2 Şubat 2020 Pazar

Bayrak Hassasiyetimiz *

Sosyal medyaya bir göz attığımda paylaşımcıların çoğunun profilinde, Türk bayrağı paylaşımını görünce acaba şehitlerimiz mi var yine, demeden kendimi alamadım. Haberlere bakınca tepkinin, “Avrupa Parlamentosu Genel Kurulunda konuşma yapmak üzere kürsüye çıkan Yunanistan'ın bağımsız milletvekilinin cebinden çıkardığı Türk bayrağını yırtmasına” olduğunu anlamakta gecikmedim.

Yunanlı vekilin haddini aşan bu eylemi üzerine Yunan Parlamentosu bir kınama yayımlamış. AP, vekil hakkında soruşturma açmış. Üzerine de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da bir soruşturma başlatmış. Dışişleri Bakanımız ilgili vekile eyleminden dolayı tepkisini dile getirmiş. Gördüğüm kadarıyla bağımsız bir vekilin ırkçılık ve Türkiye düşmanlığını açık ettiği bireysel eylemine, başta kendi ülkesi olmak üzere destek veren yok. 

Provokasyon kokan bu eylemi yapan bir kişi de olsa elbette tepki gösterilmelidir. Elbette bayrağımız bizim için önemlidir. Gerekli hassasiyeti gösteririz ve tepki vermeliyiz. Ama sosyal medyadaki paylaşımlardan, bu tepkiyi abarttığımızı düşünüyorum. Bayrağımız üzerinden bize hezeyan göstererek kinini kusan, arkasında kimsenin olmadığı bu bağımsız vekili Yalova kaymakamı gibi görüp yolumuza devam etmeliydik. Hassasiyetimize duygularımızı karıştırmamalıydık. Daha soğukkanlı davranmalıydık Ötesi ve aşırısı provokasyona gelmek ya da buna açık kapı bırakmak olur. Kendini ve haddini bilmez bir vekil, başta sosyal medya olmak üzere bayrağımız üzerinden bizi teyakkuza geçirmiş oldu.
Bu vekile gösterdiğimiz aşırı tepki ile birileri, sosyal medya üzerinden bizi test etmiş oldu ve çabuk dolduruşa gelebileceğimizi göstermiş olduk.

Bayrağımıza yapılan bu davranışa gösterdiğimiz tepki sadece bu vekilin yaptığıyla sınırlı değil. 2005 yılında Mersin’de düzenlenen Nevruz kutlamalarında bir kendini bilmezin bayrağımızı indirmesi büyük bir infiale sebep olmuştu. Bayrağı indirenin kimliği de bu infiali arttırdı. Türkiye’nin her bir yerinde yürüyüş ve eylemler yapıldı. O zamanlar küçük bir ilçede görev yapıyordum. İlçe Milli Eğitim Müdürünün başkanlığında toplandık. İlçe olarak nasıl tepki verebilirdik? Bunun üzerine bir toplantı idi. İlçe müdürü: “Arkadaşlar! Kaymakam Beyin haberi var. Ama onun haberi yokmuş gibi davranacağız. Sizler öğrenci ve öğretmenlerinizi organize edin. Ellerine birer bayrak verin. Cuma günü saat 14.00’de ilçe meydanında toplanıp yürüyüş yapacağız. Bu konudaki görüşlerinizi alayım” dedi. Toplantıya katılan yöneticilerin hemen hemen hepsi “Çok iyi olur hocam. Bayrağımıza yapılan bu saygısızlığa gereken tepkimizi en üst perdeden göstermeliyiz” dedi. Ben ise “Bayrağımızı indirmeye kalkan kişiye polis müdahale etmiş ve ilgili provokatörü derdest ederek hakkında adli işlem yapılmasını sağlamıştır. Bir kişinin yaptığı hezeyan üzerinden öğrencilere varıncaya kadar tüm Türkiye ayağa kalkarsa, birilerinin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Mesela ilçemizi düşünelim: Bayrağı indirenin kişi bir PKK’lı. Bizim çoğumuz PKK ile Kürtleri özdeşleştirmekte. Halbuki aynı değil. Bu eylemi tasvip etmeyen nice Kürt bilirim. İlçemizde ikamet eden Kürt vatandaşlarımız var ve öğrencilerimiz kimin Kürt olup olmadığını biliyor. Yürüyüş esnasında Kürtlerin oturduğu evlerin önünden geçerken öğrencilerimizin o evlere taş atmayacağına dair bir garantimiz var mı? Böyle bir durumda heyecana gelmiş bu kalabalığa biz engel olabilecek miyiz? Belki de bayrağımızı indirenlerin istediği bu” dedim. Konuşmam üzerine yapılması düşünülen yürüyüşten vazgeçildi. Toplantı bitimi MEM müdürü “Hocam, niye böyle konuştun? Seni yanlış anlayacaklar” dedi. Görüşümü söyledim. Bu görüşümden dolayı kimse benim bayrak sevgimi yargılayamaz” dedim.

