31 Ağustos 2019 Cumartesi

Bir Şeye Susamak *


Suyun kıymetini bilmek için susamak gerekiyor. İhtiyaç yok iken su içmek insana eziyetten başka bir şey değildir. Bu durumu diğer ihtiyaçlarımız için de söyleyebiliriz. Fikir ve yaşantı da böyledir. Mesela sosyal hayatta bir insan, içinde bulunduğu ortamda, ortamın kendisine sunduğu albenili hayatı tatmadan diğer hayatın kıymetini bilmez. Ne demek istediğimi birkaç örnek vererek açmak isterim.

Adaletiyle ünlü Hz Ömer'i ele alalım. Cahiliye döneminin başaktörlerinden birisidir. Çoğunluk gibi puta tapar. Mevcut toplumsal yapıya savaş açan Hz Muhammed'i öldürecek kadar da gözü kara biridir. Putperestliğin en önde gidenlerinden iken aynı zamanda yaşadığı hayatı sorgulamaya devam eder. Çünkü hem mantıksız buluyor hem de içindeki boşluğu doldurmuyor. Sonunda hepimizin bildiği gibi düşmanı bildiği dine giriyor ve yeni dinin en önde gelenlerinden oluyor. Halifeliğe kadar yükseliyor ve bu görevi de hakkıyla yerine getiriyor. Bugün bile onu ve dönemini hayırla yad ediyoruz.

Ünlü komutanlarımızdan Halit b. Velit hakeza. Cahiliye dönemini yaşamakta iken cesareti, akıl ve zekasıyla Müslümanlara Uhut Savaşında yenilgiyi tattıran bir komutan iken sorgulayıp Müslüman olduktan sonra da kalitesini konuşturmaya devam etmiş, girdiği hiçbir savaşı kaybetmemiştir.

İngiliz bestekar ve müzisyen iken aynı zamanda Hıristiyan hayatı yaşayan Yusuf İslam, içindeki boşluğu İslam'la dolduruyor.

Yeni kaybettiğimiz Şule Yüksel Şenler 25 yaşına kadar mini etek giyen, başı açık, makyaj yapan, tırnaklarına oje süren biri iken ailesinin karşı koymasına rağmen yaşadığı hayatı terk ederek tesettüre giren birisidir.

Size dört tane örnek verdim. İkisi putperestlikten, biri Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiyor. Son verdiğim örnek ise Türkiye'de yaşayan birçok kişi gibi Müslüman, ama Müslümanlığın gereğini yerine getirmeyen biri. Bu dört şahsiyet, önceki yaşadıkları hayatta el üstünde tutulan önemli kişiler iken yaşadıkları hayatın hayat olmadığının farkına varan ve iyi bir sorgulama sonucu yaşantılarının zıddı bir hayatta karar kılıyorlar. Karar kıldıktan sonra inzivaya çekilmiyorlar. Bundan sonra tüm birikimlerini yeni hayatları için harcıyorlar. Burada çok güzel hizmetlere imza atıyorlar, insanlara faydalı oluyorlar.

Bu örneklerden nereye gelmek istiyorum? Daha önce deli dolu yaşayan, yaşadıkları hayatın her türlü pisliğini gören, görürken de bu hayatın ucundan, köşesinden veya tam göbeğinden tutan kişiler, içinde bulundukları hayatı tadarken aynı zamanda içlerinde hissettikleri boşluğu sorgulamış ve bu hayatı terk etmişlerdir. Yeni hayatları onlara sorumluluk yüklemiştir ve bu sorumluluklarını da en güzel şekilde yerine getirmişlerdir. Çünkü bir hedef ve ideal için yaşamaktadırlar artık. İçlerinde hissettikleri susuzluğu yeni hayat tarzlarında bulmuşlar ve susuzluklarını gidermişlerdir. Aksiyon adamı veya kadını olmuşlardır.

