12 Temmuz 2019 Cuma

Üslup Sorunumuz*


Yazılı ve görsel medyada çoğu zaman şöyle ifadeler okur ya da izleriz: Falan kimse kovuldu, falanın işine son verildi, falan başarısız bulunduğu için görevinden el çektirildi, falan görevden alındı; yerine falan atandı, falanın istifası istendi...gibi.  Genelde bu şekil işine son vermeler futbol kulüplerini çalıştıran teknik direktörlerde görülür. Pek azı için "Falan kulüp teknik direktörüyle yollarını ayırdı" denir. 

"Kovuldu" veya "...yollarını ayırdı" cümleleri sonuçları itibariyle aynı anlamı ifade etmesine rağmen "yollarını ayırdı" sözü bana daha hoş ve güzel bir üslup gibi geliyor. "Kovuldu" sözü kim olursa olsun insan onurunu zedelerken "yollarını ayırdı" sözü insanın onurunu korumaktadır.

Futbol takımlarında sıkça görmeye alıştığımız "kovuldu" ağzı son zamanlarda "görevden alındı" şeklinde devlette de görülmeye başlandı. Kimse kusura bakmasın ama ben bu şekil bir üslubu tasvip etmiyorum. İster bürokraside ister kulüp veya diğer işletmelerde görev yapan kişi, başarılı olamayınca veya üstü ile uyum içerisinde çalışamayınca görevden alınacak ve devlette devamlılık esastır prensibince yerine biri atanacaktır. Nasıl ki mahkeme kadıya mülk değilse herhangi bir koltuk da kişilere mülk değildir. Böyle durumlarda "görevden alındı" açıklaması yapılacağına "Falan kurumda nöbet değişimi yaşandı" dense daha şık olmaz mı? Ya da böylesi durumlarda istifa mekanizması işlese daha iyi değil mi? 

Bu hoş olmayan üslupta bir sorumlu arayacaksak fail tek kişiden ibaret değil elbet. Görevden alma yetkisini kullanan ile görevden alınan. Buna, haberi veren basını da dahil edebiliriz. Alt-üst yönetici arasında bir uyum yoksa veya alt yönetici büyük bir pot kırmış ve koltuğu tartışılır noktaya gelmişse alt yöneticiye düşen istifa etmesidir. Ama bizde bu tek taraflı istifaya pek başvurulmaz. Çünkü istifa edildiği takdirde koltuğundan kaynaklanan kazanılmış hakları kaybetmekle karşı karşıya olunur. Bundan dolayıdır ki istifa edilmez. Halbuki kişinin kendi onurunu koruması, kazanılmış haklardan daha önce gelir. Bürokrat veya bir kulüpte teknik direktör olarak çalışan kişiler istifa etmeyince üst yöneticiler veya atamaya yetkili makamlar görevden alma hakkını kullanıyorlar. Bu durum da kırgınlığa sebebiyet veriyor. Bence görevden almalarda özellikle görevinden alınan kişileri rencide etmeyecek orta bir yol bulmamızda fayda vardır.

Burada ABD ile İngiltere arasında ortaya çıkan büyükelçi krizinden kısaca bahsetmek istiyorum. ABD’de görev yapan İngiliz büyükelçinin ABD başkanı hakkında “beceriksiz” dediği e-posta gönderileri basına sızınca Trump da büyükelçi hakkında “aptal ve sersem” kelimelerini kullandı. İngiliz hükümeti, büyükelçilerinin arkasında durdu. ABD, büyükelçiyi istenilmeyen kişi olarak ilan etti. İki devlet arasında krize sebebiyet verebilecek bu sıkıntıyı İngiliz büyükelçi “ABD’deki görevinden istifa ettiğini” açıklayarak çözmüş oldu. İngiliz hükümeti büyük bir gafa imza atan büyükelçisinin istifasını istemedi ve onu görevden alma yoluna gitmedi. Büyükelçileri de üzerine düşen görevi yerine getirdi. İngiliz hükümeti, büyükelçinin e-postasını basına sızdıranı arıyor şimdi. İngiliz siyaseti dedikleri herhalde böyle bir şey olsa gerek.