Sonuç olarak başta bayrak olmak üzere milli ve dini değerlerimize yapılan saygısızlıklara tepki verelim ama yerli yerinde ve abartmadan yapalım diyorum.

*03/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



31 Ocak 2020 Cuma

Yaşlı Dul Erkeklerin İmtihanı *

Eşi bir yıl önce vefat eden bir hemşerimle karşılaştım. Selam ve hal-hatırdan sonra yalnız mısın? Yeni bir evlilik yaptın mı diye sordum. Önce “ne yapacağım bu yaştan sonra” dedi. Yaşın kaç soruma “1940'lıyım. 80 yaşındayım” dedi. Maşallah hala dirisin. Eşi vefat ettikten sonra çoğu erkek durmuyor. Yalnız başına olmuyor deyip mutlaka evlenme yoluna gidiyor. Gerçi bu devirde evlenmek de zor. Kocası vefat eden kadınların çoğu evliliği tercih etmiyor. Az sayıda evliliği tercih eden varsa da genelde erkeğin parası için evleniyor. Niyet bu olunca yeniden evlenmeyi seçen çoğu yaşlı erkeğin yüzü pek gülmüyor. Tabi, herkes böyle değil, dedim. 

Derin bir iç çektikten sonra “Bir ara evlenmeyi düşündüm. Bir tanıdığım, ‘bir kadın var. Meram'dan, üzerine yapacağın bir ev, 10 bilezik istiyor,’ dedi. “Bana böyle gelecekse kalsın dedim.”  Bir ev ve 10 bilezik isteyen kaç yaşında imiş dedim. “76 yaşındaymış” dedi. “Şimdi soranlara evlenmeyi düşünmüyorum diyorum” dedi. “Benden evlenme karşılığında daha evlenmeden bunları isteyen benimle evlenmeye değil, malımın üzerine konmak istiyor. Nasılsa birkaç yıla kadar ölürüm diye düşünüyor. Böylesine mal bırakacağıma malımı çocuklarıma bırakırım daha iyi,” dedi. Sonra başka konulara girdikten sonra vedalaşıp ayrıldık.

Çevrenizde, belli bir yaştan sonra karısı vefat edip bir başına kalan ve olmuyor böyle deyip çareyi yeniden evlenmekte bulan yaşlı dul erkek sayısı az değildir. İllaki evlenmem lazım diyen birçok erkek; günlerce, aylarca hatta yıllarca kendisini kabullenecek kocası ölmüş bir kadın adayı arıyor. Çoğu bulamıyor. Çünkü kadınlar evliliğe yanaşmıyor. Çoğunun sosyal güvencesi var ya da kocasından kalan maaşı var. Hiçbir şey yoksa bile devlet dul ya da yaşlılık parası veriyor. Bu durumda kadın niye başını bağlasın? Az sayıda evlenmeyi itiyat haline getirmiş dul kadın varsa da çoğunun niyeti, erkeği maddi olarak soyup soğana çevirmek. Bu duruma düşen erkek sayısı az değil.

