26 Temmuz 2021 Pazartesi

Gedikliler *

Çarşıda esnaflık yapan bir arkadaşım var. Birkaç ayda bir gelip geçerken yanına uğrar, ayaküstü çaylarımızı yudumlarız. Niye ayaküstü? Çünkü dükkan o kadar küçük ki kendinden başka bir kişinin oturması çok uygun değil. Sıkışıp oturmaya kalksan bile bir müşteri geldi mi, müşteri rahat alışveriş yapsın diye dükkanı boşaltmak lazım. Çünkü esnafın velinimetidir müşteri. Üç beş kuruş kazanmak için sabahtan akşama bu tekkesini bekler.

Bu dükkana her geldiğimde arkadaşımdan daha yaşlı, yaşını başını almış birini dükkanın içinde oturur görürüm. Bir gün o değilden, burada çalışan mısın, dedim. “Yok, ben çalışan değilim, buraya her gün uğrarım” dedi. Ben de hep burada oturur görünce seni burada çalışıyor sandım dedim.

Sonraki bir gittiğimde arkadaşım, “Geçen geldiğinde burada mı çalışıyorsun dediğin kimse vardı ya” dedi. Evet dedim. “İşte o, her gün benim dükkana uğrar. Saatlerce oturur oturur gider. Bir gün evine tamirci gelecekmiş. ‘Bugün gelemeyeceğim’ diye telefon açtı” dedi. Ben de maşallah ne azimmiş böyle, dükkanın gediklisi olmuş dedim, gülüştük. Gedikli ne demek derseniz? “Bir yere sürekli giden, oranın sürekli müşterisi olan, o yere sürekli gelip giden ya da orada sürekli kalan kimselere” deniyormuş. Bunlara müdavim de diyebiliriz.  

Bir yerin mukimi olmadığı halde yukarıda anlattığım gibi bir yerin gediklilerinin bu ülkede sayısı ne kadardır, derseniz, elimde bir istatistiki bilgi yok ama sayıları azımsanamayacak kadar vardır. Bu tipleri esnaf dükkanlarında, resmi dairelerde görmek mümkün. Yeter ki çarşıya çıkmış olsunlar.

Ne sakıncası var, demek ki sevip sayıyormuş, varsın gelsin diyebilirsiniz. Gelmeye gelsinler. Buna sözüm olmaz. Sevip saydığıyla oturup hasret gidersinler ama bunun sınırını ve dozunu iyi ayarlamak lazım. Ne zaman geleceğini ne zaman kalkacağını ne konuşacağını ne kadar kalacağını bilmek lazım. İnsanların özel hayatı vardır. Kendi başına kalması gerekiyordur. Bir başkası görüşmeye geldiğinde içerinin boş olmasını ister. Diğer bir husus da ziyaretin kısası makbuldür ve buralar, adı üzerinde esnaf dükkanı veya resmi dairedir. Boşta kalanı avutacak kahvehane değildir buralar. İnan öyle kişiler bilirim ki evinden fazla ya esnafın yanında ya da resmi dairede. Buralarda çalışanlardan tek farkı, buraların kadrolu elemanı olmamaları. Keşke imkan olsa da esnaf bunlara kardan pay verse, resmi daireler de bunlara maaş bağlayabilse… Her geldiklerinde de çay içmek farz gibi bir şey. Sanırsın ki buralar onların tekkesi. Bazı zamanlar olur ki kendilerinin geldikleri yetmediği gibi arkalarında yolda bulduklarını da getiriyorlar. İçtikleri çaydan geçtim, çay kalmadığı zaman niye çay yok demeleri yok mu? Yüzsüzlüğün bu kadarına da pes doğrusu dersin. “Yahu ben buraya her gün geliyorum, sizin çayınızı içiyorum. Alın şu bir paket çay da benden olsun ya da şuna bir paket çay alın” deseler, bilirim ki kıyametin kopması yakındır ve etrafımla helalleşmeye başlarım. Hasılı, bu gediklilerden çekeceğimiz var.

