18 Ekim 2019 Cuma

Kendi Göbeğimizi Kendimiz Kestik ***


Dünyada nerede bir terör örgütü varsa o terör örgütünün arkasında ABD var desem yanlış olmaz, hatta tam isabet olur: El-Kaide, Taliban, PKK, YPG, DAEŞ, FETÖ bu ülkenin eseri terör örgütlerinden birkaçı. Bunların hem fikir babası hem onları kuran hem eğiten hem silah ve teçhizat sağlayan hem arkasında koruyup kollayanıdır. Önce örgütü kurduruyor, örgüt kanlı eylemlerine başlayınca terör örgütüyle mücadele etmeye başlıyor. Yeter ki bir ülkeye girmek istesin, yeter ki bir ülke ile adını koymadığı bir savaş yapmak istesin. Terör örgütünün arkasına saklanıyor ve işini yürütüyor. Belki de büyük görünmesi bu hinoğlu hinliğindendir.

Suriye iç savaşını bahane ederek DAEŞ ile mücadele edeceğim diye önce Suriye’nin üçte birine konuşlandı. DAEŞ ile mücadele etmek için YPG adı altında PKK’yı hazırladı. Onları yedirdi, içirdi, onlara tırlar dolusu silah sevkiyatı yaptı ve eğitti. Anlayacağınız bir terör örgütüyle mücadele için bir başka terör örgütünü sahaya sürdü. Yani maşaya karşı maşayı kullandı. 

Fırat'ın doğusunda, sınırımız boyunca yerleşen ve bizi tehdit eden bu örgüt ile ilgili Türkiye, ABD'ye defalarca endişesini dile getirdi ve fiili durumu kırmızıçizgisi ilan etti. Ama ABD, Türkiye'nin bu endişelerine kulak tıkadı. Türkiye operasyon yaparım dedikçe ABD, bunu blöf sandı. Sonunda Türkiye, Fırat'ın doğusuna, ABD'nin karşı çıktığı bir operasyon başlattı. ABD, askerlerini geriye çekerek eğitip teçhiz ettiği PKK'nın başarısını görmek istedi. Operasyonun ilk gününden itibaren PKK, istediği gibi bir varlık gösteremeyince ABD, PKK’yı beğenmedi. “DAEŞ ile mücadelede iyi iş gördü ama Türkiye’ye karşı varlık gösteremedi” dedi. Yardımcısını ve Dışişleri Bakanını apar topar Türkiye'ye gönderdi.

ABD ile 17.10.2019 günü Ankara'da yapılan ikili görüşme, uzun sürdü ve sonunda Türkiye ile ABD arasında anlaşma sağlandı. ABD, terör örgütünü Türkiye'nin istediği 32 km içe çekme garantisi verdi. Türkiye operasyonlara ara vererek beş gün boyunca terör örgütünün çekilip çekilmediğini izleyecek.

ABD niçin böyle bir yolu izledi? Bence ABD, besleyip büyüttüğü PKK’nın Türkiye’ye kök söktüreceğini düşündü. Operasyon başlatan Türkiye’nin kınanması istenince BM’de veto hakkını kullandı. İşler istediği gibi gitmeyince Türkiye’yi ekonomik yönden batırmak ve yaptırımlar uygulamakla tehdit etti. ABD’nin tehditlerine pabuç bırakmayan Türkiye, operasyonu hız kesmeden devam ettirdi ve kısa zamanda geniş bir alanı terör örgütünden temizledi. Çok güvendiği ve yıllardır besleyip büyüttüğü ve büyük başarılar beklediği terör örgütü varlık gösteremeyince kendi ayağıyla gelerek Türkiye’nin isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Gerekçesi de insanlar ölmesin. Yesinler senin barışseverliğini…

ABD ile Türkiye arasında imzalanan 13 maddelik anlaşmaya ABD ne kadar uyar, bunu da zaman gösterecek. Çünkü ABD dediğimiz bir devlet; günü gününe, saati saatine uymayan bir devlet. Her an imzaladığı kararları uygulamayabilir, askıya alabilir. Zaten bir terör örgütüyle çalışmayı mubah gören bir devletten her şey beklenir. Ama bu sefer ABD, altını imzaladığı anlaşmaya sadık kalacak gibi. Çünkü yatırım yaptığı PKK’nın gözünün önünde eriyip gitmesine ve karizmasının çizilmesini gönlü razı olmadı. Çok masraf ettiği ve umut bağladığı PKK’yı daha geri planda eğitmeye devam edecek ve ileride başka amaçlı kullanacak diye düşünüyorum.

