8 Ağustos 2019 Perşembe

Yönetim Anlayışımızda Kurum Kültürünün Yerleşmesi

Bu ülkede en büyük sorun kurum, kuruluşlarımızda ve devlet yönetiminde kurum kültürünün gelişmemiş ve oturmamış olmasıdır. Aynı zamanda aidiyet duygusunun oluşmamasıdır. 

Devlet adına iş yapan nerede bir kurum varsa hatta devlet yönetimimiz bile kişilere endekslidir. Kurum ve kuruluşlarımız ay sahibine göre kişner mantığıyla çalışır. Nereye kim gelirse orayı ilk önce hallaç pamuğu gibi altına üstüne getirir. Sayesinde birileri ihya olurken birileri de mağdur olur. Yönetim değişti mi ihya olan mağdur, mağdur olan ihya olur. 

Kişilere bağlı bu yönetim tarzımız klasik Doğu toplumu olmamızın tipik bir göstergesidir. Batı da olduğu gibi kurum kültürümüz yoktur. Batı da ülkenin ve kurumların yönetimş kişilere göre değişmez iken bizde her şey tersine döner. Bundandır ki bizde seçimler ölüm kalım meselesidir hep. Seçimlere katılım da yüksektir. Batı da seçimlere katılım oranı düşüktür. Çünkü hangi parti iktidara gelirse gelsin, bir kurumun başına kim gelirse gelsin sivil insanların ve çalışan insanların hayatı alt üst olmaz. Her halükarda insanlar işinin başında. Batı da devletin tüm kurum ve kurallarıyla oturmuş bir hafızası varken bizde iktidara gelen öncekini yok eder veya görmezden gelir. Yönetmeye sıfırdan başlar. Batı da bürokrasi her daim siyasi iktidarın emrindedir. Gelen siyasi iktidara direnmez. Bizde bürokratın kimin zamanında atandığının çetelesi tutulur, istenen veya istenmeyen adam ilan edilir.

Bu ülke gelişmek istiyorsa her şeyden önce yönetim anlayışlarımızı değiştirip yönetimde kurum kültürünü yerleştirmemiz lazım. Kurum kültürü yerleşirse kurumlar kişiselleştirilmez, laçkalaşmaz. Kurumlar kendi içinde birbirini denetler. Kaytaran, suç işleyen korunmaz. İşleyişte tıkanma meydana gelmez. Kurumun yöneticisi veya iktidar el değiştirirse dünyanın sonu değildir. Yerine gelen aksama olmadan kaldığı yerden devam eder. Çünkü böyle yerlerde kişilerin değil, kurum kültürünün ağırlığı vardır. Kişiler kurumun önüne geçmez. Gelişim ve gerileme kişilerle orantılı değildir.

Her şeyimizle Batılı gibi yaşıyoruz ama yönetim anlayışımızda bir türlü Batılı olamadık. Bize düşen kişileri değil, kurumları öncelememizdir. Kurumun öncelendiği yerde kişiler gelip geçicidir. 

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Yel Değirmenleriyle Savaşmak