Örneğini verdiğim bu dört kişiden birinin yerinde olmak isterdim. Çünkü onların daha önceki debdebeli hayatını yaşamadığım için kendimi içinde bulduğum nimetlerin farkında değilim. Farkında olmadığın için faydalı da olamıyorum. Zira kendim de düzgün yaşamıyorum. Aksiyon adamı hiç değilim. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Kötülüğü görmeden iyiliğin kıymeti bilinmez. Bu yüzden özellikle eğitimde, insan yetiştirme ve insan kazanmada zamanlama, susama önemlidir. Kıvama gelmeden başa örtülen başörtü kişi için bir şey ifade etmeyebilir. İhtiyaç hissetmeden bir şeyi öğretmek de böyledir. Baskı, nefreti doğurabilir. Baskı gören o anda sesini çıkarmasa da fırsatını bulduğu ilk anda tepkisini, tersini yaparak gösterebilir ya da bastırılmış duygularla yaptığından zevk almadan yaşamaya devam edebilir. Bu durumu araba aksamıyla anlatayım. Manüel bir arabayı yürütmek için debriyajın bir kavrama noktası vardır. Hareket edecek aracın tavıdır o. O tavı yakalayan şoför gaza yüklenince aracı bağırtmaz, hoplatmaz ve stop ettirmez. Eğer şoför o tavı yakalayamadan aracı kaldırmaya kalkarsa yürütmenin dışında o araca her türlü eziyeti yapmış olur. Birini kazanmak veya çocuk yetiştirmek için tav zamanını beklemek gerek. Erkeni de yanlış, gecikilmesi de. Tam tavı... Çünkü demir bile tavında dövülür.

*07/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







29 Ağustos 2019 Perşembe

Bedeli Ödenmeyen Hiçbir Şeyin Kıymeti Bilinmez

Yaşadığım hayat bana şunu göstermiştir ki tecrübe edilip bedeli ödenmeyen hiçbir şeyin kıymeti harbiyesi yoktur. Bundandır ki bir musibet bin nasihattan evladır denir. Yaşayıp burnumuz sürtülecek ki ondan sonra kendimize geleceğiz. Ne de denenmişsek o konuda tövbekar olur, yoğurdu üfleyerek yeriz. Tecrübe edinmeden hiçbir nimetin kıymetini bilmeyiz.

*Uzun süre işsiz kalan biri bulduğu işine dört elle sarılır. Çünkü açlığı, çaresizliği ve değersiz hissedilmeyi bir güzel tatmıştır.
*Önemini ve ne anlam ifade ettiğini kavra-t-madan tesettüre gir-dir- me kişiyi örtmez. Özünü kavramadan aramızda kapalı açık olarak dolaşır. Ne zaman ki bir ihtiyaç olduğunu hisseder, kendisiyle yüzleşir, ince çizgiyi tespit eder. İşte o zaman tesettürün farkına varır ve kendisi için bir kıymet ifade eder.
*Emek sarf edilmeden başkasından gelen ile geçinen, harcadığı paranın kıymetini bilmez. Ne zaman ki kendi emeğini kazanır, parayı daha dikkatli harcar.
*Susamadan su içene su, acıkmadan yemek yiyene yemek bir eziyettir. Ne zaman ki susadı ve açıktı, yediği ve içtiği kişi için bir anlam ifade eder.
*Pratiğe dönüştürülemeyen bilgi sinede beyinde yüktür. Ehliyeti olup araba sürmeyi bilmemeye benzer. 
*Kıvama gelmeden, zamanlamasına dikkat etmeden, ihtiyaç hissetmeden öğren/t/ilen bilgiler kişiye bir karakter kazandırmaz ve dikkatini çekmez. Yaşantısında bir değişiklik meydana getirmez. Ahlakla bezenmeyen dini bilgi de böyledir. 
*Hiç kaybetmeden hep kazananlar kaybetmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmez. Ne zaman ki kaybeder, işte o zaman  kişiyi kendine getirir.
*Sağlığı kaybetmeden sıhhatin değeri yoktur, hoyratça kullanılır. Ne zaman ki bir organımız hastalandı, eyvah denir. Sağlığa dört elle sarılır.
*Bir hata ve yanlış ölümle burun buruna getirirse hata ve yanlış yapma lüksünün olmadığını anlar.
*Bir sıkıntıya düşmeden kişi, dost ve arkadaşlarını test edemez. Ne zaman ki düştü, insan sarrafı olmaya başlar.
*Varlık şımartır iken yokluk insanı terbiye eder. Varlık yok olunca kafa dank eder, yokluk var olunca insana şükrü hatırlatır...

