30 Eylül 2019 Pazartesi

İsrafı Ağzımıza Almaz Olduk

Referansı din olan, yaşantısını dine göre düzenleyen insanlar, organize olup bir amaç uğrunda bir araya geldiklerinde ülkenin gidişatını eleştirirler, haksızlığın nedenlerini sorgularlar, kendilerine fırsat verildiği takdirde kuracakları adil bir düzen ile ülkeyi nasıl yaşanabilir kılabileceklerini çözüm yollarını söyleyerek bir bir anlatırlardı. Sosyal adalet, adalet, ehliyet, liyakat, hak, hukuk, hakça paylaşım, din ve vicdan özgürlüğü derler. Zinaya, faize, taklitçiliğe, zulme, özgürlüklerin kısıtlanmasına, zulüm düzenine karşı çıkarlar; kamudaki israfa dikkat çekerlerdi. Ekonomiyi nasıl düzelteceklerini anlatır dururlardı.

Milletin özünden çıkıp gelen bu hareketi halk takdir etti. Ama yüzde 10 barajını aşamazlar düşüncesiyle bir kısmı oyunu esirgedi. Siyasette yer alan ve iktidar olan diğer partiler o kadar kötü yönetim gösterdiler ki halk barajı aşamayan partiye barajı aştırdı. Sonra koalisyon ortağı yaptı. Yerleşik düzen onları çalıştırmadı ve partilerini kapattı. İkiye bölünüp farklı kulvarda hareket etmeye başladılar. 2001 krizinden sonra daha güçlü geldiler. Allah var, iyi de çalıştılar ve bu çalışmalarının karşılığı olarak halkın çoğunluğu teveccüh göstererek bu hareketi defalarca iktidara getirdi. Şimdi iktidardan öte devletin kendisi oldu.

Sanırım uzun süre iktidar olmak ve devletin kendisi olmak yaramadı. Partide bir yozlaşma söz konusu. Bu durum yıpranmanın ötesinde bir şey. Nedendir bilinmez, iktidar olmadan önceki ve ilk iktidar olduğu zamanki söylemlerini söylemez oldu. Eskisi gibi adaletten, ehliyetten, liyakattan, haksızlıktan bahsetmiyor. Hele israfı ağzına almaz oldu. Merak ediyorum devlette bugün israf yok mu? Kamuoyunun gözünde israf özellikle belediyeler ve diğer devlet kurumlarında diz boyu. İşin garibi dün kendilerinin dillendirdiği şeyleri bugün başkaları dinlendiriyor. Her şey aklıma gelirdi de yapılan harcamaları israftan ziyade bir ihtiyaç görmeleri. En kötüsü de bu. İsrafı dillendiren insanları da şov yapmakla itham ediyorlar.

İş işten geçmeden bence dünün güzel değerlerini referans alanlar bugün bir kritik yapmaları. Yapılan eleştirilere ani bir refleksle cevap vermemeleri. Acaba bizde bu durum var mı diye düşünmeleri. Kendilerinde böyle bir şey yoksa bile demek ki böyle bir algı var deyip doğrusunu anlatmaları. Yok böyle bir öz eleştiri yapmazlar, biz doğru yoldayız, rakiplerimiz bize düşmanlığından bunu yapıyorlar deyip kendilerini bir kritiğe tabi tutmazlarsa bilin ki kaybedecekler. Kendileri kaybetmekle kalmayacak, referans aldıkları değerlerin içini de boşaltacaklar ve savundukları değerler bir daha kolay kolay iktidar olamayacaktır.




Çıplak Pozlar *


Türkiye’de ve dünyada ne olup bitiyor diye fırsat buldukça belirli aralıklarla gazetelerin internet ve haber sayfalarına göz atarım. Göz attığım sayfalar da ciddi bilinen, önceliği haber olan sayfalar. Sayfaların hepsini açmadan haberin başlığına bakar, ilgimi çekerse sayfayı tıklar, içeriği hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırım. Bu sayfalar taze ve önemli haber geldikçe sürekli güncelleniyor. Haber değeri olan farklı konulara yer veriliyor. Haber sitelerinin sayfalarının arasına sıkıştırılmış çıplak pozlara yer verildiğini de haber başlıklarına bakarken müşahede ediyorum.
“Falandan sonra falan da çıplak poz verdi.
“Falan, verdiği pozla takipçilerinden şu kadar beğeni aldı.”
“Falan, cesur paylaşımıyla dikkatleri üzerine çekti.”
“Falan, çıplak pozlarıyla takipçilerinden tepki aldı.”
“Falan, bikinisiyle objektiflere yakalandı.” şeklinde haber sayfalarının arasında yer bulan nice paylaşımları görmek mümkün. Merak ettiğim bunların neresi haber değeri taşıyor?

