos Böceği ve MEB

Karınca ile ağustos böceğinin hikayesini bilmeyenimiz yoktur. Hoşgörünüze sığınarak kısaca değinmek isterim: Karınca yaz boyunca çalışır, kışlık hazırlığını yapar, evini ve yiyeceklerini hazır eder. Ağustos böceği ise yaz boyunca gününü gün eder, yan gelir yan yatar. Yarını düşünmeden yattığı gibi hummalı bir şekilde çalışan karınca ile de dalga geçer. Günler, aylar böyle geçerken kış bastırır. Yazın biriktirmediği için yiyeceksiz kalan ağustos böceği, yiyecek istemek üzere karıncanın kapısını çalar ama yazın kendisiyle alay eden ağustos böceğini eli boş döndürür. Ağustos böceği amansız kışı nasıl geçirdi bilmiyoruz. Çünkü fabl burada bitiyor. Ama kışı iyi geçirmediği kesindir. 

Bu kıssadan hisse çıkarırsak, herhalde bizim için örnek olacak olan, ibadet aşkı ile çalışan ve  kimseye muhtaç olmayan karıncadır. Ağustos böceğinin örnek alınacak bir tarafı olmasa da onun yolundan giden çok aramızda. İnsan bazında çok olsa da kurumlar bazında da bu böceği örnek alan kurumlarımız vardır. Hangisi derseniz, MEB derim. MEB, ağustos böceği gibi yatmasa da uzun oturur ve ağır aksak çalışır. Yani eğitim ve öğretime önceden ve uzun soluklu plan yapmaz. Mesela öğretmen atamalarını ele alalım. 

Sıra No

Atama Çeşidi

Başvurular

Sonuçlar

Ayrılma

1

Bölge hizmetine tabi şube müdürlerinin yer değiştirmesi

12-16/07//2021

30/07/2021

 

2

İsteğe bağlı şube müdürü atamaları

09-08/08/2021

20/08/2021

 

3

İl içi isteğe bağlı yer değiştirme

08-14/2021

16/07/2021

02/08/2021 itibariyle

4

İller arası isteğe bağlı ve zorunlu çalışma yükümlülüğü

29/07/2021-02/08/2021

03/08/2021

04/08/2021 itibariyle

5

Özür atamaları

09-13/08/2021

19-23/08/2021

24/08/2021

25/08/2021 itibariyle

6

Sözleşmeli öğretmen (ilk atama)

31/08/2021

01-02/09/2021

03/09/2021

06/09/2021 itibariyle

5

Sözleşmeli öğretmen (ek atama)

21-26/01/2022

31/01/2022

 

6

Eğitim kurumlarına yeniden yönetici görevlendirme

02-08/06/2021

02-15/06/2021

16-18/06/2021

21/06/2021 itibariyle

7

Eğitim kurumlarına ilk defa yönetici görevlendirme

26/08/2021

03/09/2021

06-10/09/2021

 

8

Ek yönetici görevlendirme

13-17/09/2021

 

 

15 Aralık 2021 Çarşamba

Bakkal Dükkanı *

Atın, arabanın lüks olduğu, şehre pek gidilmediği, sabit gelirli insanın yok denecek kadar az olduğu eski yıllarda, köylerde yaşayanlar, gaz yağına varıncaya kadar her türlü alışverişin bakkaldan yapıldığını bilir. Alışveriş yapan köylünün fiyat sorma, ürün seçme, marka beğenme hakkı pek olmazdı. Bakkal hangi ürünü verirse kaliteli, kalitesiz denmez, o alınırdı. Yapılan alışverişler genelde deftere yazdırılır. Harmandan harmana borçlar ödenirdi. Bakkal deftere kaç lira yazar, yazarsa da alınan ürünün fiyatını mı yazar yoksa ürünün kendisini mi yazar, bunu bilmek ve bakkala sormak pek mümkün değildi. Zira bakkalın hışmına uğramak da vardı işin ucunda. 80 öncesi zam gelecek diye stokçuluğun bol olduğu, sigara ve çayın her zaman bulunmadığı zamanlarda bakkalla arayı iyi tutmak fayda sağlardı. Çünkü herkese yok dediği çay ve sigarayı pekala sana verebilirdi.

