10 Temmuz 2019 Çarşamba

15 Temmuzların Başarıya Ulaşmasını İstemiyorsak... ***

*Cemaat, STK (adına ne dersek diyelim) hangi alanda çalışıyorsa devletin organları tarafından denetim altına alınmalı. FETÖ benzeri yapılanmalara izin verilmemeli. Çünkü bugünkü FETÖ, yarın karşımıza başka bir grupla çıkabilir. Özellikle çok kapalı yapılarda aynı tehlike söz konusu olabilir. Bir örgüt, son vuruşuyla ortaya çıktıktan sonra mücadele etmektense yılanın başı küçükken ezilmelidir.
*Devlet gözetimi ve denetimi altında olmayan merdiven altı yerlerde din eğitimi ve öğretimi yapılmasına izin verilmemeli. Doğru din okullarda verilmeli. Çünkü din bizim yumuşak karnımızdır. Bizim doğru ve yeterince vermediğimiz din, kapalı kapılar ardında başkası tarafından anlatılırsa bunun bize neye mal olduğunu hep beraber tecrübe ettik.
*Devletin kurum ve kuruluşlarını belli bir zihniyete teslim etme yerine bu ülkenin tüm mozaiklerinin devletin her yerinde görev almasına özen gösterilmeli. Bunun için herkesin kabul edeceği adalet, ehliyet ve liyakat gibi genel geçer kuralları alımlarda esas kılmalı. Torpil ve adam kayırmacılığın her türlüsü ayaklarımızın altına alınmalı.
*Başta devletin tüm kamu kurum ve kuruluşları olmak üzere amme adına iş yapan kim veya neresi varsa hepsinde şeffaflık ve hesap verebilirlik esas olmalı.
*Başta siyasiler olmak üzere sorumluluk mevkiinde olanlar toplumu ayrıştırıcı dil kullanmayı terk etmeli, kimse kimseyi ötekileştirmemeli. Aralarında iletişim asla ihmal edilmemeli.
*En iyi ve en güzel hizmetin devlet eliyle verildiğini devlet herkese göstermeli. Bu konuda vatandaş devletine güvenmeli. Kimse bir başka arayış içerisine girmemeli.
*Devlete küs, kırgın olanlara ve dışlanmış sendromu yaşayanlara zeytin dalı uzatılmalı, gönülleri alınmalı.
*Adalet hızlı çalışmalı, zamanında karar vermeli, siyasi yargılama olmamalı.
*Birlik ve beraberliğimize halel getirecek hal ve söylemlerden kaçınılmalı. 15 Temmuz sonrası oluşan Yenikapı ruhu yeniden canlandırılmalı. Toplumsal barış için elden ne geliyorsa yapılmalı. Devlet ve millet bütünleşmesi yeniden sağlanmalı.
*Bu ülkede yaşayan herkes, tedbiri elden bırakmadan birbirine güvenmeli ve güven vermeli. (Çünkü bugün en büyük sorunumuz bu. Kimse kimseye güvenmiyor) Kimse bu ülkeyi diğerinden kurtarma mücadelesine girmemeli. Birbirimizle mücadelemiz bu ülkeye nasıl daha iyi hizmet edilir üzerine olmalı.
*Lise ve üniversite öğrencilerinin kalabileceği barınma ihtiyacı devlet eliyle giderilmeli.
*Haksız yere kamudan ihraç edilen varsa bunların mağduriyetleri çabucak giderilmeli. İlgili komisyonlar daha hızlı çalışmalı.
*Hangi sebeple olursa olsun işini kaybetmiş ve yeni bir iş bulamamış kişilere imkanlar ölçüsünde devlet yardım etmelidir. Çünkü devletin bu kişilere esirgediği yardımı bir başka el yaparsa bu kişiler, ekmeğini yediği kapıya hizmet edebilir.
*Terörle mücadele anlayışımızı yeniden gözden geçirmede fayda vardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da toptancı davranmamak gerekir. Tecrit etme yerine kazanma yolu tercih edilmeli.
*Eleştiri kültürü bu topluma yerleşmeli, her eleştiri yapan düşman bellenmemeli.

Allah bizi bir daha 15 Temmuz benzeri bela ve musibetleriyle imtihan etmesin. Birlik ve beraberliğimizi daim eylesin. Birlik ve beraberliğimiz ve toplumsal barış zedelenirse benzeri saldırılarda maazallah bir daha başarılı olamayız.

***13/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Yenikapı Ruhunun Neresindeyiz? *


Her milletin tarihte bir dönüm noktaları vardır. Bizim diğer milletlerden farklı olarak birden fazla dönüm noktamız var. En sonu ise 15 Temmuz 2016 sinsi darbe teşebbüsüdür. 250 şehit ve binlerce yaralıya mal olan bu kanlı darbe teşebbüsü, kış uykusuna yatan bu milleti "Ne oluyoruz" diyerek tekrar uyandırdı. 

Genel Kurmay Başkanlığının bile işgal edildiği bu darbe teşebbüsünden kurtulmamızda en büyük pay, devlet-millet bütünleşmesi, birlik ve beraberliğimiz olmuştur. Eski darbeler gibi millet evine kapanıp perde gerisinden darbeyi takip edecek diye umut edenler avucunu yaladı.

15 Temmuz gecesinde ve sonrasında haftalarca devam eden birlik ve beraberlik 7 Ağustos 2016'da yapılan mitingle taçlandırıldı. Hemen hemen tüm siyasi partilerin katıldığı bu mitingde oluşan havaya Yenikapı ruhu dendi. Tüm dünyaya buradan biz farklı düşünsek de mesele vatansa gerisi teferruattır. İşte biz, bir ve beraberiz mesajı verildi. 6752 sayılı yasa ile yeniden dirildiğimiz 15 Temmuz'a "Demokrasi ve Milli Birlik Günü" adı verilmiştir. 

Üçüncü yılını geride bıraktığımız 15 Temmuz'u burada anlatacak değilim. Çünkü canlı yayında izlediğimiz görüntüler hala belleklerimizde tazeliğini koruyor. İstediğim resmi tatil ilan ederek yeniden yaşadığımız 15 Temmuz'u anarken/kutlarken  bir daha 15 Temmuzların olmaması için ne yapmamız gerektiği üzerinde durmaktır. Çünkü düşman sonuç almak için dün olduğu gibi yarın da farklı farklı yolları deneyecektir. FETÖ eliyle yapılan bu saldırının yarın bir başka eller vasıtasıyla yeniden tedavüle sürülmemesi için kendimizi sorgulamamızda, diri tutmamızda ve boşluk bırakmayacak şekilde tedbirler almamızda fayda vardır.

Seneyi devriyesini yaşadığımız bugün, kimsenin moralini bozmak istemem ama bazı soruları sormadan da edemeyeceğim. 15 Temmuz gecesi ve izleyen günlerde günlerce devam eden, Yenikapı ruhuyla taçlandırılan birlik ve beraberliğimizin bugün neresindeyiz? Maalesef haddinden fazla kutuplaştığımızı, birbirimize düşmana bakar gibi baktığımızı düşünüyorum. Önceki yıllara göre halkta daha fazla sıkıntının olduğunu seziyorum. Sıkıntılar arttıkça memnuniyetsizlerin oranı da elbette artacaktır. 15 Temmuz’un farklı bir versiyonu olan ekonomideki durumumuza/saldırıya çözüm bulunmaz, hayat pahalılığı bu şekilde devam eder, piyasada yaprak kıpırdamaz, insanlar işini kaybeder, işsizlik artar ise sıkıntılar daha da derinleşebilir. Öncelikle ekonomi masaya yatırılmalı, gerekirse sonuç alıcı milli bir seferberlik ilan edilmelidir. Ekonomimizi dış saldırılara karşı dayanıklı duruma getirmeliyiz. Çünkü düşman sonuç alıcı yerden yani yumuşak karnımız neresi ise oradan saldırır. Bunun dışında,
*Bu ülkenin tüm mozaiklerine zeytin dalı uzatılmalı. Küskün, dargın olanlara, kendisini dışlanmış hissedip isyanlara oynayanlara kucak açılmalı. Onların gönülleri alınmalı, iletişim yolu tıkanmamalıdır.
*FETÖ ile mücadele konseptimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.
*Yurtdışına kaçan ve dış ülkeler tarafından korunan FETÖ elebaşlarının ülkeye getirilip yargılanmaları için iyi ve akılcı bir diplomasi yürütülmelidir.
*Kamuya eleman alımında ve atamalarda halkın bir kısmını küstürecek sübjektif kriterlerden vazgeçilerek objektif kriterlere dayalı alım ve atamalar hayata geçirilmelidir.
*Bu ülkede faaliyette bulunan cemaat, STK’lar -adına ne dersek diyelim- hepsi şeffaf ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturulmalıdır.
*Merdiven altı, denetlenmeyen yerlerde verilen din eğitimi ve öğretiminin önüne geçilmelidir. Çocuklarımız doğru dini okullarda öğrenmelidir.
*Kısaca, halkın memnuniyetsizliğine sebep olan, milli birlik ve beraberliğimizi ve toplumsal barışı zedeleyen nedenler araştırılarak yeni politikalar geliştirilmelidir.

Allah milli birlik ve beraberliğimize halel vermesin. Bir daha bizi 15 Temmuz ve benzerleriyle imtihan etmesin.

*15/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



9 Temmuz 2019 Salı

Yeni Hayat Felsefem

*İyilerle oturup iyilerle kalkacağım.
*Hacet sahibi ise yanına varmayacağım. Varmak zorunda kalırsam, bir an evvel yanından uzaklaşma azim ve gayreti içerisinde olacağım.
*Bir suç mu işledi? Tövbe etse de pişmanım dese de çızıp atacağım. Geçmiş olsun demeyeceğim gibi karşılaştığım zaman görmezden geleceğim. Çünkü ne olur ne olmaz. Maazallah bana ondan suç bulaşabilir. Bulaşmasa da onu koruyup kolladığım anlaşılabilir. Sonra yapmasaydı...öyle değil mi? Bak ben yapıyor muyum? Kazara karşılaşmak zorunda kalırsam o değilden "Durumuna üzülüyoruz elbet! Ama yapacak bir şey yok" diyeceğim. Böyleleriyle bu dünyada aynı havayı teneffüs ediyorum. Allah bu yüzden beni affetsin ama öbür dünyada karşılaşmak istemiyorum. Çünkü ben sütten çıkmış bir ak kaşığım. 
*Adam düşmüş mü? Düşmez kalkmaz bir Allah'tır. Vardır bunda da bir hayır diyeceğim. Gerekirse iyice düşmesi için ardından bir tekme sallayacağım.
*İçimden gelmese de gülenin yanında güleceğim, ağlayanın yanında ağlayacağım, küfredenin yanında küfredeceğim. Hasılı kim ne yaparsa onu yapacağım. Asla kendim olmayacağım. Bunun doğrusu şu. Siz yanlış yapıyor, yanlış düşünüyorsunuz demeyeceğim. Hep nabza göre şerbet vereceğim. Zamanın ruhu neyi gerektiriyor, geçer akçe ne ise ben o olacağım. Öyle olacağım ki görenler parmağını ısıracak, helal olsun adama, nasıl da değişti, doğru yolu buldu diyecekler. Arkamdan ne konuşurlarsa konuşsunlar.
*En nefret ettiğim şey prensiplerim ve kırmızı çizgilerim olacak. Hepsini rafa kaldıracağım. Su akarken testimi doldurmaya bakacağım. Çoğunluk nerede, ben orada olacağım. Güç kimde ise onun yanında yer alacağım. 
*Kimseyi karşıma almayacağım. Deli ile deli, veli ile veli, çocukla çocuk, büyükle büyük. Nabız ve şerbet ortaklığı burada ve her yer ve ortamda geçerli. Belki de tek prensibim bu olacak.
*Kimseyi eleştirmeyeceğim. Sonra eleştiri benim ne haddime! Yerimi ve haddimi bileceğim. Alternatif fikir sunmayacağım. Fikirsizlik belki de ikinci prensibim olacak.
*Çok konuşmayacağım, genelde dinleyici ve tasdik edici bir rol üstleneceğim: Öyle, evet, aynen, katılıyorum, ne güzel düşünmüş ve yapmışsınız gibi. Bu da üçüncü prensibim olabilir. Zaten en büyük hayallerimden biri de noter olmaktı. Parası olmasa da bu hayalimi bu vesileyle gerçekleştirmiş olacağım.
*Biri bir göreve ya da makama atandı mı? "Efendim! Hayırlı olsun! Koltuk tam şimdi layığını buldu. Maşallah ne de güzel yakışmış. Aslında daha büyük görevlere layıksınız" diyeceğim. Aynı kişi koltuktan alındı mı yine "Layığını buldu. Zaten hak etmiyordu" diyeceğim arkasından. Kazara karşılaşınca "Size haksızlık yapıldı" diyeceğim. Koşarak yerine atanan kimsenin yanına varıp hayırlı olsun dileklerimi ve iltifatlarımı noktası virgülüne dokunmadan tekrarlayacağım.

Gördüğünüz gibi yeni hayat felsefem bu şekilde. Bir kısmını yazdım sadece. Tüm bunları yaparken dişlerimi biraz sıkarım ama olsun. Bence değer. Zaten pek diş de kalmadı. Dudaklarımı ısırırım. O kadar da olsun...


8 Temmuz 2019 Pazartesi

Gemi Eskisi Gibi Niçin Yol Almıyor? ***

Bazen adı konmamış sorunlar olur. Kimse sorunun ne olduğunu bilmez ya da bilmezden gelir. Sorunun etrafında döner durur. Sorunu çözmek için kimse eteğindeki taşı dökmez. Bir türlü sadede gelinmez. Herkes esas soruna eğilmeden sorunu çözme derdinde. Bu durum karanlık yerde eşyasını yitirdikten sonra eşyasını bulmak için aydınlık yerde yitiğini arayan ama bir türlü bulamayan Nasrettin Hocaya benzer. Yine bu durum, teşhisi konmamış hastaya ağrısını kessin diye ağrı kesici vermeye benziyor. 

Konuyu biraz müşahhaslaştırayım. Malumunuz Milli Görüş çizgisinden bir grup, "Yenilikçi hareket" olarak partilerinden ayrıldıktan sonra sırt sırta vererek kurdukları partileri kısa zamanda zirveye oturdu. İyi, güzel ve yararlı hizmetler yapmış olmalılar ki halk onlara hep iktidar vizesini verdi. Hala da iktidardalar. Yalnız bu iktidar yola birlikte çıktıkları iktidar değil. Dümenin başında kalan dışında yol arkadaşlarının kahir ekseriyeti gemiyi terk etti veya terk ettirildi. Partide azımsanamayacak bir küskünler ve kırgınlar ordusu oluştu.

Parti şimdi yeniden yol ayrımında görünüyor. Ya gemiyi veya treni terk edenler yeniden kazanılıp eskisi gibi yola devam edilecek ya da tıpkı eskiden olduğu gibi parti "Gelenekçi" veya "Yenilikçi" diye bölünecek. Çünkü alttan alta yeni parti çalışmaları yapıldığı haberlere yansımaktadır. Partiye gönül vermişlerin en büyük arzusu partinin bölünmeden tek parti çatısı altında yeniden bir araya gelinmesi; kızgın, küskün ve kırgınların geri dönmesi. Siyasette bir gün çok uzun sayılır. İlerleyen günlerde ne tür gelişmeler olur? Bekleyip göreceğiz.

Çoğu kimse bu durumu makam, mevkileri paylaşamadılar. Küskünlük de bundan şeklinde görüyor. Hatta adını "Trenden inenler" diye adlandırıyorlar. Halbuki mesele treni terk etme, trenden indirilme veya makam ve mevkiden uzaklaştırmaktan ibaret değil. Dışarıdan okumaya çalışan biri olarak esas mesele yol, yöntem, metot ve yönetim tarzı. Bu durum daha önce "Gelenekçi" ve "Yenilikçi" durumlarına benziyor. Tedbir alınmaz, bir araya gelinmez, sorunlar masaya yatırılmaz, taraflar birbirine ödün vermez tavırlarını  devam ettirirler ise aynı akıbete doğru gidiyorlar. Bugünkü durum o günlere çok benziyor. Tek farkı "Gömlek" çıkarıldığında bu ülkenin yeni bir harekete ihtiyacı vardı. Bugün ise yeni parti ihtiyacı olup olmadığı tartışma konusu. Bugünkü durum zayıflamaya yüz tutmuş güçlerinin iyice zayıflaması sonucunu doğurabilir.

Böyle bir durumda çoğunluk gemiyi veya yer edenlere kızıyor, gelin geriye diyor. İzin verirseniz sorunu biraz daha açmak istiyorum. Olaya her iki kesimin gözüyle(kaptan ile gemiyi terk edenler) gözüyle bakmaya çalışacağım:

Halktan defalarca iktidar vizesi alan geminin kaptanlığı tek kişinin üzerine binmiş görünüyor. Bu tek kişi tüm yetkileri üzerine alarak gemiyi sağa-sola çarpmadan, yolda yeni yolcular alma niyetiyle gemiyi limana götürmeye çalışıyor. Öyle çalışıyor ki ne dinleniyor ne de uyuyor. Durmadan koşturuyor. Kaptanlıkta kendisine yardımcı olsun diye aldıkları yeterince faydalı değil. Zaten kaptan da bunlara pek güvenmiyor.

Gemiyi şu ya da bu şekilde terk edip ama daha tam uzaklaşmayan eski yardımcılar ise "Tüm yetkiyi üzerine aldın, gemiyi hızlı bir şekilde limana götürmeye çalışıyorsun. Eskisi gibi istişare etmiyor, söz dinlemiyorsun. Gemi bu şekilde yol alamaz. Varıp duvara toslayacaksın. Yine geminin başında sen ol, eskisi gibi görev dağılımı yap. Bu durum hem kendin hem gemin için elzemdir. Çünkü kaptanlık, kişinin tek başına götüremeyeceği kadar zordur. Bak biz uzaklaştık. Gemi eskisi gibi iyi gitmiyor. Yalpa yapıyor sürekli. Böyle giderse gemiyi batıracaksın. Bak eskisi gibi geminin müşterisi kalmadı. Memnun olmayıp bizden ayrılan müşteri diğer gemiye biniyor.  Çünkü bu işleri tek başına yapmaya kalkınca müşteriye kızıyor, ayar veriyorsun. Ki bu doğaldır. Çünkü geminin güvenilir yardımcıları olmayınca her işe sen koşuyorsun" demeye çalışıyorlar.

Kaptan ve gemiyi terk edenler sorunu çözmek istiyorlar ve bunda samimi iseler bunun yolu iletişim, istişare ve kendileriyle yüzleşmektir.

***11/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


7 Temmuz 2019 Pazar

Kadın Üniversiteleri ***

Japonya dönüşü Cumhurbaşkanımız Erdoğan yaptığı bir konuşmada "Japonya'da 80 kadar kadın üniversitesi var. Niçin bizde de olmasın" dedi. Ardından aynı toplantıda kendisini dinleyen YÖK Başkanına "Böyle bir çalışma yap" talimatını verdi. Bundan sonra YÖK Başkanı kadın üniversitesi açacağım, nerede açayım, hangi bölümler olsun diye  düşünsün dursun.

Erdoğan'ın dediği kız öğrencilerden oluşacak üniversite ne zaman açılır bekleyip göreceğiz. Yalnız kulağa hoş gelen bu tür üniversite bir açılırsa öyle zannediyorum Anadolu'dan birçok şehrin ileri gelenleri ve STK’ları, siyasilere "İlimize bir kadın üniversitesi istiyoruz" talepleriyle gideceklerdir. Siyaset de bu isteklere kulağını tıkamayacaktır. Öğrencisi kadınlardan oluşacak bu tür üniversiteler ne kadar yaygınlaşır, kurulduğu zaman başarı şansı ne kadardır, talep olur mu, talep olursa da YÖK hepsini karşılayabilir mi? Diyelim ki açıldı. Tüm işkollarına hitap edecek bölümlere yer verebilecek mi? Çünkü o kadar çeşit meslek var ki say say bitmez. Hepsini bekleyip göreceğiz.

Dünyada örnekleri olan ve tamamen iyi niyetle dillendirilen kadın üniversitelerinin olabileceğini kabul ediyorum. Ama pratiği üzerine bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Bu yazacaklarımdan karma eğitimi savunduğum falan anlaşılmasın. Öyle bir niyetim yok. Devletin ideal bir eğitim sistemi bulamadığı gibi ben de kafamda ideal bir eğitim sistemi oluşturamadım.

Kadın üniversiteleri çoğu kız çocuğunun aileleri tarafından okutulmadığı 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda düşünülseydi bir ihtiyacı giderecek, eh derdim. Ama günümüzde kız çocuklarını aileler okutuyor ve kızlarımız çok da başarılılar. Hangi üniversitenin, hangi bölümüne giderseniz kız çocuklarının ağırlığını görebilirsiniz. Yakında gözde mesleklerin bölümünde okuyan erkekleri mumla ararsak hiç şaşırmayalım. Benim okuduğum 90’lı yıllarda amfilerde çoğunluğu erkeklerden oluşan öğrencilerin içerisinde 3-4 kız öğrenci var iken bugün durum tersine dönmüş durumda. Amfi ve sınıflarda 3-4 erkek, geri kalanı kız öğrencilerden oluşuyor. Bu durumu kamu ve özel çalışanlarına bakarak da görebiliriz. Yine eskiden kamuda çalışanlarda eleman alımında “kız” veya “erkek” olmak şartı aranırdı. Şimdilerde böyle bir durum da yok. Artık kamuya eleman alımında erkek-kız arama şartı neredeyse kalktı gibi. Erkek mesleği diye bilinen mesleklerde kadınları, kadın mesleği denilen mesleklerde de erkekler istihdam edilebiliyor. Demem odur ki kadın üniversitelerine bu aşamada gerek yok. Çünkü erkeklere göre çok başarılı olan kızlarımız giderekten üniversiteleri tamamen kaplayacak. Zaten kendiliğinden kadın üniversitesine dönüşecek.

Burada değinmek istediğim bir diğer husus, üniversiteleri kadın ve erkek diye dönüştürsek bile bu toplumun kadını ve erkeği şehirde, otobüste, dolmuşta, çarşı ve pazarda iç içe. Çünkü bir zorunluluk var. Tek başına üniversiteyi cinsiyete göre ayırmak çözüm değil gibi. Kadın üniversiteleri açmak yerine, 18 yaşına gelmiş ve rüştünü ispatlamış kız ve erkek çocuklarının başta üniversiteler olmak üzere toplum içerisinde kendilerini kötülerden ve kötülüklerden korumalarını öğretsek daha iyi olur diye düşünüyorum. Bir diğer husus üniversite açmak demek aynı zamanda bir maliyeti gerektirir. Çok sayıda üniversite sayımızın yanında yenilerinin açılması darboğazda olan ekonomimize artı yük getirecektir. Yine de hayırlısı diyelim.

***09/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Yaz Kur'an Kursları*

Sanal alemde dolaşımda olan "BİR İMAMIN FERYADI!" başlıklı bir yazı okudum. Yaşadığını kağıda dökmüş. Dertli mi dertli hocamız. Derdi, Kur'an-ı Kerim öğrenmek için yaz kursuna gelen öğrencilerin isteksizliği. 8 yıldır camide, dernekte, ve vakıfta yaz kurslarında görev aldığını, Kur'an kursunu sevdirmek için hediye, gezi, yüzme, luna park vb. her yolu denediğini ama çocuklara bir türlü Tahiyyatı ve Fil süresinden aşağısını ezberletemediğini, namaz kıldıramadığı gibi caminin bahçesindeki ağaçlara çocukların zarar vermesinin önüne geçemediğini, geçen yıl Kur'an-ı Kerim'e geçen bazı çocukların üç hafta geçmesine rağmen hala Kur'an’a geçemediğini içinden geldiği gibi anlatmış.

"Teknoloji çağında tabletle büyüyen zamane" çocuklarının niçin böyle olduğunun nedenini de ailelere bağlıyor. Çocuğuyla ilgilenen, ders takibini yapan ve evde güzel terbiye veren ailelerin çocukları, Kur'an-ı Kerim'e çabucak geçtikleri gibi ilerleyen zamanda hafız bile olduklarını, bunun tersi ailelerin çocuklarında ise bir mesafe kat edemediğini söylüyor.

İmamın serzenişini kısaca özetlemeye çalıştım. İmamın anlattığından benim çıkardığım, aile çocuğunu bir güzel eğitecek, sonra kursa gönderecek… İmamın bu anlattığı lokal bir durum değil, hemen hemen bu görevi ifa etmeye çalışan diğer din görevlilerinin ortak derdi bu anlatılanlar. Maalesef ister cami, ister vakıf-dernek ister kurs bünyesinde açılan bu tür yaz kurslarının durumu nice yıllardır hep böyle. Eskiye oranla farklı yol ve yöntemler izlenmesine rağmen mevcut durum değişmediğine göre bundan sonraki yıllarda da aynı durum tekrarlanacak demektir.

Yaz kurslarının işler ve işlevini tam yerine getirmesinin başka yolu yok mu? Bunun için ne yapılabilir? Bu çocuklara Kur'an sevgisi nasıl verilir? Bu konuda öyle zannediyorum bu işin uzmanlarının söylediği/söyleyeceği tespitler vardır. İşin uzmanı değilim ama izin verirseniz ben bu konuda düşüncelerimi aktaracağım. Çıkarımı da siz yapın.

Yaptığımız işte bizi başarıya götürecek olan çocuğun seviyesine inebilmek, onun dilini anlamak ve zamanlamayı iyi tespit etmektir. Bugün çoğu din görevlisinin çocuğun seviyesine inebildiğini düşünmüyorum. Bir diğer husus 9-10 ay süren yorucu bir okul hayatından sonra kafasını dinlendirecek olan çocuğun, yaz döneminde kursa gönderilmesi pedagojik mi? Bu çocuğun dinlenmeye, gezmeye, dolaşmaya, oynamaya zamanı olmayacak mı? Unutmayalım ki dolu beyin yeni bilgi almaz. Nasıl ki tok çocuğa dünyanın en güzel yemeğini yediremiyorsak, susamayan çocuğa su içiremiyorsak dolu beyini de yazın kursta memnun edemeyiz. Biz de memnun kalmayız. Çocuk hem isteyip hem de ihtiyaç hissedecek. İhtiyaç hisseden er veya geç öğrenir. Bence bu zamanlamayı iyi hesaba katmak lazım. Zira bu vücut bu sıkleti çekmez. Ortaya koymaya çalıştığım tespitlerin her biri ayrı bir yazı konusu. Açılması lazım. Yine de burada kısa kısa değinmeye devam edeceğim. Bir diğer konu Kur'an eğitimi illaki yaz dönemlerinde cami, kurs vb. yerlerde mi verilmeli? Pekala bu, eğitim yılı içine yayılarak eğitim ve öğretim yılında okullarda verilemez mi? Ayrıca din eğitimi denince niçin ilk önce orijinalinden Kur'an okumak/okutmak aklımıza geliyor? Önce elif, be, te, se vb. Arap harflerini öğrenerek mi başlamalıyız? Çocuk ilk önce "derake, derace" yi mi öğrenmeli? Ki bunu da öğretemiyoruz. Kur'an'ın okuyuşunu bilmek tek başına yeterli midir? Bu konuda çocuğun başka bilgi ve eğitime ihtiyacı yok mu? Küçük yaştaki çocuklara Kur'an'ı öğretmeye başlamadan önce bu kurslarda onlara ilk önce okul sıralarını karalamamayı, yalan söylememeyi, kötü söz söylememeyi, sınavlarda kopya çekmemeyi, kavga etmemeyi, hakkımız olmayan bir şeyi almamayı; paylaşmayı, nazik ve kibar konuşmayı, sorumluluk vs almayı öğretsek daha iyi olmaz mı? Verdiğim bu örnekler, din eğitiminin içine girmez mi? 

Demem odur ki çocuğun ilk önce vücudu Müslüman olsun. Küçük yaştan itibaren yavaş yavaş ahlakla mücehhez olsun. İnanın bu kazanımları verdikten sonra çocuk Kur'an öğrenmeye, namaz sürelerini ezberlemeye yönelecektir. Zaten bugün okulların, ailelerin, toplumun ve devletin en büyük sorunu ahlaki dejenerasyon değil mi? Gelin ilk önce zihin ve bedeni Müslüman yapalım, arkası gelir. 

Hangisi daha öncelikli, salt Kur'an öğretimi mi yoksa ahlak mı? İkisi birden dediğinizi duyar gibiyim. İkisi birden olursa aliyyülala olur. Olmuyorsa önceliğimiz ahlak eğitimi olmalı diye düşünüyorum.

*12/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kim Benimle Kurban Kesmek İster?

Ne zaman kurban bayramı yaklaşsa içim cız eder. Kurbanın parasından değil içimin cız etmesi. Pahalı, ucuz kesiyorum. Gücüm yettiğince kestim, Allah izin verdikçe kesmeye devam edeceğim.

Benim derdim kurbanlık seçmeyi ve kurbanı kesmeyi beceremediğimden. Bu da dert mi? Aynı dertten biz de muzdaribiz dediğinizi duyar gibiyim. Tamam, burada aynıyız. Benim derdim ortak bulmada. Kendi başıma kesemeyince ister istemez büyükbaş kurbanlığa giriyorum. Giriyorum, gireceğim ama pek ortak bulamıyorum. Çünkü kiminle kurban ortağı olsam ertesi kurban, benimle ortaklığa yanaşmıyor. Bu, bir değil, üç değil, beş değil; mütemadiyen böyle. Beni tecrübe eden ya küçükbaşa yöneliyor ya kurban kesmeyip bedelini yurtdışına gönderiyor ya benim ne yapacağım belli olmaz deyip ipe un seriyor ya bana duyurmadan ortağı yediye tamamlıyor ya da kurbanlık küçük deyip sayıyı tamamlamadan eksiğiyle kesiyor. Bu durum niye böyle, anlamadım gitti. Gayri bugüne kadar ne kadar kurban ortağım varsa hepsi beni biliyor. Bu yüzden uzak duruyor. Bir ben, insanlar benden niçin kaçıyor, bilmiyorum. Bir tanesi çıkıp şundan dolayı seninle kesmem demiyor. Anlaşılan herkesin bildiği ama benim bilemediğim bu sır, önceki kurban ortaklarımla öbür dünyaya gidecek.

Kurban konusunda çok mu kötüyüm? Bana göre ben, mükemmel biriyim. Üstelik önceki yıllara göre epey tecrübe kazandım, kendimi geliştirdim. İlk zamanlar kurban kesmeye bayramlık elbisem takım elbiseyle gider, kenarda ayakta beklerdim. Bunu bırakalı çok oldu. Payıma düşen kurban bedelini herkesten önce tırak veriyorum. Eski elbiselerimi giyiyorum. Evden kap kacağımı alıyorum. Bıçak, satır ne ise götürüyorum. Herkesle birlikte hatta bazen herkesten önce kurban kesim yerinde oluyorum. 
Hayvanı yatırmayı beceremem. Ortaklarımın becerisiyle hayvan yatırılıp kesildikten sonra kah elime bıçağı alıyor, yüzmeye başlıyorum kah deri yüzmeye başlayan biri için hayvanın ayağını tutuyorum. 
Hayvanın karın ve sakatat işinden de anlamam. Neresi yenir, neresi yenmez onu da bilmem. Bilmem diye kenarda durmuyorum elbet. Kesip parçaladıkları butu alıp leğene koyuyor, bıçağı elime alıp kemiğinden ayırmaya başlıyorum. Paylaşacak şekilde parça parça ediyorum. Yeri geldi mi elime balta veya satırı alıp kemik kırmaya kalkıyorum. Hatta kimsenin yüzüne bakmadığı kelleyi bile yüzüp parçalıyorum. 

Gördüğünüz gibi bal yapmaz arı gibi olsam da boş durmuyorum. Nedense orta yere bir ürün koyamasam da hummalı bir şekilde çalışıyorum. Tüm bu mükemmelliğim içinde benimle beraber durmayan bir yönüm daha var. Ortakların hepsi sıcağın altında ecel terleri döküp buram buram terlerken benim dilim de durmuyor. Durmadan konuşuyor. Milletin eli çalışırken ben daha fazla efor sarf ediyorum konuşarak. Durumum bu iken beni tecrübe eden herkes niçin kaçıyor anlamış değilim. Acaba konuşmam mı sorun? (Hele şükür!) Bu adam konuşarak kurbanın bereketini kaçırıyor diye mi düşünüyorlar acaba? Bizim gibi ortak kurban kesenlerden sonraya kalmamız da bir ayrı sorun tabi. Acaba diyorum bir daha kurban ortağı bulur da benimle kesmeye kalkan olursa konuşmasam mı diyorum. Denemeye değer diyeceğim ama ben konuşmadan duramam ki...
Şimdi siz bana "Kesim yerlerinde kes-parçala ve sıyırma yapıyorlar. Biz böyle yapıyoruz, sen de böyle bir yeri dene" diyeceksiniz. Denemez olur muyum hem de kaç yıl böyle yaptık. Kesim yerinde beklerken ağaç olduk hepsinde. Bir defasında sıyrıldıktan sonra gidelim dedim. Bu sefer de budun biri iç edilmiş.
Gördüğünüz gibi derdim büyük. Hem de çok büyük. Bu durumda siz olsanız benimle kurban ortağı olur musunuz? Neyse içiniz rahat olsun, bu sefer de yolda kalmadım, girdim bir yere. Kurban bayramınız mübarek olsun.