Sonu ne olursa olsun Türkiye, başta ABD ve dünyanın diğer sömürge ülkelerinin tehdit, ambargo ve kınamalarına aldırmadan bir operasyon başlatarak benim şakam yok dedi ve dişini gösterdi. Askerimiz de kısa zamanda beklenenden daha büyük bir başarı elde etti. Gözünü budaktan sakınmayan Türkiye, hem yaptığı operasyonla hem de ABD’yi masaya oturtarak diplomatik bir başarı elde etti. Sahada kazanan Türkiye, masada da kazanmaya başladı. Umarım bu şekil sonuç alıcı diplomatik başarıların arkası gelir ve anlaşmada oyun içerisinde bir oyun yoktur.

***19/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



17 Ekim 2019 Perşembe

Dünya Kimin Yanında? *

Roma dönemi Kudüs şehrinin valisi Pontius Platus'dur. Kudüs'te yaşayan Yahudiler ve putperestler  Hz. İsa'nın yeni yaymaya çalıştığı dinden oldukça rahatsızdırlar. Yahudiler gibi Kudüs'teki Putperest kâhinler de İsa'ya cephe almışlardır. Vali Platus'u kışkırtarak Hz. İsa'yı ortadan kaldırmaya çalışırlar. Nitekim 12 Havari'den birinin ihbarı üzerine Hz. İsa yakalanarak Yahudi inancına göre Yahudilerden oluşan bir mahkeme tarafından yargılanır. 
Yahudiler Mayasız Ekmek Yortusu gününde oldukları için Hz. İsa'ya idam kararı veremezler.  Bunun üzerine Hz. İsa'yı Vali Platus'a götürerek bu kararı onun vermesini isterler. 
Vali Platus halkın talebi üzerine Hz. İsa'yı içeri alarak onu sorguya çeker. Aslında Platus iyi niyetli bir validir. Hz. İsa'nın öldürülmesini istemez. Bir plân düşünür; Yahudilerin bu dini bayramlarında her yıl bir mahkûmu af ettiklerini bildiği için Hz. İsa'yı kurtarmaya çalışır. 
Vali Platus  zindanda yatmakta olan azılı bir hırsız ve cani olan Barabba ile Hz. İsa'yı halkın karşısına çıkarır; bunlardan hangisini af edelim diye Kudüs halkına sorar;
Kudüs halkının kararı oldukça ilginçtir; 
Vali'nin bu teklifi karşısında halk hırsız ve azılı bir cani olan Barabba'nın af edilmesini ister.
Platus, halkın bu kararı karşısında oldukça şaşırır.
Neticede Kudüs'ün en azılı hırsız ve canisi olan Barabba serbest bırakılır.
Ne var ki çok kısa bir süre sonra serbest bırakılan Barabba, işlediği suçlar yüzünden yeniden zindana konur. 
Kudüs Valisi Platus bunu fırsat bilerek Hz. İsa ile Barabba'yı yeniden halkın karşısına çıkarır ve "-Ey Yeruşalim (Kudüs) halkı, bu iki mahkûmdan birini bu kutsal günde yine siz af edeceksiniz, bu sefer hangisini af ediyorsunuz?" der.
Halktan ne cevap gelir bilir misiniz? Halk yine "Barabba, Barabba..." diye bağırır!
Barabba yeniden af edilerek serbest bırakılır.
Kudüs halkı, o günlerin kutsal günleri olduğu için Hz. İsa'nın idam edilmesi yerine, çarmıha gerilmesini isterler. Vali Platus, halkın bu isteği üzerine Hz. İsa'yı getirip, "O halde siz götürüp çarmıha gerin" diyerek Hz. İsa'yı Kudüs halkına teslim eder.
İşte Hz. İsa bu olaydan sonra halk tarafından çarmıha* gerilir!” (Matta ve Yuhanna İncili. Bab: 16-26, Günışığı gazetesinden alıntı)