Bakkal bana kötü davrandı, pahalı veriyor, bu ürün şehirde şu kadar diye sağda solda dert de yanamazsın. Çünkü küçük yer olunca bakkalın kulağına giderdi. Bu durumda bakkalın kara listesine girmek de vardı. Hiçbir şey yapmasa bile bundan sonra sana satış yok dese, köy yerinde nere gidilir ya da şu borcunu öde dese, cepte para ne gezer. Yine de her şeyi göze alıp bakkalın davranışından, ürünleri pahalı verdiğinden, kaliteli ürün getirmediğinden, ürün çeşidi bulundurmadığından, müşteriler arasında ayrımcılık yaptığından çoğunluk dert yansa, hemen birileri, “Bu dedikleriniz aynıyla vaki. Tamam, almayalım almaya. Ama bakkalımızın alternatifi mi var? Gösterin bir alternatif. Hep beraber oradan alışveriş yapalım. Hem eskiden bakkal mı vardı? Bugünümüze de şükür. Eski günleri de biliyoruz. Sonra kim yazar veresiye. Baba, oğluna yazmaz. Ayrıca bakkal, bizim çocuğumuz, bizim insanımız. Sağ olsun, pahalı-mahalı, ucuz-kaliteli istediğimizi alabiliyoruz. Sonra bakkalın paraya mı ihtiyacı var? Bizim için şehre gidip mal getiriyor. Bugün ben bakkalı kapatıyorum dese, biz ne yaparız bakkal olmadan. Hangi birimizin arabası var? Varsa da bu pahalılıkta kim gidebilir şehre. Gittik diyelim. Benzin parasıyla aynı fiyata gelir. O yüzden bakkalın kıymetini bilelim” diyerek lafı ağzına tıkar.

Kazara biri köyde bakkal açmaya kalksa, o da eski bakkal gibi yazsa, sermayesi fazla olmadığı için eski bakkalla rekabet edemezdi. Yeni bakkal, müşterilerinden bir ay sonra para istese, o zamanlarda para ne gezer. Yeni bakkalın bu işi bu sermaye ile ne kadar götüreceği de meçhul. Çünkü benden bu kadar deyip kapatıverse, eski bakkala nasıl dönülürdü tekrar. Hasılı, köyün her şeyi ve tek bakkalından herkes alışveriş yapmak zorunda idi.

Özel arabaların çoğaldığı, insanların şehre daha fazla gidip geldiği, sabit gelirli insanların sayısının arttığı, önce mini sonra süper daha sonra zincir marketlerin açıldığı, kredi kartlarının alışverişlerde yaygın bir şekilde kullanılmaya başladığı zamanlarda ise millet, köy ve mahalle bakkalı yerine büyük alışveriş merkezlerini tercih eder oldu. Çünkü hem geniş hem aradığın her şey, çeşidiyle birlikte var hem kredi kartı geçerli hem bakkalın satışına göre hesaplı hem de ürünlerin altında veya üzerinde ürünün fiyatları yazılı. Alternatifsiz bakkallar sinek avlar oldu. Vatandaş sadece ekmek, sigara vb. fiyatı belli alışverişler için bakkalına gider oldu. Bir de kredi kartı kullanmayıp yazdıranlar bakkalları tercih etti. Bakkallar, marketlerle rekabet edemez oldu. Çünkü bakkal bir üründen üç koli alıyorsa market aynı üründen yüzlerce aldı. Haliyle alış fiyatları da farklı olduğu için marketlerle rekabet edemeyen bakkallar zor günler geçirmeye başladı. Çoğu kapattı. Kapatmayıp duranların da kar marjları epey düştü. Güç bela ayakta tutunmaya çalışıyorlar.

Yazımın içeriğinden bakkalları öcü gibi göstermeye çalıştığım anlaşılmasın.  Zincir marketlerin açılması ve yaygınlaşmasıyla birlikte birçok bakkal son günlerini yaşasa da zamana ayak uydurup ticaretin gereklerini yapan bakkallar da eksik değil. Tüm olumsuzluklara rağmen mahalle aralarında, cadde üzerlerinde bir market gibi işleyen bakkallar da yok değil. Bu hakkı da burada teslim etmek isterim. Bakkalların, geçmişte olumsuz bir imaj vermesinin ve bırakmasının temelinde alışverişlerde alternatifsiz olmaları yatar. Bu durum sadece bakkal dükkanlarında değil, başta siyaset olmak üzere hayatın her alanında geçerlidir. Kim bir alanda alternatifsiz kalırsa, nasılsa alternatifim yok diyerek yozlaşmaya başlar. Bundan da insanımız zarar görür. Bu yüzden, her alanda her şeyin, herkesin bir alternatifi olmalıdır. Rekabet hayatı normalleştirir. Bu, kişilerin kendilerini bulunmaz Hint kumaşı görmelerinin önüne geçer.

*20/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Aralık 2021 Salı

Modern Hırsızlık *

Hırsızlık, bir başkasının malını, eşyasını kişinin haberi ve rızası olmadan kişinin kendi zimmetine geçirmektir. Kimse hırsızlığı tasvip etmez. Çünkü haksız kazançtır. Toplum ve kanun bu eylemi yüz kızartıcı ve adi bir suç kabul eder. Toplumun tasvip etmemesine ve hukukta cezası olmasına rağmen hırsızlık hız kesmeden devam ediyor. İnsanımız, evine ve işyerine hırsız girmesin diye ne kadar tedbir alırsa alsın ne kadar masraf ederse etsin maalesef hırsızlık, Türkiye’nin bir gerçeğidir ve hırsıza kilit dayanmıyor.