Kim yel değirmenleriyle savaşmaya yeltenirse akıbetini göz önünde bulundurmasına fayda vardır. Çünkü yel değirmenleriyle savaşa kalkışmanın hazin sonu hep tek taraflı mağlubiyettir. Aşağıda bir kısmını yazacağım kişi ve gruplar da yel değirmenleriyle savaşmayı aratmazlar. Hatta yel değirmenlerini mumla aratırlar.
*Sana ve savunduğun fikrine karşı peşin hükümlü olanlar,
*Söylediğin her sözde öküz altında buzağı arayanlar,
*Sözünden ziyade niyet okuyuculuğu yapanlar,
*Sözünde bir şey bulamadığı zaman geçmişinden bir şey aramaya kalkanlar,
*Sözünü ve ne demek istediğini anlamak istemeyenler,
*Ne dediğini anlayacak kapasitesi olmadığı halde anlayamadığını kabul etmeyenler,
*Yeniliğe, değişime, yeni görüşe kapalı olanlar,
*Bir yere bağlı olup özgür iradesini kullanamayan ve komutla hareket edenler,
*Sırtını bir güce dayayanlar,
*Kendini güç sahiplerine göstermek isteyenler,
*Sadece kendi görüşünün doğru olduğunu savunanlar,
*Her sözüne karşı savunma veya saldırıya geçenler,
*Ne olur, ne olmaz, başım belaya girer düşüncesiyle yanında görünmek istemeyenler,
*Bir yerlerden beklentisi olanlar,
*Bir şeyi savunarak veya birilerine vurarak prim yapmak isteyenler,
*Parmakla gösterdiğin yere değil de parmağına bakanlar,
*Mevcudu korumayı kolay bir yol ve geçer akçe kabul edenler,
*Mevcudun devamından nemalananlar ve güç devşirenler,
*Sloganlara bağlı yaşayanlar,
*Hayata at gözlüğüyle bakanlar,





Söz ve Yazıya, Maksadının Dışında Anlamlar Yüklenmesi *

Şimdilerde biraz esnetilmiş olsa da sabah derse girmeden önce öğrenciler okullarda sıraya alınır. Nöbetçi müdür yardımcısı ve nöbetçi öğretmenlerin önünden öğrenciler tek tek içeriye alınır. Kılık kıyafet ve saç kontrolü yapılır. Bayrak töreni yoksa öğrenciler mutat bir şekilde niçin sıraya alınır ve fiziki kontrol yapılır, çok mantıklı gelmese de konan kuralı kendi başımıza değiştirme durumumuz yok. Bu kuralı uygulayanlar da öncekilerden gördüklerini yapıyorlar. Sorumluluk aldığım zamanlarda da içime sinmese de aynı kervanın yolcusu oldum. Saç, sakal, bıyık, giyim ve kuşam kontrolü yaptım. Tüm bunların boş şeyler olduğunu anladım ama iş işten geçti. 

Güneydoğu illerimizden birinde çalışırken 1996-1997 öğretim yılında nöbetçi olduğum bir gün öğrencileri içeriye alıyorum. Öğrenciler tek tek önümüzden geçiyor. Dersine girdiğim bir öğrenci, eline 33'lük tespihini almış, sallayıp geliyor. Önümden geçerken tespihi cebine koymasını söyledim. Tamam, dedi öğrenci. Cebine koymaya davranan öğrenci önümden geçtikten sonra tekrar tespihini sallamaya devam etti. Ses tonumu biraz yükselterek oğlum, kat şu tespihi cebine dedim. Son sınıf olmuş delikanlının zoruna gitti bu durum. Çünkü arkadaşlarının içinde uyarılmaktan kim hoşlanır? Öğrenci bana, "Sürekli bize kızıyorsunuz ve hakaret ediyorsunuz" dedi suç bastırırcasına. Kızmayı anladım. Çünkü şu anda sana kızıyorum. Çünkü ilk uyarıdan sonra aynı harekete devam etmen hoş olmadı. Öfkelendim. Haliyle sesimi yükselttim. Hakarete gelince, ne alaka dedim. "Hep yapıyorsunuz. Geçen hafta bizim sınıfta yaptınız ya" dedi. Ne dedim, dediğimde "11/A sınıfı öğrencilerine 'top' dediniz" dedi. Yavrum, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ben böyle bir şey söylemedim, söylemem de. Hem top ne anlama gelir, bilir misin dedim. "Evet biliyorum. Tüm sınıf şahit" dedi. İyi o zaman, haydi sınıfa gidelim. Nasıl hakaret ettiğime sınıf şahitlik yapsın, ben de yaptığım hakareti bu vesileyle öğrenmiş olayım dedim. 

