1 Nisan 2020 Çarşamba

Yardım Kampanyası ve Güven ***


Koronavirüs dolayısıyla hepimizin evine hapsolduğu, tedbir amaçlı çoğu işkolunun dükkan açmasına yasak getirildiği, satış veya üretim yapamadığından dolayı maaşını ödeyemediği için özel sektörün işçi çıkarmaya hazırlandığı, ekmeğini yevmiye ile kazanan insanların evine ekmek götüremediği bir durumla karşı karşıyayız. Üç haftadır neredeyse hayatın durduğu, bu belirsiz durumun daha ne kadar devam edeceğini bugünden kimse kestiremiyor. Çünkü kimse önünü göremiyor. Virüsten kurtulur, postu deldirmez, sağ kalırsam ne yapabilirim diye kara kara düşünüyor herkes.

Ekonomi yönünden etkisini daha sonra iyiden iyiye hissettirecek olan (şimdiki bu ekonomik durum buzdağının görünen kısmı. Turpun büyüğü heybede misali buzdağının görünmeyen kısmını daha sonra daha derinden hissedeceğiz.)  bu olağanüstü durumda; işini kaybedenlere, evine ekmek götüremeyenlere destek olmak amacıyla bir yardım kampanyası başlatıldı. Basından izlediğimiz kadarıyla kampanyaya büyük bir destek açıklaması var. Verilen desteğin yanında bu yardım kampanyasını yanlış bulduğunu ifade edenler de var. Kampanyayı başlatanlar ve destek verenler böyle bir günde biz ne güne duruyoruz,  “Biz bize yeteriz”, biz yaralarımızı kendimiz sararız derken diğer kesim, “Sosyal devlet, vatandaşına böylesi durumlarda para vermesi gerekirken başlattığı kampanya ile devlet, cebimizdeki paraya göz dikti” açıklamaları yapıyor. Zor durumda olanlara yardım yapılması gerektiğine inanan bazı belediyeler de yapacakları yardıma kendilerinin öncülük etmesi gerektiğini düşünüyor.

Adı üzerinde bu kampanya, gönüllülük esasına dayalı bir yardım kampanyasıdır. Yardım edeceksiniz, mecbursunuz diye kimseye baskı yapılmıyor. İsteyen yardım eder, istemeyen etmez. Kimi de başlatılan kampanyaya katılmadığı halde zor durumdaki yakınlarına bireysel yardımda bulunabilir. Tüm bunlar anlaşılır. Burada benim anlamadığım, kampanyaya gösterilen aşırı tepkilerdir. Yardım kampanyasına karşı çıkanlar, gerekçelerinde haklı da olabilirler. Bir yere kadar kampanya ile ilgili eleştiri ve endişelerini dile getirebilirler. Ama üst perdeden gösterilen aşırı tepki, kampanyayı akim bırakır ve zihinlerde şüphe uyandırır. Yardım yapmıyor, bu yardımı doğru bulmuyor olsak bile şu anda susma hakkımızı kullanmanın zamanı diye düşünüyorum. Çünkü kampanyadan murat, fakirin karnını doyurmak ise fakirin karnı ne şekilde, hangi yol ile doyarsa doysun, maksat hasıl olur. Çünkü fakirler ve mağdurlar bizim insanımızdır.

“Sosyal hukuk devleti olarak hükümet, krizlere karşı zamanında tedbir almalıydı” diyen muhalifleri anlıyorum. Gerçekten devlet, akçesinin bir kısmını kötü günlerde kullanmak üzere bir kenara koymalıydı. Fakat şunu göz ardı etmeyelim. Salgının ekonomiye olumsuz etkisini, kenara konan akçe ile kapatmak mümkün değil. Bu durum sadece bizim gibi sıcak paraya dayalı ülkelerin sorunu değil, birkaç devletin dışında kalan tüm devletlerin sorunudur. Salgın çekip giderse salgının vurgununu sarmak için dünya devletleri yıllar yılı uğraşacaklardır.

