16 Ağustos 2021 Pazartesi

Acemi Şoför *

Yoğun araç trafiğinde bazılarının acemi sürücü olduğu hemen fark edilir. Arkasında isen ya şerit değiştirirsin ya da takip mesafeni daha uzun tutarsın. Acemi arkanda ise hız sınırı dinlemez, basarsın. Yanından geçiyorsan arayı açarsın. Çünkü gelen ya da gitmekte olanın ne yapacağı bilimin aciz kaldığı bir konudur. Yine aracının üstünde aday sürücü yazıyorsa, bu kişi sürmeyi yeni öğreniyor, hata yapabilir, demektir. Çareyi uzaklaşmada bulursun. Bir de kaza yapmaz ama kaza yaptırır türünden sürücüler var. Bunları da görürsen ve de kaçma imkanın yoksa kendine bir dikkat çekiyorsun ve teyakkuza geçiyorsun.

Tüm bunlar, trafiğe çıkan usta şoförlerin zaman zaman karşılaştığı durumlardır. Peki, şöylesini hiç gördünüz mü? Bilgisayar çıktısı A4 kağıdına “Acemi şoför” yazdırarak aracının arka camına yapıştıranı gördünüz mü? Siz görmedi iseniz, ben böylesini ilk defa gördüm.

Karamanyolu’ndan Uluırmak yoluna girdim. Altıyol’a doğru üç arkadaş gidiyoruz. Arabayı süren arkadaşa, önünde acemi şoför yazan bir araç var, dikkatli ol, yolun sağından gidiyor, dedim. Arkadaş hemen yolun soluna doğru geçti. Hep birlikte sağdan gitmekte olan aracı izlemeye koyulduk. 50-100 metre ileride, sağ tarafa aracını durdurmuş, içinde sürücünün olduğu bir araca doğru gidiyor bizim acemi. Vurdu, vuracak derken bizim acemi şoför, ayağını frene basmadan gitti duran araca tak diye vurdu. Şoför gerçekten yazdığı gibi acemiymiş dedik ve yolumuza devam ettik.

Altıyol köprüsünün sağında indim, sabah bıraktığım kendi aracıma binerek Ahmet Özcan Caddesine girdim ve sağ şeride geçecektim ki bir de ne göreyim. Yine “Acemi şoför” yazılı bir araç daha. Üstüme iyilik sağlık. Bugün de hep acemilerle karşılaşacağım galiba derken araca dikkatlice baktım. Araç ve içindeki şoför tanıdık geldi. Az önce duran arabaya vuran acemi şoförden başkası değildi. Şaşırdım doğrusu. Vurduğu araçla ne zaman tutanak tuttu da ayrıldı ve kaplumbağa gidişiyle bizi arkadan yakaladı dedim.

Nasıl olduysa olmuş, sen buradan kaç, verilmiş sadakan varmış dedim, önü boş olmasına rağmen trafiği yoğun sol şeridi takip ettim. Önüm açıldıkça bastım. Çünkü gelip arkadan vurma garantisi vardı acemi şoförün. Zira az önce aynel yakin test ettim.

Meram İtfaiyenin ışıklarını geçince derin bir oh çektim. Yoluma devam ettim.

Şimdi gelelim bu acemi şoförü değerlendirmeye. Uluırmak yolu dar ve trafiği yoğun bir güzergah. Bu kadar acemi biri nasıl olur da böyle bir güzergahı kullanır. İyi cesaret gerçekten. Ama ben değil, bana yaklaşanlar ya da benim yaklaştıklarım benden korksun. Ben acemi olduğumu yazdım, suç benden gitti demiş olmalı. Belki de ona bu arabayı verenler, sağdan sağdan hiç durmadan git, önüne araç çıkarsa frene bas dememiş olmalılar ya da şoförümüz frenin yerini bilmiyordu. Önüne araç çıktıysa bu sürücü ne yapsın, öyle değil mi? Yalnız gördüğüm kadarıyla bir eksiği var. Arabanın arkasına acemi şoför yazdırmış ama ön tarafa yazdırmayı ihmal etmiş. Şayet öne de yazdırmış olsaydı, öndeki duran araç, onu görünce gaza yüklenir, kaçardı.

Neyse, benim merak ettiğim, sağdan sağdan yavaş yavaş giden ve önde duran araca vuran bu şoför, ne zaman kaza tutanağı tuttu da benim önüme geçti. İşte bunu anlayamadım. Öyle zannediyorum, ya vurduğu araçta bir hasar oluşmadı ya “Tutanak tutmayalım, işte benim cep numaram. Yaptır, parasını ödeyeyim, daha benim işim var, diğer araçlar beni bekliyor dedi ya da araca vurur vurmaz, gerisin geri giderek durmadan yoluna devam etti.

