24 Temmuz 2020 Cuma

Ayasofya ve Ben

Malumunuz bugün Ayasofya cami olarak ibadete açıldı ve ilk cuma kılındı. Vatana, millete ve dini mübine hayırlar getirmesini temenni ediyorum.
Gelelim merak ettiğiniz konuya. Biliyorum, hepiniz cumayı nerede kıldığımı merak ediyor. Lafı evelemeden ve gevelemeden söyleyeyim. Zira saklanacak bir durum kalmadı orta yerde. 
Son ana kadar telefonumu açık tuttum. Postacının yolunu gözledim. Kargoyla da olabilir dedim. Mesaj kutumu ve e posta adresimi kontrol ettim. E posta gereksiz e postaya düşmüş olabilir mi diye  gereksiz E postaya göz gezdirdim. Neyi mi bekledim. Reisicumhurdan ya da DİB başkanından "Bu tarihi ana şahitlik etmen için zatı âlilerinizi de aramızda görmek isteriz" şeklinde bir davet bekledim. Beklediğim tüm dağlara karlar yağdığı gibi Ayasofya daveti de gerçekleşmedi. Bekleye bekleye baktım olmayacak. Zira cuma kaçacak. Kendi kendime dünya hali. Olur be Ramazan böyle şeyler. Sen mütevazı insansın deyip "En iyi cami, evine en yakın cami" sözü gereğince cumamı, adrese dayalı kayıt alanımdaki camimizde kıldım. Ne ummuştum ne buldum. Hayırlısı. Allah nerede kılmışsak cumamızı kabul etsin.
Cumayı kıldım ama içimde bir ukde ve uhde kaldı. Cumhurbaşkanı yoğundur, "Bizim Ramazan'ı da çağırın. Mutlaka yanımda aynı safta görmek istiyorum" demeyi unutmuş olabilir. Ama bilin ki Ali Erbaş'a gönül koydum. Beni es geçmemeli ve görmezden gelmemeliydi. Zira görmezden gelmek bir DİB başkanına yakışmaz. Bir defa benim "özgül ağırlığımı" yabana atmamalıydı. Her şeyden de öte Başkanla asker arkadaşıyız. Başkan şunu çok iyi bilir ki "Okul, asker ve hapishane arkadaşları unutulmaz". Ama bizim Ali unuttu gördüğünüz gibi. Bedeninle değil de bedeliyle askerlik yaparsan bedelli asker arkadaşlığı da bu kadar olur demek ki. Ümit ediyorum ki askerde arkasında namaz kıldığım, hutbesini dinlediğim Erbaş da unutmuştur, bulunduğu makamdan dolayı beni es geçmemiştir.
Tüm durum bundan ibarettir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Başakşehir ve Konyaspor *

