5 Temmuz 2019 Cuma

Neler İstedim Bu Dünyada Neler!

İyi olmadan iyi görünerek bu dünyada neler olmak istedim neler! Hep hayalimdi bir makam ve mevkiye gelmek. Koltukla beraber zenginlik de gelecekti elbet. Makam ile zenginlik birleşince şöhret olacaktım. Kameralar karşımda flaşlar patlatacaktı. Basın ordusu nereye gidersem beni takip edecekti.

Hiçbiri gerçekleşmedi. Küçücük hayal dünyamda büyük yer kapladı. Tüm çabaya rağmen olmayacak deyip atamıyorum da. Hasılı vücudumda bir yük olarak duruyor. Kendi kendime hayal kurma, senin olacağın bu kadar desem de nefsim bir türlü beni bana bırakmıyor. Meşhur olmak senin de hakkın dedi durdu bana.

Bir an için bir şey olamasam da kanunla korunan şöhret sahibi kişilere herkesin gözü önünde benim gibi meşhur olmak isteyip de bir türlü olamayan, sonunda padişahın yüzüne tükürdükten sonra meşhur olan adam gibi tükürmek geçti içimden. Sonrasında başıma gelecekleri aklıma bile getirmek istemedim. Meşhur olma uğruna bu yaştan sonra hapsi çekemezdim. Hapse razı olsam bile devletin birliğini temsil edenin elinden çekeceğim vardı. Haddini bil, sen de kim oluyorsun şeklinde demediğini bırakmazdı. Yine bu yaştan sonra kimsenin lafını çekemezdim.

Tosuncuk gibi olayım, milleti çarpıp köşeyi döndükten sonra terki diyar edeyim, günümü gün yapayım dedim. Buradan da ekmek çıkmaz bana. Çünkü hem devlet hem de millet gözünü açtı. Haydi hepsinden geçtim. Beceremem ki dolandırmayı. Dürüstlüğümden değil, beceriksizliğimden kendi kendimi ele verirdim. 

İyi de ben bir türlü bir baş olamayacak mıydım? Olacaksam bir şeyin en başı olmalıydım. Görünürde cumhurun başı var. O koltuğun taliplisi çok. Zaten mevcut da bir türlü bırakacağa benzemiyor. Her şeyi göze alıp karşısına geçsem bana ilk günden "Acemi çaylak! Senin devlet tecrüben var mı" diyecek, kendi olduklarını ve yaptıklarını sayacaktı arka arkaya.

Baş baş derken aklıma terörist başı Öcalan geldi. Madem iyilerin başı iyi biri olamadım. Devlete ve millete kök söktüren bir eşkiya olmak geçti. Neden olmasın? Alıp başımı gidecek, dağları mesken edinecektim. Emrimdekilere hep vur, kır, öldür, yak emri verecektim. Beka Vadisinden durmadan emirler yağdıracaktım. 40 bin kişinin katili olacaktım. Her şehit cenazesi geldikçe millet bana lanet okuyacaktı. Ama olsun. Amaç meşhur olmak, adımı duyurmak değil mi? Olsun o kadar... Sonra? Kaç kaç nereye kadar? Ülkeme geri dönsem millet beni çiğ çiğ yerdi. Birkaç ülke gezdikten, hepsinden istemeyiz cevabı aldıktan sonra paketlenmiş bir şekilde devletin şefkat eline kendimi teslim edecektim. Hem bu vesileyle ilk defa uçağa da binmiş olacaktım. İşin ciddiyeti anlaşılsın diye ağzıma, gözüme sarılan bant çıkarılırken biraz acıtacaktı ama bence değer. O kadar da olsun. Uzun bir yargılama sürecinden sonra atacaktım kendimi dört tarafı denize nazır bir adaya. Emekliliğimin pardon yaptıklarımın karşılığını orada çekecektim. Tabi çekme denirse buna. Yeme, içme, barınma işlerine bir kuruş vermeden dünyada iken cenneti yaşayacaktım. Doktor emrimde, avukatlarım var. Yok yok... Ara ara mektup yazar, avukatlarım aracılığıyla örgütüme mesaj da verirdim. Devlet de kulak kesilirdi bana. Orada tek pişmanlığım keşke uzun yıllar dağda, bayırda kaçak göçek yaşayacağıma daha önce bu İmralı'ya niye gelip buradan yönetmedim örgütümü olurdu.