Hırsızların iç dünyasını bilmiyorum ama bir kısmı ihtiyacından hırsızlık yapsa da büyük bir çoğunluğu bu işi meslek haline getirmiş ve geçim kapısı olarak görmektedir. Cezalar da caydırıcı olmayınca hırsızlığın önüne bir türlü geçilemiyor.

Şimdi bildiğimiz hırsızlığa rahmet okutan bir başka hırsızlık türüne değinmek istiyorum. Malumunuz 2018 yılından beri bu ülkede döviz dalgalı bir seyir izliyor. Bu üç yıl içerisinde zaman zaman döviz inişli ve çıkışlı bir seyir izlese de bu aylarda dövizin inişine ve yerinde saymasına hasret kaldık. Döviz yükselince haliyle paramızın değeri düşüyor ve her geçen gün paramız pul oluyor. Böyle giderse paramıza pul bile alamayız. Ağzı alışkanlığı olarak döviz yükseliyor diyoruz ama aslında döviz yükselmiyor. Bizim paramızın alım gücü ve değeri düşüyor yoksa döviz de aynı, paramız da aynı. Burada faizi de bu işin içine katmak lazım. Faiz düşse de faiz yükseltilse de olan paramıza oluyor, Nasıl bir paramız varsa, böyle para düşman başına. Çünkü birileri öksürse, dünyanın öbür ucundan bir devlet faiz oranlarını yükseltip indirse, iki devlet arasında basit bir kriz çıksa, bir devlet diğer devlete ambargo uygulasa, yurtdışından veya yurt içinden bir yetkili hakkımızda konuşsa, tepetaklak giden para bizim paramız. Onların öksürüğü bizi komaya sokuyor. Karşılığında da karşımıza zam ve hayat pahalılığı olarak dönüyor. İster faiz ister döviz ister kriz ister cari açık ister kötü yönetim ister güvensizlik ne varsa ceremesini bu millet ödüyor.  Bu bedel ödemenin de sonu yok. Ömrümüz enflasyonla mücadele adına kemer sıkmakla geçti hala geçiyor ve ne zaman kurtulacağımız da meçhul.

Paramızın pul olmasıyla hırsızlığın ne alakası var derseniz, tıpatıp aynısıdır. Hatta hakiki hırsızlıktan daha beter ve tehlikelidir. Ben buna modern hırsızlık diyorum. Üstelik bu hırsızlık yapılırken birileri hakiki hırsız gibi bir emek bile sarf etmiyor. Aldıkları karar ve çıkardıkları sansasyonel haberlerle cebimizdeki paraya dokunmadan, birileri oturduğu yerden paramızın değerini düşürüyor. Yani çalıyor. Cebimizdeki 100 lira bir ay öncesinin aynı 100 lirası. Ama alım gücü yönünden bu para aynı değil. Bunu test için bir ay önce 100 liraya aldığımızı bugün alamadığımızı hepimiz biliyoruz. Bunun gerçek hırsızlıktan ne farkı var?  Bu tip modern hırsızlığı görünce ihtiyaçtan veya meslek edindiğinden dolayı yapılan gerçek hırsızlık çok masum geliyor.

Cebimizdeki bir ay önceki 100 lira ile bugünkü 100 lira aynı değil ama değer bakımından aynı olmadığına, yaşanmış şöyle bir örnek vermek istiyorum. Paraya ihtiyacı olmayan dört lise öğrencisi bir maceraya girer. Okullarının bilgisayar laboratuvarına girerek bilgisayar kasalarının içindeki parçaları sökerler. Kasayı tekrar kapatırlar. Değeri, paramızdan 6 sıfırın atılmadığı dönemde 1 milyar eden bu parçaları bir bilgisayarcıya 50 milyona satmak isterler. Bilgisayarcı bunları oyalayarak polisi arar. Polis tüm okulları arar. Çalıntı bilgisayar parçaları var. Okulunuzun bilgisayarlarına bir bakın. Sizin olabilir diye. Çocukların bu parçaları aldığı okulu da arar. Okul, kasalara bir bakar. Hepsi yerinde. Bizim değil der. Sorguda çocukların hangi okulda okudukları ortaya çıktıktan sonra az önce bizim değil diyen okula polis gelir. Sağlam görünen kasaların içini açınca bu parçaların bu okula ait olduğunu tespit eder ve parçalar okula teslim edilir. Görüleceği üzere nasıl ki bilgisayar kasası aynı ama bu kasa, içindeki parçaları çıkarıldığı için aynı işlevi görmüyorsa cebimizdeki eski yüz lira da bugün aynı ama aynı değerde değil.

