20 Haziran 2021 Pazar

Bir Babalar Gününde Oğlumla Ben

Oğlan geldi eve bugün. Bir sevindim bir sevindim. Pazar yasağını delerek babalar günümü kutlamaya gelmiş, evlat dediğin böyle olmalı, helal olsun dedim. 

Bekledim günümü kutlasın diye. Ben ona baktım, o bana baktı. Bu bakış ara ara devam etti. Bir bakıştır gitti.

Bekledim ki bankaların erkenden kutladığı günümü oğlan dilden de olsa kutlasın.

İşkillenmeye başladım bu bakıştan. Neyin nesi bu bakış dedim. Haliyle bir anlam veremedim bu bakışa. Madem kutlamayacak da bu oğlan niye geldi pazar pazar demeye başladım. Baktım gün falan gündeminde yok. Sanırım öldükten sonra "Unutamıyorum babacığım. Günün kutlu olsun." şeklinde sosyal medya aracılığıyla kutlayacak günümü.

Derken efendim, az sonra önümüze zeytin, peynir, kızartma, domates ve salatalıktan ibaret mükellef bir kahvaltı sofrası geldi. Dedim oğlanın niye geldiği şimdi belli oldu. 

Sonra abandık hep beraber sofraya. Bir yedik bir yedik.

Karnı biraz doymaya başlayınca "Senin de babalar günün kutlu olsun" dedi oğlan. Kafam dank etti o zaman. Meğersem oğlanın bakışı açlıktanmış.

Bu arada hazırlanan mükellef kahvaltı sofrası da benim için değil, oğlan içinmiş. Aman kim içinse. Karnımı doyurdum ya siz ona bakın.

16 Haziran 2021 Çarşamba

Siyasetimize Dair *

Siyasetin içerisinde olmasam da ülke siyasetini, ülkede olup bitenleri izler, ortamını bulduğum platformlarda da bu konuları mevzubahis ederim.  Sizi bilmem ama bu konuda iyi bir izleyici olduğumu söyleyebilirim. Ülke siyasetini takip ediyorum. Çünkü siyaset hem ülke hem yerele yön verme gücüne sahip. Belki de bundandır, ister siyasetin içinde olalım ister dışında kalalım toplumun kahir ekseriyeti siyasetle yatar, siyasetle kalkar.

90’lı yılların siyaseten bölünmüşlüğü, bizde pek iyi bir iz bırakmasa da ülke konularının gündeme geldiği ve adayların yapacaklarını anlattığı, hakkındaki iddialara cevap verdiği çok sesli televizyon programlarını özlediğimi söylemek isterim. Hangi kanalı açarsak açalım farklı adayların, farklı gazetecilerin ve siyasi parti temsilcilerinin olduğu programlar çok renkli geçerdi.

94 mahalli seçimlere giderken aşağı yukarı her kanalda İstanbul ve Ankara’nın adayları ekranlarda görünür, ne yapacaklarını anlatırlardı. İstanbul ve Ankara gibi şehirler CHP’nin kalesi olduğu için CHP adaylarının ve CHP’yi savunan gazetecilerin sesi daha bir gür çıkardı. Tartışma programlarına davet edilmiş Recep Tayyip Erdoğan’a ve Melih Gökçek’e CHP adayları, siyasi parti temsilcileri ve CHP adına çıkan gazeteciler tepeden bakarlardı. Rakiplerini küçümserlerdi daha doğrusu. Sözlerinin arasına girerlerdi. Bunlara karşın RP adına çıkan adaylar, parti temsilcileri ve bunlara yakın gazeteciler ise kendilerini ezdirmeden, efendiliklerini bozmadan, kendilerine tepeden bakanlara aldırmadan yapacaklarını anlatırlardı. Bu duruşları kendilerine artı puan getirdi ve hem İstanbul hem Ankara siyasi görüş yönünden el değiştirdi.