Gördüğünüz gibi olayın çözümü çok basit: İstifa… Gerçi istifa sadece İngilizlere has değil, tüm Batı ülkelerinde sıkça kullanılmaktadır. Örnek alsak iyi olacak.  

*03/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Temmuz 2019 Perşembe

Zammın Ne Olduğunu Sen de Gör Oğlum!

—Baba! Bu ne ya böyle?
—Ne oldu, hayırdır?
—Gıdadan giyime her şeyin fiyatı uçmuş. Gün geçmiyor ki bir ürüne zam gelmemiş olsun. 17 yaşındayım. Hiç böylesini görmemiştim.
—Biz eskiden çok gördük, biraz da sen gör evlat.
—Ne görmesi? Ne zaman gördün?
—56 yaşındayım evlat. 80 öncesi koalisyonlu dönemleri hatırlarım. Zam eksik olmadı. Geldi mi iğneden ipliğe gelirdi. Zam önce akaryakıta gelirdi. Sonrası sıralanırdı. Zama razı olurduk, her ürünü bulamazdık. Almak için sıraya girerdik. Ülke o zamanlar 70 sente muhtaçtı.
—Sonra?
—Sonra ihtilal ve ardından Özal hükümetleri geldi. 24 Ocak kararlarıyla birlikte serbest piyasa izlenince cebimiz biraz para gördü ama enflasyonlu hayat vardı. Ürünlere durmadan zam gelirdi. Kemal Sunal'ın zamlarla ilgili filmi bile var.
—Doğru. İzlemiştim.
—91-2001 arası yamalı bohça gibi kurulmadık koalisyon hükümeti kalmadı. Hiçbirinin de ömrü uzun olmadı. Kısa bir dönem koalisyon olan Refah-Yol hükümeti dışında iktidara gelen her parti yüzünü zamlarla gösterdi. Döneminde ürünlere pek zam yapmayan Refah-Yol da memura verdiği yüksek maaş zammıyla ün yaptı. Bu ülke 90 ve 2001 arasında iki tane büyük ekonomik kriz gördü. Sıfırı hatta eksiyi gördü. Bol bol zam gördük bu süreçte.
—Senin ömrün de neredeyse zamla geçmiş.
—Maalesef öyle oldu. Hayat pahalılığını iliklerimize kadar hissettik. Senin doğumunla birlikte uzun süre doğru dürüst zam görmedik. Çoğu ürünün etiket fiyatı değişmedi, hatta bazı ürünlerin fiyatı düştü. Milletin cebi para gördü. Parası bereketlendi. Bu durum son birkaç yıla kadar böyle geldi. 
—Şimdi ne olacak?
—Maalesef yeniden eski yıllara yani çift haneli enflasyonlara geri döndük. Bu hayata biz alışkınız. Sen de göreceksin bunu. Gör ki geçmişte ne çektiğimizi anlayasın. 
—Ne yapacağız bu durumda?
—Ayağımızı yorganımıza göre uzatacağız. Bol keseden harcamayacağız. Kısmasını bileceğiz. İhtiyaç listemizi oluşturup önceliklerimizi belirleyeceğiz. Rahatımızdan ödün vereceğiz. Zevki sefadan vazgeçeceğiz. Her istediğimizi almayacağız. Zorunlu ihtiyaçlara paramızı harcayacağız.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Motor ve Aracın Diğer Aksamı

Bir araç, motoru ve diğer aksamıyla bir bütündür. En önemlisi olan motor, kaporta olmazsa bir işe yaramaz. Motor yoksa kaporta da bir işe yaramaz. Motor ve diğer aksam birbirini tamamlar. Önem sırasına göre aracın aksamlarını sıralayabiliriz ama her birinin bir işlevinin olduğu düşünülürse yerine göre hepsi önemlidir. Belki de aracın en önemsiz yeri aksesuar gibi görünen sileceklerdir. Onun da yağışlı bir havada aracın yol alması için gösterdiği çaba görülmeye değer.

