23 Ocak 2020 Perşembe

İslam Ahkamının Her Çağa Hitap Etmesi (1)

Hukuk türleri dendiğinde; Pozitif (müspet, meri, yürürlükte olan) hukuk, mevzu (yürürlüğe konulmuş yazılı) hukuk, tarihi (ilga edilmiş/yürürlükten kaldırılmış) hukuk ve ideal (doğal, natürel, tabii) hukuk türleri akla gelir.

Halen yürürlükte olan hukuklar pozitif hukuk olarak adlandırılır. Eksik aksak, beğenelim ya da beğenmeyelim, daha tam hukuk devleti olamasak da, devletin ve devlete bağlı bireylerin uymakla yükümlü olduğu Türk hukuku da pozitif hukuka verebileceğimiz bir örnektir. İdeal hukuka verebileceğimiz en iyi örnek İslam hukukudur. Bu hukuk, bugün her yönüyle yürürlükte olmasa da Müslümanları yakından ilgilendirmektedir. Çünkü İslam hukuku doğuştan gelen insan haklarını ve genel geçer kuralları savunmakla beraber gündelik hayata ve toplum ilişkilerini de düzenleyen bir hukuktur. Müslümanlar, İslam hukuku ile yönetilmiyor ve bu hukukun devlet nezdinde bir geçerliliği olmasa da İslam; evlenme, boşanma, ticaret, ekonomi, miras gibi toplum ilişkileri konularında inananlarını bağlayan kurallar vazetmektedir. Buradan hareketle Müslümanlar, TC vatandaşı olarak Türk hukukuna, ideal hukuk olarak İslam hukukuna tabidirler. Bundandır ki bir şeyin meri hukuka uygun olması, Müslümanları tek başına rahatlatmaz. İslam bu konuda ne der, ona da kulak verir. Geçerli hukuk ile İslam hukuku aynı şeyi söylüyorsa Müslümanlar rahat bir nefes alır, çelişiyorsa ne yapalım, bu işin içerisinden nasıl çıkarım ikilemi yaşarlar. Çünkü devlete göre bir şeyin yapılması kanuni iken İslam'a göre caiz olmayabiliyor. Özellikle dindar ve mütedeyyin insanlar helal/haram, caiz veya değil konularına çok kafa yorarlar. Bir çıkış yolu için fetvalara bel bağlarlar. Hasılı Müslümanlar bugün hem pozitif hukuku yaşıyor hem de yürürlükte olmayan ideal hukuk olan İslam hukukunu yaşıyorlar. 

İslam ve onun hukuku bütün çağlara hitap ettiğine, uygulanabilirliği kıyamete kadar geçerli olduğuna göre Müslümanlar, çelişki durumunda ne yapmalı? Allah kelamı olan Kur'an ve Kur'an'ın bir nevi açıklaması diyebileceğimiz sünneti pozitif hukuka göre uyarlayamayız. Burada İslam fıkhına ve bunun ilmini yapan fıkıhçılara büyük iş düşüyor. Günümüz problemlerine çözüm üretmeleri gerekiyor. Bunun yolu da içtihattır. İslam fıkhı Kuran, sünnet, icmâ ve kıyası şer’i delil olarak kabul etmiştir. Bunlara ilaveten sahabe görüşü, istihsan (bir şeyi güzel saymak), mesalih-i mürsele (maslahat) istishab (geçmişte sabit olan bir hükmün, sonradan değiştiği bilinmiyorsa ve/veya değiştiğine dair bir delil bulunmuyorsa, aynı kalmasına hükmetmek), örf-âdet, öncekilerin şeriatları ve sedd-i zerayi (harama giden yolların tıkanması), feth-i zerayi (helale giden yolların açılması) de hüküm çıkarmada fer'i delil olarak kabul edilmiştir. (Bu konuya devam edelim)






Kış ve Grip *

Kış dendi mi soğuk, ayaz, don ve -şimdilerde görmeye hasret kalsak da- kar akla gelir. Bir de hastalıklar. Çünkü kış mevsimi, hastalıkları da beraberinde getirir. Öksürük, ateş, baş ağrısı, burun akıntısı, hapşırık, yorgunluk ve boğaz ağrısı şeklinde kendini gösteren, halk arasında ortalık hastalığı da denen, kış aylarında kendini iyiden iyiye hissettiren bu hastalığın adı griptir.

Önceki yıllarda kuş gribi, domuz gribi gibi adı verilen gribin bu kıştaki adı nedir bilmiyorum ama hastalığa yakalanan kolay kolay atlatamıyor. Geldi mi kolay kolay gitmiyor. İnatçı mı inatçı çünkü. Hem öyle inatçı ki hastalığa yakalananı, anasından doğduğuna pişman ettiği gibi bir başkasına da bulaştırmadan gitmiyor; o çekti, sen de çekeceksin dercesine. Ev halkından birine sirayet etti mi diğerlerini de boş geçmez. Sırayla hepsini yoklar. Çok adil anlayacağınız.

Hastane ve aile hekimliklerinde gripten dolayı hasta sayısında bir artış olsa da gribe yakalananın çoğu, doktora da gitmez. Kimi doktorun önerdiği ilaçları kullanarak hastalığı savma yolunu tercih ederken kimi de kendi kendine geçip gitmesini bekler. Yine halk arasında gripten kaynaklanan bu hastalığı savmak için "İlaç kullanan yedi günde, kullanmayan ise bir haftada iyileşir" denir.

Grip deyip de geçip gitmeyelim. Zira bu hastalığa yakalananın kimi ağır atlatır bu hastalığı, kimi de hafif. Bazen ölümlere de sebebiyet verebiliyor. Gribin aynı zamanda bulaşıcı özelliği de var. Buna rağmen grip konusunda çoğumuz duyarlı değiliz. Bundandır ki biri bu hastalığa yakalandı mı kiminle temas etmişse hastalık o kimseye sirayet eder. Gribe yakalananın bazısı, başkasına bulaştırmayayım diye gerekli özeni gösterirken bazıları, zorunlu olmadığı halde toplum içerisine giriyor; düğün, cenaze ve taziyeye katılıyor, alışverişe gidiyor. İnsanlarla tokalaşıyor, olmadı sarılıyor, öpüyor, öpüşüyor. Ardından da size bulaştırmayayım, biraz hastayım diyor gülerek. Merak ediyorum, hastalığı satmak için başka ne yapması gerekiyor?


Kimin vücudunu zayıf bulursa orada arzı endam eden bu hastalığı basite almayalım. Bu hastalığın en iyi ilacı yatıp istirahat etmek, bol bol sıvı tüketmektir. Zorunlu olmadıkça kalabalıklar arasına girmemek lazım. Eğer illa girilecek ve işe güce devam edilecekse insanlara pek yakın durmayalım. Çok yakın bulduğumuz, sevip saydığımız insanlarla görüşmemiz gerekiyor veya karşılaşmışsak yakın temas diyebileceğimiz tokalaşma, sarılma gibi eylemlere kalkışmayalım. Pekala oturup kalkmayı, hal hatır sormayı temas etmeden de gerçekleştirebiliriz. Sarılmadığımız için içimizde bir burukluk hissediyor ve ayıp oldu diyorsak, iyileştiğimiz zaman bir fazla sarılarak önceki sarılamadığımızın kazasını yapabiliriz. Namazın, orucun kazası olur da sarılmanın kazası olmaz mı? Yeter ki iyileş. Sonra dön dön bir daha sarıl. Ama ne olur, hasta iken bu samimi görünümden uzak duralım, biraz resmi takılalım. Bu konuda “Hastayım, size bulaşmasın, sizden uzak durayım” diye yanındakileri uyararak tokalaşmayan az sayıdaki insanları tebrik etmek lazım.  Gerçi böyle uyaranlara karşı bazılarımız da “Olsun, fark etmez” deyip sarılmanın yoluna gidiyor. Böylelerinin yaptığına cinslik mi denir yoksa cahil cesareti mi? Kararı siz verin. Ama kendi düşen ağlamaz. Zira kendisi istedi.

*24/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


22 Ocak 2020 Çarşamba

Bir İlki Gerçekleştirmek İstiyorum


—Büyük ödüllü bir yarışma programına katılma düşüncem var. "Kim Milyoner Olmak İster," mesela.
—Milyoner mi olmak istiyorsun?
—Kim istemez! Ama öyle bir niyetim yok. Zira bilgime çok güvenmiyorum.
—Madem bilgine güvenmiyorsun. Büyük para hedefin de yok. O zaman ne diye çıkacaksın ekrana?
—Hedefim, bir ilki gerçekleştirip Türkiye gündemine oturmak olacak.
—Nasıl?
—Çıkınca görürsün.
—Yarışmada bir ilk ne olabilir? Yıllardır devam eden bu yarışmada gerçekleşmeyen ilk kalmadı. İlk soruda elenmek ise sayısını hatırlamıyorum ilk soruda elenenin. İlk barajı geçmekse niyetin, onu da geçen çok oldu. İkinci barajı geçen hakeza. 30 bin, 60 bin, 125 bin, 250 bin ise niyetin, bu ödülleri de alan oldu. Bir milyon dersen onu da bilen oldu. Geriye ne kaldı başka?
—Söylemem. Sürpriz olsun.
—Merak ettim. Haydi söyleyiver. Belki izlemediğin programlarda senin ilk dediğini gerçekleştirmiş olan olabilir.
—Olsa duyardım. Benim ilkim bir milyonu alandan daha fazla gündem olacak.
—Allah Allah! Ne olabilir? Madem açtın konuyu. Şu sürprizi de söyle artık.
—İlk soruda eleneceğim ya da ilk soruda çekileceğim.
—Beni dinlemedin galiba! İlk soruda elenen çok. O kadar çok ki ilk soru çok kolay olmasına rağmen ilk soruda elenme korkusu, yarışmacıların kabusu.
—Benimki başka türlü elenme olacak.
—Nasıl?
—İlk soruda yüzde elli hakkımı kullanacağım.
—Eee...
—Ardından seyirci jokerimi kullanacağım.
—Sonra?
—Telefonla joker hakkımı kullanacağım.
—Cevabı söyleyiver artık.
—Söylemeyeceğim. Hatta seyirci ve telefondaki jokerim aynı cevapta örtüşse bile cevap vermeyeceğim.
—Sebep?
—Cinslik.
—Neyse. Sonuç?
—Son kararımı söyleyeceğim.
—Nihayet inadı kırıp cevaplandıracaksın.
—Soruya cevap vermeyeceğim efendim!
—Daha ne yapacaksın? Geriye ne kaldı?
—Tüm bu aşamalardan sonra çekiliyorum diyeceğim. Sunucu "Emin misin?" dediğinde, eminim diyeceğim. O, son kararın mı dediğinde evet, son kararım, diyeceğim. Eğer yarışmadan çekilmemiş olsaydınız ne cevap verirdiniz dediğinde, iki seçenekten doğru olmayanı söyleyeceğim.
—Eğer böyle yaparsan gerçekten bir ilki gerçekleştirmiş ve Türkiye gündemine oturmuş olursun.



21 Ocak 2020 Salı

FETÖ Sınavında Biz (2) ***


*TSK'da subay olmak isteyenlerin sülalesini didik didik inceleyen, okuduğu okul ve gittiği dershaneleri araştıran zamanın TSK'sı suçludur. "İrticayla mücadele ediyorum, laikliğin ve Atatürkçülüğün bekçisiyim, ülkenin esas sahibiyim. Orduya mürteciler, laiklik ve Atatürk düşmanları giremez" düşüncesiyle, esas görevi ülkeyi dışa karşı korumak olduğu halde vatandaşın değerleriyle mücadele etmeyi birinci tehdit gören dönemin askeri erkânı, orduyu FETÖ militanlarıyla doldurmuştur. Ordu, başörtüsü ve sakal ile uğraşırken burnunun ucuna kadar sokulan esas düşmanı görmemiş ya da görememiştir. Düşman, TSK'nın içinde yuvarlanırken asker, cumhurbaşkanı seçimine müdahil olmuş, e-muhtıra yayımlamış, 28 Şubat Post modern darbesini yapmış; Ay Işığı, Sarıkız gibi darbe planlarıyla uğraşmıştır. YAŞ kararlarıyla orduda tespit ettikleri ne kadar mürteci varsa askeriye ile ilişiğini kesmiştir. Disiplinsizlik adı altında ordu ile ilişiği kesilenler içinde bir tane FETÖ'cü subay yok dense yanlış olmaz. Bu dönemde görev yapan hükümet, askeri vesayeti yok etmek için denize düşen yılana sarılır misali bu yapı ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla ordudan ilişiği kesilen kurmayların yerine, alttan gelen FETÖ’cüler bir güzel yerleşmiş veya yerleştirilmiştir.
*İrtica ile topyekûn mücadele adı altında ağırlı olarak dindar ve mütedeyyin insanların çocuklarının okuduğu İHL’lerin kapısına kilit vurmayı hedefleyen ve ucube katsayı kuralını getiren ÖSYM, bu okullardan kaçan çocukları FETÖ’nün kucağına itmiştir ve suçludur. Üniversite hedefi olan başarılı çocuklar, bu yapının ya evlerine ya dershanelerine ya da okullarına sığınmıştır.
*Basın ve medya sektörü, yapıyla iyi geçinme yolunu seçerek gerçekleri yazmamış ve söylememiştir. Doğruyu söyleyenlerin sözleri cılız kalmıştır.
*17-25’e kadar muhalefetin; devlette Fethullahçı yapılanma var, sözlerine inanmayan AK Parti, 17-25’den sonra yapı ile mücadele yolunu seçerken “Bizim yapamadığımızı bunlar yapıyor” diyerek yapıya CHP ve laik kesimin birçoğu sahip çıktı. Yapının servis ettiği tapeleri CHP, Meclis grubunda canlı yayınla tüm Türkiye’ye dinleterek yapıya meşruiyet kazandırmaya çalıştı. FETÖ’ye destek verme konusunda CHP de AK Parti kadar suçludur.
*”Dini düşüncesinin geneline katılmıyorum ama namaz kılıyorlar, sigaraya karşılar ve eğitim işini iyi yapıyorlar” diyerek çocuklarını yapının okul/dershane ve evlerine teslim eden dindar ve mütedeyyin anne ve babaların kahir ekseriyeti suçludur. Yapının derviş görünümüne aldanmışlardır. Bu süreçte abi ve abla aramayan insanımızın sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi dense yeridir.
*Himmet adı altında toplanan paralarla örgütün finans ihtiyacını karşıladığı gibi devasa bir güç olmasına imkân sağlayan ticaret ve iş dünyası suçludur.
*Örgütün tüm il ve ilçelerde yaptığı okullara arsa tahsisi yaparak kamu arazilerini örgüte peşkeş çeken yerel yönetim ve üst yöneticiler suçludur.
*Örgütün evlerinde kalarak, okul ve dershanelerine giderek yaptıklarından dolayı örgütü sorgulamayan ve aklını kiraya veren çocuk ve gençler suçludur. (Belki de bu sürecin en masumları)
*17/25 Aralık 2013 ve 15 Temmuz 2016 tarihine kadar örgütü tanıyamayan, istihbarat edinemeyen ve halkını doğru bilgilendirmeyen devletin her türlü imkanından yararlanan ülke yönetenleri suçludur.
*Örgüt, ayağına basıncaya kadar örgütün yaptıklarından memnun bir görüntü sergileyen, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek sesini çıkarmayan her kim varsa suçludur.

Geçmişten günümüze örgüte kimlerin, hangi zihniyetin destek olduğunu kısaca özetlemeye çalıştım. Rahmetli Erbakan vb hariç, iktidar olsun veya olmasın her siyasi parti az veya çok bu yapıya destek olmuştur dense yanlış olmaz. O yüzden eğri oturup doğru konuşalım. FETÖ ile ilgili bir doğruluk sınavı yapılsa, her kesim bir öz eleştiri yapsa, kahir ekseriyetimiz sınıfta kalır. Bence birbirimizi suçlamayı bırakalım, siyasi ikballerimiz uğruna FETÖ’yü malzeme olarak kullanmaktan vazgeçelim. Zaten bu tür suçlamalarla FETÖ’nün siyasi ayağı falan çıkmaz. Çünkü büyük çoğunluk, özellikle siyasilerimiz bu konuda çok masum değildir. Yok, illaki siyasi ayağı denirse “Bu FETÖ, devletin her kademesinde ve özel sektörün her alanında kadrolaşmış, her yere ayağını basmış, nedense siyasete ayak basmayı unutmuş. Bu kadar kusur, kadı kızında da olur” deyip işin içinden sıyrılalım, kanmaya ve kandırılmaya devam edelim ya da bu örgüte taş atacaksak buyurun ilk taşı en temizimiz atsın.

***25/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

FETÖ Sınavında Biz (1) ***

FETÖ konusunda bu örgütün kökünü kurutmak için bir taraftan mücadele ederken diğer taraftan, tarafların birbirini suçlaması devam ediyor. Örgütün tabanında tavizsiz bir mücadele sürerken siyasilerin birbirini karşılıklı suçlamaları havada uçuşuyor. Sonuç havada kalıyor. Çünkü kayıkçı kavgası gibi tartışanlar bir zarar görmüyor. Her birine göre yekdiğeri ya FETÖ'cü ya da onları koruyor.

Ülkemizde 17/25'den bu yana önce Paralel Devlet Yapılanması, sonraları Fethullahçı Terör Örgütü denen örgütün, devletin her kademesinde örgütlendiği herkesin malumu. Devletin kılcal damarlarına girdiği söylenen bu örgütün "Siyasi ayağı yok mu" sorusu hep sorulur. Araştırılsın diye Meclise getirilir. Nasıl bir ayaksa ortaya çıkmaz. Çünkü araştırma isteği reddedilir. Niçin reddedilir? Ya yoktur; Meclisi uğraştırmaya değmez ya da vardır ama gizlenmesi gerekir. Hangisidir bilinmez. Ben FETÖ'nün siyasi ayağı vardır veya yoktur iddiasında bulunacak değilim. Burada şunu söyleyebilirim: FETÖ konusunda kayıkçı kavgası yapanların çok masum olmadığıdır. FETÖ'ye ilk taşı, içimizdeki en masum olanımız atsın dense öyle zannediyorum, FETÖ'ye taş atacak kimseyi bulamayız. FETÖ'cü olduğumuz belli olmasın diye taş atarsak, orasını bilmem. Anlatmak istediğim FETÖ konusunda kahir ekseriyetimiz sınıfta kalmıştır. Çünkü işin başından sonuna kadar isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek FETÖ’ye destek olunmuştur. 

*80 öncesinde fikri, zikri farklı olmasına rağmen örgüt elebaşına, cami kürsülerini teslim ederek tanınmasına ve taraftar kazanmasına zemin hazırlayan Diyanet suçludur.
*"Komünistler geliyor, onlarla mücadele etmek lazım" diyerek insanları komünizm tehlikesine karşı korkutarak insanları kapitalizmin kucağına iten zihniyet suçludur.
*İhtilal yaparak terör örgütünün devlete sızmasına ve örgütün orduya kendi militanlarını yerleştirmesine zemin hazırlayan 80 ihtilalının kudretli konsey üyeleri suçludur.
*Örgütün polis teşkilatında yuvalanmasının önünü açan ve yurtdışında okullar açmasına destek vermek suretiyle örgütün kendisini tanıtmasında büyük bir rol üstlenen Özal hükümetleri suçludur.
*1990-2001 yılları arasında örgütün; basın-medya ve TV sektörüne girdiği, dershane ve özel okullar açıp geliştirdiği, iktisaden geliştiği ve holdingleştiği, siyasilerle ilişkileri sıcak tuttuğu ve her kesimle iletişim halinde olduğu yıllardır. Bu dönemde de örgüt; mülkiye, harbiye, adliye, üniversite ve bürokraside rahatça kadrolaşmaya devam etti. Hatta 99 yıllarına gelindiğinde polis teşkilatında tepeden tırnağa kadrolaşmasını bitirdi. Bu yıllar arasında hiçbir engel ile karşılaşmadan, hatta destek görerek yoluna devam eden örgüt, koalisyon hükümetlerinde hükümetin büyük ortağı olarak görev yapan Çiller, Yılmaz, Ecevit hükümetleri zamanında yoluna doludizgin devam etmiştir. Hatta iltifat görmüş ve korunmuştur. Bu dönemler arasında görev yapan hükümetler suçludur.
*2002 ila 2013 yılları arasında, önceki yıllarda devletin her kademesinde kadrolaşan örgüt elemanlarının, üst yöneticiliklere geldiği/getirildiği yıllardır. Devletin tüm kurumlarında örgütün sözü geçmeye başlamıştır. Bu dönemde ulaştığı güçten dolayı örgüt şımarmış ve kibirlenmiştir. Hükümetten tam destek gören örgüt, bu dönemde yargı ve polis eliyle operasyon üzerine operasyon yapmıştır. Kendilerine dokunanın yandığı yıllardır bu yıllar. Örgütün bu derece şımarmasında ve operasyonel bir güce kavuşmasında dönemin AK Parti hükümetlerinin payı büyüktür ve suçludur. (Bu konuya devam edelim)

***23/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

19 Ocak 2020 Pazar

Fetvalar Din Değildir *

Müslümanlar, bir şeyin dine uygun olup olmadığı konusunu hep merak etmişlerdir. Din adına söz söyleyen birini gördükleri zaman insanlar kafasına takılan veya yaptıklarının dine uygun olup olmadığını sorarlar. Uygundur veya değildir ya da caizdir veya caiz değildir görüşleri dinin o konudaki görüşünü ifade eder. Buna fetva denir. Fetva: "İslam hukuku ile ilgili bir sorunun dini hukuk kurallarına göre çözümünü açıklayan, şeyhülislam veya müftü tarafından verilebilen belge veya görüş" demektir. "Bir şeyi, gereği gibi, iyice anlayıp bilme; kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi; İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütünü" demek olan Fıkıh ilminin konusudur fetva.

Bir konuda helaldir/haramdır, mekruhtur/müstehaptır, mubahtır, caizdir veya değildir şeklinde verilen fetvalar, Müslümanlar arasında katılıyorum/katılmıyorum şeklinde hep tartışma konusu olagelmiştir. Çünkü bir konuda verilen farklı fetvalar, insanımızın kafasını karıştırmaktadır. "Bu din bir tane değil mi? Niçin birbirine zıt fetvalar veriliyor? Dün caiz değil dediklerine bugün cevaz veriyorlar" denerek hocalar topa tutuluyor. Fetvalar konusunda farklı görüşler var diye fıkıhçıları eleştirelim. Yalnız eleştirilirken şunları göz ardı etmeyelim:
1.Din bir tanedir ve temel kaynakları bellidir. Kur'an ve sahih sünnette belirtilmiştir. Ama ayet ve hadislerden çıkarılan hükümler farklı olabilir. Çünkü yorum, görüş ve kanaattir nihayetinde. Din değişmez iken yorum, görüş ve kanaatler zamanla değişebilir. Çünkü görüşler ve fetvalar din değildir. "Zamanın değişmesiyle hükümler de değişebilir" kaidesi Mecelle'nin amir hükmüdür. Bir şeyin helal veya haram olduğuna dair şartlar değiştikçe ve zaruretler ortaya çıktıkça daha önce belirtilen görüşler de değişecektir. Mesela, zararı tam bilinemediği zamanlarda sigaraya, geçmişte mekruh/mubah denirken şimdilerde haram fetvası verilmeye başlanmıştır. İslam'ın kıyamete kadar geçerli olması, her çağa hitap etmesi, ihtiyaç ve sorunları gidermesi, ancak bu kaidenin gereği yerine getirilince gerçekleşir. Bu, Müslümanların önünü açar, hayatlarına kolaylık sağlar. 
2. Bir konuda verilen fetvalar dinin kesin hükmü değildir. Aynı konuda farklı fetva varsa, fetvaya uyma konusunda kişi muhayyerdir. Kalbine danışır. Kalbine en uygun geleni hayatına tatbik eder.
3.Fetva konusunda üzerinde durulması gereken bir konu da fetvayı ehil insanların vermesidir. Her önüne gelen ve yeterince eğitimini almayan fetva veremez. Cami görevlileri, vaiz, din kültürü öğretmenleri ve salt ilahiyat eğitimi almış olmak veya Arapça bilmek, medrese okumuş olmak fetva vermek için yeterli değildir. Hatta dini bilgisi çok derin olan ve bilgisine güvenenlerin de fetva vermeye yeltenmemesi gerekir. Bu; ister müftü, ister fıkıh alanında uzmanlık yapmış biri veya Diyanet İşleri Başkanı ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi olsun. Artık tek kişinin imzasını taşıyan fetva verilmemelidir. Burada dikkat çekmek istediğim konu, herhangi bir konuda fetvaya ihtiyaç duyuluyorsa, bu meseleye dair fetvanın, işin uzmanlarından müteşekkil bir heyet tarafından verilmesidir. Aslında Diyanet'in bünyesinde fetva işlerinden sorumlu 16 kişilik bir heyet var. Fakat üye sayısı daha da artırılmalıdır. Her ilahiyat ve İslami İlimler Fakültesinden fetva heyeti adı altında fıkıhçı, tefsirci ve hadisçi karışımı bir komisyon oluşturulabilir. Komisyon sadece ilahiyatçı akademisyenlerden ibaret olmamalı. Ele alınacak konu ile ilgili sahasında uzmanlaşmış kişiler de komisyonda yer almalı. Ticaret, ekonomi, bankacılık vs alanlarında söz sahibi kişiler, işin künhünü daha iyi bilir. Ya komisyonda bunlar da olmalı veya konu görüşülmeden önce komisyon üyeleri kendilerinden brifing almalı ya da hazırladıkları teknik raporu incelemeliler. Din, insanın her anını ilgilendiriyorsa verilecek fetvalar da alanında uzman kişilerden yardım almakta fayda var. Tüm bilgi, belge, zaruret durumu ortaya konduktan sonra mesele Kur'an ve sünnet çerçevesinde ele alınmalı. Ortaya çıkacak fetva; efradını mani, ağyarını cami olmalı. Dini görüş ortaya koyarken komisyon, ana kaynaklardan Kur'an'ı anayasa, sünneti seniyyeyi kanun, verdikleri fetvayı da yönetmelik veya genelge gibi görmelidir.

Fetva, oy birliğiyle veya oy çokluğuyla geçmeli ve komisyon başkanı tarafından kamuoyuna açıklanmalı. Açıklamanın altına da "Komisyonumuzun görüşü bu şekildedir. Doğrusunu Allah bilir. Yeni gelişmeler oldukça ve şartlar değiştikçe fetva yeniden değerlendirilecektir" denmelidir. Hatta komisyon, geçmişten günümüze verilen fetvaları, konularına göre numaralandırarak yeniden incelemeli. Güncelliğini kaybetmiş ve ihtiyaç gidermekten aciz fetvalar için "İlleti değiştiği için günümüzde amel edilemez" demelidir. Güncelliğini koruyan ve ihtiyacı çözmeye devam eden fetvalara birer numara vererek "Fetva Arşivi" adı altında tüm fetvaların dijital ortama aktarılmasını sağlamalıdır. Bu arşivde, birlik veya çoğunluk sağlanamayan birbirinden farklı fetvalara da yer verilmelidir. Ayrıca hala karar verilmemiş, görüşülecek konular için de "Komisyonumuz bu konuyu falan tarihte yapılacak toplantıda ele alacaktır" şeklinde ilgilisini bilgilendirmelidir. Her yeni sorun ortaya çıktığında yeni bir fetva için toplanmalıdır. Fetvaya bu şekil bakılması ve yaklaşılması, ortaya çıkan her konuda, önceki görüşün tekrar gözden geçirilmesi, İslam hukukunun geçerliliğini, canlılığını ve sorunlara çözüm ürettiğini ortaya koyacaktır. İstediğim yaşayan bir hukuktur. 

*22/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Merkezi Açık Sınavlar *


Liseyi dışarıdan okumak isteyenler için MEB, yılda üç defa Açık Lise Sınavları, Anadolu Üniversitesi gibi bazı üniversiteler de yine yılda üç defa Açık Öğretim Sınavları yapar. MEB'in yaptığı sınavlarda öğretmenler, üniversitelerin yaptığı sınavlarda da öğretim görevlileri görev alır. Yeterince istekli olmadığı takdirde üniversiteler görevli ihtiyacını MEB'den karşılar. Bu sınavlardaki gözlemlerimi aktarmak istiyorum:

1.Salon başkanları ve gözetmenler, sınavın başlamasından bir saat öncesinde görevli olduğu okulda olması gerekirken sınav saati bir saat sonra başlayacak öğrencilerin çoğu, görevlilerle beraber yola düşer. Görevliler, sınavın başlama saatini içeride beklerken onlar da okul bahçesinde bekleşirler.
2.Açık lise sınavlarında her salonda en az beş kişi gelmez. Açık öğretimde katılım biraz daha fazladır. İki-üç eksikle sınav yapılır. YGS, LGS ve KPSS türü sınavlarda ise katılım ise neredeyse yüzde yüzdür.
3.LGS, YGS ve KPSS gibi sınavlarda süreyi ayarlamak ve zamanla yarışmak esastır. Çoğu öğrenci, sınav çıkışı sürenin yetmediğinden dert yanar. Çünkü yeni nesil adı verilen sorular bir sayfayı dolduracak kadar uzundur. Öğrencinin bir soruya ayırması gereken süre 1 dakika ile 1,5 dakika arasında değişir. Öğrencinin, uzun parçayı okuduktan sonra "anlamadım, bir daha okuyayım" seçeneği pek olmaz. Ne anladıysa ya işaretleyecek ya da boş bırakacak. Çünkü LGS’de 4 yanlış bir doğruyu götürürken YGS’de üç yanlış bir doğruyu götürmektedir. Açık lise ve açık öğretim sınavlarında ise süre sınırı yok gibi bir şey. Her ders 20 sorudan oluşur. Her bir derse 30 dakikalık süre verilir. Bir soruya 1,5 dakika zaman demektir bu. Sorular yeni nesil değil, kısa ve bilgiye dayalı. Açık lise sınavına bir dersten giren de 6 dersten giren de aynı süreyi kullanma hakkına sahip. Açık öğretim sınavlarında sınav süresi öğrencinin girdiği ders sayısı 30 dakika ile çarpılarak belirlenmektedir. Açık lise sınavlarında yanlışın doğruyu götürmesi gibi bir kural yoktur. O yüzden öğrenci bilemediği soruyu boş bırakmaz. 20 sorudan hiçbirini bilmiyorsa, gerekirse değişik desenler çizerek kodlama yapar. Açık öğretim sınavlarında daha önce yanlış, doğruyu götürmezken birkaç yıldır 4 yanlış bir doğruyu götürmeye başladı.
4.Açık lise sınavına giren öğrencilerin çoğu, 180 dakika olan sürelerini ilk yarım saatte kullanır. Öğrenci yapacağını yapar, yapamadıklarını atarak kodlar. Ya tutarsa umudu… Geriye 7-8 civarında kalan öğrenciler biraz daha bilinçli olanlardır. Düşüne taşına yaparlar. Çıkmak için çok da acele etmezler. Kala kala iki öğrenci kalır. Bunlar kolay kolay terk etmezler. Dışarı çıkıp da ne yapacaklar? Hava soğuk nasılsa… İçeri ise sıcak mı sıcak… Hem kendilerini pürdikkat bekleyen iki tane görevli var. Sonra zaman sorunları da yok. Bir çay ve kahveleri eksik… Açık öğretim sınavına giren öğrenciler, yanlış doğruyu götürme başlayalı erkenden çıkmıyorlar artık. Uzun uzadıya düşünüyorlar. Nasılsa vakit nakit değil, zaman sorunları yok bunların da. Acele işe şeytan karışır sözü gereği kaç düşünüp bir kalem oynatıyorlar. Hem açık lise hem de açık öğretim öğrencilerinin çoğu, soru kitapçığında nerede bir yazı varsa neredeyse satır satır altlarını çizmeden geçmiyorlar. Böyle yapacaklarına gereksiz gördükleri yerleri çizseler, ellerini ve gözlerini yormamış olurlar ama neyse. Bu yaştan sonra huy değişmez. Öyle görmüşler demek ki.
5.Açık/lise ve öğretim sınavlarında geriye kalanlar için dedim ya aceleleri yok. Kah kafalarını havaya dikip dinleniyorlar bir müddet. Kah gözlerini yumup göz yorgunluklarını atıyorlar. Kah parmaklarının kuluncunu kırıyorlar, kah kafalarını sağa sola çevirerek kafalarındaki kuluncu kütletiyorlar. Kah kollarını iki yana açarak geriniyorlar. Yoruldular ne de olsa. Kolay mı saatlerce eski nesil sorularla uğraşmak? Bedenin de hakkını veriyorlar bu vesileyle. Bir taşta iki kuş vuruyorlar diyebiliriz buna. LGS, YGS ve KPSS gibi sınavlara girenler bu tür beden hareketleri yapmaktan mahrumlar elbet. Çünkü zamanla yarıştıkları için beden jimnastiklerini ihmal ediyorlar.

Yazıma son verirken süre sorunları olmadığı halde neredeyse sınav sonuna kadar bekleyen az sayıdaki kişiler, acaba öğrenciden ziyade MEB veya Açık öğretim yetkilileri tarafından görevlendirilmiş özel kişiler olabilir mi? Sınav erkenden bitse sınav görevlileri de boşa çıkacak, çekip evlerine gidecekler. Öyle değil mi? En azından aldıkları parayı tam hak etsinler diye düşünüyor olmalılar. İşin bu yönünü hiç düşünmemiştim. Öyle ya, herkes aldığı parayı hak etsin.

Son söz de LGS ve YGS sınavına giren öğrencilere olsun: Eğer sınavlarda süre sorununuz varsa boş verin örgün eğitimi. Açık lise veya açık öğretime kapağı atmaya bakın. Zira LGS ve YGS’de sürede cimri davranan MEB ve açık öğretim üniversiteleri, açıktan yaptıkları sınavlarda daha bonkörler. Üstelik bu sınavlarda korktuğunuz yeni nesil soru yok, okula gitmek için ulaşım bedeli ödemek yok. Gördüğünüz gibi açıktan okumanın avantajları say say bitmiyor.

*20/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.