Ekranlardaki günümüz siyasi tartışmalarına gelince durumun tersine döndüğüne dair bir izlenime sahibim. (Hoş, iktidar partilerinden doğru dürüst ekrana çıkan da yok ya neyse.) Zihniyetler el değiştirmemiş ama rakipler değişmiş sanki. İktidar adına konuşan siyasetçi, gazeteci ve akademisyenlerin çoğunda bir kibir, bir tepeden bakma, savunma ve itham etme, araya girme durumu, içi dolu olmayan konuşmalar hakim. Muhalefet adına çıkan siyasi, gazeteci ve akademisyenlerde ise bir birikim, bir nezaket söz konusu. Kendilerine tanınan süreyi düzgün bir şekilde kullanıyorlar.  

Bu durum niye böyle bilemiyorum. Öyle zannediyorum, muhalefet uzun süre kendilerine oy vermeyen halkı kötülemenin, onlara bidon kafalı demenin yanlış olduğunu geç de olsa anladı ve halkı suçlamadan bir politika izlemeye çalışıyor. Daha bir özgüvenle konuşuyorlar. Yani sürekli yenilgi kendilerini geliştirmişe benziyor. İktidar adına konuşanlar ise sanki ülkeyi yöneten muhalefetmiş gibi muhalefeti eleştirmeye, ülke sorunlarının üzerine gitmemeye çalışıyorlar. Yaptıkları tespitlerin ve konuşmalarının da halkta pek karşılığı olmuyor. Nedense ülkedeki bazı sorunları yok kabul ederek yok olacağına kendilerini inandırmış görünüyorlar. Eskiden muhalif siyasetçiler halkın arasına, çarşı pazara çıkmaz iken şimdilerde iktidar olanları halkın arasında görmek pek mümkün değil. Bu da gösteriyor ki geçmişte hep kaybedenler kendilerini sorgulamışlar ve ev ödevlerine iyi çalışmışlar. İktidar adına konuşanlar ise kaçak güreşerek rakiplerini küçümseyerek günü kurtarmaya çalışıyorlar.

Sanırım meramımı anlatabildim. Siyasi değilim ama eskiye oranla siyasete, siyasilere pek güvenim kalmadı. Hatta ülkede izlenen gelmiş geçmiş siyasetin ülkeyi geri götürdüğüne, ülkenin kronik sorunlarına çözüm getirmediğine hatta sorunları daha da büyüttüğüne, izlenen bu siyasetin ülkeye ayak bağı olduğuna inanmaya doğru gidiyorum. Çünkü bizim ülkemizde siyaset sorun çözmüyor ancak sorun üretiyor. Bir sorunu çözerken başka sorunları beraberinde getiriyor. Olanı olmamış, olmamışı olmuş gibi göstermede mahir. Bu durum ülkem adına beni üzüyor doğrusu. Çünkü izlenen siyaset bir rövanş siyasetidir. Ezen eziliyor, ezilen eziyor. Bundan da siyasiler pek etkilenmiyor. Olan ülkeye ve halka oluyor. Bu da bir nevi kayıkçı kavgasıdır.

Siyasetimizin bu hali pürmelaline rağmen ülke yönetimi olan siyaset bizim olmazsa olmazımızdır. Bugünden yarına bu ülke siyasetinde kim etkili ve kalıcı olmak istiyorsa, ekrana çıktığında suni gündemlerle halkı oyalamasın, ekranlarda halkın sorunlarını dile getirsin, çözüm yolları önersin. Dışarıda nerede bir kalabalık varsa halkın arasına karışsın, dert dinlesin. Derdiniz derdimiz desin. Bunu yapmaktan imtina edenler önce küçülürler sonra yok olur giderler.

*19/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Haziran 2021 Salı

Beşik Ulemalığı *

Baba rektör. Bir kızı, üniversitesinde öğretim görevlisi. Damadı ise aynı üniversitede daire başkanlığında çalışıyor. Diğer bir kızı daha var ki bu da babasının üniversitesinde -kendisi için- açılan doktora sınavına giriyor. Sınavda başarılı olduktan sonra babasının üniversitesinde diğer aile bireyleriyle birlikte öğretim görevlisi olarak görev yapmak istiyor.