Başı bozulmuş ve yeniden evlilik düşünen erkeklerin bu zaafını bilen kadınlar, kendini ağırdan satıyor, evlenmeden önce kendilerini ve geleceklerini garantiye alıyor. Haliyle çoğunun tercihi de parası olan yaşlı erkekler oluyor. İlk evlenirken istenmeyen mal, mülk ve ev isteniyor. Merak ediyorum, bugün ilk defa evlenen kaç genç kız, müstakbel eşine ev isterim, araba isterim diye tutturuyor. Sanırım sayı çok olunca yapılamayan pazarlık, karaborsaya düşünce veya stoklarla sınırlı olunca değeri artıyor.

Allah kimsenin huzurunu bozmasın. Zaafından dolayı insanımızı fırsatçıların eline düşürmesin.

*12/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Her Derde Deva Kahve *


Zaman zaman gelip geçtiğim bir yerde bir kuruyemiş dükkanının yanına stant açmış, bir kahvenin reklamını yapan bir kız çocuğunun sesine kulak misafiri olurum: "Kahve ikram edelim, bir kahvemi içmez misiniz" diye seslenir durur. Kimdir, necidir, bu kahve nasıl bir şeydir diye merak etmeden bu kahve ikramını bugüne kadar hep geri çevirdim.

Bugün o sese kulak verdim. Standa yaklaştım. Stantta iki kız çocuğu vardı. "Buyur amca" deyip pet bardağının küçüğünün küçüğü bir pet bardakta kahve ikram ettiler. Ilıkça imiş. Bir dikişte bitirdim. Elinize sağlık demeden kahvenin reklamını yapmaya başladı bir tanesi. “Yedi karışımdan oluşan bu kahve; migren ağrısını gideriyor, sindirim sistemini kolaylaştırıyor, mide ağrısını kesiyor…Şu anda kampanya var. Paketi 15 lira iken 13 liraya indi. Bu kahvenin paketi 200 gramdan oluşuyor ve diğer kahvelerin fiyatına. İki paketi… ” dedi. Kızım! İkram dediniz geldim. İkram ettiğiniz kahveyi daha boğazıma göndermeden kahve satışına başladınız. Madem öyle! Verin bir paket, şu her derde deva kahvenizden, dedim. Zaten bir üründe kampanya var ve de indirim varsa, bu iş tam bana göre. Birinci paketin satışını garantiye alan kızlar, “Amca! İki kişiyiz. Her birimiz için birer tane almaz mısınız” dediler. Neyse ikinciyi satamadılar. Bir kahve parası için uzattığım paranın üstünü beklerken diğer pazarlamacı kızımız, “Bir ağrı kesici bulamaz mıyız? Midem çok kötü ağrıyor” dedi diğer arkadaşına. Kızım! Oldu mu şimdi bu yaptığın? Ne ilacı arıyorsun şimdi? Hani bu kahve mide ağrısına iyi geliyor, ağrıyı kesmede bire bir idi. İşte önünde kahve! İç, dedim. Kızımız, “Amca, öyle olmasına öyle! Ama ben kahve içmeyi sevmiyorum ve hiç içmiyorum” dedi. Kahve içmiyorsun ama kahve reklamı yapıyor ve pazarlıyorsun dedim gülerek. Para üstünü alıp oradan ayrılırken “Nasıl pişirileceği üzerinde yazıyor” dediler. Tamam, sağ olun dedim.

Eve geldikten sonra yedi karışımlı kahveyi elime aldım, bakalım bu yedi karışımın içinde neler var diye. İçindekiler: Arabia Kahve, Kahve Kreması, Kakule, Kakao, Menengiç. Beş oldu, hani gerisi demeyin. Ben çok saydım. Bu kahvenin içinde sadece beş karışım bulabildim.