Siz hiç aracın motor ve diğer aksamının mesela aracın olmazsa olmaz motorunun diğer paydaşlarına "Ben olmasaydım siz aracı çalıştıramaz, yola çıkamazdınız. Sayemde bir yerlere geldiniz" dediğini duydunuz mu? Ya da aracın motor dışındaki aksamı "Biz olmasaydık sen tek başına bir hiçsin. Seni koruyup kollayan ve bugünlere gelmeni sağlayan biziz" dediklerini duydunuz mu? Duymadık. Zaten konuşamazlar. Bu şekil konuşsalar da bu, ancak bir başa kakma olur. Her biri harfiyen kendisine verilen işini yapıyor, Aracın eskiyen, bozulan yeri olursa ustasına götürülür, tamiri yapılır. İşlevini yitirinceye kadar hiçbir aksam atılmaz. Kaportada vuruk kırık ve çarpma olursa düzeltilmeye çalışılır. Çünkü orijinaldir, orijinale derman yetmez. Son çare kaportadan çarpılan kısım veya iç aksamından parça, muadiliyle değiştirilir. Değiştirirken de rastgele parça konmaz. Görüntü ve uyuma dikkat edilir. Motor teklemeye başlarsa yeniden eski gücüne kavuşması için rektifiye yapılır. Hasılı araç tüm aksamıyla bir bütündür. Biri her biri; her biri, biri için vardır. Her birinin işlevi ve sorumluluğu farklıdır o kadar.

Şimdi motor ve arabanın diğer aksamını bir kenara bırakalım. Pek alakası olmasa da işi siyasete getirelim. Siyasi partilerde de motorun görevini yapan genel başkanın yanında aracın diğer aksamını yerine getiren partinin diğer görevlileri vardır. Partide hangisi daha önemli? Elbette genel başkan. Pekiyi genel başkanın dışında diğer görevleri yerine getiren önemsiz mi? Hayır. Onların da küçümsenemeyecek görevleri vardır. Parti, genel başkanından çaycısına varıncaya kadar bir makinenin dişlileri gibidir. Biri aksadı mı partide aksama meydana gelir. Yani bir parti tüm çalışan paydaşlarıyla bir bütündür. Hepsi birlikte bir sinerji meydana getirir.

Bu uzun açıklamamdan sonra şimdi geleyim sadede. Bir partide genel başkan çok önemli, vazgeçilmez görülüp diğer çalışanlar aksesuar olarak görülür, tüm başarı kolektif akla ve ekip ruhuna değil de tek kişiye bağlanır ise partiyi birbirine bağlayan ruh kaybolmaya yüz tutar. Hele partide üst görevlere gelmiş kişilere "Sen bir hiçtin, onun sayesinde bir yerlere geldin, yaptığın bir nankörlüktür" denirse bu yapılan düpedüz başa kakmadır. Bunun ne siyasi ahlakta ne de dinimizde yeri vardır. Nankör denilen kişiler iyi biriler ise bu ithamı hak etmiyorlar. Yok kötü biriler ise "Arkadaş! Bunlar kötü olduğu halde daha önce verilen görevlere hak etmeden getirilmişse, o zaman bunlara o görevi niçin verdin, sen insan sarrafı değil misin" diye sormazlar mı? Bence sorarlar. Zamanında bir ve beraber iken görev verdiğimiz kişiler bugün ayrıldılar diye onları kamuoyu önünde küçük düşürecek, onurlarını zedeleyecek şekilde bir imada bulunmak hiç hoş değildir. Tek başına marifet sizde ise, başarı sizin sayenizde gelmişse buyurun gösterin tüm yeteneklerinizi. Çünkü motor olarak hala görevinizin başındasınız. Yanı başında da tümüyle değişen arabanın aksamı var. Başarı göstereceksiniz de elinizden alan mı var? Hep çekip gidene kızacağımıza "Niçin yanımızdan çekip gittiler" diye niçin sorgulamıyoruz kendimizi?

