16 Ağustos 2020 Pazar

"...Namaz Olmaz" *


"Gömleğin kolunu katlarsan namaz olmaz."
"Kısa kollu kılarsan namaz olmaz."
"Başın açık olursa namaz mekruh olur."
"Çıplak ayakla namaz kılınmaz."
"Eşofman ve pijama ile kılarsan namaz olmaz."
"Ön safta boşluk varken arkada kılarsan namazın olmaz".
"Caminin içi boşken dışarıda kılarsan namazın olmaz."
"Caminin dışında namaz kılarken aradan yol geçiyorsa namaz olmaz."
"İçinden okurken okuduğunu kulağın duymaz ise namaz olmaz."
"Hutbe okunurken konuşursan namazın olmaz".
Yukarıda verdiğim daha da verebileceğim örnekleri; camiye gider, cemaate karışırsanız; imamdan, müezzinden, cemaatin ileri gelenlerinden zaman zaman duymanız mümkün. Bu konuda alnı secdeye değen çoğu kimse, bilir bilmez sana bu şekilde fetvalar verir. Camiye gitmekle sadece namaz kılmış olmaz aynı zamanda istemeden bu şekil fetvalar almış olursun. Kısa günün karı.
Bilir bilmez bu kişilerin verdiği bu atmasyon fetvaları duyunca moralin bozuluyor, camiye geldiğine geleceğine pişman oluyorsun. Acaba bunların bildiği, benim bilmediğim bir şey mi var diye tereddüde düşüyorsun. Daha da ötesi, namazın özüne dair olmayan bu söylemler, bir kolaylık dini diye bildiğimiz İslam dinini zorlaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor. Allah adına konuşmak, namazın olup olmadığı hakkında ileri geri konuşmak, mektep medrese görmüş gibi işkembeyi kübradan atmak ancak bir cahil cesareti olsa gerek. Maalesef bu konuda vatandaşımız sınır tanımıyor ve haddini bilmiyor.
Tüm bunları sade vatandaş yapsa duyduğunu din diye sana satıyor diyeceğim. Maalesef değil. Bunu mürekkep yalamış bazı cami görevlisi de yapıyor. İki hafta önce cuma için camiye gittim. Namazı içeride mi kılayım, bahçedeki çimler üzerine mi seccademi sereyim derken cami girişinde maske kontrolü yapan müezzini gördüm. Dışarıya ses geliyor mu dedim. "Kapıya yakın yerlere gelebilir, diğer yerleri bilmiyorum ama içeride boş yer varken dışarıda namaz olmaz" demez mi? Mübareği sanırsın ki fetva kurulu başkanı. İlmihalde okuduğunu bana din diye satıyor. Üstelik salgın dolayısıyla olağanüstü günlerden geçtiğimiz bugünlerde devlet, avlusu uygun camilerin bahçelerinde yani açık alanlarda namaz kılmayı önerirken bizimki, önce caminin içini doldurmaya çalışıyor. Fetvası da hazır: Namaz olmaz. Halbuki az kafayı çalıştırıverse "Bu pandemi dolayısıyla saflara bile mesafe kondu. Artık yan yana saf tutulmuyor. Dışarısı namaz kılmak için daha uygun" şeklinde düşünebilirdi. Ama böyle düşünse kafasındaki ezber bozulur.
Sonra bu namaz nasıl bir ibadet ki bunlara göre şöyle olursa olmuyor, böyle olursa olmuyor. Bir defa müezzin efendi böyle fetva vermeyi bırakmalı. Yapacağı ilk iş, caminin dışına sesin gelip gelmediğini uygun bir zamanda öncelikli olarak test etmek olmalı. Çünkü ilk ve öncelikli görevi budur. Çünkü cemaatin kalabalık olduğu sair zamanlarda içeride yer olmayınca vatandaş dışarıda namazını kılıyor. 