Geçmişte yaşanan bu olayla günümüzü karşılaştırmak istiyorum. Malumunuz bu ülke, 80 yılından beri bir terör örgütüyle oyalanıyor. Kökleri bizde, beyni dışarıdan güdümlü, dışarıdan maddi ve manevi destek alan bu örgüt; bitti, bitiyor, bitecek derken Suriye iç savaşı imdadına yetişti. Daha güçlü bir şekilde sınırımızın ötesinde devlet kurma aşamasına geldi. Gece gündüz bunun hayalini görüyor. Gördüğüm kadarıyla bu ütopyaya da kendilerini inandırmış görünüyorlar. Dünyanın hemen hemen her devletinin terör örgütü diye tanımladığı bu örgüt, aynı zamanda dünya tarafından destekleniyor. Bunun son örneğini de Fırat’ın doğusuna düzenlediğimiz operasyonda bir kez daha gördük.

İncil’de anlatılan bu hikayeyi ilk duyduğumda çok garibime gitmişti. Öyle zannediyorum, sizin de garibinize gitmiştir. Nasıl gitmez? İsa gibi karıncayı incitmeyen birini, suç makinesi azılı bir hırsız ve caniye yeğliyor Kudüslüler. Yaptığımız bu son sınır ötesi operasyonla dünyayı, eli kanlı bir terör örgütünü korur şekilde arkasında yer aldığını görünce nedense Kudüslülerin en azılı hırsız ve caniyi tehlikeli görmeyip dışarı çıkmasına izin vermesi ve İsa’nın zindanda kalmasına razı olmaları aklıma geldi. Maalesef haklı meselemizde yanımızda neredeyse kimse yok. Dünya ise terör örgütüyle kol kola…

İncil’de geçen İsa-Barabba hikayesi geçmişte sadece Kudüs halkı ile sınırlı iken bugün suçluyu koruma tüm dünya devletlerine sıçramış durumda. Suçluyu koruyor ve destekliyor. Haklı davamızda ise biz, kah kınanıyor kah bize ambargo uygulanıyor kah ekonomik yaptırımdan söz ediliyor. Vah ki dünya vah! İsa peygamber bugünü görmüş olsa ne derdi acaba? Herhalde benim durumum daha iyiymiş, dün suçluyu koruma Kudüs ile sınırlı iken bugün suç, dünyaya yayılmış ve dünyayı esir almış durumda, derdi.   

*Bizim inancımıza göre İsa Peygamber çarmıha gerilmemiştir.
Not: Dünyada yalnız kalan ve kendini anlatamayan Türkiye, başlattığı Barış Pınarı Harekâtıyla kararlılığını gösterdi, kendi göbeğini kendi kesti ve terör örgütünün hamisi ABD’yi nihayet masaya oturtmaya razı etti. Umarım bilmediğimiz bir oyuna getirilmemişizdir. Devamı gelir inşallah…

*19/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





15 Ekim 2019 Salı

Suçluyla Mücadele Kadar Suç ile de Mücadele Etmek

İslam hukukunda çok hoşuma giden iki terim var. Bunlar: Fethu'z zerai ve seddu'z zerai. Fethu'z zerai, helale giden yolların açılması, seddü'z zerai ise harama giden yolların tıkanması demektir kısaca.