Sözün özü, hem esnaf hem de resmi daireler ziyaret edilmeli, çay ve kahveleri içilmeli ama suyunu çıkarmamak ve illallah dedirtmemek lazım. Aralıklı gidip gelmek lazım ki kişinin bir ağırlığı ve saygınlığı olsun. Taş bile yerinde ağırdır mübarekler! Gidin işinize. İşiniz yoksa kahvehaneciler ve çay ocakları da Allah Allah diyor. Gidin ki hem esnaf siftah yapsın hem cebinizdeki akrepleri bir boşaltın hem de yüzünüzü görmeyen esnaf ve resmi daire o günü bayram ilan etsin.

*23/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

U Dönüşü Yönünden Siyasiler *

“Karayollarında taşıtla belli bir doğrultuda giderken U harfi biçiminde dönerek geldiği yöne gidişe” U dönüşü deniyor. Bir yola yanlış girmişsek ya da gideceğimiz yer, yolun karşısında kalmışsa bu U dönüşlerini kullanırız ve bu dönüşler gerçekten bir nimettir. Değilse git babam git.

Şehir içinde çoğu kavşaklarda bu U dönüş işareti, kırmızı daire içine alınmış ve üzerinde kırmızı tek çizgi varsa bu kavşakta U dönüşü yasak demektir. Bu durumda çaresiz gideceksin. Nereye kadar? Nerede U dönüşüne izin verilmişse ta oradan dönüp geleceksin. Bu da km’lerce yol demektir.

Her ne kadar U dönüşleri bir nimet olsa da bazı kavşaklar var ki buralarda U dönüşüne izin vermemek de bir nimettir. Çünkü U dönüşü yapan bir araç karşı yoldan gelen trafiği tehlikeye atabiliyor ya da araç geçişine 10 saniye izin verilmiş bir kavşakta bir aracın U dönüşü yapmaya kalkması, arkadaki araçların ikinci bir ışığa yakalanması demektir. U dönüşü yasak olmasına rağmen yasağı dinlemeyip dönmeye kalkan araçlar, çoğu zaman bir manevrada dönemiyor, ikinci hamle yapması gerekiyor. Bu da trafiği tehlikeye atmanın yanında aynı zamanda trafiği de kilitliyor. Bu da demektir ki U dönüşü yasağının var bir hikmeti.

Karayollarında görmeye alışkın olduğumuz, zaman zaman kullandığımız, çoğu zaman da yasağa takıldığımız U dönüşlerini bir tarafa bırakalım. İnsanların yaptıkları U dönüşlerine bir bakalım. İnsanlar U dönüşü yapıyor mu? Yapıyor. Yapmalı mı? Eğer gittiği yol yanlış ise U dönüşü yapması kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü değişim ve gelişim bunu gerektirir. Bu hatadan dönmek insan için bir erdemdir. Ama bu hatanın erdem olabilmesi için kişinin “Bu konuda, geçmişte şöyle düşünüyordum. Şu andan itibaren bu görüşümü şu şekilde değiştiriyorum” diyebilmesidir. Bu şekildeki yani hatadan dönme anlamına gelen U dönüşlerine saygım vardır.

Saygı duymadığım U dönüşleri ise özellikle siyasilerimizin çok başvurduğu dönüşlerdir. Hata yapıp da yanlış yapmışım, bu yanlışı terk ediyorum, diyen siyasiye de saygı duyarım. Fakat böyle diyen siyasiyi maalesef ben pek görmedim. Ama şöylesini çok gördüm: Dün dediğini bugün değiştiren, değiştirdiğini kabul etmeyen, önceki fikrini hatırlatana kızıp gürleyen, siz de geçmişte bunu çok yaptınız veya senin bu soruyu ne amaçla sorduğunu biliyorum diyen; siyasi rakiplerine demedik laf ve hakaret bırakmayan sonra da hiçbir şey olmamış gibi ortaklık yapan veya ittifak kuran çok siyasi bilirim. Yüzüne baka baka benim geçmişten beri fikrim budur bile diyebiliyorlar. Geçmişte “Dün dündür, bugün de bugündür” şeklinde Demirel’e atfen söylenen ve eleştiri konusu yapılan bu söz maalesef siyasilerin ortak malıdır. Can simidi gibi yetişiyor kendilerine. Siyasilerin geçmişten günümüze yaptıkları bu U dönüşlerinden büyük hacimli bir kitap ortaya çıkar.