Ben bunları bir baş olma uğruna yapacaktım ama sonu tatlı olacak diye dağ, taş ve inlerde yaşamak hem zor hem de raconuma ters gelir benim. Yok mu bunun daha kolayı ve şehirde olanı derken aklıma dağ eşkiyasının ruh ikizi geldi. Şehir versiyonu bana daha uygundu. Küçük bir dünya kurar, o kurduğum dünyaya dini, diyaneti, eğitim ve öğretim işlerini sığdırırdım önce. Buralarda başarılı olunca sevenlerim basın, iş, bürokrasi gibi her alanda oynardı. Tüm bunları bir ceketimle yapardım bu dünyada. Ardından 170 ülkeye namım giderdi. Herkes bana Hocaefendi der, saygıyla eğilirdi. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi hasta görünümlü bir şekilde devletin her yerinde kadrolaşarak başarımı gösterince, Türkiye dar gelirdi bana. Sonra burada kalmak bir risk olurdu. Çünkü sevenim kadar sevmeyenim de çoktu. Hem aynı hizmete hizmet eden dağdaki kardeşim de gelmişti İmralı'ya. Bir yerde iki güneş olmazdı. Onca yaptıklarıma karşılık bir terfi almalıydım. Burası da olsa olsa okyanus ötesi olabilirdi. Hem orası benim ana vatanımdı. Korunaklıydı üstelik. 

Gördüğünüz gibi küçücük hayal dünyam çok geniş. Bana imkan verseler, birileri elimden tutsa ve bana inanıp ardımdan gelecek bir kişi olsa meşhur olma uğruna neler yapmazdım neler ve ben bugün nerelerde olurdum. Yukarıda anlattıklarımın hangisini yapsam tükürmenin dışında hep ihya olacaktım. Ah kafam ah! 

4 Temmuz 2019 Perşembe

Küçüklüğünü Özledim

Çoğu kimsede geçmişe özlem vardır. Neydi o günler, nerede kaldı eski bayramlar, ah o eski komşuluklar, domateslerin eski tadı yok, köy hayatı en iyisiymiş, eskiden ana-babaya saygı vardı, eski öğretmenlere bir saygı vardı, herkes büyük aile idi; şimdi çekirdek aileye döndü, yokluk vardı ama insanlar mutluydu, günümüzde her şey var ama ağzımızın tadı yok...şeklinde. Bu serzenişlerde haklılık payı var mı? Var elbet.

Bende de geçmişe bir özlem var. Benim özlemim de eski partimedir. Küçüktü, yüzde on barajını aşamazdı. Aşamazdı ama sanki barajı aşacak hatta iktidar olacak gibi çalışırdı. Tıpkı karınca gibi. Partinin yetkilileri ayak basmadık yer bırakmazdı. Ulaşamadığı yerlere partiye gönül vermişler parti hatiplerinin kasetlerini götürür, oradakilere izletirdi.

Seçimler yapılır. Akşam ekranlarda geç vakitlere kadar heyecan içerisinde sonuçlar izlenirdi. Tüm umutlar barajı aşmaktı. Bir aşsak, Meclise vekil göndersek bizden mutlusu olmayacaktı. Sonuç, barajı aşamayınca ağlamaklı bir şekilde yatağı boylardık.

Her yerde kazansın veya kazanamasın mutlaka aday gösterirdik. Adayımız kazanamasa da gönüllerde taht kurardı. Çünkü oy vermeyenlerin çoğu "Temiz aday mı arıyorsun? Aslında falan aday" diyerek bizim adayımızı gösterirdi. Kazanamazlar veya barajı aşamazlar diye bizim adayımıza oy vermezlerdi. Bizimkiler oyumuzu ne kadar artırdık, ona bakar. Bir sonraki seçimin hazırlıklarına başlarlardı.

Pes etmek, küsmek, darılmak yoktu. Başarı bizim için hedef değildi. Önemli olan rızayı Bari için çalışmaktı. Çalışmak bizden tevfik Allah'tandı. Bundandır ki bu işi meccanen yapan çoktu. Yeter ki bizi dinlesinler, dinleyecek bir kişi olsun. Yüzümüze baksınlar; derdimizi, dert edindiğimizi bir dinleyip anlasınlar yeterdi. Çünkü görünürde siyaset yapsak da bir irşat görevi ifa ediyorduk. Makam, mevki vız gelirdi bizim için. Ahlaktı, maneviyattı, kalkınmaydı, ağır sanayiydi. Kısaca kökü İslam'a dayalı milli bir duruştu bizimkisi.