Yaşadığımız tecrübeler kaybettiklerimizi bazen geri getirmez, bir ömür boyu pişmanlık olarak bizimle yaşamaya devam eder. Bazen de kendimize getirir, hayatımıza iyi yön verir.

Huzur Sokağı *

Huzur Sokağı romanı ile adı özdeşleşmiş Şule Yüksel Şenler hanımefendi vefat edince sosyal medyada yazılıp çizilenlere ve paylaşımlara bir göz attım. Samimi duygu ve düşüncelerini ifade eden, üzüntülerini paylaşan çok kişi gördüm. Paylaşımcıların ortak noktası sanki okullarda ders kitabı olarak okutulmuş da herkes zorunluluktan onun kitabı "Huzur Sokağı" isimli kitabını okumuş. Sadece benim nesil değil, benden kaç nesil sonrası da bu kitabı okumuş. Çok satan kitaplar arasında yer alan bu kitap, öyle zannediyorum satışından fazla bir okuyucuyla buluşmuş. Kitabı kim okuduysa kitapta kendinden bir şey bulmuş ve etkilemediği kişi kalmamış. Kadını da okumuş, erkeği de.

Kitabı bu derece değerli kılan ne olabilir diye düşünüyorum. Aklıma merhumenin samimiyeti geliyor ilk başta. İkincisi kendisini anlatması geliyor. Zira romanın kahramanlarından Feyza ile kendisini anlatmış rahmetli. Üçüncüsü, halkı Müslüman olan bir ülkede dinin bir emri olan başörtüsünü takanların, devleti yönetenler nezdinde parya olarak görülmesinin işlenmesidir. Zira az bedel ödenmedi bu uğurda. Romanına yansıttığı bu toplumsal vakıanın çözümü için mütedeyyin kesimin öncü ve simge ismi olmuştur. Öyle ki kendi bulduğu örtünme modeli, başını örtenler arasında “şulebaş” olarak anılmıştır.

Yazdığı kitaplarla, verdiği konferanslarla, gazete ve dergi yazılarıyla davasını anlatmış, anlatmakla da kalmamış, yaşantısıyla genç kızlara örnek olmuştur. Kendisine çok sayıda soruşturma açılmış, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a yazdığı bir mektuptan dolayı sekiz ay kadar cezaevinde kalmış, çile çekmiş İslam davasının bir neferidir.

Sayın Şenler'i tek başına çıktığı bu kutlu davasında kendisini -nazarımda- değerli kılan, ortaokul iki terk olması. Beşikten mezara ilim dedikleri bu olsa gerek. İnanmış bir defa bu yola baş koyarken. İnancın ve azmin elinden ne kurtulabilir? Okul dışında, hayatın içinde yaşamanın ve yaşam mücadelesi vermenin en büyük okul olduğunu, verdiği ve bıraktığı birbirinden değerli eserleriyle gösterdi bize. Bir kişinin neler yapabileceğini, çoğu kimsenin hayatını değiştirebileceğini, kalitenin tesadüfi olmadığını yaşayarak bizzat gösterdi cümle aleme.

Ömrü biraz daha kifayet etseydi, örtündüğü başörtüsünün hakkını veremeyen kişilere de öyle zannediyorum birkaç söz ederdi. En azından ne umdum, ne buldum derdi. Belki de söyledi, ben vakıf değilim. Belki de içine atarak içinde bir ukde olarak kaldı, öbür dünyaya götürdü. Umarım vefatının ardından samimi duygu ve düşünceleri hayatımıza yön verir.

Kaybından büyük üzüntü duyduğum ve giderken hoş bir seda bırakan Sayın Şule Yüksel Şenler'e Allah'tan rahmet diliyorum. Dilerim "Huzur Sokağı" romanında düşlediği huzura, ukbâ âlemde kavuşur. Mekanı inşallah cennet olur. Allah ondan ve onun yolunu takip edenlerden ebeden razı olsun.