Diyelim ki geçmiş siyasiler bu U dönüşünü yapmışlardır. Bu U dönüşlerini ortaya çıkarmak için geçmiş gazete nüshalarını taramak gerekiyordu. Bu da zor ve emekli bir iş idi. Günümüzde ise söylenen her söz her yazı dijital ortamda var. Bir kişi hakkında, “dün ne söylemiş, bugün ne söylüyor” şeklinde bir araştırma için bir tuş yeterli. Kişinin cemaziyülevveli geliveriyor ekrana. Durum böyle iken siyasilerimiz hala bu yola yani U dönüşüne niçin başvuruyorlar? İnanın çok anlamış değilim.

*30/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Uyku ve İstirahat Bir Nimettir *

Doktorluk gibi bazı meslek grupları vardır ki diğer bazı meslek gruplarına göre hem okuması hem de iş hayatına atıldıktan sonra çalışma şartları daha zor ve risklidir. Buna rağmen hem daha kolay iş bulunması hem maaşının iyi olması hem de toplumdaki statüsü yönüyle doktorluk, tercih edilen gözde mesleklerin başında gelir.

Vatandaş olarak çoğu zaman hekimlerle ilgili, “Adam gibi muayene etmedi. Muayene ederken yüzüme bile bakmadı. Ağızlarından laf alınmıyor. Bir de tanıyorum üstelik. 40 yılda bir işim düştü, yanına uğradım, doğru dürüst ilgilenmedi, telefonlarıma bile cevap vermiyor. Dışarıda karşılaştım, görmezden geldi. Bir hava bir hava… Neyin havası bu? Doktor olmuşlar ama adam olamamışlar. Hiç böyle beklemiyordum. İşleri güçleri para…” şeklinde arkalarından serzenişlerde bulunuruz. Bu serzenişlerde haklılık payı var mı? Var elbet. Çünkü zaman zaman çoğumuzun başına böylesi gelir.

Hiç düşündük mü, doktorların çoğunluğu niçin böyle diye. Tamam, bazı doktorlarda kibirlenme, paragöz olma gibi durumlar söz konusu olabilir. İlgilenmeyi angarya iş gibi görebilirler. Bence bunun da ötesinde sebep, doktorların vücut ve zihnen yorgun olmalarıdır. Nice doktorlar bilirim, özellikle üniversite hastanelerinde çalışan. 24 saat mesai ve nöbet tuttuktan sonra ertesi günü yine mesai yapan. Yani iki gündüz bir gece görev başında olabiliyor. Böyle bir doktorun ilgi göstermemesinin nedeni, kibirden ve ilgisizlikten ziyade uykusuzluk ve yorgunluktan ayakta zor duruyor olmasıdır. Duvara yaslanıverse ayakta uyuyacaktır. Çünkü vücudu iki gündür dinlenmemiş ve yorgun düşmüştür. Bu durum hekimler için de böyledir, başkaları için de böyledir.

Tüm bir yılı ağır ve zor bir tempoda geçiren hekimler, yıllık izne ayrıldığının ilk günü, hiç vakit kaybetmeden, soluğu tatil beldelerinde alırlar. İzinlerini de doya doya kullanırlar. Tatil zamanı değilse de bir iki gün geç yattıktan veya uykusuz kaldıktan sonra üçüncü gün erkenden derin bir uykuya dalarlar. Çünkü vücudun dinlenmeye, uykuya ve tatile ihtiyacı vardır. Hekimleri değerlendirirken işin bu yönünü de hesaba katmakta fayda vardır diye düşünüyorum.