Gördüğüm kadarıyla motor dışında aracın tüm aksamının değişmesi motorun gücünü zayıflatmış, ileri gideceği yerde patinaj yapıyor ve gerisin geri gidiyor. Demek ki sonradan monte edilenler uyum sağlamadı. Motor güç kaybetti. Motorun yeniden güç toplaması için rektifiye olmaya ihtiyacı var. Keşke orijinal motor, yoluna orijinal parçalarıyla devam etseydi…

Tasarruf Tedbirlerim

Bu ekonomik krizde düşündüm, taşındım. Bugünden daha kötüye gitmemek için beyin jimnastiği yaptım. Ne yapar da kendimi düze çıkarırım dedim. Aklıma tasarruftan başka seçenek gelmedi. Çünkü her şey ateş pahası. Zamların ardı arkası kesilmiyor. Şom ağzım, bu daha iyi günlerin, turpun büyüğü heybede diyor. Yazacağım tasarruf tedbirlerini uygulayabilirsem en azından hayatta kalır hatta köşeyi dönerim diye düşünüyorum. Neyse gelelim esas işimize. 
*Çayı kaldırıyorum. Bu ihtiyacımı gidermek için esnaf ziyaretlerine ağırlık vereceğim. Bazı günlerde felekten bir gün çalmak için evde çay demlemek zorunda kalırsam içeceğim çay şeffaf mı şeffaf olacak. Demli çaya son. Şekere de hakeza.
*Bugüne kadar pek kullanmadığım mükellef sofrayı rafa kaldırıyorum. Kahvaltıda zeytin ve peynir olacak. Fazla yenmesin diye zeytin en hesaplısından alınacak. Üzüm yer gibi zeytin yemeyeceğim. Her lokmada zeytinden bir defa ısıracağım. Peynir ise lor peyniri. Her ikisinden de yarım kilo alsam bitmek bilmez, bereketlenir.
*Öğle yemeklerini kaldırıyorum. İki öğün yeter.  
*Akşam yemeğinde etsiz tek kap yemek. 
*Bazı günler oruca niyetleneceğim.
*Karpuz mu alacağım. Kesmece veya iyisi gibi bir arayışım olmayacak. Karpuza vurup tın tın ötüyor mu diye bakmayacağım. Gözüm kapalı aldığım karpuzu sofraya koyup koyup kaldıracağım. Karpuz bitmeyince yeni karpuza ihtiyaç olmayacak.
*Özel araca binmeye son. Gideceğim yere mümkünse yürüyerek, mümkün değilse toplu taşıma araçlarını kullanarak gideceğim.
*Evde aile fertlerinin her birinin ayrı ayrı telefon kullanmasına son vereceğim. Bu demek değildir ki insanların haberleşme özgürlüğünü sınırlıyorum. Hatları tümden faturasıza döndürüp hattın kapanmasının önüne geçecek şekilde kontör yükleyeceğim. Zorunlu hallerde kimin kontörü varsa aile bireyleri ihtiyacı kadar ortaklaşa konuşabilecek. İnternet ihtiyacımızı eş dost ziyaretlerinde evlerindeki sınırsız internetten gidereceğim. 
*Elbise ihtiyacımı mevcutlardan karşılamaya devam edeceğim. Ağarsa da eskise de sırtımdan çıkarmayacağım. Yıkayıp yıkayıp giyineceğim. Eskiyince yama olursa yama, olmazsa yırtık giyeceğim. Hem bu vesileyle modayı da takip etmiş olacağım.
*Enerji meselesine gelince zorunlu haller dışında evin ışıklarını söndüreceğim. Gündüz ışığından bedava faydalanmak için erken yatıp erken kalkacağım. Yatsı biraz geç okunuyor. Namazı kılmak için perdeyi sıyırıp sokak lambasının şavkından faydalanırım. Ütü isteyen elbiselerin ütü ihtiyacını minderin altına dürüp koyarak gidereceğim. Suya gelince zaruri haller dışında şırıl şırıl akmayacak. Fazla yiyip içmediğim için tuvalet ihtiyacım zaten pek olmayacak. Bir abdestle üç beş vakit kılabilirim.
*Elektrikli süpürgeyi çalıştırmayacağım. Anam babam usulü  elime kuvvet deyip ya süpürgeyi alacağım elime ya da gırgırı. Süpür dur. İşim ne?
*Okula giden çocuğuma okul harçlığını kaldırıp evden beslenme katacağım. Mesela kahvaltılık için aldığım lor peynirini ekmek arası yapabilirim.
*Gezme, tozma, tatile son. Evimde oturacağım. Evin suyu mu çıktı?
*Evime misafir gelirse evde olan ne ise onu ikram edeceğim. Bu mevsimde karpuz eksik olmaz. Malum karpuzu koyarım önüne.
*Nerede zevk ve keyif veren bir şey varsa uzak duracağım. Gıda mı sanki? Almayınca ölmem.
*Sinema, tiyatro gibi yerlere zaten gitmiyordum, gitmeyeceğim. 

