15 Ağustos 2019 Perşembe

Sosyal Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı *

Siyasi partilerimizin en büyük eksikliği sosyal medyadan sorumlu bir genel başkan yardımcısı atamamaları. Her ne kadar bu eksikliği, gönüllü seçmenleri tespit edip partilerinin yerini doldurmaya çalışsa da iş, amatörce ve fahri olarak yapılmaktadır. Partilerimize düşen, bu eksikliği giderecek yetişmiş elemanlarını tespit edip sosyal medyada profesyonelce görevlendirme yapmaları.

Partilerimiz bu alanda yetişmiş eleman ne gezer diye düşünmesinler. Biraz işlerinden başlarını kaldırıp sosyal medyaya bir göz atsalar, gönüllü olarak bu işi zaten yapan seçmen kitlesinden yüzlercesini bulabilirler. Belki burada sorun, bu alanda yetişmiş eleman sayısı fazla olduğundan partilerimiz sosyal medyadan sorumlu genel başkan yardımcılarını seçmede biraz zorlanabilirler. Çünkü paylaşımlarıyla diğerlerine taş çıkartan, birbirinden mükemmel o kadar çok gönüllüleri var. Bunun da çok problem olacağını sanmıyorum.  Zira bunun da kolayı var: Ya toplayıp hepsini bir sınava tabi tutup en iyisini seçecek ya da sosyal medyada parti propagandası yapan ve rakip partileri kötüleyen herkesi genel başkan yardımcısı olarak görevlendirecekler. 

Ben böyle öneri sunarken partilerimiz, bir veya çok kişiyi genel başkan yardımcısı olarak görevlendirmek bir maliyet getirir diye düşünebilirler. Bence düşünmelerine gerek yok. Çünkü görevlendirecekleri yardımcılara para/ücret/maaş ödemelerine gerek yok. Zaten bu işi meccanen yapıyorlar. Çünkü bu tür paylaşım yapanların  çoğu devlet görevlisi. Zaten devletten maaş alıyorlar. Ayrıca birkaç yerden para almalarına gerek yok. Burada partilerin bu kişilere yapacağı "Sosyal medyadan sorumlu genel başkan yardımcısı" unvanını vermek, bir de taltif. Yani "Paylaşımların göz dolduruyor, hepsini takip ediyoruz ve bu yaptıkların karşılıksız kalmayacak. Biz bunları not ediyoruz" demek. Bu, onlara yeter de artar bile.

Burada partiler bu işi yapan gönüllülerine bir görev taksimi yapabilirler. Çünkü sosyal medya çok geniş bir alan. Biri, sürekli partinin propagandasını yapar; diğeri, parti haberlerini verir; öbürü partinin günlük programını paylaşır; bir diğeri partinin Suriye politikasını savunur/eleştirir veya düşmanlığını yapar; bir başkası rakip veya diğer partileri kötüler; bir diğeri partinin geçmişten günümüze yaptığı icraatları sayar döker, kafalara vura vura yerleştirmeye çalışır. Hala anlamıyorlarsa "nankörler" vs der.

Gördüğünüz gibi sosyal medya çok bakir bir alan. Partilerimiz tüm işleri en iyi şekilde yaptıkları gibi bu alana da bir el atsalar çok iyi olur kanaatindeyim.

* 11/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

"Çağbaba Türbesi" *

Millet olarak bir yerde türbe varsa orasını hem ziyaret eder hem de dua ederiz. Ziyaret ve duanın dışında beklentilerini karşılamak ve varsa sıkıntılarını gidermek için talep de bulunanlar da eksik olmaz. Kimi evlenecektir, eş arar. Kimi istediği okulu kazanmak için yardım talep eder, kimi adakta bulunur, kimi çaput bağlar, kimi isteğini bir kağıda yazarak oradaki uygun bir yere sıkıştırır. 