2019-2020 Süper Lig şampiyonu ligin bitimine bir hafta kala belli oldu ve ipi Başakşehir göğüsledi.
Başakşehir'in bu şampiyonluğu bana göre anlamlı bir şampiyonluktur. Başakşehir bu başarısıyla;
-Şampiyonluk dört büyüklerin tekelinde değildir. Bursaspor’un ardından bu şampiyonada ben de varım, dedi.
-Birkaç yıldır zirveye oynayan ama bir türlü sonuca gidemeyen Başakşehir bu başarısıyla şeytanın bacağını kırmış ve buraya tesadüfen gelmediğini göstermiş oldu.
-Gösterdiği bu başarısıyla diğer takımlarımıza örnek oldu. Onlara “Yeter ki kendinize inanın, büyük takım diye bir şey yok” dedi.
-Tribünlerde 12.adamından mahrum olmasına rağmen bu başarıyı gösterdi.
-“Bu takımın arkasında İstanbul Büyükşehir var. Finansmanını belediye sağlıyor” algısını “öyle değil” diyerek cümle aleme göstermiş oldu. (Geçtiğimiz yıllarda şampiyon olmuş olsaydı, çoğu kimse arkasında koskoca belediye var. Bu takım şampiyon olmayacak da başkası mı olacak, derdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi el değiştirdikten sonra bildiğim kadarıyla Belediye, Başakşehir’e olan desteğini çekti.)
Hasılı Başakşehir'i tebrik ediyorum. Şampiyonlar liginde başarılar dilerim. Ümit ediyorum ki Başakşehir bundan sonra da yine şampiyon olur, hep şampiyonluğa oynar ve ligimize ayrı bir renk ve rekabet katar.  Başakşehir'in bu başarısı diğer takımlarımıza da örnek olur.
Gelelim Konya’ya…Sezonda işleri iyi gitmeyen Konyaspor, kötü gidişe dur demek için teknik direktör değişikliğine gitti. Olmadı. Deplasman ve klasmanda verdiği puanlarla düşme hattına yakın bir yere demir attı. Sonunda düşme potasına da girdi. “Bu sene bu takım olmaz. Şampiyonluğun en güçlü iki adayı Başakşehir ve TS’la maçları var. Kesin düşer” demeye başlamıştık ki bitime bir hafta kala, son iki maçta gösterdiği performansla “Daha ben ölmedim. Kim benden ümidini keserse mahcup olur” dedi. Biz mahcup olmaya razıydık. O da “Benim mahcubiyetim lafla olmaz, icraatla olur” diyerek aldığı galibiyetlerle bizi mahcup etti. Böyle mahcubiyete can kurban. Şampiyon olmuş gibi Konya’yı sevindirdi.
Konyaspor’un bitime bir hafta kala aldığı bu iki galibiyet çok anlamlı.
-Süper Lig bensiz olmaz dedi. Çıkışıyla ligde kalmayı garantiledi. Son haftaya rahat giriyor.
-Ligin şampiyonunu belirledi. “Ben küme düşme mücadelesi versem de ligin şampiyonluğu benden geçer” dedi. Önce Başakşehir’i yenerek lig şampiyonluğunu son iki haftaya öteledi. Ardından şampiyonluğun ikinci en güçlü adayı Trabzonspor’u deplasmanda yenerek bu sene şampiyon olamayacaksın, ilk dört attığım takımı şampiyon ilan ediyorum, dedi ve gönüllerin şampiyonu oldu.
Tebrik ediyorum şehrimizin takımını. Ama deyip birkaç laf sayacağım takımımıza.
Şakayı ve heyecanı severiz ama ölüp ölüp dirildikten sonra ardından gelen böyle eşek şakalarını sevmiyoruz. Lige işin başında asılmalı. Artık bir istikrar takımı olmalı. Kah Ziraat Türkiye Kupasını ve Süper Kupayı  müzesine götüren, kah zirveyi zorlayan, kah orta sıralarda gezinen, bir de bakmışsın ki düşme potasına giren bir takım istemiyoruz. Düşme hattını lügatinden çıkarmalı artık. Başakşehir gibi hep zirveye oynamalı ve şehrimize yakışan bir takım hüviyetine bürünmeli. Moral için söylemiyorum. Ölüsü, şampiyon adaylarına dört çekiyorsa dirisi neler yapmaz… Yeter ki Konyaspor kendine güvensin.

*22/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Temmuz 2020 Pazar

Temsil ve Ağırlama Giderleri *

İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis kürsüsünde bir konuşma yapan grup başkan vekili M. Tevfik Göksu'nun, belediyenin temsil ve ağırlama giderleriyle ilgili basına düşmüş kısa bir videosunu izledim. Açıklamasına göre "İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı 11 belediye başkanını bir restoranda ağırlar. Ağırlamanın bedeli, her bir davetliye düşen miktar 6395 lira". "Belediyenin temsil, ağırlama ve reklam giderlerinin yüzde 544 artış gösterdiği” yine aynı konuşmada yer almaktadır. 

Bu örnekten hareketle temsil ve ağırlama giderleri üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum. Değerlendirmeye geçmeden önce şunu ifade etmek isterim. Bu harcamayı yapan belediyenin hangi partiden olması benim için önemli değil. Başkanın kendisini ve partisini yerecek de değilim. Yazılarımı takip edenler bilir. Olaylardan hareketle olması gereken prensipler üzerinde durmaya çalışırım. Bu harcamayı bugün bu Başkan yapar, yarın bir başka partinin başkanı yapar. Bu konuda partilerin sicili pek değil, hiç iyi değil.

Grup Başkan Vekilinin iddialarına ilgili Başkan cevap vermiş olmalı diyerek sanal alemde kısa bir tur attım. Herhangi bir cevaba rastlamadım. Verilmiş bir cevap bulabilseydim bu cevaba da burada yer vermek isterdim.