Başımdan geçen bu kahve alışverişi, bir yazı konusu olmayacak kadar basit bir konu. Konu basit olsa da yukarıda kısaca değindiğim iki hususa işaret etmek istiyorum. Bir ürünün tanıtımını yapmak ve satmak için alışveriş merkezlerinde, insan yoğunluğunun çok olduğu cadde ve sokaklarda zaman zaman her türlü ürün pazarlanır. Gelip geçenlerden meraklılar, ürünlerden tadar. Beğenen alır, beğenmeyen geçer gider. Buraya kadar anormal bir durum yok. Burada garip olan “Bu kahvenin ne faydası var” denmeden ürünü satmak için her derde deva misali akıllarına gelen her şeyi sayıyor pazarlamacılar. Bir diğeri, bu kahve kaç ürünün karışımı sorusunu soran var gibi yedi karışımdan müteşekkil bir kahve diye tanıtıyorlar. Sanki beş karışımlı bir kahve olduğu zaman karışımı az deyip ellerinde kalacak. Biri aynı anda olmak üzere iki yalanları yatsı olmadan ortaya çıkmış oldu.

Bu alışverişimin en büyük faydası, aylardır aynı yerde kahve tanıtımı yapan bu kızlar, bundan sonra da yine bu kahve tanıtım ve satış işine devam edecekler. Ama herhalde bundan sonra “Mide ağrısına iyi geliyor” demeyeceklerdir ve ne söyleyeceklerine dikkat edeceklerdir. Çünkü suçüstü yakalandılar.

*05/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Ocak 2020 Perşembe

Yürüyen Merdivenlerde Yürüyenlerden misiniz? ***

Yürüyen merdivende ne yapılır desem, işin yok mu deyip bana kızarsınız. Çünkü adı üzerinde yürüyen merdiven. Aşağıya gideni var, yukarı gideni var. Bineceksin üzerine. O yürüyecek, sen de üzerinde dikileceksin. Sağı solu seyrederken hem soluklanacaksın hem de akılsız başının cezasını ayağın çekmeyecek. Cevabınız bu değil mi? Ben de sizin gibi düşünüyorum. Daha doğrusu böyle düşünüyordum. Ta ki aşağıya doğru inen yürüyen merdivene bininceye kadar.
***
İlk yürüyen merdivenlerle muhatap olduğumda uzun süre binmedim. Yanımdakiler merdivende dikilerek yürüdü. Ben ise B planını uyguladım. Yan taraftaki doğal basamakları teptim. Eşim dostum yürüyen merdivenden gülerek bana baktı durdu. Öyle ya. Ayağım takılır veya sıkışır. Ondan sonra göreyim günümü. 

Baktım binenlere bir şey olmuyor. Nice sonra korka korka ya Allah ya bismillah diyerek binmeye başladım. Fena değilmiş hani! Alıştım artık. Şimdi nerede bir yürüyen merdiven görürsem B planını uygulamıyorum, tercihim hep A planı.

Ben size desem ki hem yürüyen merdivene binen hem de yürüyen var desem, bana inanır mısınız? O zaman buyurun!

Bugün bindim aşağıya doğru seyreden bir yürüyen merdivene. O yürüyor, bense dikiliyorum. Bir taraftan da aşağıya doğru bakıyorum. Başka da kimseye bir şey yaptığım yok. Hele rahatsızlık...ne kelime! Arkamdan "Biraz çekilir misin" sesi duydum. Arkama dönüp baktım. Benden daha yaşlı biri ardıma iyice yanaşmış. Yan dönerek buyur geç dedim. Adamcağız yürüyen merdivende merdiven yürürken kendisi de yürümeye başladı. Ardından madem yürüyecektin. Ne işin vardı yürüyen merdivende? Ha şu yan taraftaki basamakları tercih etseydin ya dedim. "Ne bileyim, rahatlık diye binmiştim. Çok yavaşmış" dedi gülerek.

Acelesi var belli ki diye düşündüm. Yürüyen merdiven önce onu, sonra beni indirdikten sonra çok acelesi varmış gibi davranmadı. Salına salına yürümesine devam etti. 

Hem yürüyen merdivene binip hem de yürümeye devam eden böylelerin sayısı ne kadardır bu ülkede? Benimki de merak işte. Sanırım sayıları az değildir. Elimde bir istatistik yok ama yüzde bir civarında bir oy alan bir siyasi parti kadar bir sayıya tekabül ettiklerini düşünüyorum.