*28/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Benim de Bir Baskülüm Oldu Artık

Hemen hemen herkesin evinde olan bir baskülüm yoktu. Olması için de pek dert edinmedim. Kilomu da dert edinmedim. Ne zamanki yürüyüşe başladım. Göbeğin biraz eridiğini görünce önceleri meraktan tartılan ben, tartılmak için terazi arar oldum. Kimin evine gitmişsem teraziniz var mı, bir tartılabilir miyim dedim. Kimseye gitmemişsen zaman zaman ilaç aldığım eczaneye uğradım. Bir tartıldım. İki, üç, beş derken eczacıya "Ya hep gelip böyle tartılacağım ya da bu baskülü bana vererek kurtulacaksınız" dedim. Sadece gülümsediler. Yani baskülü vermediler.
Bir, iki haftada her tartıldıkça kilomun düşmesi beni memnun etmeye başladı. Bu beni daha da kamçıladı. Yürüyüşümü artırdım. Dere, tepe, düz, yokuş, iniş, cadde, sokak demedim, yürüdüm. "Senin göbek gitmiş" diyenleri duydukça yürüyüş süresini ve tempoyu daha da artırdım. Ama tartılmam lazım. Neredeyim? Zira önümü görmeliydim. Her zaman eczaneye uğramak da olmazdı. Bir baskülüm olmalıydı.
Hangi marka baskül almalıydım, hangisi daha güzel tartar, hangisinin fiyatı daha uygun olurdu? Nihayet 80 lira vererek birine bir baskül aldırdım. Sabahı bekleyemedim. Gecenin onunda yürüyerek baskülü almaya gittim. 75 dakikada gittim. Elime baskülü aldıktan sonra bir an evvel eve varıp tartılmalıyım diyerek başka bir yoldan 55 dakikada evime geldim. 
Eve girer girmez baskülü ambalajından açıp kurdum. Bir sevindim bir sevindim. Sormayın. Nasıl sevinmeyeyim. Zira benim de bir baskülüm olmuştu. Hemen üzerine çıkıp tartıldım. Yine bir sevinç bir sevinç! Bu sefer neye sevindin demeyin. 80-82 kilo ile başlayan yürüyüş serüvenim, meyvesini vermiş ve kilom 72-73 bandına inmişti. 
Şimdi girip çıkıp tartılıyorum. Yiyorum, tartılıyorum. İçiyorum, tartılıyorum. Niye tartılmayayım ki... Kilom indikçe, göbek eridikçe moralim yerine geliyor. Üstelik tartı bedava. Bedeli peşin ödenmiştir. 
Hala bir baskülünüz yoksa almanızı ve girip çıkıp tartılmanızı öneririm. Tartılırken aç karna tartılmanızı tavsiye ederim. Çünkü kilonuzu daha düşük gösteriyor. Yok, ben tokken tartılırım diyorsanız o zaman kilonuzu sorun edinmeyeceksiniz. Sorun ederim diyorsanız o zaman yürümek için benim peşime takılacaksınız. 

Türk Telekom Ses Verdi *

Cumartesi günü gazetemizde yayımlanan "Türk Telekom'a Açık Mektup" başlıklı yazım üzerine, Türk Telekom aynı gün aradı. D... isimli müşteri yetkilisi "Bize yazdığınız açık mektup üzerine aradığını, yardımcı olmak istediğini söyledi. Kendisiyle yaklaşık 26 dakikalık bir görüşme yaptım. Görevliye, yazımda dile getirdiğim hususları kısaca izah ettim. 

Bu kısa girizgâhtan sonra temsilcinin verdiği cevaplara geçmeden önce bir hususu belirtmek isterim. Hem cumartesi ve bugün yayımlanan yazım, her ne kadar benim şahsi meselem olsa da cumartesi günkü yazımı sosyal medyada paylaşınca sorunun, sadece benim sorunum olmadığını, bu vb. konularda GSM operatörü müşterilerinin sorunlarının da ortak olduğunu yazdıkları yorumlarından anladım. Yazmış olduğum açık mektupla mağdurlara tercüman olmuş oldum. Bu açıklamadan sonra müşteri temsilcisinin yazıma ve söylediklerime binaen verdiği cevaplara kısaca yer vermek istiyorum:

Herhangi bir taahhüdüm bulunmamasına rağmen tahakkuk ettirilen 29 lirayı sorduğumda, “Bu bedelin bir cayma bedeli değil, son bir aya ait indirim bedeli olduğunu, şayet 19 Haziranda değil de 21 Haziranda geçiş yapmış olsaydım bu bedel de yansıtılmayacaktı” dedi. (Daha önceki müşteri temsilcileri bunun cayma bedeli olduğunu söylemişlerdi. Sonunda bu parayı ödemiş olsam da en azından cayma bedeli adı altında ödememiş oldum. İndirim-bindirim meselesi sanırım.)
Aynı anda geçiş yaptığım iki hattımdan birine 17, diğerine 19 lira gelen “telsiz ücreti”ndeki farkı sordum. “Devletle yaptıkları anlaşma gereği telsiz ücretinin peşin alındığını, iki hattaki farklılık ise hatlar faturalı iken bir tanesinin telsiz ücretinin daha önceki faturaya yansıtıldığını, diğerinin ise yansıtılmadığını, aradaki iki liralık farkın buradan kaynaklandığını” söyledi. (daha önceki müşteri yetkilileri farkı açıklama yerine fatura ayrıntısını tekraren okumuşlardı.)
“Fatura ayrıntıları ve yaptığım açıklamaları size yazılı olarak gönderebilirim” dedi temsilci. İstemedim. Zira gerek de görmedim. Yalnız aynı firmanın temsilcilerinin verdiği farklı cevaplar beni düşündürdü. Daha önceki müşteri temsilcileri, “kayıtlı e posta adresim olmadığı için yazılı cevap veremeyeceklerini, fatura detayını gönderemeyeceklerini, teknik olarak e posta adresimi kaydedemeyeceklerini” ifade etmişlerdi. Demek ki istenince gönderilebiliyormuş.
Hasılı 45+77 lira olarak ödediğim faturalardan bana herhangi bir geri dönüş olmasa da yazım üzerine arayan D…isimli müşteri temsilcisiyle verimli bir görüşme yaptım. Önceki temsilciler ile kendisinin verdiği cevaplar arasında nüanslar vardı. Kendisini, aynı işi yapan emsallerine göre daha donanımlı gördüm. Kendisine de “Arkadaşlarınız bu durumu bana böyle izah etmiş olsalardı, ayrıca açık mektup yazmaya ihtiyaç duymazdım” dedim ve kendisine teşekkür ettim.
Burada bir teşekkür de Türk Telekom’a olsun. Hakkında herhangi bir şikayet oluşturulduğunda hemen dönüş yapan Türk Telekom, yazılan bir yazıya da tatil demeden aynı gün dönüş yaptı. Gösterdiği hassasiyet ve duyarlılığından dolayı Türk Telekom’a ayrıca teşekkür ediyorum. Aynı hassasiyeti Ulaştırma Bakanlığından da beklerdim. Zira yazımda “Faturalı hattan faturasız hatta geçildiğinde devletin, yılbaşına kadar telsiz ücretini peşin almasını, belki ben yılbaşını beklemeden hattımı kapattırıp kullanmayacağımı, bu peşin işine aklımın yatmadığını ifade etmiştim.  Ulaştırma Bakanlığından “Şundan dolayı böyle alıyoruz” şeklinde maalesef bir cevap alamadım. Merak ediyorum, Türk Telekom, ayrı bir hatta geçiş yapmış olsa bile eski müşterisini arayıp cevap veriyor. Vatandaşına daha fazla değer vermesi gereken devlet bunu niçin yapmıyor? Niye cevap versin ki… Devlet sadece aldığı vergiyi bilir. Bu konuyu CİMER’e yazsan, sana “Falan kanunun şu maddesine göre bu ücret alınmaktadır” cevabı verilir, iş kapanır.
Buradan Türk Telekom ve diğer GSM operatörlerine bu vesileyle şunu söylemek isterim. GSM’ler arasında vatandaş ne zaman geçiş yapmış olsa çoğunluk şu ya da bu şekilde bir mağduriyet yaşamakta ve hesaba katılmayan bir ücretle karşı karşıya kalmaktadır. Geçişlerde servis ve bayilerin tek yaptıkları, nüfus cüzdanının fotokopisini almak, numaranı yazıp okutmadan altına imza attırmak... Bence bir mağduriyet yaşanmaması için geçiş işlemi yapılırken vatandaş ayrıntılı bir şekilde bilgilendirilmelidir.

*17/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Ağustos 2020 Cumartesi

Kadının Fendi Erkeği Yener *

İstanbul Sözleşmesi üzerine Dilipak'ın yazdığı yazı, gündem olmaya devam ediyor. Yazdığı yazıdan dolayı Dilipak hakkında 81 ilde suç duyurusunda bulunuldu. Sayın Cumhurbaşkanı da yaptığı açıklamayla Dilipak'ı kınayarak tarafını seçmiş oldu. Gördüğünüz gibi kılıçlar çekildi. Kılıcını geri kim çeker, bunu zaman gösterecek.