Buraya kadar her şey normal. Baba için de normal. Çünkü Anayasamızda yeri olan aile birliği önemli. Aynı zamanda tüm aile fertlerinin huzur ve mutluluğu da bir baba için önemli. Zira baba, ailenin direğidir. Sonra kendisi gibi ailenin tüm fertleri de başarılı ise bu başarıya ancak şapka çıkarılır. Allah yürüyün kullarım, sizi kim tutar demiş. Bu aile de gereğini yapacak. Öyle ya, kim tutar onları. Zira imkan, yetki ve tüm şerait ailenin yanında. Rektör baba için de biricik kızının yanında çalışması kadar doğal bir şey olamaz. Ayrıca sadece kendi kızları ve damadı mı üniversitesinde çalışıyor olacak? Nice rektörün damadı, kızı, hanımı, yeğeni, oğlu ve gelini yanında çalışıyor. Çoğu üniversite aile şirketi gibi olmuş. Bir de kendisi yaparsa kim ne diyebilir. Üstelik yetkisi de var. Çünkü üniversitesinde kiminle çalışacağına rektör karar verir. Kızı ile de çalışmayacak da hırlı-hırsızla mı çalışsın. Bu devirde güvenilir, kendisine sadakatle bağlı olanlarla çalışmak ihmal edilmeyecek kadar önemli. Ailesine katkısı olmayan bir rektörün ülkeye, eğitim ve öğretime katkısı söz konusu olamaz.

Buraya kadar her şey bir makinenin çalışan dişlileri gibi giderken yani kızımız doktora sınavını kazanacak ve öğretim görevliliğine adım atacak iken biri çıkıyor, pişmiş aşa su katıyor. Bölüm başkanı aynı zamanda sınav komisyon başkanı olan bir işgüzar doçent, başarıyı sekteye uğratıyor ve kızımız doktora sınavında başarılı olamıyor. Olacak şey değil. Bir rektörün kızı, babasının rektörü olduğu bir yerde nasıl başarısız olur? Bir baba için zor bir durum bu ama kızının bu başarısızlığında rektörün de payı var tabi. Keşke rektör bir başkasını bölüm ve sınav komisyonu başkanı yapsaydı. Çünkü başarı tesadüflerle açıklanamaz.

Hakkı yenmesine rağmen kızımız başarısız kılınmasına itiraz etmiyor. Tüm mesele bundan ibaret. Ama mesele burada kalmıyor. Gazetelerin yazdığına göre rektör bölüm başkanına baskı yapıyor, baskılara dayanamayan bölüm başkanı da görevinden istifa ediyor ve asli görevi öğretim görevliliğine dönüyor.

Durum bu minvalde ilerlerken bölüm başkanlığından istifa eden komisyon başkanı rahat durmuyor ve bölümündeki bir meslektaşıyla kavga ediyor. Üniversitesinin huzur ve mutluluğu için çalışan bir rektör bu durumda ne yapabilirdi? İlgili öğretim görevlisini açığa alarak dosyasını bağlı bulunduğu YÖK’e gönderiyor. Bu da normal. Çünkü rektör, üniversitesinin huzurunu bozan bir bozguncunun yaptıklarına bigane kalamazdı.

Şimdi herkes, eski bölüm bakanının açığa alınmasını, rektörün kızını başarısız kılmasına bağlıyor ve kavga bahane diyor. Buna katılmıyorum. Çünkü bu, ancak bir niyet okuma olur.

Şimdi top YÖK’te. Açığa alınan öğretim görevlisi geri görevine döner mi yoksa kamu görevinden ihraç mı edilir ya da YÖK, doktora sınav sürecini mercek altına alır da rektör hakkında da bir inceleme başlatır mı? Tüm bunları bekleyip göreceğiz. İnşallah rektör babanın başı bu tür iddialarla ağrımaz. Çünkü Türkiye burası. Her zaman hak yerini bulmuyor.

Bana sorarsanız rektör yerinde kalmalı ve görevine devam etmeli. Olayın sıcaklığı geçtikten sonra yeni bir doktora sınavı açarak bir başka komisyonla, kızının yenen hakkının geri verilmesini sağlamalı. Aile boyu üniversitede birlikte çalışmalılar. Bu önerilerim benim için önemli. Çünkü ecdadımız Osmanlı’dan bize tevarüs eden beşik ulemalığı devam etmeli. Birkaç haddini bilmez bölüm başkanı yüzünden bu gelenek bozulmamalı ve gelecek nesillerimize de bu miras aktarılmalı.