Meclis'e girersek bu milli duruşu sergileyecek, ezilmişlerin sesi olacaktık. Hele bir de iktidar olursak çözüm mercii olacak, başta kızlarımız olmak üzere herkes inandığı gibi yaşayabilecek, herkesi kucaklayacak, bize yapılan dışlamayı kimseye yapmayacaktık.

Sonunda Allah Teala, "Kulum, çok istediniz, istemekle kalmayıp sebebini işlediniz ve çok çalıştınız. Alın nöbeti size veriyorum. Bakalım bu imtihanı başarıyla geçebilecek misiniz, küçükken gösterdiğiniz samimiyet ve içtenliği büyüyünce, makam ve mevki sahibi olunca gösterebilecek misiniz dedi. Bayrağı bize verdi. Sonuç? İmtihanı geçtik mi, geçmedik mi? Takdir okuyucunun... Bana sorarsanız allem (Konya tabiriyle Allah en iyisini bilir demektir) ben, benim zihniyetimin barajı aşmadan ve iktidara gelmeden önceki baraj altı küçüklüğünü ve Meclisteki muhalefet etme  yönünü özledim. Katılır veya katılmazsınız...saygı duyarım. Aynı saygıyı ben de beklerim.

3 Temmuz 2019 Çarşamba

Mustafa Sarı

1980 yılında orta ikinci sınıftan itibaren tanıdım kendisini. Mersin Gülnar'dan aramıza katılmıştı. Şen şakrak birisi idi. Sınıfın yaşça en küçüklerindendi. 

Lise birinci sınıftan itibaren ayrılmış olsak da irtibatımız devam etti. Zaman zaman 86-7C sınıf pikniklerine katıldı.

En son duyduğumda SÜ. Selçuklu Tıp Fakültesi Göğüs bölümünde yattığını öğrendiğim. 28.06.2019 günü hastanede kendisini ziyaret etme imkanım olmuştu. Ayaklarında romatizma hastalığı varmış. Ayaklarını göstermişti bana. Atan pıhtı ciğerinden çıkmış. 

Konuşması, şen ve şakraklığı yerindeydi. Evlenmiyorlar, çocukları bir everebilsem dedi. Geçmişi yad ettik birlikte biraz.

Vedalaşıp çıkmadan önce yanında refakatçi olarak kalan en büyük oğluna "Oğlum, Ramazan Abin bizim başkanımızdı. Birlikte bir fotoğrafımızı çek" demişti. Yatağına oturarak çekindiğimiz fotoğrafı sosyal medyadan paylaşmış. Beni de etiketleyince haberim oldu.

Asansöre kadar da beni geçirmek için bana eşlik etti.

Takvimler 03.07.2019'u gösterdiğinde sanırım yeniden pıhtı atmış olmalı ki yoğun bakımdan çıkamadı. Bana hatıra olarak birlikte çekindiğimiz bir fotoğraf kaldı. 

Kin gitmezdi. Fakat inatçı bir kişiliği vardı. Yaradan çağırınca boynum kıldan ince dedi. Çekip gitti. Sınıfımızın ilk firesi Mustafa Sarı oldu. 

Ondan bana hatıra olarak yukarıdaki fotoğrafla birlikte orta ikinci sınıfta aramızda geçen bir anekdot kaldı. Yeri mi bilmiyorum ama anlatayım: Orta ikinci sınıfta sınıf başkanıyım. Ders öğretmeni sınıfa gelmeden önce sınıfın sükunetini sağlamam gerekiyordu. Arkadaşlar, durun derken caydırıcı olsun diye konuşmaya devam eden üç kişinin ismini yazmıştım. Yazar, öğretmen gelmeden önce silerdim. Tahtaya "K" yazdım. Altına,
1.Mustafa Sarı
2.Bayram Kuşçu
3.Ali Öztürk(galiba. Tam emin değilim.)

Ben bu üç ismi yazdıktan sonra rahmetli, konuşmayı bırakmadığı gibi şarkı söylemeye başladı. Bu durum zoruma gitti. Yazdığım isimleri ilk defa tahtadan silmedim.