Bana göre İstanbul Sözleşmesi eksisi ve artısıyla masaya yatırılıp bir güzel tartışılmalıydı. Görüyorum ki Sözleşme üzerinden başlayan tartışma, başka alanda devam edecek. Kimi Dilipak'ın yanında yer alarak karşı tarafı eleştiriyor, kimi söylediğinden dolayı Dilipak'ı eleştiri bombardımanına tutuyor, kimi zamanı mı aranızda sulh yapın diye üzülüyor, kimi de ne haliniz varsa kendi aranızda halledin, hatta birbirinizi kırın diye bıyık altından gülüyor.

Kendi adıma burada şunu söylemek isterim. Bu savaşta bir sulh olmazsa bu kavganın bir galibi olur ama sonuçları itibariyle bu savaşın bir kazananı olmaz. Galip taraf güçlü taraf olur. Halihazırda güçlü görünen, devleti elinde bulunduran iktidardır. Kadınların ekseriyeti de bu konuda hükümetin yanında yer aldığına göre hele kadınlara karşı erkeklerin galip gelmesi söz konusu olamaz. Çünkü kadının fendi erkeği daima yener.

Burada değinmek istediğim bir başka husus, bazıları Dilipak ile erk aynı düşüncelere sahipler. Bu yüzden tartışmayı büyütmeye gerek yok. Bu iş tatlıya bağlansın istiyor. Bana göre bir zamanlar aynı yerden beslenmiş olsalar da bugün aynı düşünmüyorlar. Biri sivil ve özgür düşünürken diğeri devleti temsil ediyor ve devlet refleksi ile hareket ediyor. Erk, imza attığı sözleşme yanlış bile olsa savunur. Aynı zamanda tartışmada nerede duracağı konusunda manevra yapar. Çünkü sandıkta getirisi ve götürüsü ne olur, onun hesabını yapar. Dilipak'a karşı daha çoğunluğu temsil eden kadınları tercih eder. Dilipak'ın bir kesim nezdinde özgül ağırlığı olsa da kadınların oy ağırlığı daha fazladır. Siyaset dediğimiz de böyle bir şeydir. Sonunda ölüm ya da intihar olsa da oy için kızılcık şerbeti içilir.

Yazıma son vermeden önce kısaca İstanbul Sözleşmesine de kısaca değinmek isterim. İkiden fazla cinsiyete kapı aralaması yönüyle bu sözleşmeyi uygun görmem mümkün değil. Toplumun kahir ekseriyetinin kabul etmediği bir cinselliğe resmiyet kazandırılması kabul edilemez. Sözleşmenin kadına şiddeti önleme yönüne gelince, bir sözleşme ve bu sözleşmeye dayalı olarak çıkarılan 6284 sayılı kanunun kadına şiddeti önleyeceğini düşünmüyorum. Kanundan hareketle erkeğe, kadına yaklaşmama ve evden uzaklaştırma cezasının verilmesi, şiddeti ve kadın cinayetlerini tetiklediğini düşünüyorum. İstanbul Sözleşmesi ve bu sözleşmeye dayalı olarak çıkarılan 6284 sayılı kanun bu haliyle devam etse de kaldırılsa da kadına şiddetin artarak devam edeceğini düşünüyorum. Çünkü bu durum kültürle alakalı bir durumdur. Bizde bu kültür anlayışı olduğu ve bu kültür devam ettiği müddetçe bize ne dinin emri ne ahlak ne de kanun söker. Sonunda ölüm de olsa yapacağımızı yine yaparız.

Bir diğer husus kadına şiddet tartışmaları da yanlış. Bunun adını doğru koymak lazım. Bu ülkede kadına şiddetten ziyade insana şiddet vardır. Bu şiddeti de güçlü olan daha güçsüz olana uygular. İster kadın ister erkek olsun, hangisi güçlü ise yekdiğerine şiddet uygular. Bedenen daha zayıf olan kadın daha fazla şiddete maruz kalıyor. İnanıyorum ki kadınlar bedenen daha güçlü olsunlar, şiddette erkeği aratmazlar. Çünkü biz şiddet toplumuyuz. Kimin gücü kime yeterse artık... Maalesef bizim adı konmamış kanunumuz budur.