Aman siz siz olun, aracında acemi şoför yazılı aracı ciddiye alın. Mümkünse o gün trafiğe çıkmayın. Çıkmışsanız, aracınızı güvenilir bir yere park edin. İlla araca binmeniz gerekiyorsa acemi şoförü görür görmez kaçabileceğiniz uygun güzergahları tercih edin. Benden söylemesi.

*27/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

13 Ağustos 2021 Cuma

Zam Komedisi *

Ülke hem orman yangınlarıyla hem de sel baskınlarıyla boğuşuyor. Bunlar yetmezmiş gibi gündemde Afgan göçü var. Bunların arasında devlet, toplu sözleşme gereği işçilerle masaya oturdu ve işçilerle anlaştı. Şimdi de memurlarla ilgili iki yıllık zam görüşmesi yapıyor.

Ülke felaket ve doğal afetlere boğuşurken zam konusunu yazı konusu edinmeyi doğru bulmuyorum ama bu görüşmeler yapıldığına göre bu konuda birkaç kelam etmek isterim.

Devletle işçi sendikaları, zam konusunda anlaştı. Anlaşılan rakam ilk altı ay için yüzde 12, ikinci altı ay için yüzde 5 ve enflasyon farkı. Ayrıntıya girmiyorum.

Devlet şu anda memur sendikasıyla masada. Devletin telaffuz ettiği ilk yıl için 5+6 ve enflasyon farkı, ikinci yıl ise 6+6 ve enflasyon farkı.

Bu konuda değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyeyim: Devletin verdiği zam azdır, çoktur, yeterlidir hesabı yapmam. İşçi ile memurun aldığı zammı da kıyaslamam. Fakat işçiye verilen yüzde ile memura teklif edilen rakamlar arasında uçurumlar var. Hepimiz biliyoruz ki devlet, hedeflediği enflasyon kadar zam veriyor. Hedefi tutturamadığı zaman enflasyon farkını veriyor. Zam masasına oturduğu zaman da işçi ve memuru enflasyona ezdirmeyeceğiz diyor. Durum bu iken, bir işçiye verilen rakama bakıyorum bir de memura teklif edilen rakama. Sözel zeka olduğumdan mıdır, bu uçurumun içinden çıkamıyorum. Acaba işçi ile memurun maruz kaldığı enflasyon, işçiyi ayrı, memuru ayrı mı etkiliyor? İşçi ile memur aynı ülkede yaşamıyor mu? Bunların alışveriş yerleri, temel ihtiyaçları farklı mı?

Devlet bunu ilk defa yapmıyor. Önceki yıllarda da aynı yaptı. İşçiye veriyor, memura kısıyor. Bu da devletin çalışanlar arasında ayrım yaptığının, memura zerre değer vermediğinin bir göstergesi. Halbuki işçiye verilen rakamdan sonra zam oranı belli oldu, işçiye verdiğimiz rakam sizin için de emsal olsun deyip memurla masaya oturmaya bile gerek yoktu. Maalesef bu durumu çözemedim.

Tamam, işçinin çalışma şartları farklıdır, riskli alanlarda çalışıyor, çalışırken bedenleri terliyor. Emeklerinin karşılığını alsınlar. Memur, işçi kadar riskli alanlarda çalışmıyor, masa başı çalıştığı için vücudu terlemiyor olabilir. Bu böyle deyip memura cimri davranmanın ne alemi var. Devlet şöyle mi düşünüyor acaba? İşçinin grev hakkı var. Vermezsek, greve giderler. Bir de başımıza iş açmayalım diye mi düşünüyor? Nasılsa memurun grev hakkı yok. Ne verirsek bir iki mızmızlanır, basın açıklaması yaparlar, sonra seslerini keserler şeklinde mi düşünüyor?

Niyetim işçi-memur kıyası değil idiyse de devletin memur aleyhine yaptığı bu ayrımcılık ister istemez beni işçi-memur kıyasına götürdü. Sözlerim işçi kardeşlerime değil. Aldıkları zam, onlara helali hoş olsun. Benim serzenişim, devletin çifte standardına. Sorumluluk verdiği memuruna üvey evlat muamelesi yapmasına.

Devlet herhalde "Benim memurum işini bilir", işini çıkarır, nasılsa çoğu memurun evine çift maaş giriyor, böylece geçinip giderler diye düşünüyor olmalı ya da memurlar üst kurullarda görev alabiliyor, bunun karşılığında katmerli maaş alıyor diye düşünüyor olmalı. Devlet bilsin ki böylesi katmerli üst kurullar özel kişiler için. Daha o kadar ayağa düşmedi. Memurlar öyle kurullarda görev yapabilmesi için çok fırın ekmeği yemesi gerekiyor.