Hasılı, nasıl ki gerçek hırsızlık toplum ve devlet nezdinde çok kötü bir eylem ise döviz ve faizle oynayarak piyasayla oynayan, vatandaşın cebindeki paraya, elini sürmeden pul eden modern hırsızlık da çok kötüdür. Vatandaşın alın terleterek biriktirdiği parayı pul edenler her kim iseler, Allah onları bildiği gibi yapsın.

*17/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Seçime Kadar Geçim *

—Hanım! Oğlanı da mutfağa çağır. Mini bir toplantı yapalım.

—Hayırdır, bu da nereden çıktı şimdi?

—Hayır, hanım hayır. Bizim şerle işimiz olmaz. Başkasının şerrini üzerimizden en az hasarla def etmeye karar verdim.

—Seni dinliyoruz.

—Piyasayı görüyorsunuz. Fiyatlar uçmuş. Böyle giderse uçan bu fiyatlar daha da uçacak. Her günümüz bir öncekini aratıyor. Kazancımız kağıt üzerinde sabit iken paramızın alım gücü düştü. Alışverişe gidesim gelmiyor bugünlerde. 

—İyi de ne yiyip ne içeceğiz? Ne zamana kadar devam edecek böyle? 

—Söylenene göre 2023’de seçim varmış. Bir altı ayda düze çıkıp seçime kadar da rahatlayacağız. İyi ki seçim var. Yoksa işimiz kül.

—Ama daha seçime epey var. Ölme eşeğim ölme.

—Kemerleri sıkacağız. Elde ne var ne yok, onları kullanacağız. Azami tasarruf sağlayacağız.

—Yeme, içme, öl diyorsun yani.

—Şimdilik o kadar da değil.

—Ne yapacağız, onu söyle.

—Sen şimdi evde ne var ne yok, bir listesini çıkar.

—Çıkarmama gerek yok. Evde ne var, biliyorum.

—İyi öyleyse. Şimdi kulaklarınızı açın, beni iyi dinleyin. Kahvaltıdan başlayalım. Şu dolaptan peynir, zeytin çıkar. Peynir ve zeytin nasıl yenecek, onu göstereyim size. Sen belki bilirsin ama senin bu Z nesli oğlun bilmez. Eskiye döneceğiz. Öyle çeşit çeşit peynir alma dönemi sona erdiği gibi zevkine peynir de yenmeyecek. Çatala ne geldiyse ağzımıza götürmeyeceğiz. Küçük küçük dilimleyeceksin. Herkesin önüne birkaç parça vereceksin. Önüne alan ekmeğe mi sıkar, eliyle mi yer. Senin küçük küçük dilimleyip koyduğunu bir defada mı yer, kendi bilir ama arkası yok. Zeytine gelince zeytin herkesin tabağına 4-5 tane konacak. Ayrı tabak kullanılmayacak. Hepsi aynı tabağa konacak. Zeytini çatalla yemek yok. El ile alınacak. Hepsi birden ağza katılmayacak. Bir defa ısırılıp tabağa konacak. Yani bir zeytin bir defada yenmeyecek. Üç defada bitirilecek. Yumurta her gün herkese bir tane olmayacak. Gün aşırı yumurta olacak. İki kişi bir yumurtayı paylaşacak. Taze ekmeğe son. Ekmek bittikçe fırınlarda dünden kalan ekmekler olur. Oğlun gidip onlardan alacak. Bu bayat ekmekler tazesinden hem ucuz hem hazmı daha kolay hem de birden bitmez. Bayat ekmek bereket demektir. Her gün çay demlemiyoruz. Haftada üç gün olacak. Herkes şimdilik üç bardak içebilir. Çay bittikten sonra demliği çöp kovasına boşaltmıyoruz. Çayı balkonda kurutup sonraki gün yeniden demleyeceğiz. Biraz açık olur ama sabah sabah açık çay daha iyi olur. Bu verdiklerim birer örnektir. Bu anlattıklarımı diğer alanlarda da kullanacağız. Anlatmaya çalıştığım tasarruf tedbirlerine uyulmazsa ne yapacağımı şu anda ben bile kestiremiyorum. En azından halihazırda yediğiniz yarım yağlı peyniri göremez, lor çeşidine talim edersiniz.

—Baba, sen bizi taammüden öldürmeye kalkıyorsun.

—Yok evlat, ölmeyecek kadar yemeye alıştırıyorum. Bu arada havlu peçete bundan sonra bu eve girmeyecek. Öyle silip atmayacaksınız. Tuvalet kağıdına gelince küçük abdestte tuvalet kağıdı kullanmayacağız. Büyük abdestte ise sadece bir tane kullanıyoruz. Şu andan itibaren tuvaletteki ortak kullanım tuvalet kağıdını kaldırıyorum. Çünkü ortak kullanımda kim vurduya gidiyor. Herkese bir ay yetecek şekilde bir rulo veriyorum. Tuvalete giren, yanında tuvalet kağıdını da götürecek. Çıkışta kağıdını alıp dolabına koyacak. Bunun bir ileri aşaması, taharet için dışarıdan taş toplayıp geleceğim.