Diyanet İşleri Başkanlığı veya ilgili müftülük türbe ve yatırların olduğu yerde herkesin görebileceği bir yere tabela asarak istediği kadar türbe ziyaretlerinde; 
1. Adak adanmaz,
2. Kurban kesilmez,
3. Mum yakılmaz,
4. Bez-çaput bağlanmaz,
5. Taş-para yapıştırılmaz,
6. Para atılmaz,
7. Eğilerek ve emekleyerek girilmez,
8. Yenilecek şeyler bırakılmaz,
9. El-yüz sürülmez,
10. Türbe ve yatırlardan medet-şifa umulmaz,
11. Türbe ve yatırların etrafında dönülmez, 
12. Türbelerin içinde yatılmaz vs desin. 
Bizim vatandaşın ekseriyeti tüm bu adap ve yasaklara rağmen bildiğini okur. Son umut "ya isteğim yerine gelirse" diyerek yasakmış, günahmış demez. Yeter ki bir türbe görsün. Üstelik türbede yatanın kim olduğu da önemli değildir. "Bu zat için türbe yapılmışsa mutlaka önemli biridir ve Allah'ın sevgili bir kuludur" diyerek halini arz eder. Bizi ne tabeladaki yazılanlar bağlar ne de hocaların ölülerden medet/yardım beklenmez uyarıları bizi bağlar.


O kadar da değil demeyin. Alın size bir örnek... "Ülkemizin turizm cenneti ilçelerimizden Marmaris'in Turgut mahallesinde İslam alimine ait olduğu zannedilerek yıllarca adaklar adanıp, başında dualar edilen mezarın, Roma döneminde yaşayan bir dövüşçüye (gladyatör) ait olduğu gün yüzüne çıkınca bölge sakinleri şok yaşadı.  40 yılı aşkın bir süredir türbe sanılan yapının Antik Karia uygarlığında yaşayan dövüşçü Diagoras'a ait olduğu kesinleşti. Yöre insanı mezarda kaçak kazı yapanların; öldüğü, boşandığı ya da hasta olduğuna inanıyor.” (İnternethaber) 

Merak ettiğim, kırk yıldır "Çağbaba" adıyla ziyaret edilip anılan ve adakta bulunulan bu yerin bir dövüşçüye ait olduğu ortaya çıktıktan sonra buradan medet bekleyen yöre halkı bundan sonra ne yapacak? Bu boşluğu nasıl giderecek? 

Güler misiniz, ağlar mısınız bu duruma? Acınacak halimiz, benzer örnekler de çok maalesef. İnsanımız yeter ki sapıtmak istesin. Mutlaka bulur. Yıllarca Allah dostu diye bir dövüşçüye dua ettirir, adakta bulundurur bu şekil. Yukarıda izah etmeye çalıştım. Türbede metfun bulunan Allah'ın sevgili bir kulu da olsa ondan asla yardım istenmez, dilekte bulunulmaz. Yardım ancak bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah'tan istenir.

Hülasa, ne zaman ki ölü, yatır ve türbelerden yardım beklenmeyeceğini bilir ve gereğini yaparsak İslam'ı daha iyi anlamaya başlarız. Allah ölülerden medet beklemeyenlerden eylesin, kimseyi bu şekil şirke girdirmesin, aklımızı başımıza almayı nasip etsin.

*17/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Maarif Politikamızı Gözden Geçirmeliyiz ***

Bizim eğitim ve öğretim işlerimiz deneme-yanılma yoluyla, sürekli değişime gebe yeni sistem uygulamalarıyla sonu ne olacak diye düşünülmeden, iyi bir planlama yapılmadan takır tukur devam ediyor, eğer buna eğitim ve öğretim denirse. Tamamen bir iyi niyet kurbanı olan maarif politikamız, duvara toslaması ve ölü doğacağı bilinmesine rağmen bir neşter vurulmadan pansuman tedbirlerle yol almaya devam ediyor.

Eğitimden beklenen istendik davranışlarda istediğimiz sonuç ve verimi alamadık. Eğitimin her kademesinde öğretim yapıyoruz. Maalesef onu da becerdiğimiz söylenemez.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitim ve öğretimle birlikte rotası değiştirilen maarifimiz, tedavüle sürülen on iki yıllık zorunlu eğitimle birlikte pusulasını kaybetmiş görünüyor.