Bir diğer husus her türlü şiddet ve cinayette hep sonucu tartışıyoruz. Bence sonucu tartışmak kadar şiddet ve cinayete giden yolların sebepleri de önemlidir. Sebeplerin üzerine yoğunlaştırsak şiddet ve cinayetleri en aza indirgeyebiliriz. 

*24/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Ağustos 2020 Cuma

Okullar Açılmalı *

Bilim Kurulunun tavsiyesi üzerine okullar 31 Ağustos'ta uzaktan, 21 Eylülde de aşamalı ve seyreltilmiş eğitime geçecek. Uzaktan eğitimi mart ayından itibaren gördük. Aşamalı ve seyreltilmiş ile ne kastedildiğini uygulama aşamasında öğrenmiş olacağız. 
İlerleyen zaman diliminde salgının artma ve azalma seyrine göre Bilim Kurulunun tavsiyeleri çerçevesinde MEB epey bir değişikliğe gideceğe benziyor. Öncelikle alınan karar ve takvimin ülkemize hayırlar getirmesini temenni ediyorum.
Bilim Kurulunun aldığı bu tavsiye kararında, salgının daha da yayılmasını önlemeyi ve çocukların sağlığını korumayı önemsediği anlaşılmaktadır. Sağlık önemli elbette. Hele bu, çocuklarımızı ilgilendiriyorsa akan sular durur ve durması lazım.
MEB, Bilim Kurulunun tavsiyesine uyarak yüz yüze eğitimi 21 Eylüle aldı. Ümit ediyorum ki sonbahara doğru artacağı öngörülen salgın gerekçe gösterilerek yüz yüze eğitimde tekrar bir erteleme yapılmaz. Tamam, çocuklarımızın sağlığı önemli ve onları korumalıyız. Ama çocukları korumanın yolu sadece okulları kapatmakla olmaz. Çünkü çocuklar cadde-sokak, çarşı-pazar, düğün-dernek, park-bahçe her yerde. Ailesi ile birlikte tatil yerlerine de gidiyorlar. Üstelik çoğu sosyal mesafeye riayet etmediği gibi maske de takmıyor. Hiçbirine de bir şey olmuyor. Büyüklerden sağlıklılar. Büyüklerine göre vücut bağımlılık sistemleri daha güçlü. Tek tehlikeleri, salgını kapmışlarsa bunu büyüklerine satmaları. Korkacak biri varsa büyükler okullu çocuklardan korkmalılar. Büyükler kendilerini çocuklarına karşı korumaya almalılar.
Hasılı çocuklar için endişeye mahal yok. Aşırı korumacılıktan vazgeçmek gerek. Okullar bir daha ertelenmeyecek şekilde 21 Eylülde açılmalı. Çünkü çocukları virüse karşı koruyacağız diye birçok sektörü bu uğurda kurban vereceğiz. Bilelim ki okullar sadece çocuklardan ibaret değil; okullardan ekmek yiyen kantinci, servisçi, kırtasiyeci ve okul kıyafetleri satan sektörler de var. Mart ayından beri bu sektörler yatıyor.
Bu durumda yapılması gereken,
*Her halükarda 21 Eylülde yüz yüze öğretim başlamalı.
*Maske, mesafe ve temizliğe özen gösterilmeli.
*Bağışıklık sistemi zayıf ve kronik hasta olan öğretmenler evinden çıkmamak şartıyla idari izinli sayılmalı.
*Öğrencilerden hasta ve kronik hasta olanlar evde eğitime tabi tutulmalı.
*Haftalık ders saati fazla olan Matematik ve Türkçe gibi derslerden birer saat indirilmeli.
*Seçmeli dersler bu süreçte okutulmamalı.
*Kalabalık sınıf mevcutlarında sosyal mesafeye riayet ve teması önlemek amacıyla sınıf mevcudu ikiye bölünerek bir kısmı bahçede oynarken diğer kısmıyla ders işleme yoluna gidilmeli. 20 dakika dersten sonra içerdekiler dışarıya, dışarıdakiler sınıfa alınmalı.
*Okullar fiziki şartlara göre gerekirse ikiye bölünerek sabahçı ve öğlenci olmalı.
*31 Ağustosta başlayacak uzaktan eğitime öğrencinin katılımı zorunlu olmalı. Uzaktan eğitime katılım imkanı olmayan öğrenciler için MEB, ücretsiz İnternet imkanı sağlamalı.