Bir kişiye 6395 liraya mal olan yemeğin fiyatı sanırım hiçbirinize makul gelmez. Kazığın da ötesinde bir rakam zira. Bu para ne yemekte harcanacak bir rakam ne bu kadar yemeği bir mide yiyebilir ne de adı ne olursa olsun yenen yemeklerin fiyatı bu rakamı bulur. Rakamda ve hesapta bir anormallik var. Bu rakamın savunulacak bir tarafı yok. Doğrusunu lokanta sahibi ile ancak belediyenin gelir gider işlerine bakan personeli bilebilir. Dışarıdan biri olarak bu rakam üzerinden ancak yorum yapabilirim:
1.Restoran çok lüks bir yerdir. Her türlü özel yemek özellikle diğer ülkelerin yemek çeşitleri de vardır. Burada ancak VİP seviyesinde insanlar yemek yiyebilir.
2.Belediye bu lokanta ile anlaşmalıdır. Belediye zaman zaman gelen misafirlerine burada yemek ikram etmektedir. Fatura her zaman kesilmemektedir. Lokantada daha önce yemek yiyenlerin fiyatı son faturaya dahil edilmiştir.
3.Lokanta sahibi, "Bedelini nasılsa belediye ödeyecek. Bu denizden faydalanmalıyım ve özel misafirler için faturayı biraz şişireyim. Bunu kim bilebilir diye düşünmüş olabilir.
4.Belediyenin harcama kalemi olmayan bir alışverişi olmuştur. Bu borcu, ucu ve önü açık temsil giderlerinden ödemek istemiş, lokantacıya, "Faturayı şişir, yemek masrafını düştükten sonra geriye kalan şu kadar parayı bize elden ver" demiş olabilir. 
Sebep bunlar ya da başkası olabilir. Kurumlar, özellikle belediyeler bir yere bir harcama yapmak isterlerse bunu kılıfına uydurur. Bu tür harcamanın resmiyette de bir sakıncası olmayabilir. 
Burada üzerinde durmamız gereken devletin kurum ve kuruluşlarının çoğunda yeri olan ve yetkisini yasal mevzuattan alan temsil, ağırlama ve reklam giderleridir. Boşluğu bol olan bu harcama giderlerini kısmak hatta gerekirse kaldırmak gerekiyor. Kişilerin insafına terk edilirse dudak uçuklatır türünden bu şekil harcamalar karşımıza çıkar. Bu harcama kalemi duracaksa; kurum ve kuruluşlar kimlere, hangi şartlarda, ne kadar harcama yapabilir? Belediye başkanlarının ne kadara kadar yetkisi var? Tüm bunlar açıkça belirtilir. 
Burada şunu da belirtmek isterim. Bu şekil fahiş harcama ancak devlet kurumlarında özellikle belediyelerde olur. Bunun sebebi de belediye ve devletin sahibi yok. Emaneten buralara gelenlerin çoğu da devletin parasını deniz, yemeyeni ve yedirmeyeni de keriz olarak görme anlayışına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Buralarda görev yapanlar "Bu para belediyenin sırtından değil de benim cebimden çıkacak olsa ben misafirlerim için bu kadar para harcar mıyım" diye düşünmeleri gerekir. Gerçekten tüzel kişilik değil de hangi özel kişilik bu kadar bonkör davranabilir? Kendi adıma beni ziyarete gelen misafirim ne kadar özel olursa olsun, benden bu rakam çıkmaz. Sizden çıkarsa da bilemem. Ama bilirim ki sizden de çıkmaz hatta Ekrem İmamoğlu'nun cebinden de çıkmaz. Ben, sen, o; hiçbirimizden bu rakam çıkmazsa o zaman başkasının sırtından özellikle belediyenin sırtından ağalık yapmanın bir alemi yoktur. 
Bu ülkede devletin malı yetim malı olarak görülmedikçe; belediye başkanı, kimin malını kime yedireceğim demedikçe; davetliler, "Sayın başkan bu yemek belediyenin sırtına binecekse bu doğru değil. Biz yemeyiz demedikçe; devletin ilgili iç ve dış denetim kurumları; yerinde, zamanında ve gereğince gelir gider tablosunu inceleyip gereğini yapmadıkça, fahiş harcama karşılığında harcayan kimseye bir müeyyide gelmedikçe bu harcamalar şu ya da bu şekilde kılıfına uydurularak yapılmaya devam edecektir. Maalesef bu şekil harcama dendiği zaman da akla ilk gelen yerler, belediyelerdir. Belediyeler bu ülkenin sırtında en büyük kamburdur. Çünkü bu ülkede belediyelerin kasası "Yağma Hasan'ın böreği"dir. Dileyen dilediği şekilde bir yolunu bulur, harcar. Birilerini zengin eder ve karşılığında da bir bedel ödemeden ya çeker gider ya da yoluna devam eder. Bu konuda siyasi partilerimiz de tencere kapak gibidir. Birbirlerini israf yapıyorsun diye siyaseten ayıplasalar da bu konuda yok aslında birbirlerinden farkları. Yeter ki ellerinde büyük veya küçük bir belediyeleri olsun. Belediyeler siyasi partilerin arpalığıdır, altın yumurtlayan tavuğudur. Hangi belediye başkanı bu duruma karşı çıkarsa partisi tarafından istenmeyen adam ilan edilir. Bir sonraki seçimde de yeniden aday gösterilmez. Bu da siyasi hayatına mal olur. Maalesef ben bu durumu böyle okuyorum. İstisnaları yine hariç tutuyorum. Hangi partiden olursa olsun devletin/belediyenin kasasını yetim malı görenlerin sayısının çoğalması dileklerimle...