—Baba, şaka yapıyor olmalısın.

—Aksine, hiç olmadığı kadar ciddiyim ve bu söylediklerimde kararlıyım. Bu arada baba, bana şu lazım, bu lazım demek yok. Olanla yetin. Giyim-kuşamı unut.

—Küçük abdest ile büyük abdesti anlayamadım.

—Anlamayacak ne var evlat. Eskiden umum tuvaletlerinde tuvalet ücreti olarak küçük şu kadar, büyük bu kadar yazardı. Demek ki bir farkı vardı ki uygulandı. Biz de onu uygulayacağız.

—Anlaşıldı. Başka diyeceğin var mı?

—Son olarak annene de söyle. Evlilik vb günler için lokantaya gitmeyi unutsun. İtibardan tasarruf edilmez demesin. Bilsin ki lokanta ve bol keseden harcama insana itibar kazandırmaz. Diğerlerini bilemem ama anneni de bitirirse bu bitirir. Annen bir de şimdi yemeyip de ne zaman yiyeceğiz. Boğazdan kısılmaz, can boğazdan gelir. Boğazdan kısılmaz. Bu dünyaya bir daha mı geleceğiz demesin. Ben sizi bir daha gelmeyeceğiniz bu dünyada daha fazla tutmaya çalışıyorum.


*22/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Aralık 2021 Pazartesi

Bilin ki Suçlu Değilim

—Görüyorum ki her şeyi ağzına yüzüne bulaştırdın. Bu durumda ne yapmayı düşünüyorsun?

—Daha önce yaptıklarımı yapmaya devam edeceğim.

—Ne yapıyordun ki?

—Suçu daima başkasına atıyorum ve rahat ediyorum.

—Mesela?

—Dış güçler diyorum, stokçular diyorum, fırsatçılar diyorum. Diyorum diyorum diyorum. Rakiplerime kızıyorum ve bunlardan dolayı diyorum. Daha olmadı, bunların geçmişini ve zihniyetlerini sorguluyorum. Hiçbir şey yapamasam bile görmezden geliyor, bir şey yokmuş gibi davranıyorum.

—Farkındayım. Hayret ve şaşkınlık içerisinde izliyorum seni ve pes diyorum.

—Ne yapayım, bende hobi haline geldi bu.

—İşin garibi, ürettiğin mazeretlere inanan, bunları başkasına karşı ölümüne savunan sevenlerin de çok. Sırtın yere gelmez. Sahi, bu kadar mazeret ve gerekçeyi ne ara öğrendin böyle? Mektebinde mi okudun?

—Ne mektebinde okuyacağım. Ben hayatımda iki kitap bile okumamışım ki bu yaştan sonra mazeret ve gerekçenin okuluna gideyim. Ben hayatın kitabını yazmışım. Çocukluğum sağ olsun. Bu konuda anne ve babama da minnettarım. Zira beni iyi yetiştirmişler.

—Ne yapmışlardı rahmetliler?

—Küçükken yaramazdım. Nere bastığımı bilmezdim. Hep de düşerdim. Düştüğüm zaman kalkma imkanı olduğu halde yerden kalkmazdım. Gelip biri kaldırsın diye beklerdim. Gelip kaldıran olmazsa sesimi yükseltir ağlardım. Gelen var mı diye sağa sola bakardım. Kimse yoksa avazımın çıktığı kadar bağırmaya başlardım. Hoş, koşarak beni kaldırmaya gelen olursa da ağlardım. Beni yerden kaldırdıktan sonra da sus ağlama, kıyamam sana deseler de ağlamaya devam ederdim. Ne zaman susardım biliyor musun?

—Ne zaman?

—Ta ki düştüğüm yere “Ah seni ah seni” diye ayaklarını vuruncaya kadar”.

—Ama yerin suçu yok ki

—Biliyorum yerin suçunun olmadığını.

—Ne demek istiyorsun? Bugünlerle alakasını kuramadım.

—Çünkü niye dikkat etmedin, niye önüne bakmadın deselerdi, suç benim olacak ve ben bu suçla yüzleşecektim. Baktım ki annem ve babam bana hiç toz kondurmuyor. Dili olmayan gariban yeri tepeliyorlar.

—Eee?