Devletin anlamsız bu çifte standardına bakarak herhalde bugün birçok memur, ne diplomamın karşılığı var ne de yaptığım iş göze görünüyor. Bu durumda ben yıllar yılı niye okudum? Bileydim, okumaz, kısa yoldan iş hayatına atılırdım diyordur. Gerçekten okuduğu için memur kesim çalışmaya geç başlıyor, geç evleniyor. Emekliliği gelse de emekliliği düşünmüyor. Çünkü daha evlenecek çocuğu vardır. Bilir ki emekli olduğunda bugün enflasyona ezdirilen maaşını bile alamayacak. Alacağı avans ise bir çocuğunu evlendirmeye bile yetmiyor. Bu durumda, mecburen 65 yaşını bekleyecek. İşçiye gelince, primini ve gününü dolduran işçi aynı gün emekli oluyor. Çünkü aldığı maaşta azalma olmuyor, aldığı avansla da iyisinden bir daire bile alabiliyor. Gerçekten memur, işçi olmaya özenmesinde kime özensin. Sözüm, özel sektörde asgari ücretle çalışan işçiye değil. Aslında devletin kamuda çalışan işçi ve memurdan önce işçi işverenleriyle bir yolunu bulup esas asgari ücretle çalışanların maaşını yükseltmesi gerek. Çünkü esas sıkıntıyı çeken bu kesim. Çoğu, geçinebilmek için eşini ve çocuklarını da çalıştırmak zorunda kalıyor. Bu da bu ülkenin maalesef kanayan bir yarası. 

Daldan dala atladım, konuyu da uzattım. Sözlerime son verirken görünen o ki devlet memuruna sadra şifa bir zam vermeyecek. Kendisinin atadığı hakem heyetinden de bir şey çıkmaz. Bu durumda, memur adına zam görüşmesi yapan yetkili konfederasyonun, bu teklifin konuşulacak bir yanı yok. Biz zam falan istemiyoruz. Biraz ciddiyet lütfen, deyip masayı terk etmesidir. Devlet adına toplu sözleşme imzalayacaklar da kendileri çalıp kendileri oynasınlar. 

*16/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Simav'ın Seyir Terası

İki gün önce Seyir Terasına gittim. Hatta orada çay bile içmişliğim var. Bildiğiniz çay bahçesi dedim. Meğer gittiğim yer Seyir Terası değilmiş. Peki, o levha neydi kapıdaki?

Kafamda bir soru işareti belirdi. Gidip görmem lazımdı neresi ise. 

Çıktım yola. İki bin adım gitmiştim ki Kütahya plakalı bir araç durdu. Nereye gidiyorsun, buyur dedi. Yürüyüş yapıyorum. Teşekkür ediyorum dedim.

Araç önden uçtu gitti, bense ardından yürümeye devam ettim.

Adamın durup tanımadığı birini, hele benim gibi birini aracına alıp götürmek istemesi hoşuma gitti. Duygulandım. Ben de duran, yürüyen birini gördüm mü, almak için dururum. Yurdumun insanı hep böyle demek ki dedim. Ayrı illerden olsak da hepimiz yolda kalmış kucak açarız. Konyalısı da böyle Kütahyalısı da böyle dedim. Nasıl bir hamursa aynı şekilde bozulmadan devam etmesini isterim.

Kütahya hemşerimin verdiği moralle iki gün önce Seyir Terası diye oturup çay içtiğim yere kadar geldim. Dikkatli bir şekilde baktım. 

Çay bahçesinin girişine "Seyir Terası" yazmışlar. İki tarafına da "böyle gideceksin" anlamında ok işareti koymuşlar. Alacağın olsun Simav dedim. Bir de terasta çay içtim havasını atmak için iki bardak birden çay içmiştim.

İş başa düştü. Verdim tekrar kendimi yola. Oku takip etmedim. Kestirmeden tırmandım. Yönlendirici levhaları olmadığı bu yoldan gittim de gittim. Bir baktım, Seyir Tepesine gider levhası önümde. Levhayı takip ederek birkaç yüz metre sonrası Terasa vardım. Taksimetreye baktım, 9 bin adım gelmişim. Adıma değermiş meğer. Simav ayağımın altındaydı.

Simav'ı temaşa ettim. Geri gideceğim Çitgöl yolunu gördüm. Birkaç önce gittiğim dağın yamacındaki Eynal'ı da. Birkaç foto çektim. Bir bardak da çay içtim. Az önce gördüğüm uzun, ince yol beni bekliyor dedim. Oyalanmadan kalktım. Zira bir 9 bin adım daha beni bekliyordu.

Nihayet bugünkü güzergahım toplamda  2.5 saatlik sürdü.