*30/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Gün Yetkili Bir Sendika Olursam...*

Olur ya bir gün, oldu olacak, bir de sendikacılığa soyunayım dedim. Maceranın sonu yok biliyorsunuz. Kendi başıma bir sendika kurdum. Çiçeği burnundaki sendikam, umduğumdan öte bir ilgi gördü. Memurlar, "İktidar yanlısı ve iktidar karşıtı normal sendika ve konfederasyonlardan pek bir şey görmedik, bir de deli dolu konuşan anormalini deneyelim" dedi. Demekle de kalmadı, çoğunluk mevcut sendikalarından istifa ederek benim sendikama üye oldular. Kısa zamanda temsil ettiğim iş kolunda en çok üyeye ulaştım. 

Baktım iş kolu sendikam umut vaat ediyor. Diğer iş kollarında da sendikacılığa soyunurum. Beş tane sendikayı bir araya getirerek bir çatı konfederasyon kurarım. Gelecek vadeden konfederasyonumuza "ille bizi de alın" diyecekler. Kısa zamanda on bir iş kolunda da memurları temsil etme gücüne ulaşırım.

Bu durumda toplu sözleşmede kamu işveren heyetinin karşısına kim oturacak? Benimki de laf! Elbette ben oturacağım. Görün o zaman toplu sözleşme nasıl yapılır?

Sanmayın ki hükümetle çatır çatır pazarlık yapacağım, kavga edeceğim. Yok öyle bir niyetim. Zira ben uyumlu bir insanım. Ayrıca muhatap olacağım heyetin hükümeti, hükümetin de devleti temsil ettiğini bilirim, aynı zamanda haddimi de. Devlete karşı gelinmeyeceğini zaten biliyorum.

Ağustos bir dedi. Zam pazarlığı için hükümetle aynı masa etrafında buluştum. Hükümet bana "Ne isten, söyle" diyecek. Ben de canınızın sağlığı diyeceğim. "İste bir şeyler, verelim" diyecekler. Ne haddime benim efendim, vermeseniz de olur diyeceğim. Baktım vermekte ısrarcılar. Ağanın eli tutulur mu efendim, ne takdir ederseniz kabulümdür diyeceğim. Yine ısrar var, teklif yok. O zaman işveren heyetine, efendim! Ben bir oran vermeden size bir soru sorabilir miyim diyeceğim. Onlar da elbette diyecekler. Kaça kadar saymayı biliyorsunuz diyeceğim. Doğaldır ki bozulacaklar ve ne alaka diyecekler. Hiç efendim! Bugüne kadar benden önceki yetkili konfederasyonlarla toplu sözleşme yaparken dörtten yukarı hiç çıkmadınız. Bu, bütçe imkanlarını zorladığınız anlamına mı geliyor yoksa en büyük rakam olarak dört sayısını mı biliyorsunuz ya da siz hiç çift haneli rakam duydunuz mu diyeceğim. Kızıp sinirlenecekler. Bununla kalmayıp köpürecekler.  Sinirle beraber akılları başlarından gidecek, sinirleri tavan yapacak ve bana dörtten yukarı bir rakam bildiklerini göstermek ve caka satmak için dördün çok  üzerinde bir rakam söyleyecekler. "Nasıl söyledik bunu, bütçe disiplini ne olacak" deyip biraz dövünecekler ama geri dönemezler. Çünkü söz ağızdan bir kere çıkar. Böylece ilk görüşmede toplu sözleşme imzalanmış ve memur bugüne kadar Refah-Yol Hükümetinden sonra alamadığı zam oranını almış, muradına ermiş olur. Hükümet biz ne yaptık diye kara kara düşüne dursun. Ben nerde miyim? Tabii ki memurların omuzlarında. Çünkü bu sevinç beni olsa olsa omuzlara çıkarır. En büyük endişem, sevinç narası atacağız derken beni omuzlarından düşürmeleri.

Gördüğünüz gibi bir toplu sözleşmeyi tereyağından kıl çeker gibi ilk gününde hallettim. Şimdi sırada ne var, neyi halledeceksin derseniz bu başarıya göre, önce bir sendika kurmam gerekecek. Sonrası benim için çocuk oyuncağı. Yukarıda gördünüz.

Şunu da ilave edeyim. Bu toplu sözleşme masasında çok esnek olacağım. Taviz vermeyeceğim tek konu, toplu sözleşmenin notere pardon hakem kuruluna gitmesinin önüne geçmektir. Zira hakemden zırnık çıkmaz. Biz yine hükümeti öpüp başımıza koyalım. Hükümet bu sene size para yok dese de boş evraka imza atarım, işi hakeme bırakmam. Bu da benim olmazsa olmaz prensibim, yani kırmızı çizgimdir.