—E’si, tüm suç bende olduğu halde bugün herhangi bir konuda mazeret, gerekçe üretebiliyorsam, güçlü bir savunma mekanizmam varsa, suçu hep başkasına atabiliyorsam, annem ve babamın hiç suçu olmayan yeri tekmelemesi bana çok şey öğretti. Unutma, suç işliyorsun ama suçu sahiplenmiyorsun ve suçu başka yerde arıyorsun. Hala bunu yapıyorum. Bundan çok ekmek yiyorum. Böyle olmasına rağmen bana inananlar olduğu müddetçe de bu formülü uygulamaya devam edeceğim.

—Böyle yapmakla için rahat mı bari?

—Hem de o kadar rahatım ki çocuklar gibi şen oluyorum.

—Ya vicdanın?

—Vicdanımla sorunum yok. Zira o benden ben de ondan memnunum. İki memnun bir araya gelince keyfime diyecek olmaz.

—Yani bedel ödemem, olup bitene tüh bile demem diyorsun.

—Aynen öyle.

—Sana tüm bu yolculuğunda bir kopya da ben vereyim. Aynı gerekçeleri üretmek bir gün kabak tadı verirse bunu da kullanabilirsin.

—Neymiş o?

—Biri, kahvehanenin karşısındaki park alanına aracını park eder. Park ettiği zaman aracının önünde ve arkasında hiç araç yoktur. Akşam eve gideceğinde, yanında çalışanları da aracına alır. Mevsim kış olduğu için binenlerin nefesinden aracın camları buharlanır. Arabayı çalıştırır. Arka arkaya gitmeye kalkar. Arkadaki araca çarpar. Yanındaki yeğeni, emmi! Arkada araba var dediyse de yok, taştır diyerek arabaya gerisin geri bir daha vurur. Aracına vurulduğunu kahvehanenin önünde gören sahibi ise hop hop diyerek koşarak gelir. İnip bakarlar ki arkada bir araç var. Arabaya çarpan ne diyebilir bu durumda? Sıkı dur. “Sen bu arabayı niye hava rengine boyattın” diyerek hatasını hiç üzerine almaz. Adam ne dedi bilmiyorum ama öyle zannediyorum, böyle bir gerekçe karşısında küçük dilini yutmuştur. Anlaşılan onun ailesi de küçüklüğünde yeri çok tekmelemiştir.

—Bu da güzelmiş. Dağarcığımda bulunsun. Sırası geldi mi kullanırım. Yaşa, var ol.

Mağdurun Söz Söyleme Hakkı Var *

Bir zaman bir kurban bayramını memleketimde geçirmek istedim. Bayram namazını yolda bir camide kılıp namaz sonrası topluca yenen aile yemeğine katılmak niyetim. 

Antalya Çevre yoluna çıkıp oradan Karaman Yoluna geçeceğim. Bu yol tenha olur çoğunlukla. Bir de ne göreyim, Çevre yoluna iki gidiş, bir geliş olan bu kavşakta km.lerce uzanan bir araç kuyruğu var. Nere gidiyor, bu saatte bu araçlar derken gecikmeli de olsa jeton düştü. Belli ki ileride çardaklar var. Vatandaş sabahtan kurbanını kestireyim diye erkenden yola düşmüş. Ne yapayım ne edeyim derken baktım, bazı gözü açıklar karşıdan gelen araçların şeridi boş olduğu için o şeride geçiyor. Benim bu gözü açıklardan neyim eksik, hayatımda bir gözü açıklık da ben yapayım deyip peşlerine ben de takıldım.

Bu durum pek içime sinmese de içim içime sığmadı. Çünkü kedi olalı bir fare tutacaktım. Ben ters şeritten erkenden geçip giderken sağımda upuzun uzanmış araçlar ne kadar bekleyecekti, kim bilir? Az sonra korna sesleriyle irkildim. Ne oluyor demeden, ışığından kalkıp gelen arabalar ters yola dizilmiş araçlar yüzünden yollarına devam edemedikleri için korna üstüne korna basıyor. Önümdekiler, tepki gösterilmesine rağmen sağdaki araçların arasına güç bela girdiler. Bir tepki de ben çekmeyeyim diye sağa girmeye kalkışmadım. Ters yolda sap gibi ortada bir ben kaldım.

Karşıdan gelen araç önüme kadar geldi. Aracından indi. “Bu yaptığın iş mi, ben işime nasıl gideceğim, zaten geciktim” şeklinde epey bir laf saymaya başladı bana. Aracımda yalnız değildim. Üç tane delikanlı vardı. Adam ise yapayalnızdı. Adamın sayıp dökmesine benim çocuklar araçtan inip tepki göstermek istediler. Onlara, “Hiç sesinizi çıkarmayın. Araçtan da inmeyin. Zira ters yola giren biziz ve suçluyuz. Adam ne derse yutacağız. Zira hak ettik. Çünkü adamı mağdur eden biziz. Mağdurun ise söz söyleme hakkı var” dedim. Sonunda sağ tarafımdan yol verdiler de aralarına girdim, yol açıldı.