Bu iki terim genel geçer, her devirde ve her ortamda uygulanabilir. Yeter ki bu iki formülü hayatımıza uygulayabilelim. Uygulayabiliyor muyuz? Maalesef hayır. Zaten uygulayabilmiş olsak bugünkü kötülüklerin birçoğu olmaz. Bu iki terimi aslında devletler uygulamalıdır. Fakat devletler bir sorunu kökten çözme yoluna gitmiyor, pansuman tedbirlerle işi geçiştirmeye çalışıyor. Biraz açarsak devlet bir suç oluştuğu zaman harekete geçiyor ve suçlunun peşine düşüyor. Bu, bataklığı kurutma yerine sivri sinekle uğraşmaktır. Halbuki yapılması gereken suçu ortaya çıkaran sebeplerin üzerine eğilerek suç ile mücadele edilmesidir. Mesela içkinin üretilmesine izin veriliyor, satışına ses çıkarılmıyor, içkili yerlerin açılmasına ruhsat veriliyor. Ardından trafikte sarhoş avına çıkılıyor. Sigara için aynı şeyi söyleyebiliriz. Tütün ektiriliyor, sigara imal ettiriliyor, üzerine "Sigara sağlığa zararlıdır" yazdırılıyor, bakkal ve marketlerde satışına izin veriliyor. Sonra da şurada içemezsin, burada içemezsin yasakları konuyor. Bir de Yeşilay gibi dernekler vasıtasıyla içki ve sigara gibi zararlı alışkanlıklarla mücadele yolu seçiliyor. Eğer bu meselelerde samimiyet veya kökten çözüm isteniyorsa içki üretimine ve tütün ekimine yasak koyar, ithalatına da izin vermezsin, olur biter. Buna rağmen insanlar bir yol ile içki veya sigara bulup içme yoluna giderlerse gerekli caydırıcı cezayı verirsin.

Suç ile mücadelede de aynı yöntem etkili olur. Bir ülkede hırsızlık varsa hırsızla mücadeleden önce hırsızlığı ortaya çıkaran sebepleri yok etmek için uğraşmak gerekir. Bunun için ülkedeki sosyal adalet dengesini sağlamalı, işsiz insana iş bulmalı veya iş vermeli.

Fethu zerai kuralına gelince bu da hayır ve iyiliğin önündeki engelleri açmak demektir. Meşru bir işin var, fakat önüne engeller çıkarılıyor. Mesela hacca gitmek istiyorsun, yolda yol kesiciler. Geçişine izin vermiyorlar. Senden rüşvet istiyorlar. Ya üç da gitmeyip geri dönüp geleceksin ya da rüşveti verip yoluna devam edeceksin.

Gördüğünüz gibi bu iki kuralın biri lerde fren, diğeri de hayra kapı oluyor. Umarım yanlış anlatmamışımdır.


Kimlerin Görüşlerini Hesaba Katarım/Katmam?

Gece-gündüz, iki lafından biri birini öven, övdüğü kişiye toz kondurmayan, hatasını söylemeyen kişilerin görüşlerine hiç değer vermem. Zorunlu olmadıkça da dinlemem.

Sürekli başkasını kötüleyen, eleştiren, onun iyi yönlerini görmeyen, yaptığın iyi bir şeye bile bahane ve gerekçe üreten kişilere de aynı şekil saygı duymam, görüşlerine değer vermem. 

Kendisi ve sevdiği kişi veya grupla ilgili bir öz eleştiri yapmayan, aklını ve iradesini kullanmayan kişilerin görüşlerine de hakeza kapalıyım.

Bu saydığım üç grup insan başka fikirlere ve kişilere kulaklarını tıkamış kişilerdir. Hayata at gözlüğüyle bakarlar. Ön yargılı ve peşin hükümlü kişilerdir. Nazarımda bir saygınlıkları yoktur. Yanlarında hiç olmasam bir kaybım olmaz. Benim onlara, onların da bana verebilecekleri bir şeyleri yoktur.

İnsanlarla ilişkisi menfaat ilişkisine dayanır. Menfaati yoksa parmağını oynatmaz. Makam ve şöhret sahiplerine yaltaklanır durur. Beklentisi yüksektir. Göze girmeye çalışır. 