Öğrencilerin tören alanından içeriye alınması bittikten sonra öğrenci ile birlikte 11/B sınıfına çıktık. Sınıfa, gençler! Arkadaşınız, geçen haftaki derste 11/A sınıfına hakaret ettiğimi, onlara top dediğimi söylüyor. Ben böyle bir şey söyledim mi, Allah’ınız aşkına söyleyin, dedim. Hepsi birden "Ne hakareti? Yok, böyle bir şey" dediler. O zaman sen anlat hakaretimi dedim öğrenciye. "Arkadaşlar, 11/A sınıfına hepimizin içinde hakaret etti. Ne çabuk unuttunuz. Sizi anlamıyorum. Ne biçim arkadaşsınız" dedi ve arkadaşlarına kızarak yerine geçip oturdu.

Sınıfa, gençler! Geçen haftaki dersimde, 11/A sınıfıyla futbol maçımız var, dediniz. Ben de "11/A'yı banko yenersiniz. Zira rakibiniz olan sınıf, başını kaldırmadan teneffüslerde bile üniversite sınavına hazırlanıyor. Onlar toptan ne anlar? Ayrıca o sınıfın 19'u kız, geriye kalan 11’i erkek. Takım oluşturmakta bile zorlanırlar. 11/A ve top birbirine çok yabancı. Sizin 30'unuz da erkek, sürekli top oynuyorsunuz ve onlar kadar derste gözünüz yok, demedim mi dedim. "Evet, aynen böyle dediniz" dediler. O zaman bu sözlerimde bir hakaret var mı dedim. Hayır, yok dediler. Hakaret yaptığımı söyleyen öğrenciye döndüm. Delikanlı! Var mı diyeceğin? Gördüğün gibi şahit dediğin sınıf da sana şahitlik yapmadı. Yine her zamanki gibi yanlış anlamışsın ve koca sınıfta böyle anlayan tek kişi de sensin, dedim. "Var hakaret, siz top dediniz. Ben bilmem mi” dedi tekrar. Bunun üzerine, Allah senin hayrını versin, varsın sen hakaret var bil, diyerek sınıftan ayrıldım.

Yazdıklarımdan siz ne anladınız, evet hakaret etmişsiniz dediniz mi bilmiyorum. Ama hakaret ettiğimi söyleyen öğrenci, söylediklerinde samimiydi. Çünkü anladığı bu kadardı. Söylediğim cümleleri doğru anlayacak bir kapasitesi de yoktu. Düz mantık biriydi. Espri, benzetme, mecaz nedir bilmezdi. Bu yüzden daha da kızmadım öğrenciye.

Aradan 25 sene geçmiş, bu olayı hatırlamamın sebebi, son günlerde ve zaman zaman irticalen söylenen sözlere ve yazılan yazılara farklı anlamlar yüklenmesi ve bir bardak suda fırtına kopar-ıl-mak istenmesidir. Aslında derdimiz, söylenen ve yazılan sözün ötesinde, o kimselere karşı içimizde biriktirdiğimiz kin ve nefret duygusunun dışavurumundan ibarettir. Söz ve yazıdan önce içimizle yüzleşmemiz ve niyet okuyuculuğunu bırakmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

*12/02/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Ağustos 2019 Salı

Belde Belediyeleri Niçin Var?

Kaplıcası olan bir beldede beş gün kaldım. Kaplıca dolayısıyla beldede işletme amaçlı yüksek binalar yapıldığından belde, orta büyüklükte bir ilçe görünümünde.

Akşama doğru adımlarken gözüme belediye binası ilişti. Beldenin en işlek caddesinde bulunan belediyenin karşısında, içinde belediyeye ait hurdaya çıkmış araçların konduğu büyükçe bir arazi var. İçi ateş atılıverse hemen tutuşacak sararmış otlarla dolu. Hazineye ait olması kuvvetle muhtemel bu arazi "Ben bakımsızım, bana bakan yok arkadaş" diye haykırıyor.