İzin, istirahat ve tatile sadece hekimler mi ihtiyaç duyar? Başta etkili ve yetkili, sorumlu kişiler olmak üzere herkesin istirahate ihtiyacı vardır. Çünkü her insanın ruhen, zihnen ve bedenen maddi ve manevi ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları gidermede aşırıya kaçmak veya cimri davranmak kişide, davranış bozukluklarına yol açabilir veya vücudunun yorgun düşmesine sebebiyet verebilir. Kişinin olur olmaz kızması, sesini yükseltmesi ve çok hata yapmasını örnek olarak verebiliriz. Vücudun her yönüyle sağlıklı olması, bu ihtiyaçları kıvamında, yerinde ve zamanında gidermekle mümkündür. Böyle olduğu takdirde vücut teklemeden yoluna devam eder ve kişi daha az hata yapar.

Bu açıklamalardan sonra bazıları, “Falan, günde birkaç saat uyur, yıllık tatil kullanmaz. Ne cumartesisi vardır ne pazarı. Geceleri bile çalışıyor” der. Bence her günü ağır ve zor bir tempoda geçiren insanların izin kullanmama ve tatil yapmama gibi bir lüksleri yoktur. Tüm günü ve yılı gecesiyle gündüzüyle çalışarak geçirmek marifet hiç değildir. Bu tip kişiler en kısa zamanda, iş ortamından uzaklaşarak kendisine vakit ayırmalı, çoluk çocuğuyla bir güzel tatil yapmalı ve vücudunu dinlendirmelidir. Mesai yaparken de özel durumlar hariç evine çekilerek hem istirahatini yapmalı hem de ailesine zaman ayırmalıdır. Çünkü bu vücudun çalışma kadar istirahate de ihtiyacı vardır ve bu vücut her birimize bir emanettir. Lütfen bu emanete ihanet etmeyelim.

* 28/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

25 Temmuz 2021 Pazar

Bu Okulları Nasıl Düzeltiriz?

Zaman zaman bu eğitim ve öğretimi nasıl düzeltiriz diye kafa yorarım. Bir türlü sorunu bulamaz ve öneri sunamazdım.

Yarın mesai başlayacak olunca yeniden aklıma geldi. Fakat yediğim kurban etinden midir bu sefer fazla düşünmedim. Düzeltmeye okul isimlerinden başlayalım fikri aklıma geldi. Çünkü düzelme isimlerden başlamalıydı.

Baktım, bu fikrim yabana atılacak gibi değil. Bu önerimi yani projemi sizinle paylaşmak istiyorum:

Şimdi çok programlı liseler dahil, bütün liseleri Anadolu lisesi yaptık ya. Ama görüyorum ki her okul Anadolu statüsüne çevrilmemiş. Mesela açık liseleri ele alalım. Çocuğa nerede okuyorsun diye soruyorum: Açık lise cevabı alıyorum. Haydaa...Gerçekten niye bunların önünde Anadolu yok? Ne kaybederiz bunlara da Anadolu eklersek... En azından okullar arasındaki isim değişikliğinin önüne geçerdik.

Diğer örgün eğitimlerde okuyan çocuklar, uzun okul isimlerini ağızlarını doldura doldura iki üç nefeste söylerken sonuna bir de Anadolu eklerken bu çocuklar da Anadolu ekleseler, daha iyi olmaz mıydı. En azından moral ve motive etmiş oluruz. Biliyorsunuz eğitim güdülemedir aynı zamanda.

Bu yeter mi? Bence yetmez. Çünkü çok kısa. Bunun için açık da olsa bu okullara hayırseverlerin adını da vermeli. Çocuk bir nefeste okulunun ismini söyleyebiliyorsa bir dönemlik krediden muaf olmalı.