*18/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Haziran 2021 Cuma

Ne Ummuştum Ne Buldum

Altı yıldır koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir misali, amatör köşe yazarlığı yapıyorum. Bu işe başlarken neyi dert edinirsem onu yazacağım demiştim. Hala aynı yerdeyim. Siyasi, ekonomi, sosyal, kültürel, güncel, ahlaki, dini vs hemen hemen her konuda yüzlerce yazı yazdım. Bazı zamanlarda iki, üç, dört gazetede birden, haftanın yedi günü yazılarım yayımlandı. Nicedir teke indirdim. Şimdi haftada dört gün yazıyorum. Bugüne kadar bugün de yazmayayım demedim. Profesyonel bir yazar gibi yazılarımı, gününde göndererek sayfamı boş bırakmadım.

İlk yazmaya nazla şifayla başladımsa da zaman zaman keyifle yazdım zaman zaman da zoraki. Yazmaya devam ediyorum ama niye yazdığımı da sorgulamıyor değilim. Çünkü neler ummuştum neler buldum. Bilinçaltımda, yazmaya bir başlarsam kör talihim döner, birçok yazar, çizer gibi bahtım açılır diyordum. Maalesef başladığım yerdeyim.

Ne mi bekliyordum? Bir yazarsam;

Gündem olurum; televizyonlara konuşmacı olarak çağırılırım. Her gün bir kanalda ekranların gediklisi olurum dedim. Bu da dar çevrem genişleyecek demekti. Siyaset, medya, iş, emniyet, yargı, yeraltı ve yerüstü dünyasında tanınır olacaktım. İş ağım genişleyecekti. Derin bağlantılar içine girecektim. Çünkü ya ben onları ya da onlar beni bulacaktı. Ekranların yüz akı olacaktım ama geri planda gazetecilik dışında bilumum iş takibi yapacaktım. Arabulucu bile olabilirdim. Çünkü gazeteci görünümünde her işi yapardım. Arkamı dayadığım zinde güçleri ekranlarda ölümüne savunurdum. Tek felsefem kazan kazan politikasının gereğini yerine getirmek olacaktı. Ekranların korkusuz rüyası, kötülerin belalısı olurdum. Bu şöhret cazibesinde, belki göz önünde olacaktım ama kim tutardı beni. Bu arada dürüstlüğü ve erdemi de kimseye bırakmazdım.

Yıllık tatilimi şimdiki gibi tevazu otellerde değil, lüks yerlerde yapacaktım. Kendimi satsam ödeyemeyeceğim otel masraflarını hazar birileri çekerdi. Böylece felekten günler çalacaktım. Öyle ya, bu dünyaya bir daha mı gelecektim. Çoluk çocuğum da sayemde bayram edecek, “yine mi et” deyip yediklerinden bezecekti.

Para dersen gani olacaktı. Evimin, arabamın sayısını bilemeyecektim. Çünkü kimsenin eli benim cebimde olmasa da benim ellerim hep birilerinin cebinde olacaktı. Paraya para demeyecektim. Hiç vermeden hep alacaktım. Keyiften nargile bile içecektim. Entel takılacaktım.

Deniz bitinceye kadar her kapıyı zorlayacaktım.

Bir gün iş yaptıklarımdan çiğ süt emmiş biri geçmişiyle yüzleşmeye kalkar, beni ve derin iş bağlantılarımı ele verirse hayatım sönermiş, el içine çıkamazmışım. Hiç umurumda olmazdı. Yediğim, içtiğim, gezdiğim, tozduğum, kazandıklarım yeterdi benim için. Buna da hazırlıklıydım. Çünkü düşmez kalkmaz bir Allah. Zira buna inancım var.

Hasılı, ne para gördüm ne şöhret ne derin bağlantılar içerisine girebildim. Hala başladığım yerdeyim. Çünkü yazarlığın bana hiçbir artısı olmadı. İşte bundandır ki niye yazıyorum diye kendimi sorgulayıp duruyor ve niye Allah bana yürü ya kulum demez deyip hayıflanıyorum.

Ne dersiniz? Haklı değil miyim yoksa?

Barbaros ULU

9 Haziran 2021 Çarşamba

Koruyup Kollama *

Organlarımız tam görevlerini yaptığı müddetçe vücudumuz bir saat gibi işler. Bir tanesi aksadı mı sıkıntıyı sadece o organ değil, tüm vücut çeker. Ne yediğimizden zevk alırız ne de içtiğimizden. Hayatımız zindan olur. Hastalandığımız zaman da durum aynıdır. Allah kimseye dermansız dert vermesin.

Mevsimsel rahatsızlıkların dışında vücudumuzda herhangi bir sıkıntı olduğu zaman vakit kaybetmeden hastaneye gidip muayene olmak erken teşhis için önemlidir. Geçer gider deyip muayeneyi geciktirmek ve önemsememek, vücutta onulmaz yaraların açılmasına sebebiyet verebilir. Bu yüzden vücutta virüs ve mikroplar oluştuğunda, vücudun sağlıklı olması ve teklemeden hayatına devam edebilmesi için bizi hastalıklara karşı koruma görevini üstlenen bağışıklık sistemini güçlü tutmak aynı zamanda vücuda giren irinleri temizlemek gerekir. Organlardan biri veya birkaçı tedaviye cevap vermez, bu organlar diğer organların işleyişine engel oluyor veya hastalığı diğer organlara yayıyor ve bulaştırıyorsa, vücudu kurtarmak için gerekirse o organlar kesilir ki vücut yaşasın. Değilse tüm vücudu çökertir.

Toplumsal ve siyasi olaylar da tıpkı insan vücudu gibidir. İhmale gelmez. Bir sıkıntı, bir problem olduğu zaman o sıkıntı ve problemi sıcağı sıcağına halletmek gerekir. Çünkü zamanında müdahale etmek problemi çözer. Her ne kadar zaman her şeyin ilacı olsa da problem kendiliğinden yok olmaz. Problemi yok kabul etmek, problemden kaçınmak, çözmeye yanaşmamak, görmezlikten gelmek, ötelemek, o probleme karşı sessiz kalmak sorumlu insana/kuruma/kuruluşa yakışmaz. Hele bu kişiler sorumlu bir makamda iseler, bu kişilerin olaylar ve sorunlar karşısında “görmedim, bilmiyorum, duymadım” şeklinde ifade edilen üç maymunu oynamaları kabul edilemez. Şayet böyle olduğu takdirde nasıl ki hasta vücut, mikroplara karşı savunmasız kalır ve tedavi edilmeyince her geçen gün güç ve takatten düşüyorsa, toplum da çürümeye yüz tutar. Bir de suç işleyenlerin korunup kollandığına dair toplumda bir imaj oluşursa, toplumsal yozlaşma alır başını gider. Çünkü etkili ve yetkili kişilerin, birilerini koruyup kolladığına dair oluşacak bir algı, makam ve kurumlara karşı güveni sarsar, adalet duygusunu yok eder, insanlar arasında güven problemi ortaya çıkar. Bu da toplumsal barışa hizmet etmez.

Mikrop ve virüsler, vücuda dışarıdan geliyorsa bir nevi vücut olan topluma ve o toplumu yöneten veya yönetmeye talip siyasi partilere, özellikle kitle partilerine de virüs gibi birileri sızabilir. Bunlar yönetim kademesinde de görev alabilirler, suça karışabilirler veya suça göz yumabilirler, bulunduğu makamı kendi lehlerine çevirmeye kalkabilirler. Hiç böyle bir şey olmasa bile birlikte çalıştığımız kişilere iftira atılabilir. İnsanın olduğu yerde bunların her biri hatta daha fazlası insanın başına gelebilir. Böyle durumlarda, birlikte çalıştığımız kişileri kurtlar sofrasına teslim etmeyelim ama onları da ölümüne savunmaya kalkmayalım. Görev ihmali, göz yumma veya suça karışma şüphesi varsa hakkında ilk suç duyurusunu biz kendimiz yapalım. Müdahale etmeden yargı kararını versin. Hakkında karar verilinceye kadar da beraatı zimmet asıl olsun. Suçu varsa cezasını çeksin, suçu yoksa aklanıp gelsin. Nasıl ki vücut, tedaviye cevap verdiği müddetçe mikroplardan arınıyor ve hayatiyetine devam ediyorsa, siyasi partiler de bünyelerine sirayet eden kişilerden bu şekilde arınabilmelidirler. Böyle yapıldığı takdirde siyasi partilerin, iktidarların ve devletin ömrü uzun olur ve temiz kalır. Bu yapılmazsa, nasıl ki mikroplara karşı zayıf düşen vücut, güç ve takatten düşüyorsa partiler de her geçen gün zayıflar, bir müddet sonra ya küçülür ya da yok olur giderler.

Unutmayalım ki sadece imamların sarığı leke götürmez değildir. Ülkeyi yöneten veya ülkeyi yönetmeye talip olan siyasi partilerin manevi şahsiyetleri ve kurumsal kimlikleri de leke götürmez. Yine unutmayalım ki “Bizim adamımız”, “Ucu bize dokunacak”, “iç ve dış güçlerin saldırısı var” diye birilerini koruyup kollamaya kalkmayalım. En azından böyle anlaşılmasına meydan vermeyelim. Zira kaybeden partiler ve ülke olur. Çünkü “koruyup kollamadan bu ülke çok çekti. Bizim koruma ve kollama görevimiz var diye asker bir zamanlar her on yılda yönetime el koyarak ülkenin anasını ağlattı. Bu da demokrasiyi sekteye uğrattı ve ülkeyi geri bıraktı.

*12/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Peker ve Ben *

Bana dönüp dönüp "Her konuda yazdın, Peker hakkında niye yazmıyorsun?" diyorlar. Tamam, yazayım da ne yazayım? Çünkü tanımıyorum kendisini. Haydi yazdım diyelim. Nasıl yazarım? Çünkü hakkında yazmak büyük cesaret ister.

Tanımıyorum. Çünkü bugüne kadar kendisiyle hiç teşriki mesaim olmadı. Ben yerin üstünde yaşıyorum, o ise -denildiğine göre- yeraltı dünyasının insanıymış. Hoş, yeraltı dünyasının insanı deseler de böyleleri yeraltında değil, yer üstünde yaşıyormuş ama olsun. Yer üstündekileri daha doğru dürüst tanıyamadım ki yeraltındakileri tanıyayım. Yeraltı ile ilgili bildiğim tek şey, “Bu dünyanın üstü varsa bir de altı var” sözüdür. Bu da öbür dünya için söylenir.

Kendisiyle ortak bir yemek yemişliğimiz yok. O kadar kahve dağıtmış. Hiç kahvesi nasip olmadı ki kırk yıl hatırını güdeyim.  Düğün yapmış, davetliler arasında yoktum. Zira çağrılmadım. Bir fotoğraf karemiz bile yok. Ne yolculuk yaptım ne komşuluk ne de alışveriş. Ne iş yapar bilmem ama anlattıklarından anladığıma göre zengin mi zengin. Bu değirmenin suyu nereden bilmiyorum ama deli para kazanmış. Anladığım kadarıyla bitek değirmenlere yelken açmış. Üstelik eli de açık. Çevresine vermiş de vermiş. Bu arada yatırımlarını da iyi yerlere yapmış. Haydan geleni huya harcamış. Kazandığı paranın bir kısmını her seçim öncesi ayni ve nakdi olarak dağıtmış ama bana bir kuruşu nasip olmadı. Zira 2015 yılında bir grup arkadaşla tatil için gittiğimiz Bodrum’da kaldığımız otelin parasını da kendimiz ödedik. Biraz da şu gariban faydalansın demedi. Yani bana zırnık koklatmadı. Böyle zenginliği ne yapayım ben.

Kendisini hiç mi tanımıyorum? Tanımıyorum diyeceğim ama bir sonraki videosunda “Nasıl tanımazsın, videomu da mı izlemedin, HTS kayıtlarına bakın” diyebilir. Ondan sonra aldım mı başıma belayı. En iyisi, o beni videosuna misafir edinmeden ben itiraf edeyim:  Tüm tanışıklığım, izlediğim son üç videosundan ibaret. Bir de yandan tanışıklığımız var. Daha doğrusu adamlarıyla. Bunu da söylemeliyim. Çünkü “Adamlarım seni tanıyor” diyebilir. Videolardan önce ismini ilk defa 15 Temmuz gecelerinden bir gece Celalettin Rumi Meydanında demokrasi nöbeti tutarken duydum. Biz meydanda beklerken önümüzden organize bir grup geçti. Yanımdakine kim bunlar dediğimde, “Peker'in adamları” dedi. Şimdi ben o adamları görsem tanımam, onlar da beni tanımazlar. Hasılı tüm tanışıklığım bu kadar.

Diyelim ki tanıdım. Hakkında yazı yazmak cesaret ister. Çünkü kim, ben Peker’i tanımıyorum diyorsa; kimin ne yaptığını, nereye girip çıktığını, hangi otelde kimlerle tatil yaptığını, otelin parasını kimlerin ödediğini, kimin kiminle tanıştığını, ne işler çevirdiğini, ne konuştuklarını tarih ve saat vererek bir pazar sabahı söylüyor. Hızını alamayıp “Namusum, şerefim üzerine yemin ediyorum” diyenlerle çektiği videoyu yayımlıyor. Sadece bununla kalsa… İyi soru sormayanı, iyi soru soracak olanın sözünü kesen gazeteciyi de kara listeye alıyor. Hakkında TV veya youtube’da kim bir şey söylese, aynı anda tweet atarak cevap veriyor. Doğrusu bu diyor. Hiçbir şey demese bile “Seninle haftaya görüşeceğiz. Zira seni misafir edeceğim” diyor. Dediğini de yapıyor. Gerçekten misafir ediyor. Misafirine ne ikram eder bilemiyorum. Çünkü misafir umduğunu değil, bulduğunu yer. Kim ne yiyorsa bir bakmışsın, dut yemiş bülbüle dönüyor, derin bir sessizliğe bürünüyor: Ya tatile çıkıyor ya evine kapanıyor ya da yaptığı işi bırakıyor. Bu durumda hakkında nasıl yazı yazabilirim. Tüm cesaretimi toplayarak yazdım diyelim. Gördüğüm kadarıyla karesine girenlerin çoğuna lakap takıyor. Bu yaştan sonra bana layık göreceği lakaba katlanamam.

Bana ne biçim gazetecisin? Madem korkuyorsun, niye gazeteci oldun diyebilirsiniz. Susan sadece ben miyim mübarekler! Benim dışımda medyanın kahir ekseriyeti susuyor, savcılar susuyor, siyasiler vs herkes susuyor. Yani konuşması ve harekete geçmesi gerekenler de susuyor. Gördüğüm kadarıyla herkes nefesini tutmuş, filmi izliyor. Bu sessizlik fırtına öncesi sessizliğe benziyor. Filmi izleyenler de çeşit çeşit. Kimi zevkten dört köşe kimi sıra bana da gelir mi diyor kimi böyle olmamalıydı diye üzülüyor. Filmin sonu nasıl biter, bu cenazeyi kim kaldırır bilmiyorum ama tek bildiğim, filmin sonunun ne şekilde biteceğini bilmediğim. Ötesini de istemeyin benden. Zira dolduruşa getiremezsiniz beni.

*11/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Haziran 2021 Çarşamba

Sen misin İşkembe Alan!

Her çarşıya çıkışımda, aklımın bir köşesinde işkembeciye uğramak geçer. İşkembe-i kübradan atmayı sevdiğimden midir, işkembe yemeyi de çok severim. Her gün önüme konsa yaz-kış demeden bıkıp usanmadan yerim. Salgın nedeniyle uzun süredir çarşıya çıkamayınca işkembeye özlemim her geçen gün arttı.

Mayıs ayının son günü Karatay Terminalinden Alaeddin’e doğru yürürken ne alayım derken kendimi çok zorlamadım. Ayağım sakatat satıcısına doğru götürdü beni. Dükkana girmeden evi bir arayayım dedim. Çünkü ne de olsa havalar ısındı. İşin ucunda bir de aile saadetinin bozulması var. Telefonuma cevap veren olmadı. Esnaf dükkanının önünde bekleyemezdim. Ne olacaksa olsun dedim. Tüm cesaretimi toplayarak bir kilo işkembe aldım ve çıktım.