Derse giren Matematik öğretmeni Solmaz Genç, tahtada yazılı isimleri görünce "Bu sizin başkanınız hiç isim vermez, durmayanları yazmazdı. Hah şöyle! İlk defa yazmış" dedi. Bu üç arkadaşı tahtaya kaldırarak bir problem sordu. Yani onları sözlü yapmıştı. Bilemedikleri için onlara "oturun, 1" demişti. Notu gerçekten mi verdi, korkutmak amacıyla verir gibi mi yaptı bilmiyorum. İşte böyle inattı bizim Mustafa. Dediğim gibi Yaradan'a direnmedi.

Hiç ölüm hastası gibi görünmüyordu. Helalleşme hiç aklıma gelmedi. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. Rabbim geride kalanlarına sabır versin. 7C sınıfının başı sağ olsun.
Hakkımız varsa helal olsun. Sen de helal et be kardeşim!

Geriyi Sağlama Almadan İleride Başarı Gösterilemez *


Osmanlı Devleti, ülke içinde birliği sağlamadan kolay kolay dış fütuhata gitmedi. Çünkü geriyi sağlama almadan dışarıda zafer elde edilemeyeceğini iyi biliyordu. İçte birliği sağlamadan dışa açılmama durumu sadece Osmanlı ve diğer devletler için geçerli olmasa gerek. Bu durum ülke siyasetinde iktidar olmak ve iktidarda uzun soluklu olmak için de geçerlidir. Aile, sülale ve aşiret için de hakeza. Hepsinde birlik gerekir.

Bir partinin tabanında veya partinin üst ekibinde çatlaklar oluşur, kırgınlıklar artarsa partinin yapacağı ilk şey partide birliği sağlamak olmalıdır. Partide görev alan kişilerin tek amaç etrafında birlikte hareket etmesi için elinden gelen çabayı göstermesi gerekiyor. Ne yapıp ne edip parti içinde barış ve huzuru sağlamalıdır. Sağlamalı ki gözü arkada kalmamalıdır. Sonra gözünü ileriye dikmelidir. 

Giden gitsin, kalan sağlar bizimdir siyaseti izlenir, gidenlerin yerine yenileri doldurulursa gönderdiklerimiz veya kendiliğinden gidenler bir müddet sonra karşımıza rakip olarak çıkar. Bu da gücün bölünmesi, sinerjinin yok olması demektir. Güç bölünürse zayıflık ortaya çıkar. Bu zayıflık ise rakiplerin arayıp da bulamayacağı bir şeydir. Parça parça olmuş sizi evire çevire yener.

Amaç ülke siyasetinde söz sahibi olmak, bu ülkeye hizmet etmek, ideallerini gerçekleştirmek ise parçalanmanın hiçbir izahı olamaz. Sevenlerini üzen, rakiplerini sevindiren bir durumdur bu. Kim ister böyle bir durumu? Aklı başında kimse istemez. Çünkü böylesi parçalanmışlıktan ancak rakipleri faydalanır. Durum bu iken, orta yerde büyük fikir ayrılıkları olmadığı halde güçlerini zayıflatmayı göze alanlar, ortaya çıkacak sonucun baş sorumlularıdır. Çekip gitmeden veya yol vermeden önce ortaya çıkan sorunları oturup kendi aralarında bir güzel halletme yoluna gitmeleri gerekir. Kim bunu yaparsa gücünü birleştirmiş olur. Bu birlikte de dirlik olur. Şayet amaç ülke siyasetinde söz sahibi olmak, bu ülkeye hizmet etmek ve ideallerini gerçekleştirmek değil de bir baş olma sevdası ise kusura bakmasınlar, bu anlayışla ne kendilerine ne de ülkeye hayırları olur.

Bir an için düşünüyorum. Bir zihniyet güçlü iken kaybetse, muhalefete düşse başarısızlığın sahibi olmaz, herkes kendi başının çaresini bakar diyeceğim. Ama iktidarda iken bu kopuşlar oluyor, herkes bir baş olma hevesine kapılıyorsa bu parçalanmışlıkla, bu kafayla asla baş olamazlar. Ancak birbirlerini aşağıya çekerler. Amaç bu ise bunu başaracaklar. Kendilerini tebrik ediyorum.