Yıllar önce başımdan geçen bu anekdotu anlatmamın sebebi “Mağdurun söz söyleme hakkı var” sözüdür. Gerçekten bir konuda biri mağdur ise onu mağdur eden de birileri vardır.  Mağdur eden taraf ise mağdurun mağduriyetten mütevellit sayıp dökeceklerine hazır olmalıdır. Bu söz üzerine biraz durmak istiyorum. Zira insanımızın mağduriyeti say say bitmez. Mağdurun mağduriyetinden dolayı söz söyleme, dertlenme, serzenişte bulunma, tepki gösterme, kızıp bağırma hakkı olmasına rağmen çoğu zaman mağdurun söyleyeceğini ağzına tıkar, üste çıkmaya çalışarak ikinci bir mağduriyet daha oluşturuyoruz. Yanlış bu yaptığımız. Bırakalım da mağdur içini boşaltsın ve deşarj olsun. Çünkü içini boşaltan rahatlar. Aynı zamanda konuşarak içini döken insandan da zarar gelmez. Üzerine bir de özür dilenirse mağdur daha ileriye gitmez ve susar. Hatta olayın ardından kişiler arasında dostluklar bile oluşabiliyor. Mağdurun ağzına lafı tıkamak, üste çıkmaya çalışmak, gerekçe ve bahane üretmek, suçu kabul etmemek, ortamın daha da gerilmesine ve işin uzamasına sebebiyet verir ve iş kavgaya da dönüşebilir. Maalesef bu konuda iyi bir sınav vermiyoruz.

Gelelim günümüze. Malumunuz bugünlerde vatandaş enflasyon ve hayat pahalılığını iliklerine kadar hissediyor. Dövizin ateşi bir türlü sönmüyor. Tepeden tırnağa her ürüne zam geldi hala gelmeye devam ediyor. Vatandaşın alım gücü her geçen gün zora giriyor. Yeni gelen zammın sıcaklığı geçmeden yeni zam geliyor. İnsanımız alışveriş yapmaya korkar oldu. Durum bu iken herkes yaşanan bu durumu dile getiremiyor. Kim hayat pahalılığından dert yanmaya kalksa, şu ürüne ne kadar zam gelmiş dese, birileri üzerine vazifeymiş gibi mevcut duruma gerekçeler üretmeye başlıyor. Nankörlük yapmayın, yapılan onca iyi şeyler var, bunları unutmayın diyerek piyasadan şikayet edenin ağzına lafı tıkıyor. Avrupa’da da böyle, onlar bizden daha zor durumda diyor. Dış güçler, fırsatçılar vs. diyerek suçu başkasına atıyor. Mevcut durum balçıkla sıvanamayacak kadar ayan beyan iken bu kadar savunmacılık, bu kadar alınganlık niye gerçekten çok anlamış değilim. Bırakalım da alım gücü iyice zayıflayan vatandaş yaşadığı haleti ruhiyesini konuşarak dile getirsin. Ha mevcut durumdan şikayet edince piyasa düzelecek mi? Hayır ama en azından içini döküp rahatlamış olur. İnanın, yağmur yağmıyor, kış kurak geçiyor desen, eskiden de yağmazdı, sadece bu hükümet zamanında değil deniyor. Pes doğrusu…

*17/01/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

12 Aralık 2021 Pazar

“…Çok Ekmek Yedik” *

94 ekonomik krizi öncesi idi. Bugünlerdeki gibi fiyatlar uçmuştu. Bir televizyon almak istiyordum. Alabilirsem ilk defa bir televizyonum olacaktı. Kaç esnafa vardıysam, kimse önünü göremediği için para bir tarafa televizyon bir tarafa dedi. Tanış olduğum bir esnaf ise dört taksit yapayım dedi. Dünden razıydım buna. Zira aldığım ücretin tamamını versem bir televizyon etmezdi. 

Sıra geldi televizyon beğenmeye. Gerçi elinde fazla da çeşit yoktu. Varsa da fiyatları daha pahalı idi. Alacağım markanın o modelini, Türkiye'nin meşhur markası ilk defa piyasaya sürmüştü. Ekranlarda "Bir dünya markası" şeklinde bol bol reklamı yapılıyordu. Teleteksi de vardı üstelik. 55 ekran bu televizyonun kulaklıkları içine monte edilmemişti. Kulağa benzer şekilde televizyonun sağına ve soluna takılıp çıkarılabiliyordu. Bir arkadaş, kulaklığın bu şekilde takılıp çıkarılması çok iyi düşünülmüş. Evde istediğin yere bu ses hoparlörlerini uzatırsın dedi. Taksitli de olsa ödeyebilir miyim demeden televizyonu aldım ve peşinatı vererek önüme konan üç senede imzamı attım.