Başka gidecek yer de kalmadı. Bu durumda görevim de bittiğine göre Abbas yarın yolcu.

12 Ağustos 2021 Perşembe

Dondurma Hizmeti

Çitgöl-Eynal yolculuğunun Eynal etabından çıkmıştım ki bizim oğlan, gelirken dondurma alır mısın dedi. Yapma evlat, nereden alabilirim, buralarda dondurma ne gezer. Kır bayır yürüyorum gündüz vakti. Neyse, kaldığımız yere gelince oradan alayım, ama beğenir misin bilmem. Karışmam sonra dedim. 

Dedim ama içim cız etti. Çünkü tüm hesabımı sadece kiraladığım daireye ödeyeceğim paraya göre yapmıştım. Başka da masraf yapmayacaktım. Ama oğlan istedi, almazsam olmazdı. Zaten nazla şifayla gelmişti yanımıza. Yarın, kırk yılda bir dondurma istedim, onu da almadın. Nasıl babasın dedirtmemeliydim. 

Bir elli dakika yürüdükten sonra kaldığım kaplıca mıntıkasına giriş yaptım. Dondurma alıp öyle gideyim eve dedim. Zira somurtursa çekemem bu yaştan sonra. Ama nereden almalıydım. Geçen akşam piknik bölümünde dondurma satan biri vardı. Hangi marka diye sormuştum. Kendi yapımı, bir tat demişti. Fiyatı da 40 lira imiş. 

Tam buraya yönelmiştim ki aklıma kafeterya/restorant geldi. Hem kaplıca içinde hem belli güzergahlarda boy boy reklamını yapıyordu. Burada da dondurma olmalıydı. Hem burada Maraş usulü marka dondurma bile olabilirdi. Üstelik hizmette de sınır yoktu gördüğüm kadarıyla. Nereden mi biliyorum? Geçtiğimiz akşamlardan birinde, bir arkadaşla buluştuktan sonra söğüt gölgesi diye soluklanmak için oturduğum yer vardı ya. İşte burası da kafeteryaya aitmiş. Bir on dakikada üç defa bir şeyler alır mısınız diye gelmişlerdi. 

Girdim, dondurma var mı dedim. Arka tarafta var dediler. Arka tarafa geçtim. Kimsecikler yoktu. Beklerken biri geldi. Nerenin bu dondurma, markası ne dedim. Bilmiyorum dedi. Fiyatı kaç dedim, bilmiyorum dedi. Sorup geleyim dedi. Başkası geldi. Marka söylemedi. Kilosu 40 lira dedi. Bir yarım kilo alayım, şu iki çeşitten olsun dedim. Sipariş verdiğim gitti. Bir başkası geldi. Aynı şeyi ona da söyledim. İçeri geçti. Önce bir terazi getirdi. Sonra tekrar içeri geçti. Neye koyacağını düşündü. Epey bir kap aradı. Sonunda şeffaf, plastik bir kap getirdi. Önce boş kabı terazinin üzerine koydu. Darasını aldı. Sonra külaha dondurma koyar gibi koymaya başladı. Birkaç koydu, bir tarttı. Sonra tekrar koymaya devam etti. Tekrar teraziyi söylemeyeyim. Ardından öbür çeşitten koydu biraz. Bu durum böyle epey bir devam etti. Sonunda tekrar tarttıktan sonra ağzını kapattı. Bir başkası geldi, kaşık ister misin dedi. İyi olur, üç tane olsun, bir üç tane de külah verin dedim. Poşetin içine koyarlarken size ıslak mendil getirelim dediler. Teşekkür edip ayrıldım. 

Bir yarım kilo dondurma için bir 20 dakika beklettiler, acemiliklerini benden çıkardılar ama gördüğünüz gibi hizmet güzeldi. 

Dondurma nasıl derseniz, sormayın. Dondurma demeye bin şahit ister. Bu arada dondurma dondurma diye tutturan oğlan da beğenmedi.  Hem ağzımızın tadı bozuldu hem de olan benim hesapta olmayan paraya oldu. Birbirimize ikram edip durduk. Aman siz siz olun. Kaplıcanıza girin, şifa bulun ama dondurmayı yörenizdeki dondurmacıdan alın. Ama çocuğa laf anlatamıyoruz derseniz, çocuk getirmeyin. 

Sorunu Ötelemek *

MHP lideri Sayın Bahçeli’nin önerisine, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın destek vermesiyle birlikte YÖK, üniversite baraj puanlarını düşürdü. Buna göre daha önce 150 olan YKS barajı 140’a, 180 olan AYT ve YDT barajı ise 170’e çekildi. Bu demektir ki baraj puanları onar puan düşürüldü. Yeni düzenlemeyle birlikte 150 puanın altında puan aldığı için YKS’de iki yıllık MYO’nu, AYT ve YDT puanı 180’in altında kaldığı için dört yıllık fakülteleri tercih edemeyecek öğrenciler, 2 ve 4 yıllık bölümleri tercih edebilecekler.