Çok konuşan, sözü kimseye kaptırmayan, her konuda sorulmadığı halde görüşünü söyleyen, başkasını dinlemeyen kişilerin dili açık, kulakları kapalıdır. Boş tenekedir bunlar.

Haklı olduğunu bildiği halde sesini çıkarmayan ve renk vermek istemeyip sessizliğe bürünen kişiler, cenazene katılması aleyhine olduğunu bilse cenazene bile katılmazlar.

Sadece kendi görüşünü doğru kabul eden, muhataplarına tepeden bakan, onlara değer vermeyen kişinin önce kendisine hayrı olması gerekir.

Her gün bir ekranda aynı görüşlerini açıklamaktan başka bir iş yapmayan, diğer katılımcıların sözlerinin arasına giren ekran budalası kişiler, sadece ekranda kalabalık ederler. Başka da verebilecekleri bir şeyleri yoktur. Çünkü bu tipler gece boyunca tv ekranında olur, sabaha doğru evine gider, öğleye kadar yatar. Öğleden sonra işine gider, işinde öylesine görünen bu tipler akşama doğru esas işi olan ekrana çıkmaya hazırlık yapar.

Kimlerin görüşünü hesaba katarım? Bir gruba, partiye ait olduğu halde objektif tespit yapmaktan kaçınmayan; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen, bir şeyleri kapatmaya çalışmayan, bir makam veya mevki beklentisi olmayan kişilerin görüşlerine değer veririm. Bu tipler mevcut durumun bir fotoğrafını çektikten sonra nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici görevinde bulunurlar. Sayıları da pek az.

Kim Tutar Bakan Zümrüt'ü? ***


Gazetelerde yer alan "Çalışan annelere 650 TL destek" haber başlığını görünce sanırsınız ki çalışan tüm annelere bu destek verilecek. Haberin içeriğine bakınca "Ankara, Antalya, Bursa, Elazığ, İstanbul, İzmir ve Malatya illerini kapsayan sigortalı çalışan, çocuğu 0-60 ay arasında olan ve çocuğunu Bakanlığa bağlı kreş, anaokulu veya gündüz bakımevine gönderen annelere 24 ay boyunca 650 liralık maddi destek verileceği" anlaşılmaktadır. "Kurumsal Çocuk Bakım Hizmetleri Yoluyla Kadın İstihdamının Desteklenmesi Projesi" gereğince mali destekten yararlanmaya hak kazanan 13 bin anneye de tek seferlik kırtasiye yardımı yapılacakmış. SGK tarafından uygulanacak bu projenin maliyetinin 169 milyon lirayı bulacağını açıklamış Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Sayın Selçuk.

Ne diyelim? Öncelikle hayırlı olsun demek düşer bize. Babaanneye verilen toruna bakma maaşından sonra Sayın Bakan, aileyi koruma ve kadınları istihdama yöneltme projesini bir adım daha ileriye taşımış oldu.

Merak ettiğim, niçin sadece yedi ili kapsıyor bu proje? Seçilen illerde nüfus azalması var da verilecek 650 liralık destekle buralardaki çocuk nüfusu artırılmaya mı çalışıyor? Madem kadının çalışmasına destek verilecek, niçin 81 vilayet yok bu işin içerisinde? Sonra kim 650 lira için çocuk düşünür?  Ayrıca niçin çalışan işçi kadın? Memurları niçin kapsamıyor bu proje? Onların ki çalışma sayılmıyor mu?

Bakandır, bakar; nereye, nasıl ihtiyaç vardır, tespitini yapar ve bir projeyle oralara destek verir. Sonra bize ne; nereye, kime ne kadar verileceği? Haklısınız, gözümüz yok. İstediği yere, istediği kadar versin. Bizi asla alakadar etmez ama izin verirseniz züğürt misali ağzımı yoracağım.