Bunun dışında görüyorum ki sosyal bilimler ve fen liselerinde de Anadolu ismi yok. Ayıp değil mi bu? Bu okulların ismi niçin diğer okullardan farklı? Bunun neresi fırsat eşitliği? Lütfen ayrımcılık yapmayalım. Yol yakınken bu okullara da hayırseverin anasının ve babasının isminden sonra Anadolu fen lisesi ve Anadolu sosyal bilimler lisesi ekleyelim. Tüm bunların başına da il ve ilçe isimlerini koymayı unutmayalım.

Şimdi isimleri değiştirip tüm nitelikli ve niteliksiz okulları isim yönünden eşitledik mi?

İkinci yapacağımız iş, okul müdürlerine haber salarak tabelalarını değiştirmek için bir tabelacıyla hemen anlaşmalarını ve en kısa sürede eski tabelaların indirilerek yeni tabelaların asılmasını sağlamak. Burada da esnafı düşündüğümüzü herhalde anlamışsınızdır.

Yeter mi bunlar? Yetmez. Zira eğitim ve öğretim için ne yapılsa yeridir. Başka ne yapılabilir diye sizin için düşünmeye devam ediyorum. Anadolu ismini tabana yaysak fena olmaz. İlkokul ve ortaokullara da Anadolu ismini ekleyelim ki çocuk daha küçükken Anadolu’ya alışsın. Büyüdüğü zaman bocalamasın. Mesela x Anadolu ilkokulu veya ortaokulu. Sonrasında ne yapacağınızı biliyorsunuz. Lütfen her şeyi benden beklemeyin. Tekrar tabelaları değiştireceksiniz. Bu arada kreşler dahil, anasınıflarının başına da Anadolu eklemeyi ihmal etmeyelim. 

Tüm okulların isimlerini fırsat eşitliği çerçevesinde değiştirdikten sonra yarın biri gelir, okullardaki Anadolu ibaresini değiştirmeye kalkmasın diye her ilin valiliği, "Bu isim asla değiştirilemez" diye bir protokol hazırlamalı ve taraflar imzalamalı.

Devlet okulları yeniledi. Gördüğünüz gibi ben de isimleri değiştirdim. Valilik de protokol ile bu sürece katkı sağladı. Geriye, sınıfa girdikten sonra içini doldurmak öğretmenlere kaldı.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bu arada tüm okulları proje okul kapsamına almak lazım.

Gördüğünüz gibi bu iş çok basit.

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Susmak ve Konuşmak *

Susmak mı konuşmak mı sorusu, çocuğa anneni mi çok seviyorsun yoksa babanı mı sorusu gibi yersiz bir soru olsa da sessizliği pek sevmeyen ve çok konuşan biri olarak bana susmak/dinlemek mi, konuşmak mı deseniz, susmak derim. Hatta susmanın yani dinlemenin en büyük nimetlerden biri olduğunu düşünürüm. Bundandır ki “Söz gümüş ise sükût altındır”, “Sus ki adam sansınlar”, “İki dinle, bir söyle”, “Kişi dilinin altında gizlidir, konuştuğu zaman kendini ele verir” denir.

Bu sözlerle, dinleme ve susmanın önemine işaret edilir. Aslında dinleme ve konuşma organlarımıza baksak bile hangisini daha fazla kullanmamız gerektiğini anlayabiliriz. Allah iki kulak vermiş ve bu kulaklar daima açık. Ağız ise bir tane ve normal şartlarda iki dudakla kapalı. Buradan bile iki dinle, bir konuş anlamını çıkarabiliriz. Yani kulakların daima açık olsun. Konuşulanları dinle, faydalı olanları al, ötesini unut. Konuşulanlara katkı sunmak istiyorsan ya da birileri sana bir konuda görüşünü sormuşsa; yerinde, zamanında, kıvamında, güzel bir üslupla konuş. Ardından tekrar dinlemeye geç. Buradan kişi hem susmalı hem de konuşmalı anlamını çıkarabiliriz. Ama ne zaman, nerede, ne kadar konuşmalı ne kadar susmalıyız? Önemli olan burası. 

Bilelim ki fazla konuşmak, olur olmaz araya girmek, söz kesmek, her konuda fikrini söylemek, başkasına konuşma fırsatı vermemek kişinin ağırlığını yok eder. 