Bir zamanlar birliktelikleriyle güzel bir sinerji meydana getirenler bu görüntüleriyle sevenlerini sevindirmişlerse ayrılıklarıyla da sevenlerini üzmektedirler. Yol yakınken, testi kırılmadan bu sevdalarından vazgeçmelerinde fayda vardır. Bu durumda olan kimseler şunu unutmasınlar ki içte birliklerini kaybedenler, ülkenin geleceği hakkında söz sahibi olamazlar ve ülkeye de verebilecekleri bir şey yoktur.

*06/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




2 Temmuz 2019 Salı

LGBT ya da Lutilik ***


Siz de benim gibi cahilseniz o zaman LGBT’nin ne anlama geldiğini bilmiyorsunuzdur. Ben de ne olduğunu öğrenmek için öğrenmenin yaşı yok sözünün arkasına sığınarak dönüp dönüp sözlüğe baktım. LGBT; Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transgender kelimelerinin baş harflerinden oluşmuş bir kısaltma. Korkarım siz de benim gibi bize yabancı bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilmiyorsunuzdur. Dedim ya cahil cahili buldu. Birbirimizi ağırlayalım. Lezbiyen, kadın kadına cinsellik; gay, eşcinseller için kullanılan bu isim genellikle erkek eşcinselleri belirtmek üzere kullanılan terim; biseksüel, çift cinsiyetli; transgender, travesti yani biyolojik kimliğini kabullenmeyip karşı cinsten olma gibi hissetme durumu. Anlayacağınız bizim geçmişte Lutilik, homoseksüellik, eşcinsellik adını verdiğimiz ilişki biçimine şimdilerde daha kısaca LGBT deniyor.
Sayıları dünya nüfusunun yüzde beşi olabileceği yorumları yapılan bu LGBT’liler zaman zaman değişik saiklerle adlarını duyurmaya çalışsalar da 30 Haziran’da İstanbul’da “Onur Yürüyüşü” yapmaya yeltenince Türkiye’de epey bir gündem oluşturdu. Bazı belediyeler bu yürüyüşe destek açıklaması yaparken halkın büyük bir çoğunluğu bunlara tepki gösterdi. Sosyal medyada izlediğim kadarıyla çoğu kimse, Lut Peygamberin kavminin homoseksüellik gibi sapık ilişki dolayısıyla helak olduğunu, üzerlerine taşlar yağdığını ve helak olduklarını, bu tür ilişkinin dinen haram olduğunu yazıp çiziyor. Yazılıp çizilenler doğru. Fakat bu dilden anlar mı LGBT’liler? Sanmam. İzlediğim LGBT’liler verdikleri görüntülerle ne Allah’tan korkuyor ne de kuldan utanıyorlar. Hani eskiden Allah’tan korkmuyorsun, bari kuldan utan” denirdi. Bu kişilerin belleklerinde -yaptıklarına bakarak- ne Allah var ne de kul. Bu durumda eşcinselliğin yasak olduğunu söylememiz bir fayda sağlamaz diye düşünüyorum. Bunlara şiddet uygulamak da çözüm değil. Baksanıza “Onur yürüyüşü” yapıyorlar. Neyin onuru ise? Onca derdimizin arasında, anlaşılan bundan sonra bu LGBT’liler şu ya da bu şekilde kendilerinden söz ettirecekler.
Bildiğim kadarıyla Lut peygamberin kavmi herkesin gözü önünde, kimseden çekinmeden eşcinselliği alenen yapmaya başladıklarından dolayı helak oldu. Kimse karışamadı, kimse bir şey diyemedi. Bir şey diyen ise “Keşke bu işi az ötede yapsalar” diyebildi sadece. LGBT, verdikleri bu görüntüyle sanırım Lut peygamberin kavmindeki sapık ilişkiyi aratmayacağa benziyor.
Bazıları LGBT’lilere destek vermek suretiyle bunun bir özgürlük ve hak olduğunu, bu hakkın onlara verilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bence yanlış yoldalar. Bu tür bir ilişki biçimi fıtrata aykırıdır. Din, ahlak ve örfümüzde de yeri yoktur. Adnan Demircan hocanın bu konuyla ilgili bir yazısına burada yer vermek istiyorum:
Bir psikolog arkadaşım anlatmıştı. Bana kimliğinden farklı cinsel eğilimleri olan bazı hastalar geliyor, sohbet ediyoruz. Onlara durumlarının yaratılışlarının gereği olduğunu, bu kimliklerini göstermelerini söyleyenler var. Bunu savunan birisine sordum:
-Birisinde hırsızlık yapma eğilimi varsa bu durum hırsızlığı meşrulaştırır mı?
-Hayır!
-Peki, ne yapması gerekir?
-Bu duygusuyla mücadele etmesi gerekir.
-Diyelim ki güzel bir hanım gördüğümde dayanamıyorum. Bu duygum eşimi aldatmamı meşrulaştırır mı? Hepimizin sıkıntıları var ve bunlarla mücadele etmemiz gerekir.
Din diliyle söylersek, herkesin imtihanı farklı... Allah imtihanı başarıyla bitirenlerden eylesin.”
Yaptıklarına bakarak bunlara ne yapılacağını, nasıl davranılacağını kestirmek zor olsa gerek. Bunların dilini anlayabilene aşk olsun. Anlamaya çalışıyorum. Bir yere koyamıyorum. Bu durumda bizim yapmamız gereken, bu kişilerin isimlerinin tespiti yapılarak psikologla görüşmelerini sağlamak. Mutlaka bunların dilinden anlayacak birileri çıkar. Tedavileri mümkünse tedavilerini yaptırmak gerekiyor. Seslerini duyurmak amacıyla bunların yapacağı protesto ve yürüyüşlerini görmezden gelmek, basında hiçbir şekilde fotoğraflarına ve yazılarına yer vermemek en doğru yol gibi geliyor bana. Çünkü bu tür yürüyüşlere haber niyetiyle yer vermek bile bu yaptığımız, onların yapacaklarını alenileştirir. Zaten amaçları seslerini duyurmak. Buna alet olmamak gerekir. Mevcut LGBT’lilerin ıslah edileceğine ihtimal vermiyorum. En azından anne ve babaları bu konuda bilgilendirmek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü anne ve babalar, çocuklarında bu şekil aynı cinse meyil sezdikleri zaman bunu gizleme yoluna gidiyorlar. Aileler bu durumu gizlemek yerine küçük yaşta çocuklarını tedavi ettirme yoluna giderlerse LGBT’lilerin sayısında bir azalma olacağını düşünüyorum. Allah bizi beter felaketlerden korusun.