“Bir dünya markası” olan bu televizyondan hiç randıman alamadım. Kumandasına pil dayandıramadım. Bir-iki haftada bir pilini değiştiriyordum. Pil de bildiğimiz kalem pillerden değil, köşeli pillerden idi. Bu da pahalı idi. Servisine bu durumu birkaç defa dile getirince şu kumandayı öneririm dedi. Orijinal kumandayı atarak önerilen kumandayı aldım. Kumandadan geçtim. Sürekli arıza üzerine arıza verdi. Televizyon açıkken ara ara kulakları patlatırcasına garip sesler çıkıyordu. Bu halde iken kumanda da görev yapmıyordu. Ayağa kalkıp düğmesinden kapatıp yeniden açman gerekiyordu. Garantisi bitmeden birkaç defa servisine götürdüm. Televizyon birkaç gün serviste kaldı her defasında. Usta, bir arıza görmedim deyip her defasında televizyonu geri verdi. Nedense bende arızaya geçen bu televizyon servise göre sağlam idi.

Böyle böyle kullandım bu televizyonu. Nihayet garantisi bittikten sonra yine aynı arıza ve yine servis. Arıza tespit edilememesine rağmen şunu değiştirdim, bu kadar para, bunu değiştirdim, şu kadar para dendi her defasında. Nizip, Kahta, Adana ve Konya’yı dolaştı benimle beraber. Artık servisi de bıraktım, gördüğüm tamirciye götürdüm. Kucağımda getirdiğim bu televizyonu gören her tamircinin yüzü güldü. Çünkü her biri bir parçasını değiştirdi ve hiçbiri para almadan beni eve göndermedi. Hasılı, dış ekranı ve heyula gibi kulaklıklarının dışında televizyonun iç parçasından değişmeyen kalmadı ve halen bu televizyon bende. Sonunda yeni bir televizyon aldım ama bu emektar televizyonu kullanmasam da belki lazım olur diye saklıyorum dünya kadar tamir parçası ödediğim bu “dünya markasını”.

Yeni ve geniş bir eve çıktım. Evin üst katına koydum bu televizyonu. Evde kalabalık etmesin diye tamirciye bu televizyondan bahsettim. Alır mısın bu televizyonu. Birine satarsın dedim. Tamirci, “Biz tamirciler o markanın o serisinden çok ekmek yedik. İşe yaramaz ve kimse de almaz” dedi. Halen evde duruyor.

Bahsettiğim bu televizyon markası, iki farklı ismiyle Türkiye’nin her yerinde çok satılan ve meşhur bir marka. Aşağı yukarı her evde bu firmanın ürünü var. Firma, sürdüğü bu serinin akıbetini ve genle şikayetleri bilmesine rağmen bu seriyi geri çekeyim demedi. Başka ülkede olsaydı, inanın aynı anda bu seri geri çekilir, müşteriye paraları geri iade edilir ve özür dilenirdi. Çünkü ciddi bir firmadan da bu beklenirdi.

94 yılında aldığım ve randıman alamadığım bu televizyonla ilgili beni yazı yazmaya iten, tamircinin “Biz bundan çok ekmek yedik” demesiydi. Bir şeylerden ekmek yiyen sadece televizyon tamircileri mi? Bu sözden hareketle sadede gelirsek, yazımı uzatmadan bu tiplerden de kısaca bahsetmek isterim. Zira yazımın ana fikri de bunun üzerinedir. Özellikle siyasilerimiz şu değer ve alanları kullanarak siyaset yapar ve bunlar üzerinden ekmek yer. Alan bitek olunca hep geçer akçe olmuştur. Yiyip yiyip bitiremediler. Kimi dini, dini değerleri ve toplumun değer yargıları üzerinden siyaset yapar. Bol bol ayet-hadis okur ve dini kullanır. Kimi Atatürk’ü kullanarak emellerine alet eder ve Atatürk’ten ekmek yer. Kimi de 38-50 arasındaki Türkiye yönetimini sürekli dile getirerek ben gidersem, onlar gelir demek suretiyle halka aba altından sopa gösterir ve yerini garanti altına alır vs.

Hülasa, bir şey üzerinden ekmek yiyenlerin en masumu, emeklerinin karşılığını alan televizyon tamircileridir. Esas ayıbı yapan, Türkiye insanının kanını emen ciddi görünümlü firması, dini ve Atatürk’ü emellerine alet ederek ekmek yiyenlerdir. Çünkü din ve Atatürk’ten ekmek yemek tehlikelidir. Dini referans kabul edenlerin, özü ve sözü bir değil ise bundan en büyük zararı din, aynı şekilde Atatürk’ü ağızlarından düşürmeyenlerin özü ve sözü bir değil ise bundan da en büyük zararı Atatürk görür.

*29/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.