Yardım kampanyasına destek veya karşı çıkma durumundan şunu anlıyorum: Destek verenlerle, karşı çıkanlar arasında kapatılmaz, bugünden yarına çözülmez bir güven sorunumuz var. Belki de kutuplaşmamızın temel nedeni budur. Yardım kampanyasıyla mali sorunun ne kadarını çözeriz, bilemiyorum ama bu ülke yöneticilerinin ve ülke yönetimine talip olanların çözmeleri gereken en büyük sorunlardan biri maalesef güven sorunudur. Burada, yekdiğerine güvenmeyen herkes bu durumu karşılıklı sorgulamalıdır. Biz niye güvenmiyoruz, bize niçin güvenilmiyor, sorusunu her kesim kendisine sormalıdır. Demek ki muhatabıma güven verememişim üzüntüsünü herkes derinden hissetmelidir… Keşke yardım kampanyasına girişilirken “Biz şöyle bir şey yapmayı düşünüyoruz, ne dersiniz, sizi de aramızda görmek isteriz” şeklinde muhalefetin kapısı çalınmış olsaydı…

***02/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

31 Mart 2020 Salı

Biz Bize Yetmeliyiz *


Çoğumuzu evine hapseden salgın virüs, alınan onca tedbire rağmen yayılmaya ve can almaya devam ediyor. Böyle gider ve bu mevcut durum uzarsa salgının yıkımı sadece ölümle sonuçlanmayacak, en büyük yıkımı ekonomiye olacaktır. Çünkü çoğumuz evine hapsoldu. Zorunlu olmadıkça kimse evinden çıkmıyor. Dışarıya, işini kaybetmemiş ve çalışmak zorunda olanlar çıkabiliyor. Evinin iaşesini günlük çalışarak kazananların çoğu da işine gidemiyor. Salgın riski dolayısıyla bazı sektörler zorunlu olarak kepenk kapattı. Birçok sektör durma noktasına geldi. Devlet, açıkladığı paketle sektörleri canlandırmaya çalışıyor; borçlarını, vergilerini öteliyor. Ama nereye kadar… Böyle giderse özel sektör işçi çıkarmak durumunda da kalabilecek.

Açıkladığı paketle ve salgının yayılmasının önüne geçmek için aldığı tedbirlerin yanında devlet; işini kaybetmiş, kazancı kendi kendine yetmeyen insanlarımızın yardımına koşmak ve bu zor durumda onlara destek vermek amacıyla Milli Dayanışma Kampanyası başlattı. Kampanyanın startını da “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” sloganıyla Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan verdi. Başlattığı dayanışma kampanyasına da yedi aylık maaşını bağışlamak suretiyle ilk desteği de kendisi vermiş oldu. Umarım, bu kampanya maksadına ulaşır ve mağdur insanlarımıza kol kanat gerilir. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınca açılan yardım hesaplarında toplanan paralar, en uygun ihtiyaç sahiplerine teslim edilir. Bunun için il ve ilçe temsilcilerine büyük görev düşüyor. Temennimiz odur ki bu afetten başta ülkemiz olmak üzere dünya bir an evvel kurtulur.

Sayın Erdoğan’ın başlattığı bu kampanyanın ipuçlarını Eski Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez, 27 Mart 2020 tarihli “İslam’da zor zamanların ahlakı” konulu (https://youtu.be/MprEDWJ9jsg) konuşması ile vermiş ve öncü bir rol üstlenmişti. Halen İslam Düşünce Enstitüsü Başkanlığını yürütmekte olan bir din ve bilim adamından da bu beklenir. Kampanya kimin önerisi olursa olsun, kampanyayı kim başlatırsa başlatsın, bize düşen bu kampanyaya karınca kararınca destek olmaktır.