Siyasi irade, bu yeni düzenlemeyi gençlere müjde olarak verdi ve gençlerin yanındayız dedi. Bu düzenleme kapsamına giren ve bu düzenlemeden yararlanmak isteyen gençlere hayırlı olsun temennisinde bulunmak istiyorum. Gönlüm böyle diyor ama Türkiye’nin şartları, istihdam durumu, bu düzenlemenin gençlere pek müjde olmayacağını gösteriyor.

Siyasi iradenin, salgını gerekçe göstererek böyle bir karar aldığı görülüyor. Bu vesileyle üniversiteli olamayacakların üniversiteli olmalarının önünü açmış, açılan onca üniversitelerin dolmayan kontenjanlarını doldurmayı ve üniversite okuyan öğrenci sayısını artırmayı istemiş olabilir. Aynı şekilde genç işsiz sayısını da ötelemeyi hedeflemiş olabilir. Çünkü üniversitede okuyan gençler, öğrenci olduğu için işsizler ordusunun kapsamına girmiyor. Bu da genç işsiz oranının düşük çıkması/gösterilmesi demektir.

Siyasi irade veya devletin izlemiş olduğu bu politika doğru mudur? Bence hiç doğru değildir. Maalesef izlenen bu politika bir pansuman tedbir, sorunları ötelemek ve sorunu halının altına süpürmek demektir. Maalesef okumakta olan her üniversite öğrencisinin kahir ekseriyeti, işsizler ordusuna katılmaya namzettir. Çünkü bu ülkenin en büyük sorunu, okumuş insanın istihdam edilmesi sorunudur. 20-25 yaşına kadar üniversitede oyaladığımız bu gençlere iş veremiyoruz. Her ne kadar devlet/siyasi irade, ben istihdam kapısı değilim, kimseye iş vermek zorunda değilim. Okuturum, o kadar, dese de bu ülkede herkes daha iyi iş bulurum niyetiyle okur ama özel sektörde ama devlette.

İyi, hoş, güzel de ara elemanı yok ettiğimiz bu zorunlu 12 yıllık eğitim sistemimizde herkes üniversiteli olacak da bu ülkenin ara eleman ihtiyacını kiminle gidereceğiz? Şimdilik Suriyeli ve Afganlılarla bu ihtiyacı gideriyoruz. Ya yarın ne olacak durumumuz? Yani bu üniversiteli işsizlere kim iş verecek?

Herkesi okutmayı hedefleyen bu eğitim sistemimiz maalesef geleceğimizi yok ettiği gibi geleceğimizin teminatı olan gençlere de umut vermiyor. Bu sistem ancak umutsuzluk aşılıyor. Endişem, gençlere yani okuyan nesillere istihdam açmayan, açamayan devletin, bu işi daha da ötelemek için 12 yıllık zorunlu eğitimin üzerine, üniversiteyi de zorunlu eğitim kapsamına almasıdır. Gidişat da bunu gösteriyor.

Hasılı YKS, AYT ve YDT barajını düşürmek bir çözüm değil, müjde hiç değil, gençlerin yanında olmak hiç değildir. Zira bu, gençlere yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu yüzden devletin, sorunları halının altına süpürmek, sorun ötelemek, istatistiklerde okumuş üniversiteli sayısını artırmak hastalığından bir an evvel vazgeçmesi lazım. Değilse ağlayanımız olmaz.

*13/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

5 Ağustos 2021 Perşembe

Zorunlu İskân *

Kan davası, değişik nedenlerle sonradan oluşan husumet, ölme, öldürme, komşular arası gerginlik, niza, kavga ve yaralama olayları bu ülkede eksik olmaz. Çünkü toplumumuzun bir kısmı sorunlarını konuşarak çözmek yerine, kaba kuvvet ve güç gösterisiyle çözme yoluna gider. İki kişi arasında başlayan gerginliğe, diğer aile bireylerinin hatta sülale ve aşiretin de katılmasıyla olay büyür de büyür. İş, Filistin-İsrail meselesine döner. Kavga ve gerginliğin devam edip etmeyeceği, ailelerin durumuna ve haleti ruhiyesine göre değişiklik gösterir. Bazı kavgaların devamı gelmez. Bazıları ise ilanihaye sürer. Olayın emniyet ve adliye boyutuna taşınması da çoğu zaman işi çözmüyor. Çünkü bizim adalet sistemimiz adalet dağıtmaz. Dağıtmaya kalksa bile içimizdeki ateşi söndürmez. Sıcağı sıcağına yedi kişinin öldürüldüğü Hasanköy cinayetini buna örnek olarak verebiliriz. Basından öğrendiğimize göre komşu iki aile arasında yıllara dayanan bir husumet var. Olay defalarca emniyet ve yargıya taşınmış, olayla ilgili iki kişi tutuklanmış, diğerleri serbest bırakılmış. Bu tutuklamalar sorunu çözmediği gibi geliyorum diyen tehlike, yedi kişinin ölümüne neden vermiştir.