Susmak ve dinlemek asıl iken öyle zamanlar var ki konuşmak elzemdir hatta farzdır. Mesela bir parti, bir zümre, bir kişi hakkında birileri -doğru veya yanlış- şunu yaptın, bunu yaptın şeklinde bir isnatta bulunuyorsa, burada susmak değil, yaptım veya yapmadım; yaptım, şundan dolayı, şeklinde isnatlara cevap verilmelidir. Yani bir şeyler söylenir. İsnatların aslı astarı yoksa iftira atılıyor denerek savcılığa suç duyurusunda bulunulur. Böyle değil de susuluyor, isnatlara cevap verilmiyorsa demek ki isnatlar doğrudur anlamı çıkar. Çünkü susmak; kabullenmek, bu durumu savunacak halim yok demektir. Bizde sükut ikrardandır diye bir söz vardır. Mesela kızımıza biri talip olduğunda isteyip istemediğini öğrenmek için kızımızın görüşüne başvururuz. Kızımız sessiz kalıyorsa, biliriz ki kızımız bu oğlanı istiyor anlamını çıkarırız. Yine isnatlara direk cevap verilmiyor, başka açıklamalar yapılıyor ve sadede bir türlü gelinmiyorsa veya bazı soruların sorulmasına kızılıyorsa, burada da isnatları kabullenme anlamı çıkarılabilir ve denir ki ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

Hasılı, susulması gereken yerde susalım, konuşulması gereken yerde konuşalım. Konuşulması gereken yerde ölü sessizliğine bürünmeyelim. Susma ve konuşmada ölçüyü kaçırmayalım. Her şeyi yerli yerinde, taşı gediğine koyarcasına yapalım. Bunu yapmazsak ağzı olan konuşur ve kimsenin ağzını büzemeyiz. 

*30/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

23 Temmuz 2021 Cuma

Evlattan Babaya Penye

Bayramlığım, oğlandan penye. Bu penye giyip giyip küçülen ve babaya verilen türden değil. Yepyeni.

Nasıl sevindim nasıl. Bir bilseniz.

Demek ki zamanında oğlana boşuna yatırım yapmamışım. Bir zamanlar ben ona almıştım. Şimdi o bana alıyor.

Aramızdaki fark, ben alırken birkaç sene giysin diye bol ve büyükçe alırdım. O ise tam vücuduma göre almış. Bir diğer fark, benim aldıklarım cepli idi. Bunun ise cebi yok. Sevincimi üzüntüye gark eden de bu zaten. Zira tişörtün ceplisi kırmızıçizgimdir. Gerçi bu devirde ceplisini ara ki bulasın. Bulursan da hapishane kaçkınlarının giydiği türden, diklemesine ve enlemesine çizgili penyeleri koyuyorlar önüne. Renk ve deseni bir görsen, ıskartaya çıkarılmış, dükkanın bir köşesine konmuş, alıcısı olmayan ve bakımsızlıktan tozlanmış penyeler.

Cepsizler ise daha canlı renklerden ibaret. Bunlar tereklerin gözdesi. Al beni diyor.

Anlamadığım bu renklere niçin cep koymuyorlar? Giyen bu cebin içine kimliğini, kağıt, küreğini, kalemini; sigara içenler paketini ve çakmağını koysa, hiçbir şey koymasa bile o cep, süs gibi tişörtün solunda dursa ne olur? Ağırlık mı yapar? Gören, “Aa, tişörtü cepliymiş” mi der?

Hasılı bu modacıları anlamak zor. Bu seneye yeni ve farklı modellerle gireceğiz diye kafalarına koyduklarını dayatıyorlar bize. Ceplisini bulamayınca elin mahkum sürdüklerine. Gerçekten niyetleri ne? Cebi kaldırarak cepten mi kar ettiklerini düşünüyorlar ya da dikiş işini daha mı seri yapıyorlar?

İyi bayramlar... 