İşini, aşını kaybetmiş, zor durumda olan vatandaşlara devlet kendisi destek olamaz mı? Aldığı onca vergiyi devlet nereye harcadı, niçin bugünlerde kesenin ağzını açmıyor, diyenlerimiz çıkabilir. Mantık doğru olabilir. Ama devlet dediğimiz organ, halktan aldığı vergilerle iş yapan bir organdır. Gelir-gider dengemiz yetmediği için borçlanmak suretiyle personelinin maaşını ve diğer hizmetleri yürütmeye çalışan devlet, özel sektörün çalışmasının en alt seviyeye düştüğü bir ortamda vergi alamazsa dar gelirli insanlara nasıl destek olabilsin. O yüzden şimdi sorgulamaktan ziyade en üst perdeden devletin başlattığı bu kampanyaya destek olmak gerekir diye düşünüyorum. Devlete güvensizliğimiz, kırgınlığımız varsa, toplanan yardımların en ehline gitmeyeceği endişesini taşıyor isek pekala, en yakınlarımızdan işini kaybeden kişilere destek olabiliriz. Bu zor zamanda kampanyaya destek olmak veya kendi seçtiğimiz uygun kişilere yardım etmek hem insani hem dini hem de ahlaki bir görevimizdir.

Az veya çok yaralarımızı sarıp bu zor durumu atlattıktan sonra “Biz bize yeteriz Türkiyem” sloganını “Biz bize yetmeliyiz” sloganına dönüştürmeliyiz. Çünkü bundan sonra salgın veya başka nedenlerle sık sık ekonomik darboğaza düşeceğiz. Her şeyimizle biz bize yeten ülke olmak için çaba göstermeliyiz.

*01/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Mart 2020 Pazar

Ne Ara Böyle Bir Dil Kullanır Olduk?

Eskiden özellikle futbol kulüplerinde başarılı olamayan teknik direktörler ile kulüp yönetimi yollarını ayırdığı zaman basında "Falan teknik direktör kovuldu, falan teknik direktörün görevine son verildi, falan teknik direktörün kulüple olan sözleşmesi tek taraflı feshedildi..." gibi sözler sıkça yazılır, çizilirdi. Çoğu teknik direktörün başına gelmiştir bu durum. Bu durumdaki teknik direktörlerin kulüple sözleşmesi sona erse de teknik direktörler ya tazminatlarını alırlar ya da sözleşmesi bitinceye kadar daha önce anlaştıkları parayı almaya devam ederler. Bir hak kaybına uğramamış olsalar bile onlar hakkında basında çıkan "kovuldu/görevine son verildi..." sözlerine, sanki kendim hakkında yazılmış gibi üzülürüm. Neden derseniz? Çünkü kovuldu, görevden alındı, görevine son verildi sözlerini insan onurunu zedeleyen ifadeler olarak değerlendiriyorum. 

Hiç kimse görev yaptığı yerde başarısız olmak istemez. Herkes başarılı ve sahasında en iyisi olmak ister ve bunun için çabalar. Hedeflenen başarı gelmeyince elbette bir durum değerlendirilmesi yapılır, gerekirse taze kan arayışına gidilir. Çünkü nasıl ki mahkeme kadıya mülk değilse kulüpler de teknik direktörlere mülk değildir. Kulüp ile teknik direktör nasıl ki anlaşırken el sıkışıyorsa ayrılırken de el sıkışarak ayrılmalı. Basın açıklaması yaparken "Aramızdaki sözleşmeyi kulübün menfaatleri çerçevesinde karşılıklı feshettik" denmeli. Bunun mümkün olmadığı durumlarda "Teknik direktörümüzle yollarımızı ayırdık, yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine teşekkür ediyoruz" açıklaması daha şık olur kanaatindeyim. Aslında görevine son verdik ile yollarımızı ayırdık ifadeleri aynı kapıya çıksa da ilki kişinin onurunu zedelerken ikincisi, kişinin onurunu koruyan bir ifadedir. Mademki her ikisi de aynı amaca hizmet ediyor ve maksat hasıl oluyorsa tercihimiz insan onurunu korumak olmalıdır.

Futbol kulüplerinde insan onurunu zedeleyen üslup, maalesef siyasete ve bürokrasiye de sıçradı: "Falan bürokratın görevine son verildi, yerine falan getirildi; falan bürokrat görevinden alındı, yerine vekaleten falan bakacak" gibi üsluplar görülür oldu. Halbuki eskiden "Falan makamda nöbet değişimi yaşandı. Falan affını isteyerek emekli oldu..." gibi bir üslup tercih edilirdi. Burada başarılı olamayanlar yerinde kalsın iddiasında değilim. Elbette başarılı olamayan ve belirlenen hedefleri tutturamayanlar görevinden alınsın ama gönderilirken onurları korunsun istiyorum.