Beldenin eski yerleşim yerlerine doğru adımladığımda kilitli taş döşenmiş yollar köstebek yuvası gibi. Taşlar çökmüş vaziyette. Araç geçerken "Ne olur, bana eziyet etme, Allah'ını seversen buradan geçme" der gibi.

Belediyeye yakın -belki de belediyenindir- bir çay bahçesine oturdum. Çayı beklerken gözüm ağaçlara bağlanmış içi su dolu beyaz poşetlere ilişti. Garsona, bu poşetleri niye astınız, dedim. "Işığa gelen sineklerden korunmak için" dedi. Ne alaka dediğimde "Işıkla beraber aydınlığa gelen sinekler, ışığın vurmasıyla birlikte şeffaf poşet daha parlak göründüğünden sinekler poşete konuyor" açıklamasını yaptı.

Çaydan sonra kaldığım termale gittim. Sular kesikti. Biraz bekledikten sonra geldi. Suyu açınca pat pat şeklinde ses çıkarıp fışkıran suyun normale dönmesi ve bu esnada akan sarı suyun gitmesini beklemek de zaman aldı. Suyun kesilmesi Allah'ın emri gibiydi sanki. Beş gün boyunca saati ve vakti belli olmaksızın kapımızı çaldı. Kah sabah, kah akşam, kah gece.

Elektrik kesintisine iki defa rastladım. Alışveriş yaptığım esnafa göre elektrik ve suyun kesilmesi olağanmış beldede.

Beş gün kaldığım beldede gözlemlerime göre belediye, binasının karşısındaki mezbelelik yeri düzenlemekten aciz. Türkiye'nin her bir yerinden kaplıca için gelenlere reklamını yaparcasına 24 saat kesintisiz su veremiyor. Yolları, bana bak başkan dercesine bakımsız. Haşereyle mücadele yok.

Tüm bunları gözümün önüne getirince sahi bu belde belediyeleri niçin var? Niçin buralara belediyelik verilmiş, niçin seçim yapılıyor, bir beldenin köyden hiç farkı olmayacaksa buralara niçin başkan seçilir, köy olarak kalsa daha iyi olmaz mı? Hem devlet boşu boşuna masraf etmemiş olur. 

Size gördüğüm bir beldeyi anlatmaya çalıştım. Daha bu belde gibi nice belde ve küçük ilçelerimiz var bu şekilde. Buralardaki belediyelerin kendilerine hayrı yok ki belde ve ilçesine hizmet etsinler. Bence böyle belediye olunacağına buralar belediyesiz kalsın daha iyi. 

Biraz da Çocuklardan Öğüt Alalım! *

Genelde büyükler küçüklere öğüt verir. Bu yazımda, çocuğun anne ve babasına öğüt verdiği bir alıntıya yer vereceğim. Çocuğun verdiği öğüt bizim garibimize gidebilir. Ama çocuğum başarılı olsun diye doktor doktor dolaşan, hastanelerin psikiyatri bölümüne gidip test yaptıran, okulların rehberlik servisinden çıkmayan ve oyun çağındaki minnacık çocuklarına okul dersinin dışında özel ders aldırmak için çırpınan anne babaların sayısı az değil. Tüm bunları yaparken çocuğumuzun o an hissettiği psikolojiyi de hesaba katmak gerek. Elbette her ebeveyn çocuklarının başarılı olmasını ister ama çocuğun gelişimini, yaşını ve kapasitesini göz ardı etmemek şartıyla. İzninizle yazıyı paylaşıyorum. Belki çocuk yetiştirmede bir yanlışımız vardır ve bu çocuğun öğüdünden alacağımız bir pay olabilir.

"BİR ÇOCUKTAN BÜYÜKLERE ÖĞÜTLER"

"Londra'da bir hastanenin çocuk psikiyatrisi servisinde yatan 'Kevin Hickey' isimli çocuk, anne ve babası tarafından akli dengesinin yerinde olmadığı kuşkusuyla hastaneye yatırılmak isteniyordu. Ancak doktorun yaptığı testlerin sonucu, çocuğun akli dengesinin yerinde olduğunu gösterecekti. Halbuki Kevin Hickey isimli çocuk, tamamen yanlış eğitimin kurbanıydı.