Şöyle dönüp bakıyorum, temel ihtiyaçlarımdan ne kaldı diye. Sanırım pek bir şey kalmadı. Şayet kaldıysa da yukarıdaki tasarruf tedbirlerim çerçevesinde gidereceğim. Zira yolum belli. Bu durumda maaşımdan pek bir harcama olmayacak ve para cebimde kalacak görünüyor ve kriz geldiği gibi gidecek. Bakalım benim evdeki hesabım çarşıya uyacak mı? Eşimle aile saadetim biraz bozulacak ama olsun o kadar. Her evde olur böyle ufak tefek anlaşmazlıklar.


Niçin Şükür Sorunumuz Var?*

Çoğumuzda şükür sorunu var. Şükür desek de dilde sadece. Belki de bu yüzden Allah "Ne de az şükrediyorsunuz" buyurmaktadır. Az şükür de dille söylediğimiz olsa gerek.

Allah'ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok. Şükür sorunumuz var bizim. Niye böyleyiz? Sebepleri çok olsa da ilk aklıma gelenler durumumuza razı olmamamız, hedefleri yüksek tutmamız, beklentiler çıtasını yükseltmemiz, temel ihtiyaçlarımızı değiştirmemiz, rahatımızdan ödün vermememiz, başkasında olanın bizde de olmasını istememiz, gözümüzü ederimize göre değil de yükseklere dikmemiz, olması için kendimizi zorlamamız gibi şeyleri sayabilirim. 

Gözümüz yukarılarda ve mevcut halimizi kabullenmedikçe kolay kolay şükretmeyiz. Halbuki yukarılara bakacağımıza dünkü geldiğimiz yere baksak, durumu bizden daha kötü olanlara göz gezdirsek, beklentilerimizin çıtasını düşürsek halimize şükretmememiz için bir sebep yok. 

Şu hikayeyi hepiniz bilirsiniz. Adam hocaya gelir, hocam! Ev çok kalabalık… Oturacak yer yok der. Hoca, “Hayvanlarını  da yanına al, beraber kalın” der. Adam olur mu dese de hocanın dediğini yapar. Bir müddet bu şekilde devam eder. Sonra hışımla hocanın yanına gelir. “Hocam, ben evin darlığından geçtim. Ev pislikten geçilmiyor, kokudan duramıyoruz” deyince hoca, “Şimdi hayvanları ahıra indir ve evi temizle, oturmaya devam et” der. Adam denileni yapar. Bir müddet oturduktan sonra mutlu bir şekilde hocanın yanına gelir. “Hocam, dediğinizi yaptım. Hayvanları gönderince ev bana çok geniş geldi. Şimdi sığıyoruz artık. Üstelik evimiz de mis gibi” der.

Kıssadan hisse. Kendimizi bir an için tenezzül etmediğimiz bir hayat ile sınayalım. Beterin beterini yaşadıktan sonra tekrar şikayet ettiğimiz hayata geri dönelim. Öyle zannediyorum halimize şükrederiz. 

Yine bir an için düşünelim:
Bugün beğenmediğimiz işimizi kaybedip işsiz kalsak,
Bir kap da olsa yediğimiz yemeğe muhtaç olsak,
Bizden daha düşük maaş olanların durumuna düşsek,
Sağlam bir vücudumuz varken uzvumuzun bir veya birkaçını kaybetsek...
Herhalde bugünkü durumumuzdan daha iyi halde olmayız ve eski halimize dönmek için mekik dokur, halimize binlerce şükrederiz.