Rehavetin Götürüsü *

2019'un Martından beri covid-19 salgınıyla boğuştuğumuz hepimizin malumudur. Bu süreçte kurallar, normalleşme adımları çerçevesinde zaman zaman esnetilse de bu iki yılın çoğunu, yasak ve kısıtlılıklarla geçirdik. Bu yasaklar, ülkemize ve insanına pahalıya patladı. Neye mal olduğunu saymaya gerek yok. Zira hepimiz biliyoruz. 

1 Temmuzdan itibaren devlet, aşağı yukarı tüm kısıtlılık ve yasakları kaldırdı. Kaldırması da gerekiyordu. Çünkü kısıtlılıktan bezmiş bir halk nefes almalıydı. Mağdur esnaf kendine gelmeliydi. Turizm de canlandırılmalıydı. Devlet tüm bunları yaparken bir taraftan da bağışıklığı artırsın diye aşılamaya hız verdi. 

Peki, temmuzun son haftasında salgının seyri ne âlemde? Bildiğim kadarıyla virüs hala hayatımızın bir parçası. Ölenler olduğu gibi üçüncü aşıyı olmasına rağmen hala bu hastalığa yakalananlar da var aramızda. Üstelik Hindistan menşeli Delta varyantı da ülkemizde kol geziyor. Yani salgın benden bu kadar. Artık normalleşebilirsiniz demedi. 

Durum bu iken biz ne yaptık ve ne yapıyoruz? Gördüğüm kadarıyla hiç olmadığı kadar normalleşmişiz. İki yıllık kısıtlılığın keyfini çıkarıyoruz. Ne mi yapıyoruz? 

Salgın, düğünlerde kapları ayırmak, tabldota geçmek ve ortak kaba kaşık sallamayı terk etmek için bir fırsat iken görüyorum ki düğün yemeklerinde yemek usulü, eski hamam, eski tas. Yani ortak kaba kaşık sallanıyor.

Mesafeyi ara ki bulasın. Tokalaşmak ve kucaklaşmak gırla gidiyor. Elini vermeyenler ayıplanıyor. Tamam, ziyaretler yapılsın, gidilip gelinsin, yenip içilsin ama belli bir mesafe de korunsun. 

Ağız ve burnu kapatmasa da kalabalık ortamlarda takmak için çene altında bir aksesuar gibi duran maskeler, çoğu kimsede yok. Tamam, maske her yerde takılmasın. Müsait yerlerde rahat nefes alalım ama maskeye de tamamen elveda demeyelim. 

Verdiğim üç örnek benim gözlemlerim. Bu gözlemlerimden, benim anladığım, halkın kahir ekseriyetinde bir rehavet söz konusu. Alabildiğine salmış millet kendini. Yediden yetmişe bir aymazlık söz konusu. 

Halkın verdiği görüntü bu iken denetim görevini yapmakla görevli devlet ne yapıyor? Gördüğüm kadarıyla devlet de halkımız gibi salmış ve seyrediyor. Yani devlette de bir rehavet ve rahatlık söz konusu. Bu rehavet sebebiyledir ki temmuzun başında altı binlere kadar gerileyen vaka sayısı, şimdilerde on beş binlere yaklaşmış durumda.

Ne yapılmalıydı? Devlet ve halk normalleşme istiyorsa, bunun birinci adımı, temkini elden bırakmamak olmalıydı. Bu temkin halkta ve devlette olmadığına göre bu rehavetin, bu vurdumduymazlığın, bu denetimsizliğin ve halkı kendi haline bırakmanın bedeli ağır olacaktır. Çünkü bu aymazlığın bize artı bir getirisi olmayacağı gibi götürüsü çok olacaktır. Bu da yeni mağduriyetler oluşturacak ve normalleşmeyi daha da geciktireceğiz. Çünkü bu görüntümüz hayra alamet değil. Üstelik bu yaptığımızla, bize dijital bir dünya ve yeni bir dünya dayatanların ekmeğine yağ sürüyoruz. 

* 26/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.