*31/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Hükümet Bana Yeni Bir Görev Tevdi Ederse...***

Olmaz da. Oldu diyelim. Hükümet bana "Bugüne kadar bir şey olmak için olur olmaz her göreve talip oldun. Bahtından mıdır? Hiçbiri olmadı. Bugüne kadar çok kişiyi sevindirdiğimiz gibi geç de olsa ahir ömründe seni de sevindirmek istiyoruz. İstediğin olacak. Çünkü sen nazarımızda idam sehpasına giden bir idam mahkumu gibisin. Dile bizden, mesela bir kurul" dese, acaba hangisini istesem diye hiç tereddüt etmem. Direk Hakem Kurulu derim.

Bugüne kadar talip olduğun her görevi biliyoruz. Hakem Kurulu da nereden çıktı derseniz? Atlamışım bugüne kadar. Aslında benim yerim burasıymış. Hiç aklıma gelmedi nedense.

İyi de niçin Hakem Kurulu dediniz. Güzel bir soru. O zaman söyleyeyim niçin bu kurulu seçmek istediğimi.

Gördüğüm kadarıyla fazla bir iş yükü yok bu kurulun. İki yılda bir yapılan toplu sözleşmede hükümet ile memurlar adına yetkili konfederasyon, maaş zammı görüşmesinde anlaşamazlar ise işte o zaman bize iş  düşecek. Anlaşırlarsa zaten bize ihtiyaçları olmayacak. 

Burada bizi bağlayan, anlaşmazlığın beş iş gününde çözülmesi. Bu bizim iki ayağımızı bir pabuca sokar ama olsun. Vatan-millet için bu kadar sıkıntıya da katlanırız. Beş gün boyunca gecemizi gündüzümüze katarak çalışır, tarafları dinler; ser verir, sır vermeyiz. Çünkü ihsası reyde  bulunmuş oluruz. 

Beşinci günün sonunda nihai kararımızı veririz. Her ne kadar ihsası reyde bulunmasak da Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. İmkanlar bellidir. Hükümet ölçüp biçmiş, düşünüp tartmıştır. Hükümetin teklifini aynen onaylarız.  Zira devlete karşı gelinmez, boynumuz kıldan incedir. Onayladıktan sonra kimse sözümüzün üzerine söz söyleyemez. Memur kesimi bu sonuçtan yani vereceğimiz karardan çok hoşnut olmasa da karar karardır. Önemli olan hükümeti memnun etmektir. Zira biz aklımızı yolda bulmadık. Ayrıca hükümet koskoca ülkeyi yönetiyor, kime ne vereceğini bir güzel hesaplamıştır. Kamu disiplininden ödün vermemesi gerekir. Biz her şeyi göze alıp hükümetin verdiğinin birkaç puan yukarısını da versek bile zaten memuru yine memnun edemezdik. Onlar ister de ister. Varsın isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara yani bizim iki yüzümüz kara olsun. Mesele devlet bütçesi ise gerisi teferruattır. Değer bu tepkilere göğüs germeye. Zaten memurun bize çok kızacağını da sanmıyorum. Çünkü bugüne kadar onlara hiç umut vermedik. Onlar hükümete ve yetkili sendika ve konfederasyona kıza kıza bize pek sıra gelmez. Ayrıca kızacaklarsa kızsınlar. Ancak kendilerine zarar verirler. Zira kızgın sirke kendi küpüne zarar verir. Sonra kızsalar kaç yazar? Ellerinde bir yaptırımları yok. Birkaç gün kızarlar. Sonra unutur giderler. Ayrıca bize kızmaya hakları yok ki... Kendileri yirmi gün boyunca anlaşamayıp bir orta yol bulamadılarsa biz toru topu bir beş iş gününde ne yapabilirdik? Hasılı bize bırakmayacaklardı bu işi. 

Gördüğünüz gibi görev alacağım bu kurulda iki yılda bir iş düşerse toplamda beş gün çalışacağım. Böyle bir görevi seve seve kabul ederim.