Çok zor değil. Yapacağımız tek şey gözümüzü yukarıya dikmeye ve konforlu bir hayat yaşamaya çalışmaktan ziyade gözlerimizi aşağıya indirmek ve aşağıya bakmak. Hem bu şekilde gözümüz ve boynumuz ağrımaz, halimize şükreder, yolumuza devam ederiz.

Unutmayalım ki mevcut haline şükretmeyi bilmeyenin ve aza şükretmeyenin elinden Allah mevcut nimetini de alır. İnsanlardan gördüğümüz en ufak bir iyiliğe karşı yaptığımız teşekkürü hiç olmazsa Allah'tan esirgemeyelim derim. Yok, ben Allah'ın "Ne de az şükrediyorsunuz" sözünü yalan çıkarmam, ayetin gereğini yapacağım diyorsanız yol sizin. Kim tutar sizi...

*20/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Hayatım Boyunca Ben

Dürüst olamadım ama dürüst olmaya ve dürüst görünmekten geri kalmadım.
Halime şükreder göründüm ama yeterince ve hakkıyla şükrettiğim söylenemez.
Makam, mevki beklenti içerisine girmedim ama olsa fena olmaz, yan cebime koy, zira neyim eksik dedim.
Olamadığım fakat olanın yaptığı her şeyi böyle olmaz diye eleştirdim. Halbuki olduğum takdirde aynı şeyleri yapacağımı unuttum ya da hesaba katmadım.
Çok hayal kurdum, öyle hayaller kurdum ki hayallerim, hayalimi solladı geçti ama hiçbir hayalim gerçekleşmedi. Hep düş kırıklığı yaşadım. İşin garibi hayallerimi herkesten sakladım. Dağın bile haberi yok.
Kendime "Bir yerde olur olmaz konuşma, her konuda fikrini söyleme, biraz dinlemeyi öğren; konuşarak hep vermeyi değil, biraz da dinleyerek almayı öğren" diyerek öğüt verdim. Nasıl bir inatsa kendi öğüdümü kendim dinlemedim.
Çok şaka yapma, yerli yerinde ve anlayana yap, (olmayan) ağırlığını kaybediyorsun dedim. Dediğimle kaldım. Zira bir yerde mizah kokusu sezmişsem ben beni dinlemedi. Hemen atladı.
Çok cömert ol, yedir insanlara dedim. Olmadı. Çünkü can değil ki vereyim...
Rayında gitmeyen bir işe veya bir işi yerli yerinde yapmayana kızmayayım, içime atayım dedim. İçim isyan etti, köpürdü, küplere bindi. Sonunda kendi küpüme zarar verecek şekilde sirke oldum, kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Ne kendime ne de etrafıma pozitif bir enerji verdim.
Bir hoşnutsuzluk gördüğünde görmezden gel, belli etme, herkes gibi davran dedim. Beni dinleyen kim? Sanki dünyayı elime verdiler de al düzelt dediler. Atlıyorum hemen.
Şerbeti severim hele bir de doğal yapılanı ise ama nabza göre bir türlü şerbet veremedim. Demek ki nabzımda da bir sorun var.
Doğal ol, olduğun gibi görün dedim ama uygulamadım. Olmadığım gibi görünmeyi seçtim.
Az ye, daha rahat edersin, yoksa kilo alırsın dedim. Beni dinleyen kim? Tabakta durduğu gibi durmadı mübarek! Hepsi mideme gitti.
Büyük-küçük, okumuş-okumamış insanlara iyi davran, onları olduğu gibi kabul et dedim. Prensip olarak evet ama pratikte yokum dedi. 
Yaradan’ın istediği gibi bir kul olayım dedim. Nefsim galebe çaldı. Gün görmedik mazeret, bahane ve gerekçeyle çıktı karşıma. Her defasında da galip geldi bana.

Hasılı hayatta bir türlü ben, kendim olamadım. Ya benden başka bir ben belirdi ya da ben olduysam da bir işe yaramadı. Böyle geldim böyle gidiyorum. Umudunu yitirmemiş ama umutsuz bir vaka olarak yoluma takır tukur devam ediyorum. Anladım ki beni ben olarak bırakmayan içimdeki ben ile mücadele halindeyim. Bugüne kadar bir galibiyetim yok. Hep mağluplardayım. Bu demektir ki halim harap. Demek ki nefisle mücadele en büyük cihattır diye boşuna söylenmemiş. Pes etmiş miyim? Hayır!

