7 Ağustos 2019 Çarşamba

Söz ve Yazıya, Maksadının Dışında Anlamlar Yüklenmesi *

Şimdilerde biraz esnetilmiş olsa da sabah derse girmeden önce öğrenciler okullarda sıraya alınır. Nöbetçi müdür yardımcısı ve nöbetçi öğretmenlerin önünden öğrenciler tek tek içeriye alınır. Kılık kıyafet ve saç kontrolü yapılır. Bayrak töreni yoksa öğrenciler mutat bir şekilde niçin sıraya alınır ve fiziki kontrol yapılır, çok mantıklı gelmese de konan kuralı kendi başımıza değiştirme durumumuz yok. Bu kuralı uygulayanlar da öncekilerden gördüklerini yapıyorlar. Sorumluluk aldığım zamanlarda da içime sinmese de aynı kervanın yolcusu oldum. Saç, sakal, bıyık, giyim ve kuşam kontrolü yaptım. Tüm bunların boş şeyler olduğunu anladım ama iş işten geçti. 

Güneydoğu illerimizden birinde çalışırken 1996-1997 öğretim yılında nöbetçi olduğum bir gün öğrencileri içeriye alıyorum. Öğrenciler tek tek önümüzden geçiyor. Dersine girdiğim bir öğrenci, eline 33'lük tespihini almış, sallayıp geliyor. Önümden geçerken tespihi cebine koymasını söyledim. Tamam, dedi öğrenci. Cebine koymaya davranan öğrenci önümden geçtikten sonra tekrar tespihini sallamaya devam etti. Ses tonumu biraz yükselterek oğlum, kat şu tespihi cebine dedim. Son sınıf olmuş delikanlının zoruna gitti bu durum. Çünkü arkadaşlarının içinde uyarılmaktan kim hoşlanır? Öğrenci bana, "Sürekli bize kızıyorsunuz ve hakaret ediyorsunuz" dedi suç bastırırcasına. Kızmayı anladım. Çünkü şu anda sana kızıyorum. Çünkü ilk uyarıdan sonra aynı harekete devam etmen hoş olmadı. Öfkelendim. Haliyle sesimi yükselttim. Hakarete gelince, ne alaka dedim. "Hep yapıyorsunuz. Geçen hafta bizim sınıfta yaptınız ya" dedi. Ne dedim, dediğimde "11/A sınıfı öğrencilerine 'top' dediniz" dedi. Yavrum, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ben böyle bir şey söylemedim, söylemem de. Hem top ne anlama gelir, bilir misin dedim. "Evet biliyorum. Tüm sınıf şahit" dedi. İyi o zaman, haydi sınıfa gidelim. Nasıl hakaret ettiğime sınıf şahitlik yapsın, ben de yaptığım hakareti bu vesileyle öğrenmiş olayım dedim. 

Öğrencilerin tören alanından içeriye alınması bittikten sonra öğrenci ile birlikte 11/B sınıfına çıktık. Sınıfa, gençler! Arkadaşınız, geçen haftaki derste 11/A sınıfına hakaret ettiğimi, onlara top dediğimi söylüyor. Ben böyle bir şey söyledim mi, Allah’ınız aşkına söyleyin, dedim. Hepsi birden "Ne hakareti? Yok, böyle bir şey" dediler. O zaman sen anlat hakaretimi dedim öğrenciye. "Arkadaşlar, 11/A sınıfına hepimizin içinde hakaret etti. Ne çabuk unuttunuz. Sizi anlamıyorum. Ne biçim arkadaşsınız" dedi ve arkadaşlarına kızarak yerine geçip oturdu.

Sınıfa, gençler! Geçen haftaki dersimde, 11/A sınıfıyla futbol maçımız var, dediniz. Ben de "11/A'yı banko yenersiniz. Zira rakibiniz olan sınıf, başını kaldırmadan teneffüslerde bile üniversite sınavına hazırlanıyor. Onlar toptan ne anlar? Ayrıca o sınıfın 19'u kız, geriye kalan 11’i erkek. Takım oluşturmakta bile zorlanırlar. 11/A ve top birbirine çok yabancı. Sizin 30'unuz da erkek, sürekli top oynuyorsunuz ve onlar kadar derste gözünüz yok, demedim mi dedim. "Evet, aynen böyle dediniz" dediler. O zaman bu sözlerimde bir hakaret var mı dedim. Hayır, yok dediler. Hakaret yaptığımı söyleyen öğrenciye döndüm. Delikanlı! Var mı diyeceğin? Gördüğün gibi şahit dediğin sınıf da sana şahitlik yapmadı. Yine her zamanki gibi yanlış anlamışsın ve koca sınıfta böyle anlayan tek kişi de sensin, dedim. "Var hakaret, siz top dediniz. Ben bilmem mi” dedi tekrar. Bunun üzerine, Allah senin hayrını versin, varsın sen hakaret var bil, diyerek sınıftan ayrıldım.