Böyle bir durumda toplu sözleşme için kamu işveren ile masaya oturan yetkili konfederasyonun yerinde olmak istemezdim. Gariplerim, ne İsa'ya yaranacaklar ne de Musa'ya. Hükümetin zam teklifini kabul etselerdi de çoğu onlara kızacak, imza etmeseler de onlara kızacak.

***31/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




28 Ağustos 2019 Çarşamba

Şule Yüksel Şenler ***

1979 yılında orta birinci sınıfta okumakta iken okul dersleri dışında ilk okuduğum kitap Mustafa Yazgan’a ait “Sessiz Çığlık” isimli ince bir kitap idi. Ardından hangi kitabı okuyayım demedim. Çünkü ne maddi durumum ne de bilgi dağarcığım şu kitabı oku diyemezdi. Kimin elinde ne kitap varsa ondan emanet alıp okuyacaktım. Elime, Şule Yüksel Şenler’e ait “Huzur Sokağı” isimli kitap geçti. İlk okuduğum kitaba göre çok kalın bir kitaptı. Görünce gözüm korktu. Okumaya yeni başlamış, okuma zevkini henüz tatmıştım. Ebadı kalın bu kitap beni okumaktan soğutur ama neyse dedim. Zaten başka da seçeneğim yoktu.

Belli bir süre sonra vermek üzere aldığım Huzur Sokağı kitabını okumaya başladım. Okudukça kitap beni kendine çekti. Biter mi diye gözümü korkutan bu kitabı okumaya başlayınca bitmesin demeye başladım. Süresinden önce bitirdiğim kitabın ikinci cildini de bularak onu da bir çırpıda okudum.
Kitap beni çok etkilemişti. Tenha yerlerde okurken az ağlatmadı beni. Hem duygulandırdı, hem heyecanlandırdı, hem de üzdü, zaman zaman da sevindirdi. Kitap ortaokul boyunca okuyacağım yüzlerce kitabın tetikleyicisi oldu. Çünkü içimdeki boşluğu doldurarak bana okuma zevki de aşılamıştı.

Şule Yüksel Şenler vefat etti haberini okuyunca 1979 yılında okuduğun “Huzur Sokağı” isimli kitabı ve içeriği gözümün önüne geldi. İstanbul’un gecekondu mahallesinde annesiyle birlikte yaşayan, aynı zamanda üniversiteyi bitirmiş, yaşantısıyla çevresine örnek bir şahsiyet olan Bilal; evlerinin karşısına dikilen apartmanda yaşayamaya başlayan, arkadaşlarıyla birlikte Bilal’in yaşantısına tepeden bakan Feyza, romanın başkahramanlarından idi. Çok istemelerine ve aynı mahallede yaşamalarına rağmen farklı dünyaların insanları oldukları için evliliklerini birleştiremezler. Her ikisi de başkasıyla evlenir. Bu evliliklerinden Bilal’in Nusret, Feyza’nın da Hilal isimli kızı dünyaya gelir. Daha önce başörtüsüne mesafeli olan Feyza, kendisi kapandığı gibi kızı Hilal’i de -Bilal’in istediği gibi- tesettürlü olarak yetiştirir. Kitapta Hilal’in başörtülü olarak okuma mücadelesi de işlenir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kendilerine nasip olmayan birliktelik çocuklarına nasip olur. Nusret ile Hilal hayatlarını birleştirirler.

Niyetim kitabı anlatmak değildi. Sayın Şule Yüksel Şenler’in vefat haberini duyunca nedense kitabın içeriğine gittim. Sayın Şenler, kendisini anlatmış bu kitabında.

Ortaokul ikinci sınıftan terk olan Sayın Şenler, buraya kadar deyip köşesine çekilmemiş, gezip tozmamış, okuduğu kitaplarla kendisini yetiştirmiş münevver bir kadındır. Gazetelerde yazdığı yazılarla, Türkiye’nin her yerinde verdiği konferanslarla ve yazdığı birbirinden güzel ve değerli kitaplarıyla ömrünü dopdolu geçirmiş saliha bir kadındır. Hayatı incelendiğinde okumanın dört duvar ve sıralardan ibaret olmadığına, insan isterse kendisini okul dışında da yetiştirebileceğine en güzel örnektir. Başörtüsü mücadelesinin öncü isimlerinden olan Şenler, 81 yıllık ömrünü mücadeleye adamış dense yeridir. Gençliğin bilinçlendirilmesinde katkısı büyüktür. Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun.