Hasılı "kovuldu, görevinden alındı" gibi bir dili sevmiyorum. İnsan onurunu hiçe sayan ve ayaklar altına alan böyle bir dili biz ne ara kullanır olduk, anlamakta zorlanıyorum. Unutmayalım ki insan onuru için yaşar. Kendi onurumuz kadar başkasının da onurunu düşünmek zorundayız. 


28 Mart 2020 Cumartesi

Beştepe'de Bir Cuma Namazı *

Herkese “Evinde kal”, “Evinde otur” dendiği, ülkede cuma ve cemaatle namaz kılmaya ara verildiği bir dönemde, Diyanet İşleri başkanı Sayın Ali Erbaş’ın imametliğinde, Beşte Millet Camiinde kılınan cuma namazı, Türkiye gündemindeki yerini aldı. Salgından korunma amacıyla Diyanet’in “cemaatle namazın kılınmayacağına” dair aldığı kararına, tüm ülkede riayet edilirken kararda imzası bulunan Diyanet İşleri Başkanı’nın kendi kararını çiğneyerek cuma namazı kıldırması, çoğunluğun tepkisini çekti. Vatandaşın gösterdiği tepkiyi haklı buluyorum. Sayın Başkan herkese telkin verirken kendisi maalesef üzümü salkımla yemiştir. Düşünün ki ülkenin din işlerinden sorumlu bir imam böyle yaparsa cemaat neler yapmaz. Teşbihte hata olmaz ama burada “İmam osurursa cemaat …” sözünün tam yeridir. Maalesef DİB Başkanı Ali Erbaş, bu olağanüstü durumda cuma namazı kıldırmak ve hutbe okumakla büyük bir yanlışa imza attı ve fırsat kollayanlara emsal oldu.

Önümüzdeki cuma, bir kısım insanımız “Biz de salgın kurallarına riayet ederek birbirimizle temas etmeden, sosyal mesafeye dikkat etmek suretiyle camimizde, cuma namazımızı eda edeceğiz,” derse Sayın Başkan bu duruma ne diyecek? Olmaz demeyin, bu sembolik bir cuma namazıydı demeyin. “Salgın nedeniyle beş vakit namaz ve cuma namazının, camilerde cemaatle kılınmasına ara verildiğine” dair Diyanet’in kararından sonra Türkiye’nin bazı yerlerinde, bazı kişilerin cemaatle namaz kılmaya çalıştıkları basına yansımıştı. Ayrıca sosyal medyada “Diyanet’in böyle bir karar almaya hakkı yoktur” yazılarının paylaşıldığı, bu paylaşımların epey taraftar bulduğu göz önüne alınırsa Diyanet İşleri Başkanı’nın büyük bir yanlışa imza attığı anlaşılacaktır.

Diyelim ki siyasi bir karar veya sembolik bir gerekçe ile Başkan, bir kısım seçilmiş insanla, hijyen kurallarına riayet ederek cuma namazı kıldırdı. Bu namazın gizli kalması, basına sızmasının önlenmesi daha iyi olmaz mıydı? Böyle bir hassasiyet gösterilmediği gibi yangına körükle gidercesine, Başkanlığa ait Diyanet TV’de bu namaz, canlı olarak yayımlandı. Okuduğu hutbe ile Başkan, vatandaşa irşat görevini yerine getirme niyeti taşıyorsa pekala bu hutbeyi kendisi, Kocatepe veya Beştepe camiinin minberine çıkarak tek başına okuyup halka mesaj verme yolunu tercih edebilir, bu hutbenin de Diyanet TV’den canlı yayımlanmasına imkan verebilirdi. Maalesef böyle bir yol izlemediği gibi Sayın Başkan, okuduğu hutbedeki “Bu salgın karşısında en önemli görevlerimizden biri, yetkili mercilerin uyarılarına riayet etmektir. Hem hastalığa yakalanmamak hem de hastalığın yayılmasını önlemek için gayret göstermeliyiz.” uyarısını da kendisi uygulamalı olarak çiğnemiştir.