Neredeyse Beni Anlatıyor Diyeceğim *


-Sosyal medyada Ördek Sendromu-

"Bir çift düşünün. Evden çıkıp sinemaya gidiyorlar. (Hiç sinema alışkanlığım yok ya...tamam diyelim) Adam karısına geç hazırlandığı için kızıyor. (Allah'ın emri gibi bir şey bu) Asansörde tartışarak iniyorlar. (Bir asansörüm bile yok. Ayaklar sağ olsun!)

Yolda trafik sıkışıyor. Adam bir yandan kendisini sıkıştıran araçlara bağırıp çağırıyor, (Eksik olmaz) bir yandan da geç kalmalarına sebep olan karısına saydırıyor. (Geç kalmayaydı efendim! Birine kızacağız. Niçin eşimiz olmasın? Yabancı mıyız şurada? Sonra niye elin adamına kızdığımıza karışıyor?)

Park yeri bulamayıp bir on dakika da öyle dolanıyorlar ve tam bir sinir harbi yaşıyorlar. (Çok park sorunu yaşamıyorum. Çünkü parkın sorun olduğu yerlere aracımla gitmem. Toplu taşıma araçları sağ olsun!) Film de hoşlarına gitmiyor. Çıkışta bu sefer kadın, kötü bir film seçtiği için eşini suçluyor. Tartışarak eve dönüyorlar.

Şimdi gelelim sosyal medyaya. (Buradan sonrası kimi kastediyor bilmiyorum)

Siz bu çiftin arkadaşı olduğunuzu düşünün. Evinizde pijamalarla huzur içinde oturuyorsunuz. Bu arada Instagram’a arkadaşınızın fotoğrafı düşüyor. İki tane gülümseyen yüz, kucakta kocaman bir patlamış mısır paketi, arka planda filmin afişi.

Fotoğrafın altında şöyle yazıyor;

“Harika bir bahar akşamı, enfes bir film, patlamış mısır ve aşkım.” (Ben çektim, sen de çek demektir bu)

Cümlenin sonunda bir de kalp var. Moraliniz bozuluyor. “Ben evde atletle oturuyorum. Millet nasıl da eğleniyor!” diye canınızı sıkıyorsunuz.

İşte sosyal medyanın illüzyonu bu. Herkes ucu bucağı olmayan bir podyumda ha bire poz veriyor. Seyirciler de bu büyük kıyaslama oyununa ha bire özeniyor.

Sosyal medyada mutlu gözükmek için harcanan çok büyük bir gayret var. Ama ekranda bu gayret gözükmüyor.

Stanford Üniversitesinde konuyla ilgili çalışmalar yapan araştırmacılar işte bu durumlar için bir kavram geliştirmişler; “Ördek Sendromu.” (Bu vesileyle ördek sendromu diye bir sendromun da olduğunu öğreniyorum)

Ördekler gölün üzerinde hiçbir çaba sarf etmiyormuş gibi, rahat ve dingin bir şekilde süzülürler. Gölün altında kalan ayakları bir makine gibi çalışır ama dışarıdan bakınca hiç belli olmaz. (Biz buna ne iş yapıyor ki deriz. Özellikle takip gördüğümüz ve çekemediğimiz meslek grupları için...)

Sosyal medyada suyun altında kalan kısımlar da ekranda gözükse, inanın kimse moralini falan bozmaz." (Numaradan da olsa poz pozdur. Kısa bir mutluluk için değmez mi? Zaten hep olduğundan farklı görünmek değil mi tüm çabamız)

Yaptıklarımdan ve gördüklerimden bir sendrom durumunu yaşadığımızı biliyorum da bunun adının bizim ördek olduğunu bilmiyordum. Bu alıntı ile (parantez içleri bana ait) benim gibi bilmeyenleriniz de ördek sendromunu öğrenmiş oldu. Bu konuda ne desem boş! Eğer böyleysek hepimize iyi ördek sendromu yaşamalar!

*13/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.