*24/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Temmuz 2020 Cuma

Dilenciliğin Yeni Türü *


Biz, "Dün ne idiysem bugün de oyum" diye zaman zaman övünsek de değişmeyen tek şey, değişimdir" sözü gereğince ayakta durmaya çalışan birçok sektör, kendisini çağın şartlarına göre yeniliyor. Yenilemeyen önce yerinde sayıyor, sonra  küçülmeye gidiyor, ardından yok olmaya yüz tutuyor. Kendisini durmadan yenileyen sektörlerimizden bir tanesi de dilenciliktir.
Yakın zamana kadar dilenciler,
"Allah rızası için bir ekmek parası…”,
“Allah rızası için bir sadaka…”,
“Allah, çoluk çocuğuna bağışlasın. Ha bir ekmek parası…” şeklinde para isterlerdi.
Elinde bir piknik tüpü olduğu halde “Bunu dolduramadım”, “Çocuğumun ilacını alamadım” , “İl dışına gideceğim, otobüs parası olmadığı için gidemiyorum” derlerdi.
Kimi eline kağıt mendili alır, "Bir tane almaz mısın" der. Fiyatını sorduğun zaman adı, "Ne verirsen" olur.
Kimi, insan yoğunluğunun çok olduğu yere sergiyi ya da avucunu açar. Gelen geçenden ister. Kimi, dükkan dükkan esnafı dolaşır, kimi de çarşı pazar dolaşır ve dilenir. Kimi de bir şey soracakmış gibi  "Bir saniye, bir şey diyebilir miyim" diyerek yanına yaklaşır. Ardından "Yanlış anlamayın, dilenci değilim" diye söze girer. Kimi, ailecek farklı farklı yerlere tezgahı açar. Kim ne kadar toplarsa artık.
Bunları ve daha fazlasını gördük. Dilenciliğin farklı yönleri olsa da şimdilerde daha yaygın kullanılan  bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Bu tür yeni değil. Epeydir dolaşımda. Önceki dilenciler pejmürde bir kıyafetle karşına çıkarken yeni nesil dilencilerin giyim kuşamı daha düzgün. Yaşları da genç. Geçerken seni durduruyor: "Yanlış anlamayın. Dilenci değilim. Falan yere gideceğim. Gideceğim yer uzak. İki dolmuşluk mesafe. Bana dolmuş parası verebilir misin" diyor. Kısaca dolmuş parası isteniyor. 
Sizi bilmem ama bu yeni nesil dilencilik bana makul geldi. Demek ki dilenciler 5, 10, 25 kuruş ve 1 lira atılmasından bıkmış olmalı ki rayici dolmuş fiyatına çıkartarak çıtayı yükseltmişler. Bir dolmuş indi-bindi fiyatı, şehirden şehre değişse de Konya'da 2,5 lira. Adam yardım yapacaksa ona göre hesap yapmalı. Dilenci, iki dolmuşa bineceğine göre en az 5 lira vermeli. Dilenci, gittiği yerde kalmayıp geri döneceğine göre hayırsever 10 lira vermeli. Bu hesaba göre dilenci, bir kişiden daha fazla yardım alacak, bozuk paradan kurtulmuş olacak ve daha fazla para toplamış olacak. Ayrıca kolay mı bozuk parayı cepte taşımak? Sonra dilenciye verir gibi 5, 10, 50 kuruş vermeler ayıp değil mi? Alenen söylüyorlar ben dilenci değilim diye. Anlamanız ve gereğini yapmanız için daha ne desin dilenciler…
Nasıl beğendiniz mi dilenciliğin bu yeni türünü?
Dilencilik yapacaksınız ve yol yordam bilmiyorsanız, benden bunun yolunu öğrendiniz. Yok, ben dilenci değilim. Bu taraklarda bezim yok diyorsanız, bu durumda yapacağınız pamuk elleri cebe atmak ve en azından bir dolmuş parası çıkarıp vermektir. “Allah versin” demek ya da “Cebimde bozuk para yok” demek, dilencilerin en hoşlanmadığı sözlerden olsa gerek. Unutmayın! Bozuk para yok, “Bir dolmuş parası…”
Dilencilerden kaçı, ne kadar ihtiyaç sahibi bilmiyorum. Biri bırakıyor, diğeri yakalıyor seni. Ama sayıları o kadar çok ki sanırım bir sektör haline geldi. Hem öyle sektör ki kendisini durmadan yeniliyor. Durmadan kendisini yenileyen bu sektöre bir çözüm bulmak lazım ama nasıl? En azından devlet, STK’lar ve yardım kuruluşları bunlara bir el atmalı. Devlet bunlara göz açtırmazken yardım kuruluşları da tek çatı altında bunlara el uzatabilir. Bu mesele uzun ve ayrı bir yazı konusu.
Not: Yazmış olduğum bu yazıyı hazırlayıp göndermek için taslaklara kaydettim. Dilenciler gibi dolmuşa falan binmedim. Bir görüşme için yürüyerek çarşıya gittim. Bir GSM operatörünün önünde beklerken elinde ekmek poşeti olduğu halde tesettürlü ve mazbut bir kadın yanıma yaklaştı: “Mutfağımda yiyecek bir şey yok. Oğlum hapishanede” dedi. Cebimden çıkarıp bir 5 lira verdim. Parayı aldı ama azırgandı. Halbuki gidiş ve gelişe yetecek iki dolmuş parasıydı verdiğim. “Şurada market var. Gel, alışveriş yapıver, bir şeyler al” dedi. Bir görüşmeye geçeceğim için market alışverişine gidemedim. Epey bir ısrardan sonra benden uzaklaştı. Yan taraftaki dükkanın kapısından bir şey söylemesiyle uzaklaşması bir oldu. Esnaf dolmuş parası da vermedi ama ısrarcı da olmadı. Sanırım kendilerini dinleyen, az veya çok bir şeyler verenlere ısrarcı oluyorlar.

*25/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


16 Temmuz 2020 Perşembe

Dünyadan Kopuk Dünyalılar *

Dünya, içinde yaşayıp nimetlerinden faydalanmaya çalışan ama dünyayı ve hemcinsi dünyalıları okuyamayan dünyadan kopuk dünyalılarla dolu. Sayılarını bilmiyorum ama şu özelliklere bakarak sayıları hakkında bir kanaate varabilirsiniz. (Belki kendimiz de bunların arasında olabiliriz.)
*Lügatlerinde üretim yoktur. Patenti alınmış, dünyaya servis edecekleri bir ürünleri yoktur. Başkalarının ürettiklerini alıp satan tüketicidirler.
*Çalışma yerine konuşmayı, bol keseden atmayı, hamaset yapmayı, geçmişi kötülemeyi ve geçmişle övünmeyi severler.
*Güçsüzken sesleri çıkmaz. Korkaktırlar. Bu süreçte kendilerini ifade edebilmek için alabildiğine nazik ve kibardırlar. Kavgacı değildirler. Adil, dürüst ve güvenilirdirler. Taşradan merkeze yürümek için ah bizi bir anlasalar, biz göründüğümüz kadar kötü değiliz derler. Merkez bunları kabul edip gücü ele geçirdikleri zaman tüm naziklikleri gider. Alabildiğine saldırganlaşırlar. Asla eleştiriye gelmezler. Kim eleştirmeye kalkarsa vatan hainidir, satılmıştır. Hain ve satılmışların yapacağı tek şey bunlara boyun etmektir. Yaptıklarına ses çıkarmamaktır. Rakiplerine karşı acımasızdırlar. Bunun için her şeyi göze alırlar. Tüm savundukları değerleri ayakları altına alırlar. Çünkü bunlara göre tüm kişi, kurum ve kuruluşlar fethedilmesi ve teslim alınması gereken kişi ve yerlerden ibarettir. Tüm bunları yaparken yine eskisi gibi din, iman, vatan, dürüstlük ve adalet gibi kavramları kullanmaya, dürüst ve âdil görünmeye devam ederler. Çünkü hem buna kendilerini de inandırmışlardır. 
*Referansları hep dindir, söylemleri dindir. Dinle yatarlar, dinle kalkarlar. İnsanları sınıflandırırken de dini olup olmadıklarına bakarlar. Dini, emirleri gereğince dört dörtlük yaşayamasalar da birkaç ritüelin dışında dini, emirlerine alıp tepe tepe kullanırlar ve dinden beslenirler. Başka da malzemeleri yoktur. Sanki bir kendileri Müslüman’dır. Bunlarla mücadele etmeye kalkan dinle, dini değerlerle mücadele etmiş gibi kabul edilir.
*Sloganlar ve hamasetlerle yaşarlar. Pek değil, hiç okumazlar. Ayakları hiç yere basmaz. Önyargılıdırlar. İftira atmaktan korkarlar ama iyi birer niyet okuyucusudurlar. Fanatik derecesinde tarafgirdirler. Asıp kesmede üzerlerine yoktur. Sürü psikolojisi ile hareket ederler, algılarla yönetilir, algılarla yaşarlar. 
*Akıllarını kullanmazlar. Bir şeye kafa yormazlar. Bir lidere veya şeyhe bağlı olarak yaşarlar. Tüm bildikleri ve savundukları akıllarına yatmasa da lider ya da akıl hocalarının söylemleridir. Hayatları bunları tekrardan ibarettir. Çünkü lider/şeyhin bir bildiği vardır. Bunların tüm yaptığında bir hikmet vardır. Lider/şeyhlerine aşırı bağlıdırlar. Onun bir dediğini iki etmezler. Sözle de olsa onun için ölümü göze alırlar. Yapılan her olumsuz konuşmayı, vuku bulan her olumsuz olayı lider veya şeyhlerine yapılmış, onların hayatına kastedilmiş bir tehlike olarak görürler.
*Kendilerinden başka kimsenin Müslümanlığını beğenmezler.