Eskiden “Bir yere üniversite açmak için o üniversitenin bünyesinde mutlaka Fen-Edebiyat Fakültesi olma zorunluluğu” var. Taliplisi olsa da olmasa da bu fakülte açılır, denirdi. Şimdilerde sanırım öyle bir zorunluluk yok. Acaba haber sitesi açmak için sayfaların arasına çıplak poz koyma zorunluluğu var da benim yine haberim mi yok? Soyunmanın neresi haber? İnanın çok anlamış değilim. Anlayan varsa lütfen beri gelsin. Bu cahili bilgilendirsin.

İnanın, okuyucuyu çekelim; milyonlar izlesin, tıklasın; sayfamız tıklandıkça üç-beş kuruş para kazanalım, siteler arasında en çok tıklanan sayfa bizim sayfamız deyip üç-beş reklam alalım düşüncesiyle haberler arasına sıkıştırılan bu çıplak pozlar, insanın yatak odasında bile duramayacağı pozlar. Soyunan soyunuyor, bunları çeken çekiyor, sitesine koyan koyuyor. Burada kolektif bir hareket söz konusu maalesef. Ne soyunan ne bu çıplaklığı çeken ne de bu anadan üryanlığı milyonlara servis edenler bu yaptığımız ayıp, bizim değer yargılarımıza ters diyor. Ayıp gerçekten ayıp! Yuh olsun hepsine…

İşin garibi çıplak poz verenler toplum nezdinde de el üstünde. Çünkü hiçbir soyunan bir itibar kaybına uğramıyor. Ya sinemada aktris ya sanatçı ya manken ya güzellik kraliçesi… Başka maharetlerini bilmiyorum ama vücutlarını teşhir ederek para kazandıkları belli. İşin ucunda para varsa değerlerimizin onlar gözünde hiçbir önemi yok. Eğer bu işi sanat diye yapıyorlarsa böyle sanata da yuhlar olsun…

Burada niyetim ahlak polisliği değil. İnsanları giydikleri kıyafete göre değerlendiren birisi değilim. Kim ne şekilde giyinirse giyinsin. Ama şunu kimse unutmasın ki kişi kendi itibarını kendi kazanır ve kendisi yok eder. Evet, tek başına giyinme kişiye itibar kazandırmaz. Fakat kişiler kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Çıplak poz verenler şunu unutmasınlar ki soyunma, insana belki para kazandırır, şöhret yapar, adından sıkça söz ettirir ama çıplaklık insana bir itibar kazandırmaz.

Aslında yatak odasında bile görülemeyecek bu şekil soyunmaların önüne geçmenin yolu, soyunanları haber yapmamaktır. Çünkü servis edilmez ise kimse vücudunu teşhir etmez.

*05/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bizi Depremler Değil, Güvensizliğimiz Yıkar ***


5.8 şiddetinde meydana gelen orta büyüklükteki İstanbul depremi, gösterdi ki 99 Marmara Depreminden bu yana hala depremlere karşı bir hazırlığımız yok. Anlaşılan olanlardan, yıkılan onca binadan, ölen binlerce insanımıza rağmen biz hala aynı yerdeyiz. Bravo ülkeme! Bir istikrar abidesi görüntüsüyle yıkılmadı maşallah! Hala ayakta.