*21/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Ağustos 2020 Perşembe

Akyokuş Seyir Tepesi *

Günübirlik yürüyüşlerimde biraz yokuş tırmanayım, tırmanırken ter atayım diye rotamı zaman zaman Akyokuş Seyir Tepesine çeviririm.
Buraya tırmanmanın, 24 saat dalgalanan ay yıldızlı bayrağa ulaşmanın, sonrasında inişe geçmenin ve püfür püfür esen bir havada yürümenin, yürürken ayağının altındaki Konya'yı temaşa etmenin zevki bir başka. Ayaklarıma kara sular inse de yürürken hış-mış bıraksa da macera arayan yürüyüş severlere tavsiye ederim.
Bu kısa girizgâhtan sonra Seyir Tepesinde birbirinin tekrarı olarak gördüğüm bir hususa değinmek istiyorum. Büyükşehir Belediyesine ait en az iki zabıta aracını görürüm bu tepeye çıktığım her akşam. Bazen bunlara takviye olarak gelen trafik polis aracını da görürüm. Polis ve zabıta görevlilerinin görevi, aşağıdan yukarıya uzanan seyir tepesinin sağına, bisiklet yoluna park edilmiş araçları yerinden kaldırmak. Durmak ve park etmek yasak levhalarına rağmen soluklanmak, fotoğraf çekmek/çekinmek ve şehri temaşa etmek için duran araçları kaldırmak, görevliler için büyük bir meşgale. Anons, siren sesine ve "....aracınızı kaldırmadığınız takdirde plakanıza cezai işlem uygulanacaktır" uyarılarına rağmen aracını kaldırmamakta direnen insanımızın ayağına kadar gidiyor görevliler. Tam yolu boşaltıp resmi aracı sağa park ediyorlar. Ardından biri daha gelip yasak yere park yapıyor, sonra öbürü, az sonra diğeri. Hasılı gecenin yoğunluğu bitinceye kadar ilin zabıtası Akyokuş'da görev yapıyor, hem de içinde yeterince görevliler ve araçlarla birlikte.
Kısaca anlatmaya çalıştığım bu durum her akşam mütemadiyen böyle. Gördüğüm kadarıyla belediye burada mesai yapsın diye özel bir ekip görevlendirmiş ama yapılan bu görev sorunu çözmüyor. Çünkü adı üzerinde seyir tepesi burası. Tepe, şehri seyretmek için Konya'dan gidenlerle dolu. Buna Beyşehir tarafından gelirken katılanları da eklemek lazım. Zaten seyredilsin diye belediye 1 lira karşılığında dürbünler de koymuş. Gelip geçen kah fotoğraf çekiniyor kah şehrin fotoğrafını çekiyor. Kimi de çayını getirmiş, ailecek çay içmeye çalışıyor. Bu arada içkisini içenler de eksik olmuyor. Bir ara eski Meram Tıp binalarının oradan yukarı tırmanmıştım. İzlediğim yol bitti. Ne yapayım derken baktım Seyir Tepesindeki bayrak dalgalanıyor ve üstelik bana çok yakın. Cahil cesaretiyle tepeye diklemesine emekleyerek tırmandım. Tırmandım ama gelin bana sorun. Yukarıdan içilip atılmış ve kırılmış içki şişelerinin un ufak olmuş cam parçalarının içinden, dikenlerin arasından kendimi yaralamadan nasıl çıktım, bunu bir ben bilirim. Bizim seyirzadeler dertten ve zevkten içip içip şişelerini aşağıya yuvarlamışlar. 
Fazla dağıtmadan tekrar konumuza dönelim. Seyir tepesinde otopark yok mu? Bayrağın dalgalandığı yerde büyükçe bir ücretsiz otopark var. Vatandaş aracını oraya koyup sonra seyretse diyeceğim. Ama park dolu. Kolay kolay park yeri bulunmuyor. Çünkü tepedeki lokantaya gelenlerin araçlarıyla dolu park. Bu durumda vatandaş ne yapsın, belediye zabıtası ne yapsın. Vatandaş yasak dinlemeyip koymaya devam ediyor. Trafiği tehlikeye atmakla kalmıyor, aynı zamanda toplu halde bisiklet süren bisiklet severlerin yolunu da kapatıyor.  Zabıta da yolu açacağım diye didiniyor. Bu durumda ne yapılabilir?
Gördüğüm kadarıyla tepeye çıkan yolun sağına yapılmış kaldırım, 6-8 kişinin aynı anda geçebileceği şekilde geniş. Belediye kaldırımın bazı yerlerini biraz daraltıp seyir için gelenlerin araçları için cep yapabilir. Gelen araç bir beş dakika aracını park edip Konya’yı temaşa edebilir ya da kaldırımı tümden daraltıp burasını ücretli park haline döndürebilir. Zaten belediye yol kenarlarını ücretli park olarak çalıştırmakta çok maharetli. Burasını da ücretli park yapsın. Araç durur durmaz da park ücreti işlesin. Aracını park ederek Konya’yı seyretmek isteyen vatandaş bedelini ödesin. Bundan belediye de kazanmış olur. Belediye böyle bir düzenlemeyi düşünmüyorsa burada ayrıca zabıta görevlendirmesine gerek yok. Koyacağı kamera veya mobeseler vasıtasıyla duran aracın plakasına park cezası adı altında cezai işlem uygulayacak. Plakaya ceza yazıldığını bilen bir vatandaş kolay kolay gelip buraya park etmez. Böylece sorun çözülmüş olur. Buralarda görev yapan zabıtalar da başka yerlerde değerlendirilmiş olur. Bunların hiçbiri olmayacaksa belediye mevcut otoparkı nasıl büyütecekse büyütecek.