Çoğu kez anne ve babaların, her birinin birer psikolog edasıyla çocuğuna yaklaşıp henüz oyun oynama çağında olan, oyun oynamak isteyen çocuğu için 'çocuğumun psikolojisi bozuldu; çünkü çocuğum ders çalışmak istemiyor', şikâyetiyle öğretmen, idarecilere, hatta kendi           -başına buyruk- psikiyatri kliniklerine başvurduklarına şahit olmaktayız. Anne babaların çocuğuna karşı bu tutum ve yaklaşımı tamamen yanlış eğitimden kaynaklanmaktadır.

Tıpkı Kevin adındaki öğrencide olduğu gibi, velilerin çocukları için yanıldığı ve isabetli davranmadıkları zamanlar da olmaktadır.

Biraz rahatsız olan Kevin, durumu düzeldiğinde bir doktorun tavsiyesine uyup her anne-babanın kulağına küpe olması gerekecek şu on üç altın öğüdü kaleme aldı:

*Beni şımartmayın. Her istediğim şeyi elde edemeyeceğimi biliyorum. Sadece sizi deniyorum.
*Bana tatlı-sert davranmaktan çekinmeyin. Bunu tercih ederim. Bu durum kendimi daha güvenli hissetmemi sağlar.
*Kötü huylar edinmemi önleyin. Bunların erkenden ortaya çıkarılmasında ve önlenmesinde sizin bana yardımcı olacağınızı umuyorum.
*Hatalarımı başkalarının önünde söylemeyin. Benimle yalnız konuşursanız, söylediklerinizi *daha iyi anlar ve kendime çeki düzen veririm.
*Sizden nefret ettiğimi ve sizi sevmediğimi söyleyince üzülmeyin. Aslında sizden nefret ediyor değilim; beni engelleme gücünüzden nefret ediyorum.
*Herhangi bir şeyin sonucundan beni kurtarmaya çalışmayın. Bazen acı veren yollarla öğrenirim.
*Küçük hastalıklarımı büyütmeyin. Bunları yenecek güçteyim.
*Bana yerine getiremeyeceğiniz şeyleri söz vermeyin. Bu sözler yerine getirilmeyince çok kırıldığımı unutmayın.
*Kendimi, istediğim kadar iyi anlatamadığımı unutmayın. Beni anlamaya çalışın.
*Dürüstlüğümü fazla zorlamayın. Korkup yalan söyleme eğilimi gösterebilirim.
*Tutarsız olmayın. Bu benim kafamı iyice karıştırır ve size olan güvenimi sarsar.
*Benden özür dilemeyecek kadar gururlu olmayın. İçten bir özür, beni size daha da *yaklaştırabilir.
*Büyümek için sizin anlayış ve sevginize muhtacım. Ama bunu size söylemem gerekmez, değil mi?"

*16/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Hutbe İradı *

Beş günlüğüne bir kaplıcaya gittim. Öğle namazını kılmak için gittiğim camiyi bakımlı gördüm. Camide her şey yerli yerinde idi. Küçük bir beldede birkaç camiden biri olmasına rağmen cami cemaat yönünden kalabalıktı. Nedir bunun sebebi derken gözüm imama ilişti.

Namazdan önce vaaz veriyordu. Camiye girerken caminin panolarındaki bolca bilgilendirme yazılarından biri, daha fazla dikkatimi çekmişti: “Bu camideki çocukların dokunulmazlığı vardır. Cemaatimize duyurulur” yazıyordu iki yerde birden.