Öncelikle bu proje, Sayın Bakan'a ait bir proje mi yoksa AB delegasyonun dayattığı bir proje midir? Üzerime vazife değil ama mademki çalışanlar teşvik edilip desteklenecek. Ben olsam şu kişilere daha öncelik verirdim:
*Yüzde 14'lere ulaşan işsizlere kaydırırdım bu 650 lirayı. Çünkü çalışan anne ve babanın evine az veya çok bir, belki de iki maaş girerken işsiz insan tek maaştan mahrum.
*Çalışan anne veya babanın aldığı çocuk veya çalışmayan kadın için verilen sembolik eş yardımını sembolik olmaktan kurtarıp artırma yoluna giderdim.
*Bu parayı asgari ücretle çalışan işçilere yansıtır, maaşlarına ilave zam verdirme/verme yoluna giderdim.
*Aynı yıl kamu işçilerine ayrı, memurlara ayrı zam oranı vermez. Her İkisine de dengeli bir zam oranı yansıtarak işçi-memur arasında ayrım yapmaz ve konuyu Kamu Hakem Kuruluna taşımazdım.
*Küçük bir kesimin sempatisini kazanma yerine, bu parayı daha geniş kesimlere yayarak daha fazla kişinin sempatisini kazanma ve hayır duasını alma yoluna giderdim. 

Anladığım kadarıyla Sayın Bakan, zam görüşmesindeki uzlaşmaz ve tavizsiz tavrını daha fazla kesimin sempatisini kazanmama  yolunda da devam ettiriyor. Bu konuda istikrar abidesi dense yeridir. Gördüğünüz gibi Bakanın daha geniş kesimler tarafından sempati kazanması derdi de bana düştü. 

***22/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Siz Olsanız Kur'an-ı Kerim Derslerini Nasıl Bölersiniz?


Diyelim ki öğretmensiniz. Öğrenciler seçmeli ders olarak Kur'an-ı Kerim dersini seçti. Okulunuzda boş derslik var, yönetmelik gereği sınıfınız Kur'an-ı Kerim derslerinde ikiye bölünecek. Öğrencilerinizin kimisi Kur'an okumayı biliyor, kimisi bilmiyor. Siz olsanız sınıfı nasıl bölersiniz?

A-Kur'an-ı Kerim okumayı bilen öğrencileri bir öğretmen, bilmeyenleri diğer öğretmen alır. Bu durumda sınıfın birinde Kur'an okuyanlar, diğerinde cüz okuyanlar olur. Bilen ve bilmeyen öğrenci eşit olmaz. Bir öğretmene belki üç beş öğrenci fazla veya eksik gidebilir.
B-Öğrenciler, Kur'an okumayı bilsin veya bilmesin; sınıf numarasına göre eşit bir şekilde bölünür. Bu durumda her iki sınıfta da hem cüzden başlayanlar hem de Kur'an okuyanlar olur.

Sahi siz olsanız bu sınıfı nasıl bölersiniz? Eğer tercihiniz A seçeneği ise aklın yolu birdir doğru yoldasınız. Çünkü olması gereken budur. Bu, yönetmeliğe, sınıfın bölünebileceğini koyan iradenin tercihine daha uygundur. Çünkü sınıfın bölünmesinden maksat seviye sınıfının oluşturulmasıdır. Bu tasnif daha adil olanıdır. Sanırım Türkiye'nin hangi okulunda bu dersi okuyan sınıflar ikiye bölünmüşse tasnif bu şekilde olmuştur.

B seçeneğini yani ister cüz ister Kur'an okusun, numara sırasına göre sınıfı/öğrencileri eşit bir şekilde ikiye bölen okul var mıdır derseniz? Olmaz olmaz demeyin. Burası Türkiye. Maalesef nadir de olsa var.  Bu mantık, adalet yerine eşitlikçiliği tercih eden mantıktır. Öğrenci eşit ve tam bölünsün de çocuk Kur'an bilsin veya bilmesin önemli değil. Hatta o kadar eşitlikçi bir anlayış ki bu tiplerin imkanı olsa, sınıf mevcudu eşit bir şekilde bölünemeyecek şekilde tekli rakamdan oluşuyor ise; fazla olan bir çocuk, teknik olarak ikiye bölünebilse bölünür. Çünkü eşitlikçi mantık bunu gerektirir. Bu durumda kurada bir çocuk fazla alan öğretmen büyük fedakârlık göstermiş olur. 