*14/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Görün Maharetimi ve Yazın Bir Kenara!

Bugün kendimle gurur duydum. İşte kabiliyet, işte yetenek dedim kendi kendime. Tamam, pek göstermiyorsun ama sende müthiş yetenek var. Tek eksiğin keşfedilmeyi beklemek dedim. İstedim ki bu gurur kendimde kalmasın, siz de haberdar olun ki kiminle sosyal medyada aşık attığınızı bilin.

Alışverişten çıkıp aldığım eşyaları bagaja koydum. Bagajı kapattıktan sonra aldığım yetmezmiş gibi bir başka markete uğramak için arabama bindim. Yola çıktım. Sağ, sol, geri geri derken ışıkta durdum. Belediyemizin hizmetlerinden kasislere çıkıp indim.  Dakikalar sonrasında yeni marketin parkına aracımı park ettim.
Araçtan inip markete yönelirken bagajın üzerinde simsiyah bir şey dikkatimi çekti. Bir telefondu. Bir an için biri aracımın üstüne bir telefon koymuş. Sanırım bana hediye etmiş olmalı dedim. Bir sevindim bir sevindim. Sonra cebime davrandım. Cebimde telefonum yoktu. Bagajın üstünde gördüğüm benim emektar telefondan başkası değildi.

Market çıkışı tuzlu ödemem aklımı başımdan almış olmalı ki telefonu bagajın üstünde bırakmışım. Yine bir sevindim bir sevindim sormayın. Nasıl sevinmem. Bir marketten diğer markete; sen kalk, o kadar yol tep. Telefonum bagajın üstünde düşmeden seyahat etsin benimle birlikte. Hareket edince düşse, arkadan gelen bir araba çiğnese yoktan başıma iş alacak, yeni bir masrafa girecektim. Tamam eski, pek işe yaramıyor, yeni bir telefon al, ben seni daha fazla çekemem diyor ama dövizin dalgalı günlerinde yeni bir telefon almak öyle market alışverişine falan benzemez. Adamı yere yıkar, hele beni. Hasılı eşeğini kaybeden Nasrettin Hocanın duyduğu üzüntüyü hissetmeden eşeğimi bulmanın sevincini yaşadım.

Markete girmeden şu bagaj üstündeki telefonumun fotoğrafını bir çekeyim, sonra paylaşayım, cümle alem maharetimi görsün dedim. Nasıl çekecektim? Çekmek için cep telefonumu almam gerekiyor. O zaman sadece bagajı çekmemin bir anlamı kalmazdı.

Market alışverişini yaptım, ardından bir başka markete gittim. Eve ne ihtiyaç varsa fazlasıyla aldım. Çünkü ne alırsam alayım hepsi bir telefona vereceğim paranın onda biri etmezdi.
İçimde hissettiğim tek üzüntü telefonumu çekip haber yapamamak.