Yoksa sizde mi merdivene binip yürüyenlerdensiniz? O zaman yalnız değilsiniz.

***06/02/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

29 Ocak 2020 Çarşamba

ABD ve İsrail’e Niye Kızıyoruz ki? ***


Daha önce ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyan ve Golan Tepeleri’ndeki İsrail egemenliğini tanıyan ABD Başkanı Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte düzenlediği basın toplantısında, “Yüzyılın Anlaşmasını” açıkladı. Adına barış planı dedikleri bu projeye göre;
-Kudüs İsrail’in bölünmez başkenti olacak.
-İsrail’in güvenliğinden ödün verilmeyecek.
-Batı Şeria gibi yerlerdeki İsrail yerleşimcileri kalıcı olacak ve bu yerleşim yerleri İsrail tarafından ilhak edilecek.
-İsrail’in güvenliği için Ürdün Vadisi ilhak edilecek.
-Filistinliler bu anlaşmayı kabul ederlerse bağımsız devlet kurmalarının önü açılacak.
-1948’den beri yerlerinden olan Filistinliler geri dönemeyecek.
-Filistinliler terörü reddedecek, silahlı direnişi terk edecek…

Açıklanan bu barış planına İslam dünyası ve dünya, beklendiği gibi tepki gösterdi: Filistin Devlet Başkanı Abbas “Bin kere hayır” dedi. Hamas, “safsata” olarak değerlendirdi. İran, “ihanet” açıklamasını yaptı ve Filistin’de bir intifada beklediklerini sözlerine ekledi. Türkiye, “Kudüs kırmızı çizgimizdir” dedi. Ürdün, bu sözde planın tehlikeli sonuçlara yol açacağını duyurdu. AB, iki devletli çözüme bağlılığa vurgu yaptı. BM, bu konuyla ilgili tutumun daha önceki alınan kararlarda gösterildiğine atıf yaptı. Filistinliler, açıklamanın ardından Ramallah’da sokağa döküldü. İstanbul’daki ABD konsolosluğu önünde protesto gösterisi yapıldı.

Sözde “barış projesine” tepki gösterenlerin yanında destek açıklaması yapanlar da oldu. Bunların başını Birleşik Arap Emirliği çekti. Bahreyn ve Umman da açıklanan barış toplantısına büyükelçileri vasıtasıyla katılarak destek verdi. (ABD ve İsrail bir olup Filistinlileri kökünden kuruttuğu zaman bu Arap ülkeleri şükür kurtulduk diye göbek atarlar. Çünkü Filistin Arapların önünde bir ayak bağı.)

Bize göre safsata ve bir deli saçması olan bu sözde “barış planı” konusunda ABD ve İsrail ciddi mi ciddi… Daha önce “olmaz, olamaz, İsrail buna cesaret edemez” dediklerimizi, bu muhteşem(!) ikili, (Trump-Netanyahu) bir plan dahilinde dünyaya rağmen hayata geçirdiklerine göre, açıkladıkları bu projeyi de yürürlüğe koymalarının önünde hiçbir engel yok. Başta İslam dünyası ve dünya istediği kadar tepki göstersin, BM Genel Kurulunda ABD ve İsrail yalnız kalırsa kalsın, ABD ve İsrail yollarına emin adımlarla ilerliyor ve İsrail’in “Arzı Mev’ûd” adını verdiği topraklar üzerinde Büyük İsrail’i kurma planları tıkır tıkır işliyor. Biz bu durumda bu iki ülkeye niye kızıyoruz ki? Adamlar inandıkları değerlerinin gereğini yapıyorlar.