Depreme hazırlıklı değiliz, ne binalarıyla ne iletişim araçlarıyla ne de kurumlarıyla. Deprem orta şiddetinde ama bilançosu ağır:
*Bina yönünden hazır değiliz. Çünkü 5.8 şiddetindeki bir deprem de bile; 
-20'i az hasarlı, 9'u ağır olmak üzere 29 okul binamız yıkılıp yeniden yapılacak. 
-1'i az, 4 tanesi ağır hasarlı olmak üzere 5 kamu binamız var.
-1895'i az, 320'i ağır, deprem kaynaklı olmayan 583 meskenimiz var. Az hasarlı binalar güvenli hale getirilecek, ağır hasarlı olanlar ise yıkılacak.
*Telefonla iletişimimiz evlere şenlik! GSM operatörlerimiz zaten sınıfta kaldı. Bunu söylemeye gerek yok. Zaten biliyorsunuz.
*Bir deprem esnasında depremzedelerin nerede, hangi yerlerde toplanacağı bile yetkililer arasında net değil. Çünkü aralarında hiç iletişim yok. Birinin söylediğini öbürü nakzediyor. Sanki biri birlerini yalan çıkarmak için yaratılmışlar.
*Kurumlarımız arasında yeterli eş güdüm yok. Bundan da öte birbirlerine güvenleri yok. Can kaybı vermediğimiz, ucuz atlattığımız bir depremin ardından verilmiş sadakamız varmış, şimdi kenetlenme zamanı diyeceğimiz yerde, kurumlarımız "AFAD toplantısına çağrıldım/çağrılmadım tartışması yapıyor. Birbirlerine güvensizlikleri maalesef paçalarından akıyor. 

Merak ettiğim, olası büyük bir Marmara depreminde İstanbul depreminin yaralarını ve dertlerini kurumların birbirlerine bu güvensizliği mi çözecek? Benim bu görüntüden anladığım, deprem gibi bir doğal afette bile siyaset yapılıyor, rol çalmaya ve rol kapmaya çalışılıyor. Amaç üzüm yemekse acil bir toplantıya çağırılmasa bile çat kapı girilir ve "Efendim, yapabileceğimiz bir şey var mı? Bizim elimizde şu şu imkanlar var" denir. Ki bir doğal afette davet bile beklenmez. İlk fırsatta acil toplanma merkezine intikal edilir. 

Yaşadığımız topraklar bir deprem bölgesi. Fay hatlarına rağmen yüzyıllardır yaşadık, yaşamaya devam edeceğiz. Depremlere nice canlar verdik, enkaz altından binler çıkardık. Yaralarımızı kenetlenerek, yardımlaşarak sardık. Kalan sağlarla birlikte acılarımızı içimize gömerek dimdik ayakta kaldık.  Bizi depremler yıldırmadı, yok etmedi. Ama bizi yıkacak olan birbirimize olan bu güvensizliğimizdir. Her kim, her ne düşüncede olursak olalım, bir doğal afette rekabeti, küskünlüğü, husumeti, rol kapmayı, seçmene mesaj vermeyi bir tarafa bırakalım. Birbirimizi görmezden gelip yok kabul etmeyelim. İnsanları siyasi düşüncesine göre bir ayrıma tabi tutmayalım. Unutmayalım ki deprem geldi mi siyasi düşünce ayrımı yapmaz. Önüne geleni enkazın altına iter. Yol yakınken büyük bir deprem kapımızı çalmadan, önce birbirimize güvenmeyi öğrenelim. Yoksa son pişmanlık fayda vermez...

***01/10/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



29 Eylül 2019 Pazar

GSM Operatörleri Devleti de Kandırıyor


Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay, deprem esnasında şebekeleri çöken üç GSM operatörüyle bir toplantı yaptı. Toplantı sonrası yaptığı görüşmeyi şu şekilde açıkladı:
*Deprem öncesi 20 milyon kişinin aynı anda yaptığı görüşme deprem esnasında 160 milyona çıkıyormuş. 
*Operatörlerin görüşme kapasitesi 118 milyon imiş. Yani sair zamanlarda aynı anda 118 milyon görüşme yapabilme kapasiteleri varmış.
*Bir daha kesintinin olmaması için görüşme kapasitesinin 175 milyona çıkarılması hedefleniyormuş. Bu kapasiteye 6 ay içinde ulaşılacakmış. 

Toplantı sonrası bu açıklamayı yapan Sayın Oktay'ı, GSM operatörlerinin verdiği bilgiye ikna olmuş gördüm. Sorun bende galiba! Çünkü ben GSM operatörlerinin verdiği bu bilgiyi ikna edici bulmadım. Çünkü bana mantıklı gelmedi. Merak ettiğim; çoluk, çocuk, cep telefonu olan ve olmayan olarak 82 milyonun yaşadığı bu ülkede, deprem esnası görüşme nasıl 160 milyona ulaşır? Demek ki yurtdışından da epey arayan var. Sevenlerimiz çok desenize…

GSM operatörleri! Haydi beni kandırdınız. Cumhurbaşkanı yardımcısına bari yapmayın bunu...