Hülasa Sayın Başkanın kendisi ve arkasında namaz kılanlar iyi niyetli olsalar bile bu yapılanlar sorumlu bir davranış örneği değildir. Burada cuma namazı kıldıran, cemaat olan, izin veren, tüm bunları canlı olarak yayımlayanlar yanlış yapmışlardır. Kimse kusura bakmasın, bu tasarrufta ben, basiret ve feraset eksikliği görüyorum. Kılınan bu namazın sonucunun nelere mal olacağının hesabı yapılmamıştır. Sorumlu makamda olanların görevi, sadece koltuğu doldurmak değil, aynı zamanda bu işin nelere mal olabileceğini önceden kestirebilme ve yoğurdu üfleyerek yemektir. Şayet meseleleri enine boyuna irdeleme sorunu yaşıyor, yaptığımızın nelere mal olacağının hesabını yapamıyor isek; bize düşen, giydiğimiz o sarık ve cübbeyi bir başka ehline yer açacak şekilde çıkarabilmektir. Böylesi zor zamanlarda bize sarık-cübbe giyip namaz kıldıran ve hutbe okuyan sorumlu din görevlisi değil, basiret ve ferasetini kullanarak ufuk açıcı rol üstlenen, sorumlu din görevlisine ihtiyaç vardır.

*30/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Mart 2020 Cuma

Sır Saklamada Sağlık Bakanı Temel'den de Öte Bir Sır Küpü


—Fıkra sever misin?
—Kim sevmez ki fıkrayı! Hele de taşı gediğine koyarcasına, günümüzle bir bağlantı olursa, bayılırım.
—O zaman dinle!
Amerika'da ülkeler arası casusluk yarışması yapılır. Sırada işkenceye dayanıklılık testi var. Casusların her birisine birer sır verilir. Ne olursa olsun kimseye söylemeyeceksin diye tembih edilir.
Sonra da o casusları  sorgulamak için en usta işkenceciler görevlendirilir.
Alman askerini çağırırlar, başlarlar sorgulamaya. Alman askeri 2 saat sonra bülbül gibi öter ve kendisine verilen sırrı söyler.
Amerikan askeri 3 saat sonra öter. İngiliz askeri 1 gün sonra öter.
Bizim Temel’i alırlar sorguya. 1 gün 2 gün, 3 gün, 1 hafta geçer ama Temel’i konuşturamazlar.
Türk yetkiliyi tebrik ederler ama Temel'in sırrını çözmek de isterler. Temel'in işkenceden sonra konulduğu odaya bir kamera yerleştirirler. Sonra işkenceden bitap düşmüş Temel'i izlemeye koyulurlar.
Bizim Temel, adamlar çıkar çıkmaz hemen koşar ve kafasını duvardan duvara vurarak bağırır: Hatırla oni! Hatırla oni!
—Yaşadığımız olumsuz ortam dolayısıyla kara kara düşündüğümüz bugünlerde bu fıkra iyi geldi. En azından bir nebze de olsa gülümsetti. Fakat günümüzle bir bağlantı kuramadım.
—Konuyu Sağlık Bakanı’na getirmek istedim.
—Ne alaka?
—Alakası olmaz olur mu? Virüsün vurmadığı ülke yok gibi. Ülkeler olağanüstü durumla karşı karşıya. Her ülkede virüsten dolayı ölümler var. Virüsün yayılmasını önlemek amacıyla bazı ülkeler sokağa çıkma uygulamasını devreye soktu. Bazı ülkelerin sağlık sistemi çöktü. Alınan sıkı tedbirlere rağmen virüs, ülkelerin insanlarını vurmaya devam ediyor. Virüsün etkisini ne zaman kaybedeceğini bugünden kestirmek mümkün değil. Üstelik virüs sadece fakir ve fukarayı vurmuyor. Devlet yöneticilerini de vuruyor. Kimi yakalamışsa önüne katıp kovalıyor. Zayıf bulduğunu yere yıkıyor.
—Fıkrayla bağlantısına gelirsek…
—Alakası şu: Her ülkede kim bu virüse yakalanmışsa yaşadığı şehir belirtiliyor, kim yakalandı, ismi açıklanıyor. Bu açıklamayı kendisi veya yakını yapıyor. Bizim ülkemizde ise bu açıklama yapılmıyor. Sadece virüsü kapan günlük hasta sayısına, yapılan test sayısına ve ölenlere yer veriliyor. Kim yakalandı, virüs hangi ilde çıktı, hangi ilde kaç vaka var, ölenler kimler bilgisine yer verilmiyor. Az sayıda kendi inisiyatifiyle durumunu açıklayan birkaç kişiyi biliyoruz, o kadar. Bunun nedenini anlayamadım.
—Anlamayacak ne var. Olaya hasta mahremiyeti açısından yaklaşılıyor.
—Başka ülkelerde bu hasta mahremiyeti niye yok? Niçin sadece bizde var? Sonra bunun saklanmasında ne amaç olabilir? Ayrıca bu virüsü herkes kapabilir. Adı üzerinde salgın bir hastalık. İsimlerin verilmesinden geçtim. Hangi ilde vakaya rastlandı, bunu bile bilmiyoruz. Her şey sır gibi saklanıyor.
—Diyelim ki il il hastalığa yakalanan sayısı verildi. Ne faydası olacak?
—Faydası olmaz olur mu? Tüm uyarılara rağmen sokağa çıkmaya çalışanlar, illerinde bu hastalığa yakalanan hasta sayısını öğrenirlerse bu işin ciddiyetini daha iyi anlarlar. Böylece kendilerini evlerine kapatırlar.
—Anladım.
—Sen anladın da ben hala bu işin sırrını anlayamadım. Hasta ve il isimleri devlet sırrı gibi saklanıyor. Her akşam günlük verileri açıklayan Sağlık Bakanı’nın ağzından gazeteciler, saklanan sırları almaya çalışıyor. Bakan sır küpü. Sırra dair tek kelime etmiyor. Sır tutmada Temel’den ileri bir seviyede dense yeridir.
—Hasılı ben de temel fıkrasını bu vesileyle geç de olsa anlamış oldum. Sırrı saklayan, üstelik bu sefer asker değil, sivil biri: Sağlık Bakanı. Bu durumda Bakan, Temel'den daha iyi sır saklıyor. Üstelik Temel gibi değil, her şeyi bildiği halde kaç hafta geçti. Ağzından tek kelime sır çıkmadı.