Seviye sınıfı yerine numara sırasına göre sınıfı eşit bir şekilde tam ikiye bölen öğretmen, bu Kur'an dersini nasıl okutacak?
A-Birleştirilmiş sınıf öğrencilerini okutur gibi dersin bir kısmında Kur'an okuyanları okutur, diğer kısmında da cüz okuyanları okutur. Bu durumda öğretmen hangi grup ile ilgileniyorsa diğer grubu ödevlendirmesi gerekiyor. Yani çocuk seni dinlemez, ödevini yaparsa ne âlâ... Bu şekil ders sınıfın geneline hitap etmez, ders pek verimli geçmez ise de başka çare yok. Eldeki malzeme ve şartlara göre olması gereken budur. En azından çocuğun seviyesine göre ders işlenmiş olur.

B-İster Kur’an bilsin veya bilmesin; öğretmen, tüm sınıfa harfleri en baştan sıra ile verir. Bilmeyenler harfleri bu yol ile öğrenmeye çalışırken bilen öğrenciler “Et tekrâru Ahsen, velev kâne yüz seksen, yani “Tekrar güzeldir, velev ki yüz seksen kere de olsa” sözü gerçekleşmiş olur. Tabi öğrenciler bu şekil bir anlatımdan sıkılmazlar ise. Ama sıkılsalar da eşitlikçi davranış ve ders metodu ortaya konmuş olur. Hem böylece tüm öğrencilere hiçbir ayırım yapmadan eşit bir şekilde davranılmış olur. Eski köye yeni âdet diyeceğim ama eski köyde böyle bir âdet yok. Bu metot, Nasrettin Hocanın kardan yemek yapma teşebbüsüne benzese de eski eskimez köye, denenmek için getirilmiş yepyeni bir âdet denebilir. Ne diyelim, bu metodu uygulayanlara hayırlı olsun. Denemekte fayda var. Zaten bizim eğitim sistemimiz deneme yanılma tahtası, öğrencilerimiz de bu işin kobayı değil mi? Ne kaybederiz denemekle?


14 Ekim 2019 Pazartesi

Dünyanın Derdi Ne Bizimle? ***

Türkiye'nin dünyaya karşı kendini anlatma sorunu var. Mücadelemizde haklı mı değiliz? Gücümüz mü yok? Kendimizi dünyaya anlatamıyor muyuz? Dünya bizi anlamıyor veya anlamak mı istemiyor? İkna etme sorunumuz mu var? İyi bir diplomasi yürütemiyor muyuz? Dünya bizim her yaptığımıza niçin karşı? Niçin yanımızda bize destek veren ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor? 