Her gün ülkenin değişik bölgelerinde bu şekil ölme ve öldürme olaylarını izlemeye devam mı edeceğiz? Bu konuda mevcut yapılanların yanında başka tedbirler alınamaz mı? Mesela birbiriyle komşu olan, aynı mahalle ve muhitte oturan kişilerden en az birinin yeri değiştirilemez mi? Baştan söyleyeyim, geçinmeye niyeti olmayan insanlara ne yaparsan yap, kar etmez. Zira böyleleri fırsatını kollar, kafaya koyduğunu yapar. Kan davaları buna bir örnektir. Hasım, Fizan’a bile gitse gidip bulunur ve öldürülür. Bir ondan bir bundan olacak şekilde bu acı hikaye babadan oğula geçecek şekilde sürer gider. Durum bu olsa da yapılacak bir şey yok deyip olup biteni seyredecek miyiz? Bu konuda ilin valilikleri, siyasi iktidar, yargı ve Meclis taşın altına ellerini koymalıdır. Bu konuda ne yapılabilir?

Diyelim ki bir mahallede, bir muhitte; bir kavga, ağız dalaşı, yaralama veya cinayet meydana geldi. Olay yargıya intikal etti. Taraflardan kimi tutuklandı kimi tutuksuz yargılanmak üzere kimi de adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Olayın adliye boyutu bu şekil devam ederken ilin valisi, emniyeti görevlendirerek mahalledeki tansiyonu ölçtürmesi gerek. Konuşma, uyarı ve tavsiyeye rağmen taraflar ateşle barut gibi ise burada taraflara şöyle bir seçenek sunulabilir: “Mevcut gayrimenkullerini satarak bu mahalle, muhit ve şehri terk etmeyi düşünür müsünüz? Zira gün boyu hasmınızla burun buruna geliyorsunuz. Böyle giderse iki yumurtadan biri kırılacak” denebilir. Taraflardan biri kabul ederse mevcut gayrimenkullerini ederine satması için yetkililer yardımcı olur. Gittiği yerde hasmı ile sürekli karşılaşmaz ve kendine gittiği yerde bir iş tutar ve hayatına devam eder. Muhitini terk etmeyi kabul eden kimse, gayrimenkulünü değerine elinden çıkaramıyor ise devlet devreye girerek kişinin gayrimenkulünün değerini belirler, başka bir yerden emsal yer gösterir. Taraflardan biri böyle bir seçeneği yani bulunduğu yeri terki diyar etmeyi kabul etmez ise mahkemece suçlu bulunan kimse başka bir yere zorunlu iskana tabi tutulur. Buna biz sürgün de diyebiliriz. Ki sürgün değişik sebeplerle Osmanlı’da uygulanmıştır.

Zorunlu iskan çözüm olur mu? Yukarıda da bahsettiğim gibi gözü dönmüş ve öldürmekten başka bir şey düşünmeyen kimseler, hasmını gittiği yerde de öldürebilir ama bunun sayısının fazla olacağını düşünmüyorum. Bu yol ile çoğu kimsenin canının kurtulacağını düşünüyorum. Çünkü mekan değişikliği dolayısıyla taraflar, hasımlarıyla daima yüz yüze gelmeyecek, herkes işine bakacak. Yaptığım bu öneriyi koruyucu hekimlik gibi düşünmek lazım. Devlet de uygulayacağı bu tedbir ile vatandaşlarının canını korumayı hedeflemiş ve mahalle veya muhitin diğer sakinlerini de rahatlatmış olur.

Burada Anayasamızda geçen herkes istediği yere yerleşme hakkına sahiptir maddesi buna engel denebilir. Pekala bir anayasa değişikliği ile bu maddeye “Zorunlu hallerde kişiler, mahkeme kararıyla zorunlu iskana tabi tutulur” eklenebilir. Böyle bir değişikliğin tüm vekillerin oylarıyla Meclisten geçeceğini düşünüyorum.

Denemeye değmez mi?