GSM operatörleri şunu deselerdi garibime gitse de izahlarını mantıklı bulurdum: 
“Efendim! Biz üçümüz daha fazla müşteri çekebilmek, daha fazla para kazanmak amacıyla kampanya üzerine kampanya düzenledik. Kendimizi o kadar kaptırmışız  ki gözümüz başka bir şey görmedi. Bu şebekelerin bir gün çökeceğini, bu alt yapının işlevini yerine getiremeyeceğini hiç hesaba katmadık. Bir depremin olabileceğini bile unuttuk. Tek düşündüğümüz su akarken testimizi doldurmak oldu. Bu yüzden alt yapının güçlendirilmesi üzerine bir yatırım yapmadık. Normal zamanlarda 118 milyon kişinin görüşme yapabileceği de kağıt üzerinde görünen bir kapasitemizdir. Aslında bu kadar kişi görüşemez. Hasılı kaçtık kaçtık, sonunda yakayı ele verdik. Deprem bizim ipliğimizi pazara çıkardı. Ama bu deprem bizi bize getirdi. Bundan sonra omuz omuza vererek alt yapı çalışmamızın güçlenmesine öncelik vereceğiz. Yaşattığımız bu mağduriyet dolayısıyla vatandaşımızdan özür diliyoruz.”

İnanın böyle deseler kendilerini takdir eder, helal olsun derdim. Ama görüyorum ki deprem anında şebekelerinin iflas etmesine mazeret bulmak ve gerekçe üretmekle meşguller. Yaptıkları hem devletin hem de milletin aklıyla dalga geçmek. Ayıp gerçekten! 



28 Eylül 2019 Cumartesi

Dövme ile Aranız Nasıl? *

Yabancısı olduğum bir şeydir dövme. Dövme derken dayak atma anlamında dövmeyi kastetmiyorum. Vücudun değişik yerlerinde yaptırılan dövme kastım. Benim bu tür dövme ile işim olmaz ama günümüzde vücuduna dövme yaptıranların sayısı da az değil. Özellikle bayanlarda moda bu dövme işi.

Dövme modasına geçmeden dövme ne imiş? Bilgilerimizi bir tazelemeyelim. Dövme, "Vücut derisi üzerine iğne gibi sivri bir araçla çizilmek ve içine renk veren maddeler konulmak yoluyla yapılan çıkmaz yazı veya resme" deniyor. Tanımdan anlaşıldığına göre bugün dövme yaptıran yarın pişmanlık duyup vücudundan dövmeyi kaldırmak istese çıkmıyormuş. Yani dövme yaptıran dönüşü olmayan bir yola girmiş demek oluyor. İnsanımızdaki bu sağlam iradeyi görünce şaşırdım doğrusu. Bu iş, iğne vb sivri bir araçla yapıldığına göre öyle zannediyorum ilk yaptırılırken bu dövme acıtıyor olmalı. İşin ucunda acı çekme olsa da yaptırıldığına göre demek ki bu işi yaptıranlar, yaptırdıkları dövmeye ölümüne aşıklar. Çekmedim, çeken bilir ama öyle zannediyorum bu dövme, bildiğimiz şiddet uygulama anlamına gelen dövmeden beter olsa gerek. Buna ben gönüllü dayak yeme derim ancak.

İki günlük gittiğim bir seminerde bize seminer veren öğretmenin de iki kolunda dövme varmış. Seminerin bitiminde yanımdaki öğretmenin seminer hocasına "Beşiktaşlı mısın" sorusu üzerine haberim oldu, seminer hocasında da dövme olduğu. Çünkü öğretmen, hocadaki dövmeyi görmüş. Ellerini uzatınca ben de iki elindeki dövmeleri gördüm. Sağ bileğine K.Atatürk, sol bileğine de Beşiktaş Spor Kulübünün amblemini yaptırmış.