*1915 Ermeni Tehcir olayını ve Ermenilere bir soykırım yapmadığımızı kimseye anlatamadık. Her yılın nisan ayında temcit pilavı gibi önümüze konur.
*Kıbrıs Harekâtını haklı yere yaptığımızı izah edemedik ve Kıbrıs sorununu çözemedik. Tek taraflı bağımsız bir devlet ilan ettik. KKTC dünyada devlet olarak tanınmadı.
*2015'ten beri terör örgütlerine karşı Suriye'de düzenlediğimiz barış harekâtlarını haklı yere yaptığımızı dünyaya izah edemedik. Dünya, 80'den beri bizi uğraştıran PKK neredeyse kucak açıyor. Nedense bizimle aynı karede görünmek istemiyor. Ne zaman sınır ötesi bir operasyon yapsak dünya ayağa kalkıyor, bizi işgalci olarak görüyor. Son Barış Pınarı Harekâtında da görüldüğü gibi.
*Batı'nın şımarık çocuğu Yunanistan ile kanlı bıçaklıyız. Ne zaman bu ülke ile adalar, karasular veya diğer konularla ilgili bir gerilim yaşasak yanımızda yine kimse yok.
*Ülkemiz 15 Temmuz 2016'da hain bir darbe teşebbüsüne maruz kaldı. Bir ülkeyi işgal eden ve o ülkeyi bombalayan bir devlet gibi uçaklar önemli yerleri bombaladı. Kanlı kalkışma 251 insanımıza mezar oldu, binlerce insanımız yaralandı. Tüm bunları ve daha fazlasını canlı yayında izleyen dünya, bu darbeyi mizansen veya "Kontrollü darbe" olarak gördü. Bu fiili darbenin arkasında, önünde ve sahada FETÖ'nün olduğuna dünyayı ikna edemedik. Bizden kaçan ne kadar darbeci FETÖ'cü varsa dünya onlara kucak açtı.
*Bize karşı çıkan, bizi anlamayan sadece Batı ve ABD değil, dindaşız dediğimiz Arap ve İslam ülkeleri de yok yanımızda. Onlar da bizi kınıyor ve işgalci olarak görüyor.
*Her derdinde yanında yer aldığımız,  maddi destek sağladığımız, dünya kamuoyuna karşı savunduğumuz ve bundan dolayı başta İsrail ve Yahudi lobisiyle ikide bir karşı karşıya geldiğimiz Filistin de karşı tarafta.
*Nerede bir mağdur varsa, yapılan yardım seferberliğiyle tüm vakıf ve derneklerimiz dünya mağdurlarının yardımına koşuyor.  Gayri safi milli hâsılamıza göre yardımda dünya birincisiyiz. Kurbanlarımızı onlara gönderiyoruz. Onlara yapılan haksızlıklara destek vermek amacıyla ülke çapında protesto eylemleri düzenliyoruz. Karşılığında ödül olarak karşı cephede yer alıyorlar.
*Kıbrıs Barış Harekâtını ve hâlihazırda yürüttüğümüz Barış Pınarı Harekâtını haklı yere yaptığımızı, KKTC Cumhurbaşkanı da anlamamış görünüyor. Gelen tepkiler üzerine "Samimi duygularını ifade ettiğini ve sözlerinin çarpıtıldığını" söyleyebiliyor.

Dünyanın bizim karşımızda ve bize karşı saf tuttuğuna daha onlarca örnek verebilirim. Sanırım bu kadarı yeterli. Maalesef durumumuz bu. Dünya bize karşı. Varlığımız mı batıyor, haksız yere mücadele ettiğimiz mi sanılıyor...inanın çok anlamış değilim. Anladığım, bir şeylerin ters gittiği, diplomasiyi iyi yürütemediğimiz ve dünyayı ikna edemediğimiz. Ya dünyada bir sorun var ya bizde bir sorun var ya da anlatmamızda bir sorun var.

Yaptığımız her harekette dünya karşımıza dikilince yaptığımız tek şey, hepsine birden kızmak, ayar vermek ve bağırmak. Maalesef bunlar da işe yaramıyor. Keşke çözse de hep beraber gece gündüz kızıp bağırsak dursak.

Hasılı iç ve dış düşmanlara karşı yıllarca hayat memat mücadelesi veriyoruz. Nerede bir mağdur ve mazlum varsa imdatlarına koşuyoruz. Herkesten önce inisiyatif alıp sahada yer almaya çalışıyoruz. Daha mağdur ülke sesini çıkarmadan biz sesimizi yükseltiyoruz. Sonuç; dünyada bir başına ve yalnızız. Şu yalan dünyada, kurtlar sofrasında kendi göbeğimizi tek başına kesmeye çalışıyoruz. Bir yerlerde hata yapıyoruz ama nerede? Bence ülke olarak nerede hata yapıyoruz diye kendimizi bir sorgulamalıyız ve son çare olarak, İngilizce öğrenmeye verdiğimiz önemi biraz da İngiliz siyasetini öğrenmeye versek daha iyi olacak diye düşünüyorum.

***17/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.