*09/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

4 Ağustos 2021 Çarşamba

Ye, Yürü, Zayıfla! *

Yeme ve içmenize dikkat etmiyorsunuz. Düzenli beslenmiyorsunuz. Buldunuz mu, Abbas’ın kör kazı gibi midenize indiriyorsunuz. Az yemeyi bir türlü kendinize anlatamıyorsunuz. Kilonuz boyunuzla orantılı değil, alıp başını gitmiş. Ayaklarınızın ucunu göremeyecek derecede göbeğiniz çıkmış. Eğilip doğrulamıyorsunuz. Merdiven çıkarken hışmış kalıyorsunuz. Bedeninizi yormayacak şekilde hareketsiz de bir yaşantınız var. Gideceğiniz yere arabayla gidiyorsunuz. Araba girse, tuvalete de arabayla gireceksiniz. Durumunuz bu iken kilo ve göbeğinizi dert edinmiyorsanız, size sözüm olmaz. Devam edin bu yaşantınıza. Kim tutar sizi bu durumdan. Zira o vücudu taşıyan ayaklar sizin ayaklarınızdır ve sizi taşıyacaktır. Bu konuda yalnız da değilsiniz. Zira hemen hemen her Türk erkeği sizin gibi dert edinmediği bir göbeğe sahiptir.

Yok, eğer kilo ve o çirkin göbeğinizi dert ediniyor, aslında kilo vermem lazım, bunun için bir diyetisyene gitmem gerek diyorsunuz ama bir türlü harekete geçemiyorsunuz ve hangi diyetisyene gideyim diye düşünüp duruyorsunuz. Niye bu kadar düşünüyorsunuz, anlamış değilim ya da gittiniz birine. Yahu hangisine giderseniz gidin. Aynı reçeteyi sunacak size. Reçetenin en başında da sizi kibrit büyüklüğündeki bir peynire ve bir-iki dilim ekmeğe mahkum etmek var. Bu peynir ve ekmekle ömür tükenir mi? Yazık değil mi size? Siz bu dünyaya aç durmak için mi geldiniz? İşin garibi her şeyiniz var ama yiyemiyorsunuz. Zira yasak. İşte bu sizi bitirir. Haydi ölümü gördünüz, sıtmaya razı oldunuz. İş bununla da bitmiyor. Şunu yapacaksın, bunu yapacaksın, şundan kaçınacaksın, şeklinde size bir dizi ödevi verilecek ve hayatı zindan edecek. Bu ev ödevinin içinde öyle zannediyorum, spor da olacak. İşin yoksa bir spor salonu ile anlaşıp zayıflayacağım diye gidip duracaksın. Tüm dediklerini yapmakla işin bitiyor mu? Hayır, Seni belli periyotlarla yanına çağırıp duracak ve geri kalan ömrünü diyetisyene gidip gelmekle geçireceksiniz.

İyi de ne yapayım, başka yol mu var diyorsunuz. Ayıp oluyor ama. Size teessüf ediyorum. Biz ne güne duruyoruz burada? Hastaysanız, doktor ayağınıza geldi. Gülmeyin, zira doktorunuz benim. Moralinizi de bozmayın ne önerecek diye. Bilin ki sizi yeme ve içmeden kesmeyeceğim. Kibrit büyüklüğündeki peynire de mahkum etmeyeceğim. Yiyin yiyebildiğiniz kadar.

Tamam, şu göbekten yeter ki kurtulayım, dediniz. O zaman şu yazdıklarımı ölmek var, dönmek yok babından, harfiyen uygulayacaksınız:

1.Göbeğiniz görünecek şekilde boydan bir fotoğraf çektiriniz. Fotoğrafı ne zaman çekindiğinize dair tarihi bir yere not ediniz.

2.Zaman zaman tartılmak için evinize bir baskül alın ve kaç kilo olduğunuzu bir yere not edin. Açken kaç kilosun, tokken kaç kilosun gibi.

3.Başta peynir olmak üzere her türlü yiyeceği günde iki (üç de olabilir) öğün yemeye devam ediniz. Ne kadar yiyeceğim diye sormayın. Tıka basa yiyebilirsiniz. Bu cevabıma rağmen peyniri de mi diye sormayın. Paranız varsa her türlü peyniri alın, yiyebildiğiniz kadar yiyin.