Öğretmenin yaptırdığı bu dövmeleri garipsedim doğrusu. Aynı dövmeleri bir başkasının vücudunda görsem bu kadar garipsemezdim. Çünkü başta sanatçılar ve sporcular olmak üzere değişik meslek gruplarında dövme gördüm ama bugüne kadar gördüğüm, bildiğim öğretmen camiasında bir dövmeye rastlamadım. Varsa da ben görmedim. Demek ki alışacağız bu dövmelere artık.

İster öğretmen ister bir başkası, kim olursa olsun, vücuduna dövme yaptırmasını hoş görmüyorum. Dövmeyi ben slogan ve şekilcilik olarak görüyor ve vücudumuzu kirlettiğimizi düşünüyorum. Leke tutmayan, tertemiz organlarımızın doğal kalmasını tasvip ediyorum. Vücut nasılsa benim deyip vücudumuzu bu şekil hor kullanmaya hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Çünkü vücudumuz bize verilmiş bir emanettir. Keşke böyle yapacağımıza dövme yaptırdığımız kişileri, takımları veya bir şeyi içimizden sevebilmeyi becerebilsek... Bu, daha içten olur...

Katılıyorum desenize mübarekler! Yoksa siz de dövme yaptıran, dövmeye saygı gösteren veya dövme severlerden misiniz?

*18/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Boşu Boşuna Kızmışım Operatörüme *

İstanbul'da meydana gelen 5.8 şiddetindeki deprem dolayısıyla GSM operatörlerinin çekmediği hepimizin malumu idi. Bundan dolayı GSM operatörlerine kızmıştık. Boşuna kızmışız. Keşke kızmadan önce operatörümüzü bir dinleseymişiz. Tek taraflı yargıladık. Çünkü durum bizim bildiğimiz gibi değilmiş. Halbuki idam mahkumuna bile asmadan önce son isteği sorulur.

Meğersem ilgili operatör yatmıyormuş ve bizim için çalışıyormuş. GSM operatörü, “tam kesintisiz ve güvenli bir iletişim için yenileme çalışması yaparken deprem kaynaklı meydana gelen yoğunluk teknik aksamalara” neden olmuştur. Bundan dolayı bir süre hizmet veremediğinden dolayı özür diliyor. İşi kuru bir özürle bırakmıyor, âlicenaplılığını da gösteriyor ve bize iki ay boyunca ayda 5 GB olmak üzere toplamda 10 GB hediye internet veriyor ve bizlere daha iyi hizmet vermek için çalışmaya devam edeceğini söylüyor. Kendilerine gösterdiğimiz anlayıştan dolayı  bize teşekkür de ediyor aynı zamanda. Gördüğünüz gibi tamamen bir talihsizlik. Hangi birimizin başına gelmez böyle talihsizlik?

Operatörümün gönderdiği mesajda benim gördüğüm tek eksiklik, gönderdiği hediye interneti kullanmak ve sevdiklerimizle konuşabilmek için deprem garantisi vermemesi. Yani "Değerli müşterimiz! Kaç şiddetinde olursa olsun, bundan sonra meydana gelebilecek bir depremde telefonunuzda asla bir kesinti olmayacak" garantisi vermedi. Ben böyle diyorum ama deprem bu... Hayatımızın bile garantisinin olmadığı bir depremde operatör nasıl konuşma garantisi versin? Herkes can derdine düşmüşken biz neyi konuşuyoruz?

Neyse bırakalım bu kızgınlığı şimdi. Gelelim sadede. Yani üzüm yemeye. Ne yapacağım totaldeki bu 10 GB interneti? Benimki de laf! Turşusunu kuracak değilim. Kullanacağım elbet, hem de tepe tepe. Benim için boş mezar mesabesinde çünkü bu hediye. Mevcut paketimle elimden düşürmediğim cep telefonumu elimden hiç düşürmeyeceğim. Burada tek dezavantajım uykum. Evet uykum beni telefonumdan ayıracak ve bu ayrılık bana zor gelecek ama bu durumda yapılacak başka bir şey yok. Çünkü mevzubahis olan uykudur. Vücudum ister istemez zayıf düşecek. O zaman yapacağım tek şey vakit nakit deyip zamanı daha verimli kullanmak. Sizden de istediğim, bu 10 GB interneti kullanırken bu iki ayda bana yardımcı olmanızdır. Nasıl, bu konuda ne yapabiliriz derseniz? Bu iki ayda bana yapabileceğiniz en büyük iyilik, bu zaman zarfında beni zırt fırt aramamanızdır. Çünkü beni aramanız hediye internet kullanmamı sekteye uğratacaktır. Herhalde bana bu kötülüğü yapmazsınız.