Görünen o ki Filistin ve Kudüs meselesinde en açık tepkiyi hep Türkiye veriyor ve vermeye de devam edecek. Belki de Türkiye’nin son yıllarda başına gelenler, İsrail’i karşısına almasından ve İsrail’i devlet terörü yapıyor demesinden kaynaklanıyor. Türkiye, Filistin meselesinde BM’de öncü rol üstlense de en üst seviyede tepki gösterse de hep birlikte gördüğümüz gibi Türkiye’nin bu çırpınışları tek başına yeterli değil. Çünkü Türkiye’nin eti belli, budu belli. Elinden başkası da gelmiyor. Dünyanın sessizliği ve İslam dünyasının parçalanmışlığı devam ettiği müddetçe Ortadoğu’da ABD ve İsrail’in borusu ötmeye devam edecek görünüyor. Çünkü dünyada gücün kadar söz sahibisin, gücün kadar etkili olursun. Bu demektir ki Ortadoğu’da kan ve gözyaşı akmaya devam edecek.

***30/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.





Kimler Sinek Avlasın? *


Olması mümkün değil. Ama yine de bu yazımda, olmasını istediğim temennilerimden bahsedeceğim. Şu aşağıda yazacağım esnaf, kurum, kuruluş, işletme adı her ne ise hepsi sinek avlasın, müşteri bulamasın, işsizlikten kepenk kapatmak durumunda kalsın istiyorum:
1.Hastane poliklinikleri, aciller ve doktorlar hasta bulamasın.
2.Eczacılar, bir tek ilaç satamasın.
3.Avukatlar, tek bir dava alamasın.
4.Savcılar, hiç iddianame hazırlamasın.
5.Hakimler, yargılayacak zanlı bulamasın.
6.Kefen satıcıları, bir karış kefen satamasın.
7.Mezar kazıcıları, eline balta ve kürek almasın.
8.Polis, kimsenin peşinden koşmasın.
9.Asker, savaş ve operasyon yapmasın.
10.AFAD'a, UMKE'ye iş düşmesin.
11.İçki, sigara satıcılarına selam veren olmasın.
12.Uyuşturucular uyuşturucu baronlarının elinde patlasın.
13.Ülke yönetimine talip olan, iktidara gelmiş veya iktidar adayı olan, özü-sözü bir değilse, verdiği sözü yerine getirmiyorsa, iş yapmaktan ziyade demagoji yapıyorsa, olayları ve gerçekleri manipüle ediyorsa girdiği her seçimde aynı istikrarı görsün: Sadece kendi oyunu alsın.
14.Bile bile haksızlık yapan, adam kayıran, zulümle abat olmaya çalışan kim varsa hiç huzur bulmasın. Huzursuzluğu dillere destan olsun.
15.Gerçeği anlayacak kadar aklını, işitecek kadar kulağını, görecek kadar gözünü kullanmayıp varlık sebebi olarak birini kötüleyerek öbürünü överek geçirenler, ahir ömründe bir iyilik yapsınlar. Bu kullanmadıkları nimetleri ihtiyaç sahiplerine versinler. Kendileri de bu organlardan mahrum kalsınlar.
16.Kendisini dünyanın merkezi gören bencile, dünya dile gelip "Otur oturduğun yerde. Dünya olarak ben bile dünyanın merkezi olamadım. Sen de kim oluyorsun" demeli ki herkes yerini ve haddini bilsin. Bu cevap karşısında böylelerinin ağzını bıçak açmasın.

Hasılı nerede insanımıza dertler açan, onları üzüntüye gark eden, devleti uğraştıran ve yüklü masraflar açan ne varsa hepsi avucunu yalasın. İşsizlikten kendilerine başka yeni işler verilsin.

Temennilerim gerçekleştiği takdirde hastane ve buralarda görev yapacak doktora ihtiyaç kalmayacağı için devlet, hastane inşaatları ile uğraşmayacak. Çocuklarımız 6-7 yıl boyunca tıp fakültelerinde dirsek çürütmeyecek. Hastane ve doktora ihtiyaç olunmayınca eczacılık diye bir meslek olmayacak. Devlet ilaç sanayine yüklü miktarda ödeme yapmayacak. Suçlu olmayınca cezaevine, hakime, savcıya, avukata ve adliye binalarına gerek kalmayacak. Uzatmayayım, diğer örnekleri de mefhumu muhalifinden sizler çıkarın.