***29/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Ağustos 2019 Salı

Orman Yangınlarında PKK'nın Eli *


“Yanan orman yangınlarını terör örgütü PKK üstlendi” haberini bir gazeteden okuyunca haberin doğruluğunu teyit için diğer gazetelere de göz attım. Ormanlarımızı yakan 'Ateşin Çocukları İnisiyatifi' adıyla PKK'nın yandaşı bir grup imiş. Yaktığını üstlenmiş de. Üstelik üstlenmekle de kalmamış, bugüne kadar yaktıkları ormanların listesini 'Nûçe Ciwan' sitesi yayınlamış.

Bir devlete düşman olabilirsiniz, halkını sevmeyebilirsiniz, o ülkenin polis ve askeriyle sorununuz olabilir, bir dış gücün silahlı askeri olup vur-kaç taktiğiyle o ülkeyi zayıf düşürmeyi isteyebilirsiniz, emellerinize ulaşmak için her şeyi mubah görebilirsiniz, "Biz haklı mücadelemiz için savaşıyoruz" da diyebilirsiniz. Hiçbir gerekçenizi haklı görmesem de, yanlış olsa da bir yol tutturmuşlar, beyhude bir çaba gösteriyorlar, halkın nefretini kazanıyorlar diyeceğim. Uyguladıkları terörü bir yere koyup bir mantık göremesem de anlamaya çalışacağım. Ama hiç anlayamayacağım ve anlamak istemeyeceğim, bir örgüt ormanları niçin yakar? Ormanlar bize olduğu kadar kendilerine de nefes veriyor. Çünkü ağaç demek, orman demek bir ülkenin akciğerleridir. Akciğeri olmadan bir ülke, bir insan yaşayabilir mi? 

Demek ki PKK ve yandaş örgütlerinin bu ülkeyi ele geçirme ve yurt edinme gibi bir niyetleri yok. Öyle bir niyetleri olsa kendilerine de nefes aldıracak akciğerleri niye yaksınlar? Bir, iki, üç değil; binlerce hektar alanı yakıp kül edecek kadar gözleri dönmüşse, karşımızda yarınını düşünemeyecek kadar gözü dönmüş, ne menem bir örgüt var. Bu tipler ne Allah'tan korkar ne de kuldan utanır. Doğaya zaten saygıları olmaz. Varsa yoksa maşalıklarını yapacaklar. Zaten yaptıkları da o. Bunların insanlıktan zerre nasipleri olsaydı dili olmayan, sesi çıkmayan, bize faydadan başka bir şeyi murat etmeyen ağaçların arkasına sığınarak ormanları ateşe vermezlerdi. Çünkü savaşların bile bir hukuku vardır: Yaşlıya, silah doğrultmayana, kadına, çocuğa, yeşile ve ağaçlara zarar verilmez. 

Tüm bunları gözü dönmüş, bize karşı kahpece, kirli bir savaş yürüten insan görünümlü kişilere söylüyorum. Benimki de laf! Beyhude bir çaba yani… O zaman sözümü "Bu adamlar var ya, bu adamlar; bizim haklı mücadelemiz için Türkiye Cumhuriyeti ile savaşıyorlar" diyerek PKK ve onun uzantılarını destekleyen, içimizde yaşayan ve benim gibi bu ülkenin her türlü imkanından faydalanan kişilere çeviriyorum: 

Sizin destek verdiğiniz bu örgüt, polis ve askerin karşısına çıkamıyor. Hıncını ağaçlardan alıyor. Yani akciğerlerinize ateş ediyor. Bu kalbinize atış demektir. Yani bize kızarak sizi de oksijensiz bırakıyorlar. Bunların derdi sizi korumak falan değil, aklınızı başınıza alın. Bu satılmış örgüte destek vermeyin, hatta sempati bile duymayın. Unutmayın ki ağaçla barışık olmayanlar insanla hiç barışık olmazlar. 

Lanet olsun orman yakanların mücadele anlayışına! Yuh olsun onların insanlıklarına!

*23/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.