*Kendi aralarında bitmez tükenmez tartışma Kur'an-sünnet/hadis kavgasıdır. Birbirlerini sapık, kafir, müsteşrik, hurafeci, gelenekçi, indirilmiş ve uydurulmuş din mensubu olarak itham ederler. Tüm bunları "Din kardeşim, aramızdaki bu sorunu bir araya gelip çözelim" demezler. Arkalarında kendilerini destekleyenlere mesaj vermek için uzaktan atış yaparlar. Birbirlerini anlamaya asla yanaşmazlar. Korkak olmasalar ya da ellerine imkan geçse katli vacip deyip birbirlerini öldürmeyi de göze alırlar. Bunu da kendi emelleri için değil, "Allah rızası" için yaparlar.
*Sadaka kültürüne bağlı olarak yaşarlar. Balık tutmayı öğretme yerine balık yemeyi ve yedirmeyi severler. İçlerinde pek azı hariç yapılan sadakanın balık tarafından bilinmesini pek önemserler ve yardım edilen kişinin bunu takdir etmesini, kendilerini sayıp sevmesini beklerler. Fakir fukaranın yaşantısına, ne yiyip ne içeceğine dahi karışırlar. Fakir ama kendisine dikkat etmeyen fakir bir daha yardım yüzü göremez. Yakından uzağa en ihtiyaç sahibi akraba ve komşular tercih edileceği yerde uzaktaki fakiri görüp gözetirler. Çünkü yakındakiler yardımı hak etmiyor bunlara göre. Uzaktakine yardım götürmek için vakıf ve derneklerin çoğu aracı kurumdur. Aynı amaca hizmet eden, aynı yerlere hizmet götüren o kadar yardım kuruluşu var ki saymakla bitmez. Yardım kuruluşlarının yönetim ve başında olanların çoğu da "Ben bu kadar hizmet ettim. Bu hizmetten biraz da başkası nasiplensin” demez. Hizmette sınır yok deyip ömrünün sonuna kadar hayır/hizmet yapmaya devam ederler. 
*Özgür bir birey olma yerine kendilerini bir grup ya da camianın içine atarak aidiyet kazanmaya çalışırlar. Camia bunları, bunlar camialarını beslerler. Çoğu zaman bu aidiyet dinlerinin önüne geçer. Bir oy verecekleri zaman bile yukarıdan gelecek talimatla hareket ederler.
*Makam, mevkii, şöhreti ve parayı çok severler. Böyle bir yere gelince de çıktığı yeri beğenmezler, sınıf atlarlar. O makamda durmak daha da yükselmek için takla atılması gerekiyorsa atarlar. Birilerini makamdan el çektirmek isterlerse dedikodu kültürüyle hareket ederler. Birini bir makama getirmek için o kişinin kendilerinden olup olmamasına dikkat ederler. Çünkü kendilerinden olan herkes ehliyet ve liyakat sahibidir. Öyle ya, onlardan olan gelmeyecekse bunca destek niye veriliyor, niçin bedel ödeniyor.  Sanki başkası, bunları zamanında bir yerlere getirdi mi?
*Dün ayıplayıp eleştirdikleri ne varsa hepsini fazlasıyla yaparlar. Bunu da çelişki olarak görmezler. Öyle gerekçeler sunarlar ki dudağın uçuklar.
*Dünyayı tanımak, okumak ve anlamak, dünyaya kendilerini anlatmak, evreni keşfetmek, icatlar ortaya koymak gibi bir dertleri yok. Dünya bunları tanısın. İnsan kazanma, insana dokunma gibi de bir dertleri yok. Kendi kendilerine yeterler çünkü. Kendileri çalar, kendileri oynarlar.
*Dünyada bir tek doğru bunlar vardır, en iyi bunlar düşünür, en iyisini bunlar yaparlar.
*Varlıklarını devam ettirmek, söz sahibi olmak için kendilerine mutlaka bir düşman bulurlar. İnsanları bu düşmanla korkuturlar. Bu düşman sayesinde bir ömür boyu ekmek yerler...
Ne de çokmuş dünyadan kopuk yaşayan dünyalıların özelliği! Neyse bu kadarla yetineyim. Kimse kusura bakmasın -katılır veya katılmazsınız, doğrudur ya da yanlıştır- görüp hissettiklerimi okumaya çalıştım. Bu dünyadan olup da savunduklarında samimi olanlara, dedikleriyle yaptıkları örtüşenlere, olup bitenleri dert edinenlere sözüm olmaz. Allah onların yolunu açık etsin.

*20/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


15 Temmuz 2020 Çarşamba

Tatil Cenneti Ülkem *

Başka ülkeleri bilmem ama benim ülkem tatil cenneti. Tatilleri eleştireceğim ama tatilleri de aslında çok severim. Nasıl ki deliye her gün bayram idiyse bana da her gün tatil olsun isterim. Zira işte, çalışmakta hiç gözü olmadı içimdeki benden bir parça olan nefsimin. Yiyeyim, içeyim, gezeyim, tozayım. Hayattan kam alayım. Tüm bunları yaparken de cebimde param olsun. Hayatım boyunca hiç parasızlık çekmeyeyim. Atım-arabam, evim-barkım olsunu saymama gerek yok. Bunlar zaten olmazsa olmaz.
Tatil olsun, zira vücut ve zihin bunu istiyor. Ama kıvamında olsun.
Nefsime hoş gelse de izninizle tatilleri masaya yatıracağım.
Tatiller bizim için önemli günlerdir. Zira bu günlerde önemli olaylar cereyan etmiştir. Hiçbirini önemsiz görmüyorum. Önemli diye illaki tatil yapmamız mı gerekiyor? Pekala, bugünler tatil yapılmadan da anılıp kutlanabilir ve önemli olduğu cümle aleme gösterilebilir. Haydi tatilsiz olmaz diyelim, niçin hepsi için tatil düşünülüyor?
Bu ülke yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla yeterli olsa, ihracatımız ithalatımızdan fazla olsa, cebimiz para dolu olup harcayacak yer arasak, devletimiz mali yönden o kadar zengin ve tüm yeraltı ve yerüstü hizmetleri bitirmiş, hatta kasası dolu olduğu için bizi dolaylı ve dolaysız vergilerden muaf kılmış olsa, zenginliğimizden dolayı tüm dünya bize gıpta etse; eh, bu durumda çalışmaya ne gerek var diyebilir ve yatabiliriz. Hepinizin bildiği gibi bunların hiçbiri bizde yok. O halde bize düşen, bir plan ve program dahilinde bilinçli bir şekilde hafta sonları dışında çalışmak değil midir?
İzninizle tatillere bir göz atalım.
1 Ocak, (Bu tatili hiç anlamış değilim. Bir yılın yorgunluğunu atmak için niçin o yılın son günü tercih edilmez de yeni yılın ilk günü tatil yapılır? Bu, işe giden işçinin daha çalışmaya başlamadan istirahata çekilmesine benzer. Benim çalışmada gözüm yok. Bir yıl böyle gitsin demektir.)
23 Nisan, (TBMM açıldı diye bir ülke tatil edilir mi? Madem tatil yapılacak. Bırakalım, ismine uygun bir şekilde sadece ilk ve ortaokul öğrencileri tatil yapsın.)
1 Mayıs, (Bugünde işçi tatil yapsa gam yemeyeceğim. İşçiler çalışıyor, devlet memurları tatil yapıyor.)
19 Mayıs, (Kurtuluş Savaşının startının verildiği bugün tatil yapılıyorsa daha önemli kararların alındığı Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas kongrelerinin yapıldığı günler niçin tatil yapılmaz? Madem 19 Mayıs tatil. Adına uygun bir şekilde bırakalım lise ve üniversite öğrencileri tatil yapsın.)
27 Mayıs, (Bir zamanlar bugün bayram olarak kutlandı. Bereket bu yanlıştan çabuk dönüldü.)
15 Temmuz, (Uyuduğumuzun, devletin kadrolarını hain, sinsi ve eli kanlı bir örgüte teslim etmemizin bedeli ve sonucudur 15 Temmuz. Bedel ödeyerek ülke bugün geri alınmıştır. Uyumamak ve devleti başka zihniyetlere teslim etmemek için uyanık duracağımıza ve daha çok çalışacağımıza bugünü uyumak için tatil yapıyoruz. 
29 Ekim, (Yeni bir rejimin ilan edildiği bugün tüm vatandaşlara tatil olmalı. Bugün, 23 Nisan ve 30 Ağustos'u da kapsayacak şekilde aynı gün bir gün olarak kutlanmalı. Ayrıca bir gün öncesinden yarım gün tatile gerek yok. Yok, ayrı ayrı kutlanacak denirse 30 Ağustos sadece er ve erbaşa tatil olmalı.)
Ramazan ve Kurban Bayramları, (3 gün olan Ramazan Bayramı tatili 2 güne, 4 gün olan Kurban Bayramı tatili 3 güne indirilmelidir. Arife günleri öğleden sonra uygulanmakta olan yarım gün tatilleri kaldırılmalı. Ayrıca iki tatil arasına denk gelen mesaileri de eklemek suretiyle tatiller 9 güne çıkarılmamalı. Bu, diğer tatil aralarına denk gelen tatiller için de geçerli olmalı. Tatil arasına gelen mesailerde mutlaka çalışılmalı.)
Hasılı, mevcut tatiller azaltılsın istiyorum. Belirli periyotlarla yapılan tatiller, bizi tembelleştiriyor ve tatil öncesi ve sonrası mesailere de tempo düşüklüğü yönünden sirayet ediyor. Her ne olursa olsun, yeni tatiller eklenmemeli. Çünkü her önemli gün, tatil yapılacak olursa 365 gün bize borçlu çıkar. Gerçi, pek bir şey üretmeyen bu çalışma tempomuzla tüm günler tatil olsa devlet daha mı karlı çıkar? Bu da işin bir başka yönü.
Bu yazım hoşunuza gitmemiştir. Haklısınız. Benim de gitmedi.