Not: Hangi ilde kaç vakanın bulunduğunu niçin açıklamadıkları sorusuna Sayın Koca,Bir bölgeden diğer bölgeye enfeksiyonların taşınmamasını amaçladıklarını, İtalya'daki uygulama sonucunda bölgeden bölgeye enfeksiyon geçişlerinin yaşandığını, benzer bir sürecin Türkiye'de yaşanmaması için açıklamadıklarını” anlattı. Bu durumda il il vakalara yer verilmemesi sırrını yerinde buluyorum.








Merkezî Ezanı Nasıl Aramazsın Şimdi! ***

Yaşadığımız olağanüstü durumun ülkemizden defolup gitmesi için destek amacıyla camilerimizde yatsı ezanının akabinde dua edilmeye başlandı. Bu duayı dinlemek ve amin demek için birkaç defa pencereyi açtım. Olmadı, terasa çıktım, yine olmadı. Çünkü yapılan duaları doğru dürüst anlayamadım. Çünkü bir ve birkaç camide ezan okunmaya devam ederken diğeri duaya geçmiş oluyor. Duayı dinlemeye odaklansam kulağıma ezan sesi geliyor, ezana kendimi vermeye kalksam kulağıma dua sesi geliyor, hem de birkaç yerden birden. Çünkü yürüyüş mesafesiyle evime aynı mesafede olan 4 cami var. Her birinden okunan ezanı da aynı şekilde duyarım. Aynı saatte başlamayan ezanların biri bitmeden diğeri başlıyor. Hepsi aynı vakitte başlasa da aynı anda bitmiyor. Müezzinlerin kimi ezanı uzun okurken diğeri daha kısa okuyabiliyor. Bu demektir ki okunan ezan sesleri de birbirine karışıyor. Az daha uzakta okunan ezan sesleri de geliyor evime kadar.