Ama mutluluğum ve kendimle gurur duymam devam ediyor. Zira içim içime sığmıyor, nasıl bir iç ise. Artık kendi kendime konuşuyorum: Bravo Ramazan! Bir de kendini beğenmezsin. Tamam, unutmuşsun. Bu da bir kusur ama bu kadar kusur herkeste olur. (Sakarlığım aklınıza gelmesin. Zira çekemem.) Ama bu yaşta bu kabiliyet...helal olsun sana! Kolay mı arabanın üstündeki cep telefonunu düşürmeden seyahat etmek. Bir de şoförlüğünü beğenmezsin. Benim araba sürüşüm pek iyi değil dersin. Değme şoförler bu kabiliyeti gösteremezler. Kendini küçümsemeyi bırak, hatta kendinle gurur duy, dedim. Bu arada içimden size de bir taş attım: Bir de aracımı beğenmezler, muayeneden ilk defa da geçemedi derler dedim.

Sakın ola ki ne var bunda. Bunu ben de yaparım deyip moralimi sıfırlamayın. Benim için araç üstünde telefonu düşürmeden seyahat etmek, içi simit dolu tepsiyi düşürmeden başında götürmek gibidir.

Ne alaka demeyin. Siz başınızda simit tepsisi, düşürmeden yürüyebilir, bu şekilde simit satabilir misiniz? Ben bir ara düşündüm. Satma aşamasına geçmeden gözümün önüne sağa sola serpilmiş simitler geldi. Haliyle tangır tıngır düşen tepsi de. Sağdan soldan bakışmalar... Baktım rezil olacağım. Simit satma işine hiç girişmedim. Zira gözüm kesmedi.

Yıl 1987 veya 88 idi. Kayseri'de öğrenciyim. Cepte para suyunu çekti. Gelecek param da yok. Talas Öğrenci Yurdunda (Şimdiki adı Erciyes Öğrenci Yurdu) herkes okula gştmeye hazırlanırken ben de otobüse binip Kayseri amele pazarını boyladım. Pazarda benden başka çokça bekleşen vardı. En arkalarına geçip beklemeye koyuldum. Öndekiler iş bulup gidecek, sıra bana gelecekti. Saatlerce bekledik. Gelen giden olmadı. Az sonra biri geldi. Öndekilerle bir şeyler konuştu. Sonra çekip gitti. Öne geçip ne diyor bu amca dedim. Simit satacak birini arıyor dediler. 

Amele pazarında iş çıkacak gibi değil. Zira bana para lazım. Neye niyet neye kısmet. Gerekirse simit de satarım, şu amcayı kaçırmayayım bari dedim. Amca önde, ben arkada epey bir yürüdük. Cesaret edip amca simidini ben satayım diyemedim. Çünkü ya amca bana, içinde simit dolu bir tepsi verip bu tepsiyi başına koy, çarşı-pazar dolaş, simitçiii diye bağır ve sat gel dese -ki der- nasıl bağıracaktım. Haydi bağırdım. Tepsiyi başımda nasıl tutacaktım. Haydi tuttum. Biri simit alacağında başımı eğince tüm simitler düşerse işte o zaman ne yapacaktım. Baktım simit satmak, öyle göründüğü gibi kolay değil. Vazgeçtim. Gerisin geriye dönüp o gün okula mı gittim yoksa iş bulmak için Talas ilçesine mi gittim. Şimdi hatırlamıyorum. 

Gençliğimde cesaret edip satamadığım simit satışına bugün cesaretim geldi. Araba üzerinde düşürmeden cep telefonu dolaştırdığıma göre simidi hayli hayli satardım. 

Hasılı, gençliğimde -gerçi hala gencim- keşfedemediğim yeteneğimi 58 yaşımda keşfettim ve dedim, sen neymişsin be Ramazan...(Kendimi övmeseydim çatlayıp ölürdüm. Zira sizin göreceğiniz yok. Düşünün bir kere, bu yazıyı yazıncaya kadar kaç simit satardım, paraya para demezdim.) Ama yasağa takılırım şimdi de. Çünkü bugün simit satmaya kalksam dışarıda simit satmak, hele başa konan tepsi içinde simit satmak belediyece yasak. 

Not:Bagaj üstündeki cep telefon resmini görünce telefonun yokken bu resmi nasıl çektin derseniz, eve gelip alışverişi eve çektikten sonra evden bir telefon istedim. Telefonumu bagaj üstüne koyup çektim efendim.