Liselerin zorunlu olmasına paralel olarak her ile açılan üniversiteler, yanlış maarif politikamızı devam ettirmekten, problemleri halı altına süpürmekten öte bir amaca hizmet etmemektedir. 

Herkesi üniversitede okutma ve mezun etme serüvenimizin belki de tek faydası, on sekiz yaşından itibaren işsizler ordusuna dahil olacak gençlerimizin işsizlik yüzdesini 24-25 yaşa yükseltmektir. Başka da bir fayda mülahaza etmiyorum, eğer bir faydaysa bu. Bir diğer faydası ise üniversite mezunu oranımız, istatistiki bilgilerde artmış olmaktadır.

Kim ne derse desin, bizim ülkemizde lise ve üniversite, iyi bir iş sahibi olmak ve bir  istihdam kapısı diye okunur. Bunun için gençlerimiz, var gücüyle sonu olan ve mezun olunca kolayca iş bulabileceği bölümlere girmek için yarışmaktadırlar. Az sayıda yarışı önde tamamlayan şanslı gençlerimizin dışında kalan çoğunluk ise umutsuz vaka gibi sonu olmayan bölümlerde, hedefi olmadan okul bitirmeye çalışmaktadırlar. Çoğu "ya çıkarsa" umuduyla zengin olmayı Milli Piyango biletine bağladığı gibi iş imkanı bulunmayan bölümlerde okuyanlar da "ha belki bir kapı açılır" umuduyla gönülsüz okumaktadırlar.

Ülke olarak önümüzdeki yirmi yıl, birkaç bölüm dışında hiç öğrenci almaz ve mezun vermezsek bile mevcut mezunları eritmemiz mümkün değil. Yeni mezunlarla birlikte her yıl işsizler ordusuna yeni mezunlar ve diplomalı işsizler katmaktayız. Sanki ihtiyaç varmış gibi birçok bölüme ikinci öğretim adı altında öğrenci almaya devam ediyoruz. Her yıl devlette bir işe girmek umuduyla milyonlar, defalarca KPSS sınavlarına girmektedir. Çoğu, mezun olduktan kaç yıl sonra KPSS puanı ile bir yere ancak atanabilmektedir.

Sonu çıkmaz sokak ve duvara toslamak olan ve yeni mezun ettiği öğrencilerle birlikte ölü doğurmaya devam eden bu maarif sistemimizin sonu ne olur, niçin düşünülmez, niçin iyi bir planlama yapılmaz, niçin radikal tedbirler alınıp çözümler üretilmez? İnanın, çok anlamış değilim.

Yol yakınken, iş işten geçmeden, sosyal bir patlama olmadan uygulamakta olduğumuz maarif sistemimizi gözden geçirmeliyiz. Her şeyden önce herkesi okutup üniversite mezunu yapacağız sevdasından vazgeçmeliyiz. Bugün Suriyeliler ve Afganlılarla giderdiğimiz ara eleman ihtiyacını karşılamak için birçok öğrencimizi, ilköğretim ikinci kademesinden sonra kısa yoldan bir meslek sahibi olmaları için sanayiye yönlendirmeliyiz. Yani herkes lise ve üniversite okumamalıdır. Yoksa bu gittiğimiz yolun reçetesi acı olacaktır, telafisi mümkün olmayacaktır. Gelin hep birlikte bu durumu masaya yatıralım. Geleceğimiz olan gençlerimizin umutlarını tüketmeyelim. Gençlik mutlu olmazsa biz hiç mutlu olmayız. Çocuklarımız okuyarak pişmanlık duyacağına, okumayarak pişmanlık duysunlar daha iyi.

***17/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Eyyam-ı Bahur

Bugünlerde yaşadığımız, bayram boyunca kendini iyice hissettiren bu sıcaklara ne ad verildiğini biliyor mu idiniz? Eyyam-ı Bahur imiş bugünlerin adı. Yaz mevsiminin en sıcak ve en boğucu günlerine verilen, dilimize Arapça'dan geçmiş bir kelime imiş.

İsmi beğenmediniz mi? Siz buna çöl sıcakları, cehennem sıcakları, Afrika sıcakları da diyebilirsiniz. İyice bunaltan, buram buram terleten bu sıcakların daha da artacağı söyleniyor. 

Adına eyyam-ı bahur, cehennem sıcakları, çöl sıcakları veya Afrika sıcakları desek de sonuç itibariyle yanmaya devam edeceğiz.  Yaşadığımız Kuzey Yarımküre'de, temmuz ve eylül ayları arasında yaşanmakta imiş böylesi sıcaklar. Böyle sıcak ortamlarda güneşin altında çalışmak zorunda olanlara Allah yardım etsin. 

Not:Her türlü ismi anladım da cehennem sıcaklarını anlamadım. Bu ismi koyan sanki öbür dünyaya gidip gelmiş, yanmış da... bu ismi koymuş. Ama bu sıcaklar cehennem sıcaklarıyla kıyas bile götürmez.

Yardım Kuruluşlarımız *

Halkımızın yardımseverliği takdire şayan. Hem ülke içinde hem de ülke dışında ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmektedir. İnsanımızda var olan bu hayırseverlik duygusuna paralel olarak organize olmuş yardım ve hayır kuruluşlarımız var. Doğal adetlerde adlarını sıkça duyduğumuz bu hayır kuruluşları kurban bayramında adlarını daha fazla duyurmaktadır.

Kızılay ve Diyanet Vakfı dışında o kadar hayır kuruluşumuz var ki say say bitmez. Nerede bir vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu varsa aşağı yukarı hepsi aynı iş üzere çalışmaktadır. Çoğunun kendilerine ait öğrenci yurtları var, kiminin evleri var, kimi öğrencilere burs veriyor, hemen hemen hepsi yurt içinde ve yurt dışında kurban kesiyor. Değişik ülkelerde aynı işi yapan farklı vakıf ve dernekleri görmek mümkün. Vatandaşımız veriyor, hayır kuruluşları da bu hayrı yerine ulaştırmada köprü görevi görüyor. Anlattıkları gibi amaçları doğrultusunda çalışanlardan Allah razı olsun.

Burada değinmek istediğim hayır ve iyiliklere köprü olan bu hayır kuruluşları tek çatı altında bir araya gelemez mi veya bu yardım kuruluşlarımız bir üst kurul marifetiyle aralarında bir iş bölümü yapılamaz mı? Böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü çoğu vakıf ve derneğimiz aynı işleri yapmaktadır. Toplanan yardımlar tek elden, daha fazla kişiye, daha düzenli, daha hızlı ulaştırılır. Böylece organizasyonlarda masraflar minimum seviyeye iner.

Bunun için;
1.Hayır kuruluşları kendi aralarında bir çatı kurul oluşturabilir. Bu kurulda her vakıf ve dernekten bir temsilci görev yapar. Kararlar oy birliği veya oy çokluğu ile alınır. 
2.Hizmet edilecek alanlar belirlenir: Kimi kurban işine bakar, kimi yurt çalıştırır, kimi öğrencilere burs verir, kimi irşat görevinde bulunur, kimi ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırır.
3.Vakıf ve dernekler arasında görev ve yer taksimi yapılır. Her vakıf ve derneğe hangi yer ve görev çıkmışsa ilgili vakıf oraya yoğunlaşır.
4.Yurt içi ve yurt dışı faaliyetlerde çatı kurulu ve Türkiye ön planda olmalıdır.
5.Toplanan yardımların yerine ulaşıp ulaşmadığı bağımsız kurullarımız tarafından incelenir ve denetlenir.
6.Hayır kuruluşları yaptıkları faaliyetlerini, gelir-gider durumlarını kamuoyuna yıllık ibra eder.
7.Yardım kuruluşları birbirlerine destek olacak şekilde bir hizmet anlayışını benimser, birbirlerini rakip gibi görmez. Birinin bir ülkede yapacağı yardımı diğeri üstlenebilir.

*23/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yola Çıkma!

*Usul, adap, yol, yöntem bilmiyorsan,
*İyi bir ekibin yok ise,
*İstişareye önem vermiyorsan,
*Makam, mevki ve şöhret hırsın var ise,
*Ufkun geniş değilse,
*Eleştiriye açık değilsen,
*Kızıp sinirleniyor; en sonda söyleyeceğini en başta söylüyorsan,
*Kendini sürekli geliştirmiyor ve yenileyemiyorsan,
*Uzun vadeli bir plan ve programın yok, olanı da yerinde ve zamanında revize edemiyorsan,
*İletişime çok açık değilsen,
*Ehliyet ve liyakate önem vermeyeceksen,
*Bütün işleri kendi üzerinde toplayacaksan,
*Dinlenmek için kendine yerinde ve zamanında yeterince zaman ayırmayacaksan,
*Yanındakilere güvenmeyeceksen,
*Herkese ayar vereceksen,
*Kucaklayıcı değil, kutuplaştırıcı olacak ve bütün okları üzerine çekeceksen,
*Zamanla prensiplerini çiğneyip zikzaklar çizeceksen,
*Çok konuşarak yüzünü eskiteceksen,
*Kendini anlatmayıp hep rakiplerini kötüleyeceksen,
*Seninle yolunu ayıranlara nankör diyeceksen,
*Kendini yenilemeyip hep eskiyi hatırlatacaksan,
*Yenilgiyi hazmedemeyeceksen,
*Eşini, dostunu, oğlunu, kızını, damadını işinden uzak tutamayacaksan,
*Dünyanın merkezini hep kendin olarak görecek ve benden sonrası tufan diyeceksen,
*Hata yaptığın zaman hatanla yüzleşmeyeceksen,
*Öneri ve yol gösterenleri düşman bileceksen,
*Ömrünü rakip ve alternatifleri yok etmek üzere harcayacaksan,
*İnsanlarla konuşmayı değil, kavgayı tercih edeceksen,
*Kendi tutturduğun yoldan başka doğru bir yolun daha olacağını kabul etmeyeceksen,
*Sen herkesi eleştirip kimse seni eleştiremeyecekse,
*Ben çok şey yaptım, herkes bana mahkum diyeceksen,
*Her şeyi en iyi ben bilir, ben yaparım havasına gireceksen,
*Başkasını hep küçümseyip tepeden bakacaksan,
*Ayakların yere basmadan hep vatan, millet, Sakarya, din, iman diyeceksen,
*Her gördüğün mikrofona konuşmak zorunda hissedeceksen,
*Olan her iyi şeyi kendinden, kötülükleri başkasından bileceksen,
*Gücü ele geçirdikçe değişeceksen,
*Dostlarını hep kıracak, beklentilerine cevap veremeyeceksen…

Bence hiç yola çıkma!


Demedi Demeyin!


Bayram ziyareti için bir ahbabınıza gittiniz. Selam kelâmdan sonra değişmez geleneklerimizden kolonya ve şeker tutuldu. Bir aldın. Ev sahibi "haydi, buyur" dedi, ısrar etti. Bir daha aldın. Ardından "üçleyelim" dedi. Üçüncüyü de aldın. Tabii seçerken de tercihini çikolatalı şekerlerden yana kullandın. 

Ne yapacaksın bu şekerleri? Kadın değilsin ki şekerleri çantana koyasın. Yesen olmaz? Çünkü üç tane aldın. Zaten az bir laflamanın ardından milli yiyeceklerimizden tatlı geldi. Elinde tuttuğun şekerleri sehpanın üzerine koydun. 

Az sonra haber geldi, kalkman gerekiyor. Bize müsaade, daha gidecek çok yer var dedin. Ama gözün şekerlerde... Yemeye de vakit yok. Zaten yemeye vaktin olsa da tatlının üzerine tatlı gitmiyor. Ne yapmalısın? Bence vakit ayırıp o şekerleri yemelisin. Söz dinle.

Yok ben söz dinlemem, burnumun dikine giderim, ayrıca aldığım tüm şekerleri yiyerek görgüsüzlük yapamam, ben bu şekerleri çıkınca eşime veririm; yolcu yolunda gerek, ziyaretin kısası makbul" dedin ve kalktın. İkramlık şekerleri bir eline aldın. Diğer elinde zaten cebinde olması gereken telefonun var. Çıkarken ev sahibi ile vedalaşmak için elini uzatman gerekiyor. Ama iki elin de dolu. Aklına "Şu şekerleri kısa bir süreliğine gömlek, penye veya pantolonun cebine iğreti bir şekilde koymak" geldi. Bence koyma! O aklına gelen iş değil. Bu akıl senin hayrına çalışmıyor, bayramını zehir etme! 

Beni dinlemedin. Zira sakalım yok. Zaten şunun şurasında arabaya kadar fazla mesafe yok dedin ve hayırsız evlat gibi söz dinlemedin, çikolatalı şekerleri cebine koydun. Vücut sıcaklığı, oturduğun ortamın sıcaklığı ve dışarıya çıktığın zaman otuz derecenin üzerinde bir sıcaklık...

Arabaya binip diğer bir dostunun gönlünü almak için arabayı çalıştırdın. Bu arada çikolatayı çıkarıp eşine ver artık. Vermezsen bak sonu kötü olur, bayramın zehir olur. Beni yine dinlemedin. Çünkü aceleden unuttun.

Sonuç, başına geleni sen mi anlatırsın yoksa ben anlatmaya devam edeyim mi?

Senin anlatmaya vaktin yok bir defa. O zaman ben anlatayım. Zaten ben bugünler için varım.

Az sonra o değilden elini cebine soktun. Bir sıcaklık. Olabilir. Zaten hava sıcak. Ama eline bir şeyler bulaştı. Bilmiyormuş gibi "Ne var, benim cebimde" deyip eline bir göz attın. "Ana len bu ne! Çikolata erimiş" dedin. Ne olacaktı ya? Durduğun ilk yerde gözünü cebine kaydırdın. Koyduğun şeker, jelatininden çıkmış. Cebinde ne varsa hepsine sıcaktan eriyen çikolata bulaşmış. Hepsini tek tek çıkarıyorsun. Bulduğun ıslak mendille hepsini tek tek silmeye kalkıyorsun. Sil sil bitmez. Hay aksi gömleği de batırmış. Sildikçe cebine çikolatalı şekerin sıvandığını da görürsün. 

Ne yapacaksın bu durumda? Ziyarete gidiyorsun. Arabanda yedek gömlek/pantolon yok. Olsa da trafikte nerede değiştireceksin. Evinden de epey uzaktasın.

Sahi ne yapabilirsin? Maalesef elinde fazla bir alternatifin yok. Ya ziyaretleri yarıda kesip evin yolunu tutacaksın ya da cebin bayram yaparak ziyaretlere devam edeceksin. Şekerin çikolatası cebin dışına vurmamışsa eh, vaziyeti idare edebilirsin. Ama dışa çıkmışsa yeni ziyaret yerinde bu durumu "Efendim, şöyle şöyle oldu" diye anlatır durursun.

Demiştim demeyi sevmiyorum ama sen çok istedin bunu. Halbuki cebine koyma dedim, yalvardım. Ama bir şey olmaz deyip büyük sözü dinlemedin. Bu durumda kendi düşen ağlamaz. Bu başına gelen de kulağına küpe olsun. Bir daha gittiğin her yerden aldığın şekeri, varsın gök görmedik desinler, yiyeceksin. 

Demek ki ne yapacakmışsın? Bayramlarda aldığın ikramlık şekerleri cebine koymayacakmışsın. Haydi bir de sen söyle: "Bir daha mı...tövbe tövbe!" Hah! Yola gel, şöyle...