Burada okunan ezan ve sesinden rahatsız olduğum anlaşılmasın. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Ezanlar bu ülkede namaz vaktinin girdiğini bildirdiği kadar birliğin de göstergesidir. İslam bu ülkede kaldığı müddetçe ezanlar da okunmaya devam edecektir.

Bu meseleyi konu edinmemin nedeni, ezan ve duadaki düzen, daha doğrusu düzensizliğedir. Neredesin merkezi ezan dedim içimden. Nasıl aramazsın merkezi ezanı ve duayı… Unutanlar için hatırlatayım. Bu ülkede 1995’li yıllardan itibaren 15 yıl kadar ezanlar ve vaazlar merkezi olarak okundu ve yapıldı. Diyanet’in 2012-2016 stratejik planında ezan ve vaazların merkezi olmaktan çıkarılıp her camide ayrı ayrı ezanın okunması ve vaazların yapılması şeklinde bir hedef belirlemesi sonucu, il müftülükleri ezanın merkezi okunmasını peyderpey kaldırdı. Halen ezanı merkezi olarak okumaya devam eden illerimiz var mı bilmiyorum.

Hem merkezi ezanın hem de her camiden ayrı ayrı ezan okumanın mutlaka olumlu ya da olumsuz yönleri vardır. Burada bunun üzerinde durmayacağım. Diyanet bu kararı aldığına göre demek ki merkezi ezanın olumsuz yönlerinin daha fazla olduğuna kani oldu ve kaldırdı. Vaazların bir camiden yapılıp diğer camilerden dinlenmesinin kaldırılması yerindedir. Çünkü bu şekil vaaz faydaya haiz olmaz. Ama merkezi ezan, düzen açısından devam etmeliydi. Yine güzel sesli, makam bilen bir erbabı tarafından okunan ezan, dinletirdi kendini cümle aleme. Hem böylece bir yerleşim yerinde birlik de sağlanmış olurdu. Cemaatle veya ferdi olarak namaz kılacaklar, ezanın bitiminde kalkıp namazlarını kılardı. Şimdi bir ezan bitiyor, diğeri başlıyor. Tüm ezanların bitmesini beklemek de mümkün olmuyor çoğu zaman. Bir başka caminin sesi gelirken namaza kalkılmış oluyor. Bu da namaz kılanın kendisini tam namaza vermesini de zorlaştırıyor.

Ezanın merkezi olarak okunması uygulamasını zamanında kim, hangi saikle koyarsa koysun, bu uygulama devam etmeliydi. Bugün kaldırıldığına göre geçmiş uygulamaya özlem duymanın bir anlamı yok ama keşke ezanların her camiden okunması şeklindeki uygulamaya geçildiğinde, kullanılmasa da merkezi sistem yerinde dursaydı. Bugün yatsı namazı vaktinde okunan ezanların akabinde yapılan dua, tek merkezden yapılsa fena mı olurdu? Bence çok daha iyi olurdu. Antrparantez söyleyeyim: Memleketin içinde bulunduğu duruma duayla destek olmak amacıyla Diyanet’in gönderdiği tekdüze duanın minarelerden ayrı ayrı okutulmasından ziyade her bir vatandaşı içten ve derinden duaya davet etmek daha yerinde olurdu diye düşünüyorum. Çünkü duada asıl olan içten yapılmasıdır ve duaya başkalarını da katmasıdır.

Bu arada ezan ve vaazın merkezi uygulanması için her caminin ses cihazı için mahallinden yaptığı masrafı hesaba katmıyorum. Aynı şekilde merkezîden yerele geçildiği vakit mahallinden yapılan masrafları da hesaba katmıyorum.

***31/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Üç Günlük Dünyada Huyumuzdan mı Vazgeçelim? *

Bakkalın ilk müşterisi benmişim erkenden. Kapıda karşıladı beni bakkal. Sevindim doğrusu. Kim karşılar beni bu devirde, bu ortamda, bu pozisyonumla. Yalova Kaymakamı bile değilim zira. Alacağımı aldım. Ayrılmadan önce kapıda büyükçe bir masan vardı, kimse girmesin diye koyduğun. Niye kaldırdın, dedim. "Kaldırır mıyım? Koyacağım yeniden. Daha yeni açıyorum dükkanı. (Demek ki burnum düşmüş sabah sabah) Koymayıp da ne yapacağım sonra. Değilse hakından (hakkından) mı gelinir bizim milletin. İçeri giren eliyle ekmek seçmeye başlıyor. Mecbur koyacağım" dedi. Kolay gelsin dedim, ayrıldım.