***04/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Algılara Teslim Oluyoruz Hep

Hucurat süresi 6.ayette geçen "Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz." ayet mealini bilmeyenimiz yok. Hatta bildiğimizle kalmayız birbirimize de okuruz. Hem bilir hem okur hem inanırız ama iş amel etmeye gelince uygulamayız. 

Ne zaman bir haber duysak eğer haber işimize geliyorsa doğru mu yanlış mı demeden balıklama atlıyoruz ve bu haberi kendi düşüncemizi desteklemek için kullanır da kullanırız. Ne zamana kadar? Birileri bu haberle maksadına ulaşıncaya kadar bu haberle yatar kalkarız. Örnek mi istersiniz? 80 öncesi bu ülkede sol-sağ kavgası vardı. Her gün karşılıklı gençler ölüyordu. Milletçe bu akan kan nasıl durdurulacak? Yok mu bunun çıkış yolu derken asker yönetime el koydu. Ülkeyi yönetenlerin durduramadığı kan, bıçak keser gibi kesildi. Hele şükür, akan kan durdu derken 80 ihtilalının PKK ve FETÖ terör örgütlerinin neşvünema bulmasına zemin hazırladığını öğrendiğimizde iş işten geçmişti. Yine sol ve sağ kavgasında öldürülen gençlerin aynı silahtan çıkan mermi ile öldürüldüğü ortaya çıktı ve bu sol ve sağ kavgasının darbenin meşru şartlarının oluşması için yapıldığını öğrendik. Bizim bunları öğrenmemiz bize pahalıya patladı. Nice gencimiz cunta mahkemelerinde yargılanarak darağacını boyladı. Niceleri uzun süre mahpus yattı. 

Önümüze irtica paranoyası kondu. Gerici ve yobazlar bardağı taşırdı. Ülke ve laiklik elden gidiyor denerek 28 Şubat yapıldı. Niceleri hapsi boyladı. Hala içlerinde mahpustan çıkmayanlar var. Katsayı ucubesiyle gençlerin önü kesildi. Kamudan başörtüsü atıldı. Direnenler görevinden oldu. Üniversite kapısı başörtülüye haram oldu. 