Namazdan sonra küçük küçük çocuklar, caminin arka müştemilatına geçerek rahlelerine koydukları Kur'an'ı okumak için koyulmuşlar ve hocalarının gelmesini bekliyorlardı.
*
Cuma namazını kılmak için yine aynı camideyim. Aynı imam hutbeye çıktı. İç ezanın okunmasını bekledi. Ezan bitince hutbe iradı için ayağa kalktı. Cemaate döndü. Önünde de daha önceden hazır ettiği hutbe metnini koyduğu kürsü ve mikrofon.

Hutbenin hamdele, salvele ve şehadetten ibaret Arapça kısmını ezberden okuduktan sonra Diyanetin hazırladığı Türkçe hutbe metni önünde açık durmasına rağmen jest, mimik ve ses tonuna riayet ederek irticalen bir hutbe irat etti. Hatip konuştukça göz ucuyla onu takip ettim. Ses tonu, hitabeti, vurgusu, konuya hâkimiyeti, birikimi mükemmeldi. Konuşurken gözü hep cemaatte olan, sağa-sola bakarak herkesi muhatap alan imamın kâğıtla bağlantısı, paragraf başlarına bakmaktan ibaretti. Öyle güzel hitap ediyor ki kulaklarımın pası silindi. Hah! Hutbe dediğin böyle verilmeli, helal olsun bu genç imama dedim.

Evet, hutbe dediğin böyle okunmalı.  İmamlarımızın hepsi böyle mi okuyor? Maalesef çoğu imamımız, Diyanetin hazırlayıp internete verdiği hutbenin çıktısını alıyor, cebine koyduğu metni açıp gözünü kağıttan ayırmadan ve kafasını kaldırmadan okuyor. Bir kısmı hutbe metnini daha önceden okumadan çıkıyor ve cemaatin karşısında tekliyor. Daha önceden yönetici olarak görev yaptığım yıllarda okulun karşısındaki cami imamı, cumaya yarım saat kala “bu haftanın hutbesini çıkarıversin, al-gel” diye çocuğunu gönderirdi. Merak ediyorum bu arkadaş bu hutbeyi ne zaman okuyup da cemaatin karşısında düzgün okuyacak? Haydi düzgün okudu diyelim, nasıl kafasını kaldırıp cemaate bakacak?

Hutbe dediğin bu genç imamın okuduğu gibi olmalı. Okuyacağı hutbeyi önce kendisi özümsemeli ve konuya hâkim olmalı. Kâğıda bakarak hutbe okunmaz. Öyle zannediyorum bu imam, günler öncesinden hutbenin çıktısını aldı, bir güzel okudu ve okuyacağı hutbenin planını kafasına yerleştirdi. Bunu yapmak için kişi önce yaptığı mesleğine saygı duymalı, bu mesleği severek yapmalı, sorumluluğunu bilmeli, bu meseleyi dert edinmeli. Böyle yapmakla hem kendisini geliştirir hem de cemaati çeker.

Allah sayılarını artırsın. Teşekkür ediyorum genç imama!

*09/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Vekillerin Durumuna Üzüldüm ***

Devletten aldığım maaşla geçinen bir devlet memuruyum. Başka da bir gelirim yok. Hayatım boyunca aldığım maaşa göre kendimi ayarlamış, yorganın dışına ayağımı uzatmış değilim. Maaşımı alıp harcarken hiç başkasının maaşıyla ilgilenmedim. Kimin maaşı aklıma gelse “Kadının yaşı, erkeğin maaşı sorulmaz” sözü aklıma gelir, hemen vazgeçerim. Kendi maaşımın dışında maaşlarını bildiğim tek zümre asgari ücretle çalışanlar. Asgari ücretlilerin maaşından da her yılbaşında “Asgari Ücret Komisyonu” tarafından belirlenirken haberim oluyor. Onların aldığı maaşı gözümün önüne getirince onlar bu ülkede bu maaşla geçiniyorsa ben hayli hayli geçinirim diyor ve halime şükrediyorum.

Sanmayın aldığım maaşı anlatacağım. Geçinebiliyorum veya geçinemiyorum şeklinde kendimi anlatacak değilim. O zaman bayram değil, seyran değil, nedir derdin derseniz? Maaş konusunu ben açmadım. Sayın Meclis Başkanımız Mustafa Şentop’un, Habertürk'te "Açık ve Net" programını sunan Kübra Par'a, vekillerin aldığı maaşların nerelere gittiğini anlatan sözlerini gazetelerden okuyunca, fazla maaş alıyorlar diye düşündüğümüz vekillerin durumuna üzüldüm doğrusu. Çünkü harcamaları çokmuş. İsterseniz vekillerin harcamalarına Şentop'un gözüyle bir bakalım:
*Vekillerin hafta sonları memleketlerine gidiş-geliş harcamaları...
*Meclis'e gelen ziyaretçilere yedirip içirme, seçmeni otelde misafir etme, hastane masraflarını karşılama...
*Lojmanları yok, kirada oturuyorlar. Araç tahsisi yok, Meclise toplu taşıma ile gelenler bile var.
*Maaşlarından partilerine kesinti yapılması.

Siz ne dersiniz bu duruma bilmiyorum. Ama ilgili konuşmayı okuduktan sonra bir de videodan izledim. Anlattıkları garibime gitse de Sayın Şentop'u samimi buldum. Demek ki insanın ne kadar geliri varsa bir o kadar da harcaması oluyor. Statü yükseldikçe ağalık yapmak da vekillere düşüyor. Garibime giden; vekiller, gelen ve gidenin karnını niçin doyurur? Ziyarete gelen seçmen oraya karnını doyurmaya mı geliyor? Gelene çay, kahve ve soğukluk ikram edilse ne olur? Orası aşevi veya imarethane mi? Sonra Mecliste niçin lokanta var? Vekiller gelen misafirleriyle birlikte yemeği Mecliste yiyeceğine, Ankara sokaklarına inip değişik lokantalarda yemek yeseler daha iyi olmaz mı? Böylece hem halkın arasına inmiş olurlar hem de ödemeyi bir defasında vekil yaparken diğerinde de seçmen yapar. Bu alışverişten Ankara esnafı da faydalanmış olur. Sonra hastaneye gelen herkes ihtiyaç sahibi mi ki vekil, gelenin hastane ve otel masrafını karşılıyor? Kültürümüzde misafirperverlik vardır; izzet ve ikram, ilgi ve alaka göstermek iyidir. Ama tek taraflı olmaz bu işler. Ayrıca milleti bu kadar da bedavacılığa alıştırmamak lazım diye düşünüyorum.

Sayın Şentop'un açıklamasından  vekilliğin zor zanaat olduğunu, çekilecek bir meslek olmadığını anladım. Merak ettiğim, durum bu ise birçok kimse, vekil olmak için niçin çok uğraşır? Bir dönem vekillik yaptıktan sonra seçilmek için niçin tekrar aday adaylık müracaatı yapar? Acaba biz yandık, başkası yanmasın diye mi tüm bu çaba ve gayretler? Haydi hepsinden geçtim, bu çile için aday adaylık ve seçim döneminde niçin o kadar para harcarlar? İşsizliğin had safhada olduğu, bazı evlere asgari ücretten tek bir maaşın bile girmediği, hayat pahalılığını vatandaşın iliklerine kadar hissettiği bir ortamda vekillerin aldığı maaşı haklı göstermek için sayılan harcama kalemlerini yadırgadım. Sayın Şentop "Vekillerin aldığı maaş, vekillerin vekil seçilmek için aday adaylığı ve adaylıkları döneminde harcadıkları parayı karşılamaktan uzaktır. Beş yıl boyunca aldıkları maaşın kuruşuna dokunmasalar bile harcadıklarını ancak karşılarlar" dese pek yadırgamazdım.

Aman bana ne? Vekilin aldığı maaş ve harcadığı yerler çenemi yordu. Alan düşünsün. Benim maaşım bana yeter de artar bile...

***16/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.