Yazdıklarımdan siz ne anladınız, evet hakaret etmişsiniz dediniz mi bilmiyorum. Ama hakaret ettiğimi söyleyen öğrenci, söylediklerinde samimiydi. Çünkü anladığı bu kadardı. Söylediğim cümleleri doğru anlayacak bir kapasitesi de yoktu. Düz mantık biriydi. Espri, benzetme, mecaz nedir bilmezdi. Bu yüzden daha da kızmadım öğrenciye.

Aradan 25 sene geçmiş, bu olayı hatırlamamın sebebi, son günlerde ve zaman zaman irticalen söylenen sözlere ve yazılan yazılara farklı anlamlar yüklenmesi ve bir bardak suda fırtına kopar-ıl-mak istenmesidir. Aslında derdimiz, söylenen ve yazılan sözün ötesinde, o kimselere karşı içimizde biriktirdiğimiz kin ve nefret duygusunun dışavurumundan ibarettir. Söz ve yazıdan önce içimizle yüzleşmemiz ve niyet okuyuculuğunu bırakmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

*12/02/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


6 Ağustos 2019 Salı

Belde Belediyeleri Niçin Var?

Kaplıcası olan bir beldede beş gün kaldım. Kaplıca dolayısıyla beldede işletme amaçlı yüksek binalar yapıldığından belde, orta büyüklükte bir ilçe görünümünde.

Akşama doğru adımlarken gözüme belediye binası ilişti. Beldenin en işlek caddesinde bulunan belediyenin karşısında, içinde belediyeye ait hurdaya çıkmış araçların konduğu büyükçe bir arazi var. İçi ateş atılıverse hemen tutuşacak sararmış otlarla dolu. Hazineye ait olması kuvvetle muhtemel bu arazi "Ben bakımsızım, bana bakan yok arkadaş" diye haykırıyor.

Beldenin eski yerleşim yerlerine doğru adımladığımda kilitli taş döşenmiş yollar köstebek yuvası gibi. Taşlar çökmüş vaziyette. Araç geçerken "Ne olur, bana eziyet etme, Allah'ını seversen buradan geçme" der gibi.

Belediyeye yakın -belki de belediyenindir- bir çay bahçesine oturdum. Çayı beklerken gözüm ağaçlara bağlanmış içi su dolu beyaz poşetlere ilişti. Garsona, bu poşetleri niye astınız, dedim. "Işığa gelen sineklerden korunmak için" dedi. Ne alaka dediğimde "Işıkla beraber aydınlığa gelen sinekler, ışığın vurmasıyla birlikte şeffaf poşet daha parlak göründüğünden sinekler poşete konuyor" açıklamasını yaptı.

Çaydan sonra kaldığım termale gittim. Sular kesikti. Biraz bekledikten sonra geldi. Suyu açınca pat pat şeklinde ses çıkarıp fışkıran suyun normale dönmesi ve bu esnada akan sarı suyun gitmesini beklemek de zaman aldı. Suyun kesilmesi Allah'ın emri gibiydi sanki. Beş gün boyunca saati ve vakti belli olmaksızın kapımızı çaldı. Kah sabah, kah akşam, kah gece.

Elektrik kesintisine iki defa rastladım. Alışveriş yaptığım esnafa göre elektrik ve suyun kesilmesi olağanmış beldede.

Beş gün kaldığım beldede gözlemlerime göre belediye, binasının karşısındaki mezbelelik yeri düzenlemekten aciz. Türkiye'nin her bir yerinden kaplıca için gelenlere reklamını yaparcasına 24 saat kesintisiz su veremiyor. Yolları, bana bak başkan dercesine bakımsız. Haşereyle mücadele yok.