Hizbullah çıktı. Domuz bağını tanıdık. Mezar evlerini duyduk. Yapılan operasyonlarda yakalananlar ve bu örgüte üye olanlar yargılandı. Çoğu ceza aldı. Kimi çıktı, kimi hala yatıyor. 

2007 yılına geldiğimizde Ergenekon terör örgütüyle tanıştırıldık. Ardından Balyoz operasyonları ve diğer bir dizi operasyonlar yapıldı. Çoğunluğu askerden oluşan yüzlerce kişi yargılandı, mahkum oldu. Çoğu tutuklu sanıklar ortalama beş yıl yattıktan sonra "kumpas var" dendi, içerdekiler salıverildi ve bu dava 12 yıl sonrasında bitti. Mahkeme "Ergenekon diye bir terör örgütünün varlığı tespit edilememiştir" diyerek yargılananların beratına karar verdi. Burada da mağduriyetler oluştu.

Şimdi 17-25 Aralık operasyonlarıyla yüzünü gösteren ve 15 Temmuz kanlı darbe teşebbüsüyle gerçek yüzünü gösteren FETÖ terör örgütü operasyonları ve yargılamaları var. Çatı davası bitmiş olmakla beraber bu örgüte iltisaklı olanlara karşı yapılan operasyonlar hala devam ediyor. Bu örgüte üyeliğinden veya ilişkisinden dolayı kamudan ihraç edilenlerin ve içeride yatanların sayısı da az değil. Kimi içeride kimi de yurt dışında elini kolunu sallayarak dolaşıyor.

Verdiğim örneklerle ne anlatmak istediğime gelince tüm bu olup bitenlerden, operasyonlardan ve yargılamalardan anladığım bu ülkede kim bir iş yapmak istiyorsa işe kendiliğinden kalkışmıyor. Önce toplumu bir güzel işliyor, yapacağı şeye halkın bir kısmını veya ekseriyetini inandırıyor. Yani kamuoyu oluşturuyor. Ardından operasyonlara ve yargılamalara başlıyor. Hedef ve maksadına ulaşıncaya kadar kafasına koyduğunu devam ettiriyor. İşi bittikten sonra bırakıyor. Çünkü maksat hasıl olmuş oluyor. Tüm bu olup bitenlerden anladığım bu ülkede her şey algılar üzerine yürüyor. Savaş da oluşturulan algılar üzerinden yapılıyor. Ergenekon davasının 12 yıl sonra pardon şeklinde bitmesi bana çok şey öğretti. Daha bitmedi ama FETÖ davası ne şekilde biter? Bittiği zaman ne konuşuruz bilmiyorum. Bunu da zaman gösterecek. Umarım FETÖ davaları ve operasyonları bittiği zaman önceki davalarda duyduğumuz pişmanlığı duymayız. Umarım bizi birileri yine oyuna getirmiyordur. Umarım doğru yoldayızdır.

İleride olayların gerçek yüzü ortaya çıktıktan sonra pişmanlık duymak istemiyorsak,
*Duyduğumuz her habere ilk önce acaba mı demeliyiz. Haberi önce araştırmalıyız. Hucurat 6.ayetin gereğini yapmalıyız.
*Niyetimiz öç almak, intikam peşinde koşmak, birilerine had bildirmek değil, gerçeğin ortaya çıkması olmalı. Adaleti yanıltmamalı, yargıyı kendi süfli emellerimize alet etmemeliyiz. Yargıyı kendi haline bırakıp tarafsız olmayı bilmeliyiz. Görülmekte olan bir davanın biz ne hakimi ne savcısı ne de avukatı olmalıyız. Yargı bağımsız kararını geciktirmeden, mağduriyetler oluşturmadan vermeli. Verilen kararlarda kamu vicdanı rahatlamalı.
*Her daim soğukkanlılığımızı korumalıyız.
*Yanlış ve yanlı konuşan ve bu şekil karar veren müeyyide uygulanmalı.
*Görülmekte olan bir davada TV ve gazete aracılığıyla algı oluşturulmasına izin verilmemeli. Yayın yasağı konmalı.
*Bir işe kalkışılırken, birilerini yargılamaya kalkarken bu yargının bir gün kendimize de lazım olacağını bilmeliyiz.
*Pişman olmamak istiyorsak bin düşünüp bir hareket etmeliyiz. Çünkü son pişmanlık fayda vermez.