*30/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




27 Eylül 2019 Cuma

Eğitmeye Önce Velilerden Başlamak Lazım *

Okulun kantin bölgesinde nöbetçiyim. İtiş-kakış olmasın, alışverişlerini daha rahat yapsınlar, bir düzen olsun, birbirlerinin önüne geçmesinler diye öğrencileri sıraya geçirdim. 

Öğrencilerin çoğunluğu sıra düzenine geçmede uyum sağladı. Sıra, beraberinde bir düzen getirdi. Kantinin önünde yığılma, itekleme ve kakalama olmadı. Sıraya aldırmayıp açıkgözlülük yapmak isteyen az sayıdaki öğrenciyi takip ederek onların da sıranın arkasına geçmesini sağladım.

Öğrenciler rahat bir şekilde alışverişini yaparken bir veli, yanında da büyük kızı ve okuldaki çocuğu olduğu halde sıraya aldırmadan en öne geçti, ihtiyacını aldı ve kenara çekildi, aldığı dürümü çocuğuna verdi. Çocuk, arkadaşları sıra beklerken annesinin aldığını yemeye başladı.

İkinci teneffüs yine aynı şekilde öğrencileri sıraya geçirdim. Her şey düzgün bir şekilde devam ederken oluşturduğum sıra düzenini yine bir veli bozdu. O da tıpkı diğer veli gibi sıranın en önüne geçerek çocuğunun istediğini kantinden aldı.

Aynı gün iki ayrı teneffüste gördüğüm birbirinin aynısı olan bu iki manzara beni üzdü. Küçücük çocukların hakkını yiyerek yaptıkları kaynaktan iki veli de rahatsız olmadı, diğer öğrenciler gibi sıra beklemesi gereken öğrenciler de, annelerinin yanında kardeşlerini ziyarete gelen ablaları da.

Üzüldüm bu duruma gerçekten. Birkaç defa niyetlenip yanlarına varmayı düşündüm. Bu yaptığınız doğru değil demek istedim. Sonra vazgeçtim. İçimden eğitime çocuklardan değil, büyüklerden başlamak gerek dedim. Çünkü orta yerde ne kadar kötülük, haksızlık varsa biz büyüklerin kabahati. Hiç çocuklara kızmaya hakkımız yok. Sıraya girmeyen ve önlerine geçen büyükleri gören yarının büyükleri, bugünün küçükleri bu çocukların zihinlerine "Büyüyünce ben de sıraya geçmeyeceğim" çoktan yerleşti bile. Çünkü çocuk ne gördüyse onu yapacak. Aslında gördüğüm bu iki kötü örneğe müdahale etmediğimden dolayı ben de suçluyum. Yapanın yanına kar kalmamalıydı. En azından hanımefendi! Bu yaptığınız hoş olmadı demeliydim.

Aklıma anlatılan bir hikaye geldi. Çiftçiliğin kara saban ve pullukla yapıldığı eski dönemlerde, tarlayı sürmek için öküzler çifte sürülürdü. Zaman zaman çifte sürülen  öküzün yanına alışsın diye tosun koşulurmuş. Tosun çizgiden çıktıkça ve yaramazlık yaptıkça çiftçi, öküzü dürter ve kamçıyı şak diye öküze indirirmiş. Bu durumu gören biri "Öküzün suçu ne? Çizgiyi aşan ve yaramazlık yapan tosun. Siz tosunu dürteceğinize, öküzü dürtüyor ve dayak atıyorsunuz" demiş. Adam "Sen anlamazsın evlat! Öküz göz etmese tosun dellenemez." Yani delilik/yaramazlık yapamaz, sınırı aşamaz, demiş.

Bu hikayeyi anlattıktan sonra sanırım fazla söze hacet yok. Nasıl ki suç tosunda değil, öküzde ise bugünün çocuklarında da suç yok. Esas suç "Geç yavrum! Bak arkadaşların ne güzel sıraya geçmiş. Haydi sen de sıraya geç" demeyen anne ve babalarda. O yüzden bir çocuğu eğitmeye başlamadan önce ilk önce anne ve babaları eğitmek gerek.

*02/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.