Tüm bunları gözümün önüne getirince sahi bu belde belediyeleri niçin var? Niçin buralara belediyelik verilmiş, niçin seçim yapılıyor, bir beldenin köyden hiç farkı olmayacaksa buralara niçin başkan seçilir, köy olarak kalsa daha iyi olmaz mı? Hem devlet boşu boşuna masraf etmemiş olur. 

Size gördüğüm bir beldeyi anlatmaya çalıştım. Daha bu belde gibi nice belde ve küçük ilçelerimiz var bu şekilde. Buralardaki belediyelerin kendilerine hayrı yok ki belde ve ilçesine hizmet etsinler. Bence böyle belediye olunacağına buralar belediyesiz kalsın daha iyi. 

Biraz da Çocuklardan Öğüt Alalım! *

Genelde büyükler küçüklere öğüt verir. Bu yazımda, çocuğun anne ve babasına öğüt verdiği bir alıntıya yer vereceğim. Çocuğun verdiği öğüt bizim garibimize gidebilir. Ama çocuğum başarılı olsun diye doktor doktor dolaşan, hastanelerin psikiyatri bölümüne gidip test yaptıran, okulların rehberlik servisinden çıkmayan ve oyun çağındaki minnacık çocuklarına okul dersinin dışında özel ders aldırmak için çırpınan anne babaların sayısı az değil. Tüm bunları yaparken çocuğumuzun o an hissettiği psikolojiyi de hesaba katmak gerek. Elbette her ebeveyn çocuklarının başarılı olmasını ister ama çocuğun gelişimini, yaşını ve kapasitesini göz ardı etmemek şartıyla. İzninizle yazıyı paylaşıyorum. Belki çocuk yetiştirmede bir yanlışımız vardır ve bu çocuğun öğüdünden alacağımız bir pay olabilir.

"BİR ÇOCUKTAN BÜYÜKLERE ÖĞÜTLER"

"Londra'da bir hastanenin çocuk psikiyatrisi servisinde yatan 'Kevin Hickey' isimli çocuk, anne ve babası tarafından akli dengesinin yerinde olmadığı kuşkusuyla hastaneye yatırılmak isteniyordu. Ancak doktorun yaptığı testlerin sonucu, çocuğun akli dengesinin yerinde olduğunu gösterecekti. Halbuki Kevin Hickey isimli çocuk, tamamen yanlış eğitimin kurbanıydı.

Çoğu kez anne ve babaların, her birinin birer psikolog edasıyla çocuğuna yaklaşıp henüz oyun oynama çağında olan, oyun oynamak isteyen çocuğu için 'çocuğumun psikolojisi bozuldu; çünkü çocuğum ders çalışmak istemiyor', şikâyetiyle öğretmen, idarecilere, hatta kendi           -başına buyruk- psikiyatri kliniklerine başvurduklarına şahit olmaktayız. Anne babaların çocuğuna karşı bu tutum ve yaklaşımı tamamen yanlış eğitimden kaynaklanmaktadır.

Tıpkı Kevin adındaki öğrencide olduğu gibi, velilerin çocukları için yanıldığı ve isabetli davranmadıkları zamanlar da olmaktadır.

Biraz rahatsız olan Kevin, durumu düzeldiğinde bir doktorun tavsiyesine uyup her anne-babanın kulağına küpe olması gerekecek şu on üç altın öğüdü kaleme aldı:

*Beni şımartmayın. Her istediğim şeyi elde edemeyeceğimi biliyorum. Sadece sizi deniyorum.
*Bana tatlı-sert davranmaktan çekinmeyin. Bunu tercih ederim. Bu durum kendimi daha güvenli hissetmemi sağlar.
*Kötü huylar edinmemi önleyin. Bunların erkenden ortaya çıkarılmasında ve önlenmesinde sizin bana yardımcı olacağınızı umuyorum.
*Hatalarımı başkalarının önünde söylemeyin. Benimle yalnız konuşursanız, söylediklerinizi *daha iyi anlar ve kendime çeki düzen veririm.
*Sizden nefret ettiğimi ve sizi sevmediğimi söyleyince üzülmeyin. Aslında sizden nefret ediyor değilim; beni engelleme gücünüzden nefret ediyorum.
*Herhangi bir şeyin sonucundan beni kurtarmaya çalışmayın. Bazen acı veren yollarla öğrenirim.
*Küçük hastalıklarımı büyütmeyin. Bunları yenecek güçteyim.
*Bana yerine getiremeyeceğiniz şeyleri söz vermeyin. Bu sözler yerine getirilmeyince çok kırıldığımı unutmayın.
*Kendimi, istediğim kadar iyi anlatamadığımı unutmayın. Beni anlamaya çalışın.
*Dürüstlüğümü fazla zorlamayın. Korkup yalan söyleme eğilimi gösterebilirim.
*Tutarsız olmayın. Bu benim kafamı iyice karıştırır ve size olan güvenimi sarsar.
*Benden özür dilemeyecek kadar gururlu olmayın. İçten bir özür, beni size daha da *yaklaştırabilir.
*Büyümek için sizin anlayış ve sevginize muhtacım. Ama bunu size söylemem gerekmez, değil mi?"

*16/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Hutbe İradı *

Beş günlüğüne bir kaplıcaya gittim. Öğle namazını kılmak için gittiğim camiyi bakımlı gördüm. Camide her şey yerli yerinde idi. Küçük bir beldede birkaç camiden biri olmasına rağmen cami cemaat yönünden kalabalıktı. Nedir bunun sebebi derken gözüm imama ilişti.

Namazdan önce vaaz veriyordu. Camiye girerken caminin panolarındaki bolca bilgilendirme yazılarından biri, daha fazla dikkatimi çekmişti: “Bu camideki çocukların dokunulmazlığı vardır. Cemaatimize duyurulur” yazıyordu iki yerde birden.

Namazdan sonra küçük küçük çocuklar, caminin arka müştemilatına geçerek rahlelerine koydukları Kur'an'ı okumak için koyulmuşlar ve hocalarının gelmesini bekliyorlardı.
*
Cuma namazını kılmak için yine aynı camideyim. Aynı imam hutbeye çıktı. İç ezanın okunmasını bekledi. Ezan bitince hutbe iradı için ayağa kalktı. Cemaate döndü. Önünde de daha önceden hazır ettiği hutbe metnini koyduğu kürsü ve mikrofon.

Hutbenin hamdele, salvele ve şehadetten ibaret Arapça kısmını ezberden okuduktan sonra Diyanetin hazırladığı Türkçe hutbe metni önünde açık durmasına rağmen jest, mimik ve ses tonuna riayet ederek irticalen bir hutbe irat etti. Hatip konuştukça göz ucuyla onu takip ettim. Ses tonu, hitabeti, vurgusu, konuya hâkimiyeti, birikimi mükemmeldi. Konuşurken gözü hep cemaatte olan, sağa-sola bakarak herkesi muhatap alan imamın kâğıtla bağlantısı, paragraf başlarına bakmaktan ibaretti. Öyle güzel hitap ediyor ki kulaklarımın pası silindi. Hah! Hutbe dediğin böyle verilmeli, helal olsun bu genç imama dedim.

Evet, hutbe dediğin böyle okunmalı.  İmamlarımızın hepsi böyle mi okuyor? Maalesef çoğu imamımız, Diyanetin hazırlayıp internete verdiği hutbenin çıktısını alıyor, cebine koyduğu metni açıp gözünü kağıttan ayırmadan ve kafasını kaldırmadan okuyor. Bir kısmı hutbe metnini daha önceden okumadan çıkıyor ve cemaatin karşısında tekliyor. Daha önceden yönetici olarak görev yaptığım yıllarda okulun karşısındaki cami imamı, cumaya yarım saat kala “bu haftanın hutbesini çıkarıversin, al-gel” diye çocuğunu gönderirdi. Merak ediyorum bu arkadaş bu hutbeyi ne zaman okuyup da cemaatin karşısında düzgün okuyacak? Haydi düzgün okudu diyelim, nasıl kafasını kaldırıp cemaate bakacak?

Hutbe dediğin bu genç imamın okuduğu gibi olmalı. Okuyacağı hutbeyi önce kendisi özümsemeli ve konuya hâkim olmalı. Kâğıda bakarak hutbe okunmaz. Öyle zannediyorum bu imam, günler öncesinden hutbenin çıktısını aldı, bir güzel okudu ve okuyacağı hutbenin planını kafasına yerleştirdi. Bunu yapmak için kişi önce yaptığı mesleğine saygı duymalı, bu mesleği severek yapmalı, sorumluluğunu bilmeli, bu meseleyi dert edinmeli. Böyle yapmakla hem kendisini geliştirir hem de cemaati çeker.

Allah sayılarını artırsın. Teşekkür ediyorum genç imama!

*09/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Vekillerin Durumuna Üzüldüm ***


Devletten aldığım maaşla geçinen bir devlet memuruyum. Başka da bir gelirim yok. Hayatım boyunca aldığım maaşa göre kendimi ayarlamış, yorganın dışına ayağımı uzatmış değilim. Maaşımı alıp harcarken hiç başkasının maaşıyla ilgilenmedim. Kimin maaşı aklıma gelse “Kadının yaşı, erkeğin maaşı sorulmaz” sözü aklıma gelir, hemen vazgeçerim. Kendi maaşımın dışında maaşlarını bildiğim tek zümre asgari ücretle çalışanlar. Asgari ücretlilerin maaşından da her yılbaşında “Asgari Ücret Komisyonu” tarafından belirlenirken haberim oluyor. Onların aldığı maaşı gözümün önüne getirince onlar bu ülkede bu maaşla geçiniyorsa ben hayli hayli geçinirim diyor ve halime şükrediyorum.

Sanmayın aldığım maaşı anlatacağım. Geçinebiliyorum veya geçinemiyorum şeklinde kendimi anlatacak değilim. O zaman bayram değil, seyran değil, nedir derdin derseniz? Maaş konusunu ben açmadım. Sayın Meclis Başkanımız Mustafa Şentop’un, Habertürk'te "Açık ve Net" programını sunan Kübra Par'a, vekillerin aldığı maaşların nerelere gittiğini anlatan sözlerini gazetelerden okuyunca, fazla maaş alıyorlar diye düşündüğümüz vekillerin durumuna üzüldüm doğrusu. Çünkü harcamaları çokmuş. İsterseniz vekillerin harcamalarına Şentop'un gözüyle bir bakalım:
*Vekillerin hafta sonları memleketlerine gidiş-geliş harcamaları...
*Meclis'e gelen ziyaretçilere yedirip içirme, seçmeni otelde misafir etme, hastane masraflarını karşılama...
*Lojmanları yok, kirada oturuyorlar. Araç tahsisi yok, Meclise toplu taşıma ile gelenler bile var.
*Maaşlarından partilerine kesinti yapılması.

Siz ne dersiniz bu duruma bilmiyorum. Ama ilgili konuşmayı okuduktan sonra bir de videodan izledim. Anlattıkları garibime gitse de Sayın Şentop'u samimi buldum. Demek ki insanın ne kadar geliri varsa bir o kadar da harcaması oluyor. Statü yükseldikçe ağalık yapmak da vekillere düşüyor. Garibime giden; vekiller, gelen ve gidenin karnını niçin doyurur? Ziyarete gelen seçmen oraya karnını doyurmaya mı geliyor? Gelene çay, kahve ve soğukluk ikram edilse ne olur? Orası aşevi veya imarethane mi? Sonra Mecliste niçin lokanta var? Vekiller gelen misafirleriyle birlikte yemeği Mecliste yiyeceğine, Ankara sokaklarına inip değişik lokantalarda yemek yeseler daha iyi olmaz mı? Böylece hem halkın arasına inmiş olurlar hem de ödemeyi bir defasında vekil yaparken diğerinde de seçmen yapar. Bu alışverişten Ankara esnafı da faydalanmış olur. Sonra hastaneye gelen herkes ihtiyaç sahibi mi ki vekil, gelenin hastane ve otel masrafını karşılıyor? Kültürümüzde misafirperverlik vardır; izzet ve ikram, ilgi ve alaka göstermek iyidir. Ama tek taraflı olmaz bu işler. Ayrıca milleti bu kadar da bedavacılığa alıştırmamak lazım diye düşünüyorum.

Sayın Şentop'un açıklamasından  vekilliğin zor zanaat olduğunu, çekilecek bir meslek olmadığını anladım. Merak ettiğim, durum bu ise birçok kimse, vekil olmak için niçin çok uğraşır? Bir dönem vekillik yaptıktan sonra seçilmek için niçin tekrar aday adaylık müracaatı yapar? Acaba biz yandık, başkası yanmasın diye mi tüm bu çaba ve gayretler? Haydi hepsinden geçtim, bu çile için aday adaylık ve seçim döneminde niçin o kadar para harcarlar? İşsizliğin had safhada olduğu, bazı evlere asgari ücretten tek bir maaşın bile girmediği, hayat pahalılığını vatandaşın iliklerine kadar hissettiği bir ortamda vekillerin aldığı maaşı haklı göstermek için sayılan harcama kalemlerini yadırgadım. Sayın Şentop "Vekillerin aldığı maaş, vekillerin vekil seçilmek için aday adaylığı ve adaylıkları döneminde harcadıkları parayı karşılamaktan uzaktır. Beş yıl boyunca aldıkları maaşın kuruşuna dokunmasalar bile harcadıklarını ancak karşılarlar" dese pek yadırgamazdım.

Aman bana ne? Vekilin aldığı maaş ve harcadığı yerler çenemi yordu. Alan düşünsün. Benim maaşım bana yeter de artar bile...

***16/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.









Cadde, Okul ve Üniversitelere Verilen İsimler *


Bir yerde okul, fakülte, üniversite, kampus, sosyal tesis, cadde vs varsa mutlaka bir isim verilmektedir. Zira isimsiz olmaz. Koyduğumuz isimden maksat bir yerin adı söylendiği veya sorulduğu zaman bilinir olmak, o yerin ismiyle müsemma olması veya ismi konanın adının yaşatılmak istenmesidir.

Kurum ve kuruluşlara, cadde ve sokaklara, fakülte ve üniversitelere, okul ve sosyal tesislere, köprü ve meydanlara, camilere, ya bir şehidimizin adı; ya bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış bir siyasetçimizin adı, ya bir hayırseverin adı, ya o ilin valisinin adı ya bir şairimizin adı, ya bir sivil toplum önderinin adı ya da emeği geçmiş birinin vs adı verilmektedir. Konan isimlerin bazısı kamuoyu nezdinde tam bir kabul görürken bazı konan isimler kamuoyu tarafından kolay kolay benimsenmemektedir. Belki de bundan dolayıdır ki bazı yer isimleri zaman zaman değiştirilmektedir. Bazı yerlerin isimleri o kadar değişmiştir ki neredeyse o yerler isim çöplüğüne dönmüştür. Kurum ve o yer yetkilileri durmadan tabela değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Koyduğumuz isimler öyle isimler olmalı ki tartışma götürmez, genel kabul gören isimler olmalı. Konjonktür gereği konan bazı isimler veya tartışılır isimler, dönem değişince gelenler tarafından değiştirilmektedir. Bu da hoş bir durum olmamaktadır. O yüzden isim koyarken ben koydum, yetki bende mantığı güdülmemelidir. Konan isim evladiyelik olmalıdır.

Konan isimlerin oturup oturmadığı kişiye, zümreye, zihniyete göre değişse de bölge halkı tarafından benimsenmiş olması dikkate alınmalıdır. Yöre ile hiç alakası olmayan birinin adı verilmemelidir.  İsmi verilen kişinin yöreye, emsallerine göre çok büyük hizmetinin geçmesi esas alınmalıdır. Yaşayan bir kimsenin adı hiçbir yere verilmemelidir. 

Bir yere, kurum ve kuruluşa, üniversite ve fakülteye, herhangi bir okula, bir valinin veya bir siyasi aktörün adının verilmesini hep garip karşılarım. Gerçekten bir ilde görev yapmış bir valinin adı, o ildeki bir okula niçin verilir? Vali, o okulu kendi öz sermayesiyle yaptırdıysa ismi helâli hoş olsun, verilsin. Yok, devletin veya özel idarenin bütçesinden yapılmışsa o okulun yapılmasına onay verdi diye o valinin adı verilmemeli. İlimize çok büyük hizmetleri dokundu, hak etti denirse, ben de derim ki o vali, o hizmetleri yaparken meccanen mi görev yaptı? Eğer öyleyse yine ismini verelim. Değilse sıcak bakmıyorum. Aynı şekilde bakan, başbakan, bir genel başkan veya cumhurbaşkanının isminin verilmesini de valinin isminin verilmesi gibi görüyorum. Çünkü devlet adına çalışan ve bu ülkeye hizmeti geçmiş her kişi, karşılığında devletten fazlasıyla maaşını almıştır. 

Bir yere, kuruma isim verilirken bir şehidimizin ismi verilebilir. Şehidin adı da kendi ili veya şehit olduğu yer ile sınırlı olmalıdır. Bir şehidin ismi, tüm illerimizdeki okul ve kurumlara verilmemelidir. Bir yere, o yeri yaptıran hayırseverin adı verilebilir. Hayırseverin de parayı nasıl kazandığı göz önünde bulundurulmalıdır. Tarihi bir şahsiyetin ismi verilebilir. Bu tarihi kişi de üzerinde konsensüs sağlanmamış, tartışılır isimlerden olmamalıdır. İsim verilirken de ismin kısa olmasına özen gösterilmelidir. Çünkü uzun isimlerin akılda kalması, söylenmesi ve yazılması kişileri epey zorlamaktadır.

*15/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



4 Ağustos 2019 Pazar

İş Bitirmek mi yoksa Baş Yitirmek mi? *

Bu dünyada kim olduğun değil, nasıl anlaşıldığın önemli. Çünkü insanların anladığı kadarsın. "Anlamıyorsan ne yapayım" deme durumun yok. Dümdüz yaptığın minareye bir çocuk eğri demişse bile gerekirse halatla çekip minareyi düzeltmelisin. 

Her ne kadar yapıp ettiklerimizi,  yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, yapma imkanımız olup da yapmadıklarımızı, konuştuklarımızı, tüm bunları yaparken neyi kastettiğimizi bilen Allah, öbür dünyada bizi adil bir şekilde yargılayacak olan ise de bu dünyada insanlar arasında yaşarken de sorumluluğumuzun farkında olmalıyız. Çünkü en büyük sıkıntımız anlaşılmamak veya yanlış anlaşılmak.

Başımıza gelenlerin çoğu irticalen yaptığımız konuşmalardan kaynaklanmaktadır. Bazen maksadın dışında yanlış bir kelime söyleyebiliyor veya yanlış bir cümle kurabiliyoruz. Hızlı hızlı konuşup meramımızı anlatacağız derken daha güzel ifade edecek kelime, deyim ve cümleler olduğu halde pot kıracak şekilde ağzımızdan cümle veya benzetmeler çıkabiliyor. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Yok onu demek istemedim, şunu demek istedim de dur artık. Söz ağızdan bir kere çıkar. Çıktı mı geri dönmez, tıpkı ok gibi. Belki de Kur'an bu yüzden üsluba dikkat çeker, sözlerin en güzeliyle konuşun der. Peygamberimiz "İnsanların anlayacağı şekilde konuşun" buyurur. Peygamberimizin sade ve tane tane konuştuğu rivayetlerde belirtilir. Bin düşün, bir konuş atasözünün gereğini kulak ardı ediyoruz çoğu zaman.

Aslında esas sorunumuz belki de çok konuşmak. Dilin hakkını verdiğimiz kadar iki kulağın hakkını vermiyoruz. Kendimize çok güveniyoruz. Hele biraz birikimimiz var, biraz da şöhret olmuş, dinleyenimiz varsa kim durdurabilir bizi. Tüm ekran ve mikrofonlar bizim demektir.

Diyelim ki şöhrete kapıldık, konuşuyoruz ve insanlara faydalı olmak istiyoruz. Konuşmamızda hata yapabiliriz. Hata yapmadığımız halde yanlış anlaşılmaya sebebiyet verebiliriz veya birileri bizim biletimizi kesmek, gözden düşürmek için sözümüzü cımbızlayıp öküz altında buzağı arayabilir. Bu durumda “maksadımın dışında anlaşılan şu sözüm, bu cümlem için özür dilerim demeyi ihmal etmemeliyiz. Erdemlice bir hareket olan özür, gönül almada bire birdir. Yok ben özür dileyemem diyen kimse, o zaman söz ve üslubuna azami gayret göstermelidir. Çünkü söz var iş bitirir, söz var baş yitirir. İş bitirmek isteyen ve başını yitirmek istemeyen  kimse, ağzından çıkanı kulağı duymalıdır. Kimseye malzeme vermemelidir.

*06/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.