4.Mümkün olduğu kadar öğünleri aynı vakitlerde yemeye çalışın. Yerken dikkat edeceğiniz husus, “Sabah kahvaltısını kendin için yap, öğle yemeklerini sevdiklerinle birlikte ye, akşam yemeğini ise düşmanına yedir.” sözünde olduğu gibi akşam yemeğini yemeyin demek istemiyorum. Akşam da yiyin. Burada dikkat edeceğiniz husus, akşam yemeğini saat 6, bilemedin 7’den sonraya bırakmamaya çalışın. Akşam altı/yediden sonraya sadece çay ve su içebilirsiniz. Çerez, abur cubur, meyve, pasta gibi yiyecekleri bu saatten sonra sakın ha sakın yemeyin. Mide dolu olarak uyumayın. Çünkü hareket etmeyince vücut aldığını kolay kolay eritemez. Bu yedikleriniz de sizi rahat uyutmadığı gibi kilo ve göbek olarak size geri döner. Bazı özel günlerde ve misafir geldiğinde veya misafirliğe gittiğinizde bazı akşamları saat altıdan sonra yeme konusunda kaçamak yapabilirsiniz ama bunu alışkanlık haline getirmeyin.

5.Mümkünse ekmek yemeyi bırakın, pirinç pilavını da pek yemeyin. Tavsiyem kaşıklayın sadece. Ben ekmek yemeden doymam diyorsanız, mayalı ekmekten ziyade mayasız ekmekleri yemeyi tercih edin. Pilavı bari ekmeksiz yiyin. Göreceksiniz ki doymam diyen mideniz doyacaktır. Burada ekmeksiz doyulmaz psikolojisini kafanızdan atacaksınız.

6.Yerken hızlı yemeyin. Yavaş yavaş sindire sindire yiyin. (Reçetenin en zoru da bu)

7.Bundan sonra günlük rutine bindirip ver Allah yürüyeceksiniz. Yürürken ne tok ne aç olacaksınız. Zira aç ayı oynamaz, tok da yerim dar, der. Yürüyüşünüz, mesire yerindeki gibi gezinti şeklinde olmayacak. Tercihen hızlı olacak şekilde belli bir tempoda belli bir süre ara vermeden yürüyeceksiniz. Günlük en az 1,5-2 saat yürüyeceksiniz. Serin vakitlerde yürümeyi alışkanlık haline getirin. Vücudunuz güneş ihtiyacını alsın diye bazen de güneşli ve sıcak ortamları seçin. Güneşten etkileniyorsanız, başınıza bir şapka geçirin. Bir de hep aynı güzergahta yürümeyin. Her gün farklı güzergahlardan yürüyün. Uygun yürüyüş parkurları varsa bazen buraları da tercih edebilirsiniz. Yürürken dağ, bayır, iniş, yokuş seçmeyeceksiniz. Gideceğiniz yere arabayla değil, yürüyerek gitmeyi tercih ediniz. Yürüdükçe terleyeceksiniz. Öyle terleyeceksiniz ki elinizi belinize götürünce su gibi olacak. Boynunuz ıslanacak. Hamamdan çıkmış gibi saçlarınızdan şıpır şıpır su akacak. Yokuş çıktıkça ayaklarınıza kara sular inecek. Anam diyeceksiniz. Ananız ya… Hiç ananızı karıştırmayınız. Ananız ne yapsın bu durumda? Onu göbek yaparken düşünecektiniz. Öyle pes etmek yok. Hışmış kalsanız da belirlediğiniz mesafeyi yürüyecek ve zamanı dolduracaksınız. Güzergahınız tenha olursa daha iyi olur. Bu durumda kimse yürüyüşünüzü engelleyemez.

8. Ne kadar yürüdüğünüzü öğrenmek, günlük hedefinize ulaşıp ulaşmadığınızı bilmek için telefonunuza bir adım sayar yükleyin. Kaç adım attığınızı, kaç km yaptığınızı, kaç kalori verdiğinizi gördükçe bu sizi motive edecektir.

9. Günlük hedefinize ulaştıktan sonra eve gelip güzel bir duş almalısınız.

10.İlk başlarda yürümenize rağmen kilonuzda düşme, göbeğinizde erime olduğunu göremeyeceksiniz. Bu sizin moralini bozmasın.

11.Dediklerimi ödün vermeden yaparsanız, 2,5-3 ay sonra kilonuz düştüğü gibi göbeğiniz de eriyecektir. İnanmazsanız tekrar boydan fotoğrafınızı çektirin. Yürümeye başlamadan önce çekindiğiniz fotoğrafla karşılaştırın. 

   Unutmayın, parolamız ye, yürü ve zayıfla. Haydi göreyim sizi. Kurtulun eğreti duran şu göbekten ve kilodan.

Bu kadar yazdıktan sonra ama efendim, benim yürümeye zamanım yok derseniz, hatırınızı yıkarım. Mübarek, zamanınız yok da bu kadar reçeteyi niye yazdırdınız bana? Alacağınız olsun sizin. Rabbi'm, sizi bildiği gibi yapsın. Ayrıca niye zamanınız yok? Zaman ayıracaksınız. Gerekirse uykunuzdan ödün vererek bunu yapacaksınız. Öyle mazeret bulmak yok.

*14/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır