7 Şubat 2021 Pazar

Şubat Yakıyor *

7 Şubat Pazar günü hem alışveriş yapayım hem de ayaklarım açılsın diye yürüyüş mesafesindeki bir markete gitmek için evden çıktım. Çıkarken de üşüten bir hava olursa giyerim diye montumu koluma attım. 

Yürürken güneşin vurduğu kaldırımı tercih ettim. Yürüdüm yürüdüm. Baktım, sıcağın da ötesinde güneş yakıyor. Böyle olmayacak, yolun gölge olan kısmına geçtim. Gölge üşütür mü tereddüdü yaşadım. Çünkü kışın gölgesi üşütür. Hayret ki hayret! Gölge üşütmediği gibi verdiği serinlikle oh be! Dünya varmış, dedirtti. 

Evime yaklaşırken sıcak havayı gören çoluk çocuğun, genç ve yaşlının, kendilerini parka attıklarını gördüm. Kimsenin de üzerinde ceket namına bir şey yoktu. Kimi gömlekle kimi de ince bir kazakla sere serpe parka oturmuş vaziyette.

Eve geldikten sonra hava durumuna baktım. Dereceler 17’yi gösteriyordu. Sadece pazar mı böyle, cumartesi de böyleydi. Önceki günler birkaç derece düşük olsa da dışarıda üşüten bir hava semtimize uğramıyor bugünlerde. Gerçi koca kış sezonu, birkaç gün eksilerde olsa da böyle geçti desek yanlış olmaz. Güneş bazı günlerde bulutların arkasına saklansa da yağışlı günlerin dışında aşağı yukarı gündüzleri hiç güneşimiz eksik olmadı.

Hasılı kış mevsimi olan aralık, ocak ve şubat ayında dondurucu bir soğuk görmedik. Baharı yaşıyoruz diyeceğim ama yaşadığımız iklim yaz günlerinden bir enstantane. Düpedüz yazı yaşıyoruz. Bu durum sadece bu yıla mahsus değil, önceki yıllar da bu kıştan pek farklı değildi.

Eski kışlarımız böyle miydi halbuki. Dört mevsim var dense de yaz ve kışı yaşardık sadece. Çünkü ilk ve son baharın gelmesiyle gitmesi bir olurdu. Yazları yakıcı sıcak, kışları da dondurucu olurdu. Kışa kara kış derdik. Bastırdı mı güneşe hasret kalırdık. Güneş bulutların arkasından kendisini hafifçe gösterdiği zaman yine üşüten bir hava olurdu. Güneş gören kuytu bir kenara geçip güneşlenirdik. Üzerimize de kışlık namına ne varsa alırdık. Güneşle beraber karlar eridikçe evin çelenlerinden şıp şıp sular akmaya başlardı. Üzerindeki kar eridikçe topraktan buram buram duman çıkardı. Toprağın örtüsü kara da kıştan bir parça olan soğuk ve ayaza da hasret kaldık maalesef. Bundan sonra biraz ılıman, gerisini sıcak geçireceğiz. Belki de hepten yazı yaşayacağız anlaşılan.

Havalar böyle giderse ağaçların çiçek açması ve meyveye durması için tomurcuklanması yakındır. Ardından havaların eksiye düşmesi demek, meyvelerin üşümesi demektir. Yağış olmayınca ve havalar eksiye düşmeyince topraktan ne derece sağlıklı ürün alınır, burası da muamma. Yine havaların böyle gitmesi demek barajların boşalması, yeraltındaki su kaynaklarının tüketilmesi demektir. Elimiz ayağımız ve hayatın kendisi olan suya da hasret kalacağız böyle giderse. Eski kışları ve günleri mumla arayacağız.

Hasılı, hayra alamet değil bu yaşadığımız iklim. Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı dünya giderek iyice ısınacak. Bu ısınmayla beraber birçok nimete hasret kalacağız. Yağışlar zamanında ve kıvamında yağmayacak. Yağdı mı da meskenleri ve ekili arazileri basacak ve bir nimet olan yağışlar bir afete dönüşecek. Küresel ısınma dedikleri sanırım tam da bu. Maalesef böyle böyle dünyanın sonu gelecek. Yani dünyanın sonunu biz getireceğiz. Çünkü bu sonu hazırlamak için tüm insanlık uğraşıp didiniyoruz.

Bu dünyada ömrümüzü adam gibi geçirmek, bizden sonraki nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak ve dünyanın ömrünü uzatmak istiyorsak, tüm dünya, küresel ısınmayı birinci ve öncelikli problem olarak ele almalı ve gereği elbirliğiyle yapılmalı. Yoksa halimiz haraptır vesselam.


*10/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

6 Şubat 2021 Cumartesi

Sümsüklüğü Meslek Edinen Tipler *

Bugünlerde hafta içi her gün 8.30 sularında evimden çıkıp Evliya Çelebi Parkı-Lastik Durağı-Meram Sanayi-Meram Belediyesi-Çeçenistan Caddesi ve Ahmet Özcan Caddesi güzergahını kullanarak Ahmet Özcan Caddesine giriyor, Altı yol’a kadar gidiyorum.  Akşamleyin de 17.30 sularında aynı yolları takip ederek geri geliyorum.

İzlediğim yollar araç trafiği yönünden hem sabah hem de akşam yoğun olmasına rağmen sabah trafiği bir sıkışıklığa meydan vermeksizin akarken akşam trafiği neredeyse kilitleniyor. 

Sabah trafiğinde trafiği aksatan tek sorun, birbirine yakın kavşaklardaki düzensiz sinyalizasyon sistemidir. 

Evliya Çelebi Parkının köşesinden Meram Yeniyol’a çıkmak için kırmızı ışıkla güne başlıyorum. Sola dönüp Lastik Durağından sağa kontrollü geçeceğim. Çarşı yönüne giden araçlar, sağlı sollu durunca kırmızı ışığa yakalanmış gibi karşıya gidecek aracın sağa dönüşü açmasını bekliyorum. Bazen, yolun solu müsait olmasına rağmen bizim insanımız kontrollü geçişi kapatıyor. Sen onu beklerken ya da kaldırıma çıkıp geçmeye çalışırken onun seni dikiz aynasından dikizlemesi görülmeye değer. Çünkü bu seyrin ayrı bir zevki var. Böylesi durumlarda yani sağa kontrollü geçişlere insanımız izin vermeyecekse belediyelerimiz kontrollü geçiş için niçin kavşak düzenlemesi yapar ve masraf eder? Bunu da düşünmüyor değilim. Neyse güç bela sağa dönüyorum. Bir, bir buçuk km sonra Meram Sanayi ışıklarını beni bekler görürüm. Oradan kurtulur kurtulmaz, belki yeşili yakalarım diye bir km ötedeki Meram Belediyesi ışıklarına sürüyorum. Burada da aynı muamele ile karşılaşıyorum. Toplamda 2-3 km.lik bir mesafede birbirine yakın bu kadar kavşağın hepsinde sürücüyü ışıkla durdurmanın trafik sinyalizasyon şube müdürlüğü nezdinde de zevki bir başka olsa gerek. Bu yol güzergahında seyrederken hasret kaldığım yeşili uzaktan görünce acaba bu sefer geçebilir miyim diye gaza yükleniyorum. Ben varıncaya kadar "Hop hemşerim! Biz neyiz burada, bizi es geçemezsin" dercesine yeşil önce sarıya ardından kırmızıya dönüyor. Ahir ömrümde bir sinyalizasyon şube müdürü olursam aynı zevki tatmak isterim. 

Çeçenistan Caddesinden Ahmet Özcan’a doğru yaklaşırken son kez kırmızıya yakalanıyorum. Sonrasında yeşil dalga beni bekliyor. 60 hızla üç tane kavşağı durmadan geçerken mutluluğuma diyecek yok. Bunun zevki de benim için bir başka.

Akşam 5,5 sularında geri dönerken sabahında yeşil dalga marifetiyle bir çırpıda geçtiğim Ahmet Özcan Caddesinden yeşil dalgaya rağmen transit geçmem mümkün değil. Yolu tanıyamıyorum. Bir an için başka bir yola mı girdim diye düşünmeden edemiyorum. Zira tıkanıp kalıyor yol. Çünkü sinyalizasyon müdürünün, burada bari ışığa yakalanmadan geçip gitsinler dediği bu yolda bu sefer bazı sürücüler bayrağı devralmış görünüyor. Zira ne kadar sümsük varsa bu yolda toplanmış oluyorlar bu saatte. Üç ışıktan ikisine yakalatıyor seni. Çünkü çoğu 60 hızla gitmediği için senin de bu hızla gitmen mümkün değil. Sola dönecek kimi sinyal vererek sağdan sola geçmeye çalışıyor kimi de sağdan sola doğru yanaşıyor. Işıkta duran da kalkıvermiyor. Kalkayım mı kalmayayım mı diye düşünüp duruyor. Kalkarken de iki işi birden yapıyor: Kendisi geçecek seni de ikinci kırmızıya yakalatacak. Haklarını yemeyeyim, bunda da başarılı oluyorlar. Belli ki aceleleri yok, evlerine gitmek istemiyorlar ve eve ne kadar geç gidersem kar diye düşünüyorlar. Bun yaparken de Ahmet Özcan’da trafiği felç etme gibi bir misyon üstlenmişler kendi kendilerine. Bunların zevkleri de kendileri ağır ağır kavşaktan geçerken ikinci kez ışığa yakalanan araçları dikizlemek.

Burnumdan soluyarak Ahmet Özcan’dan güç bela çıkıyorum. Önümden giden sümsükler ise sinyalizasyon müdürüne “Müdürüm! Biz buradaki vazifemizi yerine getirdik. Bundan sonra top sende” dercesine, sabahki yakalandığım ışıkları, sanki hiç yeşile dönmemiş gibi beni bekler görürüm.

Evliya Çelebi Parkının köşesinden sağa kontrollü geçiş yaparak geçiyorum. Şükür ki tüm ışıklar bitti. Bundan sonra yolların kralı benim diyorum. Bu sefer de “O kadar da sevinme! Beni yok kabul edemezsin. Ben neyim burada” diyen 30’la giden bir sürücü düşüyor önüme. Gideceğim yolu da biliyor. Çünkü sağ, sol ve düz giden o kadar yol olmasına rağmen evime dönen yola kadar önümde bana eşlik ediyor. Allah hayrını versin bunların. Sahi bu yollarda, belirlenen hızın üstünde gidene ceza var da kaplumbağa hızıyla giderek trafiği felç edenlere ceza yok mu bu ülkede?

*08/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

2 Şubat 2021 Salı

Başarı İçin Sağır Olmak *

“Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasından hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!"
Yarışmaya başlayan kurbağalar, kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!
Sonunda, bir tanesi hariç diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş 'Bu işi nasıl başardın' diye. Kurbağadan yanıt gelmeyince farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış!”

Aktardığım bu hikaye fabl örneklerindendir. Bilirsiniz ki “Kişileri çoğunlukla hayvanlardan seçilen, sonunda bir yaşam dersi ortaya koyan, genellikle koşuk biçiminde yazılmış öykülere” fabl deniyor. Buna kısaca “Hayvanların hikayelerde konuşması” sanatı da diyebiliriz. Bu tür hikaye ve anlatımlarda biz insanlara hayat dersi verme murat edilir. İstenir ki anlatılan hikayelerden insanlar dersler çıkarsın ve hayatlarına yön versin.

Başka söze ne hacet dediğimiz türden bir hikaye ile karşı karşıyayız. Zira hikaye gayet açık. Hikayenin vermek istediği mesaj gayet açık olsa da üzerine birkaç kelam etmek isterim. Ben bu hikayeden başarı için sağır olmak anlamını çıkarıyorum. Gerçekten nice başarısız olmuş insanların başarısızlık hikayelerinde, etrafın söylediği sözler etkili olmuştur. “Keşke yapabilsen ama sen bu işi yapamazsın. Bu işi kolay mı sanırsın? Senin yaptığın bu işi yapmaya çalışan niceleri pes etmiştir. Sana tavsiyem işin başında bu işten vazgeçmendir. Çünkü sana göre değil bu iş. Boyundan büyük işlere kalkışma. Otur oturduğun yerde…”gibi sözler her insana söylenir genelde. Bu konuşmalara kulak verenler asla başarılı olamazlar. Başarının kriteri kişinin kendisine ben bu işi yaparım/yapacağım demesi, buna inanması ve başarı için sebeplere sarılması ve sebepleri bıkmadan usanmadan yerine getirmesidir. Buna azim diyoruz. Azmin elinden de hiçbir şey kurtulamaz.

Yeniden hikayeye dönersek, yarışan kurbağaların her biri eşit şartlara sahip. Sağın solun “başaramazsınız” sözüne kulak veren kurbağaların her biri yarı yolda pes ederek yarıştan çekilirken yarışı birinci tamamlayan kurbağa ise hemcinslerine göre sağır olmasına rağmen pes etmeden hedefe ulaşabilmiştir. Sağırlık dezavantajını avantaja dönüştürmüştür. Öyle zannediyorum, bu kurbağa sağır olmasaydı, tıpkı diğer kurbağalar gibi “yapamayacağım” diyerek yarıştan kopacaktı.

Günümüzde ister eğitim ve öğretim ister hayatın herhangi bir alanında başarı yakalanmak isteniyorsa bunun için gerçekten sağır olmaya gerek yok. Bunun için sağın solun sözüne kulakları tıkamak ve esas işine yoğunlaşmaktır. Bu durumda başarı kendiliğinden gelir. Ötesi mazeret üretmedir vesselam. Sadece kişinin egosunu tatmin eder.

*15/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




 

1 Şubat 2021 Pazartesi

Dubalar ve Setler *

Şehir içinde bir yoldan arabanızla geçerken veya kaldırımda yürürken kaldırım kenarlarında, kaldırım boyunca vida ile monte edilmiş dubalar dikkatinizi çekmiştir. Aynı mesafede monte edilmiş dubalar o kadar çok ki dikkatinizi çekmemesi zaten mümkün değildir. Belli ki kaldırıma araba park edilmesinin önüne geçmek için yapılıyor bu dubalar. Eğilip bükülmediğine göre sanırım bu dubalar demirden. Öyle zannediyorum, yapılan kaldırım düzenlemesinin yanında kaldırım kenarına monte edilen bu dubaların belediyelere maliyeti de oldukça yüksek olsa gerek. 

Dubaların yanında dikkatimi çeken bir başka husus da hız kesmek, hız düşürmek ve muhtemel kazaların önüne geçmek amacıyla yollara yapılan setlerdir. Bu setlerin bir standardı varsa da gördüğüm setler farklı farklı. Bazısı arabayı hoplatan cinsten yüksek, bazısı ise etkisiz eleman gibi arabayı etkilemiyor. Yüksek yapılan bu setlerin çoğuna, dikkatli girilmediği takdirde bu setler kaza riskine davetiye çıkarmaktadır. Kişi kaza yapmasa da araba aksamının zarar görmemesi mümkün değil.

Bazı yollarda set sayısı az iken bazısında oldukça fazla. Setlerin çokça olduğu yollardan sürekli gelip geçen sürücüler, set işaretini görmese de nerede setlerin olduğunu avucunun içi gibi bilirler. Sete yaklaşırken hızını düşürürler. Bu yollarda esas sıkıntı, yolun acemisi olan şoförleredir. Çünkü set işareti konan çoğu levha, ağaçların dallarından veya başka sebeplerle tam görünmüyor. Bu da aniden setle yüz yüze gelmek demektir. Bir diğer husus, olur olmaz konan nice setler özellikle karlı ve buzlu havalarda sete yaklaşılırken frene basma yüzünden aracın kaymasına sebebiyet vermektedir.

Doğrusunu isterseniz kaldırımlarda yola paralel olarak yol boyunca vidalanan dubalara ve çoğu iç yollara konan setlere sıcak bakmadığımı ifade etmek istiyorum. Hem dubanın hem de setlerin faydasından fazla zararının olduğunu, görüntüyü çirkinleştirdiğini, belediyelere artı yük getirdiğini düşünüyorum. Aynı şekilde sağını solunu seyreden dikkatsiz bir yaya ayağını dubaya takıp düşebilir ve yaralanabilir. Ki kaldırımlardan sadece önünü görenler yürümüyor. Âmâ ve engelliler de kaldırımı kullanıyor. Aynı şekilde hızı düşürmek için yapılan setler de trafiği yavaşlatmakta ve arabalara zarar vermektedir.

Duba ve setlerin görüntü çirkinliğinden, maliyetinden, kazaya davetiye çıkarmasından geçtim. Hem set hem duba bu çağda şehitlerimize yakışmıyor. Neden derseniz? Bildiğiniz gibi yol ve kaldırımların sürücü ve yayaların ne şekilde kullanılacağının kuralları var. Ehliyeti olan bir sürücü hangi yolda kaç hızla gideceğini bilir. Bilmiyorsa da uyarı levhaları vasıtasıyla kaç hızla gitmesi gerektiğini görür. Yine sürücüler, yayalar için olan kaldırıma araç park edemeyeceğini de bilir. Hız sınırına riayet etmediği, kaldırıma araç park ettiği takdirde aracına ceza yazılacağını da bilir. Tüm bu kurallara rağmen yollarda hız sınırına riayet edilmiyor ve kaldırıma araç çıkarılıyorsa bu demektir ki bir kontrolde radara girinceye ve polis gelip kaldırımdaki araca park cezası yazıncaya kadar sürücü için trafik kurallarını çiğnemek mubahtır. O kadar set ve kaldırıma park etmiş araçlar her bir yerde bolca olduğuna göre yeterince denetimlerin olmadığı ve ceza yazılmadığı anlamına gelir. Yine bu setler ve kaldırımlara sabitlenen dubalarla yetkililer sürücülere, “Siz hız sınırına riayet etmiyor, biz de denetleyemiyoruz. Sizi yola getirmenin yolu, yollara set yapar, hızınızı düşürürüz. Aracınızı kaldırıma park etmemenizi engellemek için kaldırımlara dubalar koyarız.” mesajı veriyorlar.  

Hasılı, bu çağda yollara set yapmak, kaldırımlara duba koymak marifet değil. Set ve dubalar acilen kaldırılmalıdır. Trafik kurallarını tavizsiz uygulamak gerekir. Kurallar tavizsiz uygulandığında hiçbir sürücü, kural tanımazlık yapmaz. Kuralların tavizsiz uygulanması için her cadde, sokağa ve kaldırıma görevli koymaya gerek yok. Setlerin konduğu işlek caddelerde ve park yapılan kaldırımlarda pekala mobesa uygulaması devreye sokulabilir. İzlendiğini ve kayıt altına alındığını bilen hiçbir sürücü ne hız sınırını aşar ne de gelir kaldırıma aracını koyar.

*06/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

31 Ocak 2021 Pazar

Kur'an ile İmtihanımız *

Bir konunun daha iyi anlaşılması ve akıllarda kalması için hayatın içinde bazen fıkraya, hikaye/kıssaya, mesele ve temsile başvurulur. Anlatımlarda ibret alsınlar diye Kur’an da çoğu zaman kıssalara yer verir. Bu yol ile kıssadan hisse almak murat edilir. Çünkü kıssalar taşı gediğine koyar ve anlatımlarda fazla söze hacet kalmaz. İmamı Gazali de temsili bir hikayeye yer verir. Birlikte okuyalım:

“Bir ağanın bir çiftliği varmış. Çiftlikte de bol sayıda maraba. Ağa ve marabalar, çoluk çocuk beraberce burada yaşıyorlarmış. Ağa, çok iyi bir insanmış. Çiftlikteki herkes, onu çok severmiş.

Bir gün ağa, kâhyayı çağırmış ve demiş ki: Ben bir sefere çıkacağım. Döner miyim, dönmez miyim; dönersem ne zaman dönerim bilmiyorum. Bu çiftliğin işlerinin nasıl yürüyeceğine dair bir talimatname yazdım. Her sabah kahvaltıda, vekilim olarak benim yerime sen oturacaksın ve bu talimatnameyi marabalara okuyacaksın, öylece işlerine başlayacaklar. Dönersem bu çiftliği aynen böyle bulmak istiyorum. 

Gece yarısı ağa, çiftlikten ayrılıp gider. Sabah kahvaltısında kâhya, ağanın yerine oturur ve ağanın sefere çıktığını ve bir talimatname bıraktığını söyler ve başlar talimatnameyi okumaya. Talimatnamede, çiftlikte günlük yapılması gerekenler yazılıymış. 

Günler geçip özlemler arttıkça, ağadan kendilerine hatıra kalan talimatları akşamları da okumaya başlarlar. Dinlerken ağlaşırlar, ağayla aralarında geçen hatıraları yâd ederler, bana şunu demişti, şunu yapmıştı vs...

Sonunda talimatnameyi, çocuklarına ezberletmeye karar verirler. Ve çiftlikte ağanın talimatnamesinin hafızları oluşur. Bir gün biri çıkar ve der ki: Çocuklarımıza ağanın mektubunu güzel okuma yarışması yaptıralım”. Yarışma yaptırılır. 1. 2. 3. gelen çocuklara ödül verilir.

Ağa, yıllar sonra günün birinde dönüp gelir. Fakat çiftlikten eser kalmamıştır. Hiç kimse talimatnameye uymadığı, işleri yapmadığı için çiftlik tarumar olmuştur; fakat talimatname yazılı olduğu, ezberlendiği, yarışma malzemesi yapıldığı ve güzel okuma seansları düzenlendiği için unutulmamıştır.”

Şimdi arkamıza yaslanalım. Bu hikayeyi zihnimizden bir daha geçirelim. Sanırım bu hikaye ile Gazali’nin ne anlatmak istediğini anlamışızdır. Her ne kadar konu anlaşılmış ise de bu konuda birkaç kelam etmek isterim. Malumunuz bu ülkede Kur’an okumayı bilenlerin sayısı, bilmeyenlerden daha fazladır. Çünkü Anadolu insanı, daha ilkokulda iken Kitabımızı okusun diye çocuğunu camiye, Kur’an Kursuna, İHO/İHL’ye; vakıf, dernek ve cemaatlerin açtığı kurslara gönderir. Ortaokul ve liselerde seçmeli ders olarak Kur’an-ı Kerim dersini seçtirir. Çoğu insanımız, hafız yapmak için çocuğunu bir yıl okula göndermez. Kimi liseyi dışarıdan bitirme yolunu seçer. Bu yol ile öğrenci, lise dersleri sınavlarına dışarıdan girerken değişik platformlarda hafızlık yapar. Son yıllarda Kur’an hafızlarının sayılarını artırmak ve hafız olanların hıfzlarını unutmamalarını sağlamak amacıyla hafız İHO ve hafız İHL okulları açılmıştır ve açılmaya devam etmektedir. Ramazan aylarında hafızlar hafızlıklarını sağlama yoluna giderken yüzünden okuyanlar da günlük 20 sayfa okumak suretiyle ramazan bitimi hatim inerler. Hatimle teravih kıldıran camilerimizin sayısı az değil. Biri vefat eder etmez ardından cüz dağıtmak suretiyle hatim okuturuz. Sosyal medyada bir konuyla ilgili ayetlere yer veririz. Çoğu zaman tezimizin doğruluğunu ispatlamak için ayetlere atıf yaparız. Okullarda Kur’an’ı Kerim’i güzel okuma, hafızlık ve ezanı güzel okuma yarışmaları yaparız. Son yıllarda ramazan aylarında TV ekranında Kur’an’ı güzel okuma yarışmaları da düzenliyoruz.

Hasılı, gecemiz gündüzümüz, ömrümüz Kur’an’la geçiyor. Onu (talimatlarını) daima okuyoruz. Nedense tüm bu iyi niyetli uğraşlarımıza rağmen Kur’an’ı hayatımıza tatbik edemedik ve dilimizden düşürmediğimiz Kur’an’ı tıpkı hikayede anlatıldığı gibi tarumar ettik. Maalesef bu durum sadece bize mahsus değil, ta Gazali zamanında da böyle imiş. Demek ki sadece bugün değil, dün de kâl ehli* imişiz vesselam!

*Sadece lâfını eder, konuşur ama yapmaz; teori sağlam gözükür, pratikleri sıfır.

*05/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

29 Ocak 2021 Cuma

Yol Arkadaşım

Ben giderim, o gider. Ben dururum, o durur. Bilin bakalım, bu ne?

Bilemediniz. Zira cevap, gölge değil. Resimdeki köpek efendim.

Bu köpek öğle arası yürüyüş yaparken hiç havlamadan sinsice arkama yaklaştı. Hoşt dedim, geri geri kaçar gibi yaptı. Sonra peşim sıra yine geldi. Ben gittim o gitti. Ben durdum o durdu. Tekrar hoşt dedim. (Hayvanseverler kusura bakmasın!) Gerisin geriye dönüp gider gibi yaptı. Sonra peşimden yine geldi.

Baktım zararsız. Sesimi çıkarmaz oldum. Zaten nafile. Yanımdan ayrılacağı yok. Bırakıverdim kendi haline. Kah arkamdan geldi kah benimle aynı hizada yürüdü kah önüme geçti. Bazen de tarlaların içinden dolaştı, tekrar peşime takıldı. Ben kendisini sevmesem de o beni sevdi gayri. Belli ki beni tanımıyor. Tanısa sevmezdi zaten.

Hasılı muhteşem bir ikili olduk ve öğle arasını birlikte geçirdik. Birlikte 6 binden fazla adım attık.

Cuma için abdest almak üzere daireye girince kayboldu. Ya birlikteliğimiz buraya kadar dedi ya da sen camiye gideceksin. Benim namazda gözüm yok. Zira beynamazın birisiyim dedi. Namaz sonrası bir daha görmedim. Acaba köylü, git şunu takip et, ne yapacak bir bak mı dedi. Baktı ki kendi halimde yürüyorum. Zararsız dedi, çekti gitti.

Cuma namazına geldiğimde imam da hayvan haklarından bahsetti. Acaba köpeğe hoşt dediğim için böyle bir hutbe mi seçildi? Benim için manidar oldu.

Bu arada buranın köpeği, yaklaşık bir saat benimle dolaştı. Hiç havlamadı. Sinsice yaklaşsa da sinsiliğini görmedim. Onun sinsiliği de benim sinsiliğe benziyor. Olur olmaz havlayarak da kendini yormadı. Hasılı Aşkan Mahallesinin, bahçede bağlı veya duvar gerisinde salık köpekleri gibi değildi. Aşkan'ın köpeklerini bir görseniz, yoldan geçerken geçme buradan, ne işin var burada dercesine avazı çıktığınca bağırıyor. Hele iki ayağını duvara tırmandırıp ah bir çıkabilsem, ben sana gününü gösteririm dercesine arka arkaya havlamaları, havlama sesini duyan diğer köpeklerin de tempo tutup havlamaya eşlik etmeleri yok mu? Sanki yedik yollarını. Efendileri de bizim köpek görevini iyi yapıyor, baksana her gelenden haberdar ve kimseyi geçirmiyor diye sevinir durur.

"Aslî Görevim Değilmiş!" *

Biri geldi yanıma. Her zamanki gibi şen şakrak değildi. Yüzünde bir şaşkınlık ve tedirginlik vardı. Neyin var, dedim. Yok, bir şey dese de vardı bir şeyler. Sakıncası yoksa anlat, rahatlarsın, dedim. Yine sessizlik. Üstelemedim. Çaylarımız geldi, yudumlarken konuşmaya başladı:

"Altı-yedi yıl öncesiydi. Bir dostum, gazetesinde güncel konulara dair yazmamı istedi. Şaşırdım buna. Köşe yazarlığı ve ben… Ne kadar da yabancıyız birbirimize. Bunun için öncelikle bilgi-birikim, ardından cesaret gerek. Kusura bakma! Olmaz, dedim. Ciddiye almadığım bu teklifi gazete sahibi birkaç defa daha tekrarladı. Bir iki sene olmaz dedikten sonra olmazsa yazayım bari. Yalnız biliyorsun ben, devlet memuruyum. Tam bilmiyorum ama sanırım kurumumdan onay almam gerek dedim. Hangi günler yazacağımı belirledikten sonra kurumuma geldim. Yardımcıma durumdan bahsettim. Yardımcım, "Yazacaksınız ama 'Gazetede yazmak için onay almak üzere yazışma yapılmaması' yazısı geldi" dedi. 

Ertesi günü yazının altında imzası bulunan şube müdürünün makamına çıktım. Kendisinden çıkan yazıdan bahsettim. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Onay vermeyebilirsiniz, gazetede yazmanızı uygun görmüyoruz diyebilirsiniz. Ama öncesinde onay için yazı gönderilmemesi yazınızı anlayamadım dedim. "Bizlik bir şey yok. Kaymakam böyle istiyor." dedi. Kendisine ben yazmak için söz verdim. Bu durumda onaysız yazacağım, dedim. O da "Kendin bilirsin. Kurumla ilgili yazmayacaksan, özel ve gizli bilgilerden bahsetmeyeceksen, yazmanda bence de sakınca yok." dedi.

Uzatmayayım, gazetede onay almadan önce haftada bir, ardından iki ve üç gün olacak şekilde yazmaya başladım. Sonra dört güne çıkardım. Kelime hazinem, bilgi ve birikimim el verdiği müddetçe bu süreçte her konuya değindim. Yazma serüvenim beş yılı geçti. Bu zaman zarfında ne kurumumdan ne gazetemden ne de toplumdan bir tepki gördüm. Hatta yazılarımı takip edenlerden olumlu tepkiler aldığımı söyleyebilirim. 

Bir gün çalıştığım kurumun basın işlerine bakan yeni şube müdürü, "Gazetede yazıyorsun ama onayın var mı? Geçen gün kurum amirimiz sordu" dedi. Hayır, yok dedim. Önceki süreci anlattım. Onay alayım mı dedim. "Alsan iyi olur" dedi. 

Bir iki hafta sonrası, çalıştığım kuruma giderek "Asli görevimi ihmal etmemek şartıyla falan gazetede şu şu konularda yazı yazmak istiyorum" şeklinde bir dilekçe verdim. Sonuç ne oldu dersen, inanmazsın ama dilekçeme, "Gazetede yazmanız asli göreviniz olmadığı için uygun görülmemiştir." cevabı verildi. İnanmam deme! Durum aynen böyle oldu. Onay isterken siyasi yazılar yazacağım desem, uygun görmemekte haklılar. Kurumla ilgili bilgi vereceğim desem, özel ve gizli bilgiler açıklanamaz. Buna da onay verilmez. Basına bir konuda açıklama yapacağım desem, devlet memurunun izin almadan basın açıklaması yapması zaten yasak kapsamında. Aslında yapmaları gereken, "Asli görevini ihmal etmemek, siyasi yazılar yazmamak, kurumla ilgili özel bilgilere yer vermemek şartıyla gazetede yazmanızda sakınca yoktur" şeklinde bir cevap vermeleriydi. Garibime giden bir başka husus, "Asli görevim" olmadığını gerekçe göstermeleri. Mübarekler! Yazmak asli görevim olsa sizden niye onay isteyeyim. Öyle değil mi? İşin garibi, çalıştığım kurum, çalışanlarını okumaya ve yazmaya yöneltmek, yüksek lisans ve doktora yapmamız için teşvik ediyor. Yönetici olmak için müracaat edenlere ilave puan veriyor. Zaman zaman "İlinizde yazarlık yapanların ismini gönderin" şeklinde yazı gönderiyor. Bakanlık böyle düşünürken ilin sorumluları ne olur ne olmaz deyip onay vermeye yanaşmıyor. Aslında suç onlarda değil, bu konuda onlardan onay isteyende. Ki bu konuda onay almak gerekli mi değil mi, bunu da bir düşünmek lazım. Çünkü yaptığım basın açıklaması değil, yazı yazmaktır. 657 Sayılı Kanun, basına demeç vermeyi izne bağlarken gazete köşesinde yazı yazma konusunda bir yasağa yer vermemiş. Haliyle izin almaya da gerek yok diye düşünüyorum. Şayet böyle olsaydı, yani izin gerekseydi, sosyal medyada yazılıp çizilen, paylaşılan ve yazıların altına yapılan yorumlar izne tabi olması gerekirdi. Bugün sosyal medyayı kullanan o kadar çok devlet memuru var ki bunların hangi biri bu işi onayla yapıyor? İçlerinde bir partinin lehine veya aleyhine paylaşımlarda bulunan niceleri var. Bütün bunlar, devlet memuruna siyaset yapma yasağı varken yapılıyor ve yasağa rağmen kimsenin başına bir şey gelmiyor ve arkadaş! Sen ne yapıyorsun da denmiyor. Burada sorun, fiilen yaptığını onaya bağlamada sanki. Sorduysan olmaz denir. Çünkü hiçbir sorumlu sorun istemez. Bu demektir ki sormayacaksın ve "asli" olmayan işini göz göre göre yapacaksın. 

Bundan sonra ne yapacaksın dersen, hiç beklemedim bile. Daha önce bir başka gazetede de yazarken kullandığım müstear bir ismim vardı. Hiç ara vermeden müstear isimle yazılarıma devam ediyorum. Maksat yazmak değil mi? Ha asıl ismimle ha müstear, ne fark eder. “Asıl görevin değil” diyerek asıl ismime onay vermeyenler de bir köşe yazısına onay vermedik, biz ne kadar önemli bir yerdeyiz, biz onay vermeden kimse yazamaz diye kafalarını kuma gömüp kendilerini tatmin edip dursunlar. Bu arada, aynı durumda olan herkese onay vermeseler, bunlar prensip sahibi. İçime sinmese de prensiplerine saygı duyarım diyeceğim ama öyle değil. İstediklerine yazması uygundur onayı veriyorlar, istemediklerine de "Asli görevin değil" diyorlar. Merak ediyorum, onay verdikleri kişiler, halihazırda asli görevlerini mi yapıyorlar?  Demek ki adamına göre muamele yapıyorlar. Yesinler bunların adalet anlayışını!"

Tanıdığım köşe yazarı "yok bir şey" demişti. Bu kadar konuştuğuna göre varmış demek ki bir şeyler. Gördüğünüz gibi susmak bilmedi. O kadar doluymuş ki konuştukça konuştu ve içini boşalttı. Olan da bana oldu. Çünkü konuştuklarını dinlemek ve sonrasında yazıya dökme işi bana kaldı.

*01/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.