Evimin yolunu tutarken sevincim kursağımda kaldı. Çünkü kapıda gördüğüm bakkalın, beni karşılamak için değil, içeri girmeyeyim diye beni kapıda beklediğini çok geçmeden anladım. Sevincim kursağımda kalsa da eliyle ekmek seçen insanımızı takdir ettim. Nasıl takdir etmem. Temasın, insanı ölüme götüreceği bu kadar açık ve çok dillendirildiği bir ortamda huylunun huyundan vazgeçmemesi, inadım inat demesi. Yani ölüme davetiye çağıran temasa rağmen ekmeği eliyle seçme alışkanlığına devam etmesi. Ölüme meydan okuyan, atın ölümü arpadan olsun diyen, böyle derken başkasını da ölüme çağıran böylesi cahil cesur ve bir şey olmaz diyen aymazların ekmek seçen o elleri ancak öpülür. 

Öyle ya, sonunda ölüm var diye yılların geleneğinden vaz mı geçelim. Ekmek bu. Başka bir şeye benzer mi? Sonra ne belli bakkalın iyi ekmek vereceği. Gözüm görecek… yetmez, elim de değecek…değmek de yetmez. Çünkü belli olmuyor. Aynı zamanda sıkacağım. Sıktığımı bırakıp diğerine dokunacağım. Yok, öyle yağma. Varsın millet ayıplasın. Ben bu ekmeği normal hayatta kullanmayacağım ki sonra. Mideme indireceğim. Sağlığımı düşünen biri olarak mideme ne gönderdiğimi de bilmek zorundayım. Sonra elimin kirli olduğunu kim söyledi? Benden temizi var mı şu dünyada. Herkes kendine baksın. Kendi kirli ellerini benim ellerimle karıştırmasın. Sonra arılar da öyle yapmıyor mu? Konduğu çiçekten bal alıp geri mi geliyor sanki. Bir ona, bir buna konup duruyor. Ayrıca pazarda seçerek alamadığım sebze ve meyvenin hıncını bu vesileyle ekmekten çıkartıyorum. Öyle değil miyiz zaten. Birine, bir şeye gücümüz yetmez. Hıncımızı gider, güçsüzden alırız. Dünyanın düzeni bu. Bu arada Konya semt pazarlarındaki bazı pazarcıların ürününü seçtirmemesini ben, esnaf malına güvenmiyor da ondan seçtirmiyor sanırdım. Halbuki hijyen yönünden seçtirmediklerini, bizim hijyenimizi düşündüklerini geç de olsa bu vesileyle anlamış oldum.) 

Takdir ettiğim sadece ekmek seçimimiz değil. Başka bir takdir ettiğim kesim daha var: Birkaç kişi bir araya geliyor, gündeme dair muhabbetlerini yapıyorlar. Cenazeye katılıp mezarlıkları ziyaret ediyorlar. Sonra sosyal mesafeyi gözetmeden yan yana gelip fotoğraf çekiniyorlar. Bunu da ölümsüzleştirmek için paylaşıyorlar. Paylaşımının altına da “Evde kal Türkiye!” yazmayı unutmuyorlar. Mesaj bana gayri. Çünkü gördüğüm kadarıyla kendilerini ölüme atarlarken kendilerinden fazla beni düşünüyorlar. Nasıl takdir etmem bunu. Sağ olsunlar… Bir misyon adamına evde kalmak yakışır mı sonra? Onlar çarşı pazar gezip dolaşacaklar. Ben evde bekleyeceğim. Ayrıca “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı sözü, başka türlü nasıl icra edilecek… Hasılı, bu yaşımda tüm bunlardan benim öğrendiğim, evde kalmak sadece bana ve benim gibi acizlere mahsus.

*04/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.