Alaeddin’e doğru yürürken telefonuma dönüş yapıldı. İşkembe alayım mı diyecektim. Geçti artık. Aldım geliyorum, dedim. Sen misin alan. Bundan sonrasını söylememe gerek var mı? Zira aile sırrıdır. Ama ısrarınıza dayanamam. “Efendim, yaz günü işkembe gider miymiş? Kokusu fena olurmuş, çabuk bozulurmuş. Madem aldın, kendin doğra, kendin temizle, kendin pişir, kendin ye, gibi şeyleri bu kulaklar duydu. Anlamadığım, bu yaz günü işkembe satanlara niye kızmazlar da alana kızarlar, anlamadım gitti. Bu ülkede bir de kadına şiddetten bahsederler. Hiç erkeğin uğradığı şiddete değinen var mı? Neyse bu durum ayrı bir konu. Kadınların yanında esememiz okunmuyor vesselam.

Bu durumda işkembeyi ne yapabilirdim? Geri versem, el adama ne der? Çöpe atsam, nimet -bir de işkembe- çöpe atılır mı? Ama bu durumda eve nasıl gidecektim? Elim mahkum, gidecektim ama nasıl? Aklıma başka alışverişler geldi. Başka başka şeyler alırsam, işkembeden dolayı üzerime yönelecek şiddetin kuvvetini azaltabilirdim. Girdim bir yere. Şunu ver, bunu ver, şundan alayım, bundan da ver derken aldıklarım 139,25 TL tuttu. Fiyatların uçuştuğu bu bol enflasyonlu dönemde yaptığım bu ilave alışveriş içime oturdu ama yapılacak bir şey yok bu durumda. Zira zaman parayı düşünme zamanı değil. Hasılı, 15 liralık işkembe harcamam, bana pahalıya patladı.

Eve gitmeye biraz daha güvenim geldi. Yine de üzerimde bir suçluluk psikolojisi var. Kapıdan girerken işkembeyle birlikte aldıklarımı uzattım. Elim kalabalık olunca güler yüzle karşılandım. Dedim yırttım. Bunda işkembe aldığımı daha eve gelmeden haber vermemin katkısı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben eve gelinceye kadar kızgınlık, yerini soğumaya bırakmış. Düşünsenize, eve gelince işkembe aldım deyip uzatsaydım, belki işkembeyi midem yerine başım yerdi. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Polise gidemezdim. Gittim diyelim. Benim beyanımın irapta mahalli olmazdı. 

Neyse yorgunluğun ardından, yediğim akşam yemeğinin üzerine bir rehavet çökse de yemekten önce tuzlu suya konan ve yanına bırakılan birden fazla bıçağı görünce mutfaktaki işimin bitmediğini anladım. Yoruldukça bıçak değiştirecektim artık. İhaleyi işkembe sevmeyen ve yemeyen oğlana yıkmak istedim. Hiç oralı olmadı. Yiyecek olan doğrasın der gibiydi. Kolları sıvadım. Ya Allah ya bismillah diyerek doğramaya başladım. Bu arada işkembe doğramamın da fena olmadığını gördüm. Nereden mi biliyorum. İşkembe yerine parmaklarımı doğramadığımdan belli değil mi? Bir hamarat edasıyla çalışan beni gören içişleri bakanı da yardım etti ve yıkadı. İşkembemiz pişmeye hazır hale geldi.

Çayımı yudumlarken açtığım haberlerde, Türkiye ekonomisinin ilk çeyrekte yüzde yedi büyüdüğü haberini izleyince bugünkü alışverişi boşu boşuna yapmadığımı anladım. Demek ki içime dammış ve alım gücüm artmış. Bir sevindim bir sevindim. Nasıl sevinmem. Büyümeden kaynaklı hem alışverişimi yaptım hem de yaz günü eve getirdiğim işkembeden dolayı bir aile faciası yaşamadım. Çayı diğer günlerden daha zevkli ben içmeyeyim de kim içsin.

Hasılı, siz benim gibi değilsiniz. Zira kazaklığınız yüzünüzden okunuyor. Size sözüm yok. İçinizde benim gibi olanlarınız varsa işkembeyle eve girmenin yolunu öğrendiniz. Başka söze ne hacet…

Bu arada işkembemiz ertesi günü pişti. Yazın da yeniyormuş. Afiyetle yedik. Kızan da yedi, yemeyen de. Tavsiye ederim. Hem ucuz hem hesaplı. Hazır yüzde yedi büyümüşken değerlendirin derim.