*18/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


13 Temmuz 2020 Pazartesi

Sakal Koymamıştım ki Dinlenilsin! *

Yazılarımı takip edenler bilirler. Yılın bir gününde, bazen bir yılda birden fazla olmak üzere düğün sezonlarında Konya düğünleri üzerine çokça yazı kaleme aldım. (Bkz. https://anadoludabugun.com.tr/yazarlar/ramazan-yuce/ortak-kaba-kasik-sallamak-2571
https://www.pusulahaber.com.tr/yine-konya-dugunleri-9790yy.htm
https://anadoludabugun.com.tr/yazarlar/ramazan-yuce/yine-konya-dugunleri-3497)
Birden fazla yazıda bu konuya değinmemin nedeni, sorun olarak gördüğüm hususların düğünlerde aynen devam etmesiydi.
Konya düğünlerine dair yazılarımda ağırlıklı olarak davetlilerin düğünlerde hediye olarak getirdiği kap kacağa ve ortak yenen düğün yemeklerine dikkat çekmeye çalışmış; mutfak eşyası yerine para verilmesinin, ortak kaba kaşık sallama yerine tabldot usulü yemeğe geçmemiz gerektiğini önermiştim.
Hediye konusunda son yıllarda özellikle köy derneklerinin öncülüğünde yardım sandığına para atılmasının özendirilmeye çalışılması sevindirici olmakla beraber daha bu alanda almamız gereken mesafe olduğunu düşünüyorum.
Yemek konusunda çok az düğün sahibinin sınırlı sayıda davetlisine, alakart usulü yemek vermesinin dışında yemeklerin kişiye özel verilmesi uygulamasına maalesef bir türlü geçilememişti. Çünkü alakart usulü yemeğin bir kişilik maliyeti 45-50 lira. Davetli sayısı göz önüne alınırsa bunun altından ne düğün salonları ne de düğün sahibi kalkabilir. Tabldot usulü yemeğe ise "Olur mu öyle şey? Biz Konyalıyız ve ortak kaptan yeriz" denilerek kimse sıcak bakmıyordu.
Uzatmayayım, nihayet tabldot usulü bir düğün yemeğiyle Konya'da ilk defa cumartesi günü katıldığım bir düğünde müşerref oldum. Hah işte dedim ve sevindim. Bunun böyle olması benden ve yazılarımdan değil elbet. Zira sakal koymamıştım ki sözüm dinlenilsin. Bizi koronavirüs yola getirdi. Salgının onca kötülüğünün ve olumsuzluğunun yanında belki de tek katkısı, düğünlerde kapların ayrılması olmuş. Sağ ol, var ol koronavirüs dedim gayri ihtiyari.
Katıldığım düğünde verilen tabldotlu yemeğe, diğer düğünlerde de emsal olması bakımından kısaca değinmek istiyorum.
1500 davetlinin katıldığı düğünde her masaya 6 kişi oturacak şekilde sandalye konmuş ve servis açılmış. 6 sayısı beklenmeden oturan herkese yemek servisi yapıldı. Menüde bir tabldot içinde yayla ve bamya çorbaları ve etli pilav vardı. Haricen kapalı şeffaf iki ayrı kapta zerde ve irmik helvası, ayrıca aromalı içecek, su ve naylonla kaplı ekmek kondu. Kapalı bir ambalaj içinde plastik kaşık, ıslak mendil ve kağıt mendil verildi. Yemeğimizi yedik. İlave yemek isteyip istemediğimiz soruldu. Masamızda oturan sadece bir kişi ilave pilav istedi. Gerisi verilenle doydu. Duamızı ederek kalktık. Ardından çay içilen masalara geçerek kağıt bardaklarla çayımızı yudumladık.
Gözlemlerime göre yemek menüsü herkesi doyurdu. Karışıklık yoktu, kargaşa yoktu, beklemek yoktu, ardında bekleşen yoktu, yemek artığı yoktu, ortak kaba kaşık sallamak yoktu, tıka basa yemek yoktu, aç kalkmak da yoktu… Düğünde gördüğüm tek eksiklik, servis yapan çocukların baş parmakları bamya ve yayla çorbası yiyemedi. Üzüldüğüm nokta burası oldu.
Sair düğün yemeklerinde gördüğüm tüm yemek ve hizmetleri bu tabldot usulü yemekte de gördüm. Üstelik daha hoş ve temiz oldu.
Merak edip beher kişinin maliyetini düğün sahibine sordum. 19 liradan anlaşmışlar. Bana fiyat çok makul geldi. Şu anda ortak yemek yok. Şayet olsaydı bu fiyattan aşağı olmazdı.
Temennim odur ki pandemi tedbirleri çerçevesinde geçilen bu yeni usul tabldotta yemek âdeti, salgın bize veda ettikten sonra da devam eder, âdet haline gelerek kalıcı olur. Yeni düğün yapacaklara ve düğün yemeği vereceklere duyurulur.

*15/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.