Gördüğünüz gibi temennilerim hayal de olsa güzel. Kim istemez herkesin mutlu ve huzurlu olduğu böyle bir dünyada yaşamayı...

*22/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Ocak 2020 Pazartesi

Burnumuz Çektirmesin! *


İnsanın faydasına olan her şey bir nimettir. Özellikle ihtiyaç hissettiğimizde ve yokluğunda o şeyin ne büyük bir nimet olduğunu ifade ederiz. Say say bitmeyen bu nimetlerden biri de beş duyu organımızdan burundur. Nefes alma uzvumuzdur her şeyden önce. Her ne kadar ağız yoluyla da nefes alabiliyor isek de ağızdan alınan nefes, boğaz kuruluğuna sebep olmaktadır. Burun yoluyla aldığımız nefes/hava, önce burnumuzda nemlendikten sonra boğazımıza kıvamında geçmektedir. Bu organın kıymetini nezle, grip, soğuk algınlığı gibi bir hastalığa yakalandığımız zaman daha iyi anlarız. Çünkü burundan nefes alamadığımız gibi koku da alamayız. Yerinden nefes ve koku alamayınca hayatın bir anlamı kalmıyor. Bu durum ister istemez konuşmamıza da yansıyor.

Rahat nefes alabilmemiz, rahatlayabilmemiz ve burnumuzun tüm işlevlerini tam yerine getirebilmesi için burnumuzun tıkalı olmaması gerekir. Burnumuzu sürekli açık tutmanın yolu da burnumuzu yerinde, zamanında ve uygun yerde temizlemektir. 

Büyük veya küçük, kadın veya erkek, içimizden bazıları, burun akıntısında veya burun tıkanıklığında üşengeçlikten veya huy edindiğinden lavaboya gitme veya mendil kullanma yerine, bulunduğu ortamda burnunu çekme yoluna gidiyor. Böyle yapanlar farkında veya değil, yanında bulunduğu insanları rahatsız etmektedirler. Çünkü onlar çektikçe duyanlar da onunla beraber çekmektedir. Burnunu çeken çekmekle kalıyor. Bundan da rahatsızlık duymuyor. Çevresindekilerin midesi bulanıyor, işine veya konuşmaya kendini veremiyor. Böylelerine "Rahatsızsın galiba! İstersen lavaboya git gel, rahatlarsın" deyince bazıları "İyi olur" deyip lavaboya gidip geldikten sonra rahatlıyor. Kendisi rahatlayınca etrafındakiler de rahat ediyor, hatta bayram ediyor. Burnunu çeken bazılarına "İstersen lavaboya gidip bir rahatla gel" dediğinde hasta olduğunu da kabul etmiyor, burnunu çektiğini de. Ne lavaboya gidiyor ne de çekmeyi bırakıyor. İşi, çektirmek gayri belli… Halbuki burun çekmek kişiyi rahatlatmaz, belki de iyileşmeyi geciktirir.

Ders defterini yazarken başka sırada oturduğu halde masamın önündeki sıraya oturmuş bir öğrenci, ikide bir burnunu çekti durdu. Birazdan bırakır dedim olmadı. Huylu huyundan vazgeçecek değil ya. Çevreye verdiği rahatsızlığın da farkında değil. Defteri imzaladıktan sonra "Kızım galiba üşütmüşsün. Lavaboya gitmek ister misin" dedim. "Yoo! Hasta değilim ben" dedi. Hasta olduğunu kabul etmeyen, burnunu çektiğinden haberi olmuyor olmalı ki durmadan çekmeye devam etti. Haliyle o çektikçe tüm sınıf da çekti ders boyunca.

Sizi bilmem ama ben bu burun çekmeye ben taktım. İşin garibi, bu eylemi gerçekleştirenlere burnunu çekme de diyemiyorsun. Alınabilir endişesi taşıyorsun. Gel de çık bu işin içerisinden... Hasılı ne burnunu çekenler çeksin ne de başkası çeksin. Allah kimseye çektirmesin.

*31/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.