1 Temmuz 2019 Pazartesi

“Gençlik Nereye Gidiyor!” *

Her birimiz zaman zaman “Gençlik nereye gidiyor? Neslin gidişatı iyi değil. Gençler arasında ahlaksızlık aldı başını gidiyor…” şeklinde gençlikten dert yanarız. Bu soruya bir gencimiz cevap vermiş. Aynen aktarıyorum:

“Ben 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Yazılarınızı fırsat buldukça okuyorum. Yazılarınızda sık sık “Gençlik nereye gidiyor?” türünden yakınmalarınız oluyor? Gençlik derken herhâlde lise ve üniversite öğrencilerini kastediyorsunuz. Bu durumda ben de nereye gittiğini çok merak ettiğiniz o grubun bir üyesiyim. Madem bu ülkede yaşayan insanları gençler ve yetişkinler olarak ikiye ayırdınız, ben de siz yetişkinlere bazı sorular sormak istiyorum.

Bir köşe yazarı olarak gençlerin nereye gittiğinden çok, yetişkinlerin nerede durduğuyla ilgilenmeniz gerekmiyor mu?

Ülkenin başını belaya sokan olayların başaktörleri genelde gençler mi, yoksa yetişkinler mi?

Bu ülkede yüz binlerce öğrenci tek bir soru fazla yapabilmek için dirsek çürütürken, birileri sınav sorularını ve sorularla birlikte gençlerin hayallerini çaldı ve geleceğimizi çürüttü. Bu soruları çalanlar lise öğrencileri miydi?

15 Temmuz’u planlayanlar kaçıncı sınıfa gidiyordu?

Milletin yüzüne baka baka yalan söyleyen siyasetçiler hangi üniversitede okuyor?

Sanatçı kimliğiyle her türlü ahlaksızlığı yapanlar ergen mi?

Din adamı sıfatıyla ekranlara çıkıp inancıma ve değerlerime küfredenler kaç yaşında?

Sinemada 7 yaş üstüne uygun olarak işaretlenmiş filmde bel üstüne çıkamayan yapımcılar kaç doğumlu?

Lütfen artık gençliğe laf söylemeyi bırakın da yetişkinlere bakın ve “Sizler bu ülkenin geleceğisiniz!” gibi klişe sloganlardan vazgeçin.

Çünkü sizler bu ülkenin bugünüsünüz. Siz yaşadığınız günü bile kurtaramazken, yarınları kurtarma işini niçin bize ihale ediyorsunuz?

Kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı, çarpık ilişkilerle dolu dizilere reyting rekoru kırdıran sizlersiniz. Kan damlayan, şiddet kusan senaryoları siz yazdırıyorsunuz.

Evlilik gibi kutsal bir müesseseyi, evlilik programlarında virane bir gecekonduya dönüştüren yine sizsiniz.

Youtube fenomenlerini seyrediyoruz diye ağlaşıyorsunuz. Ama o fenomenlere film çektirip parayı götüren sizlersiniz.

Siz gece kulüplerinde kavga eden futbolcuları el üstünde tutarken, okul koridorlarında kavga eden öğrencileri disipline gönderemezsiniz.

Bir yandan her türlü rezilliği özgürlük olarak sunan, cinsiyetsiz bir toplum özlemiyle yanıp tutuşan yazarların kitaplarını okurken, bir yandan ailenin öneminden bahsedemezsiniz.

Yetişkinler para hırsıyla sürekli inşaat yaparak şehri betona boğarken, gençlerden geleceği inşa etmelerini bekleyemezsiniz.

Alttan bir sürü dersiniz var, bize üst perdeden ahlak dersi veriyorsunuz!

Size bir şey söyleyeyim mi?

Yeni nesil pırıl pırıl. Hiçbir sıkıntı yok.

Asıl sıkıntı, yeni nesle eski nesilleri unutturan yetişkinlerde.

Son iki yılda kaç tane film çekilmiş ve geçmişimizi anlatıyor.

Kitapçıların çok satanlar rafındaki kitaplardan kaç tanesi gençlere ecdadını sevdirmek için yazılmış acaba?

Siz dedelerinizin emanetine sahip çıksaydınız, biz de yarınları emanet olarak kabul ederdik belki. Ama şu durumda hiç emanet alacak durumumuz yok! Kusura bakmayın! Geçmişini unutturduğunuz bir nesle, gelecekten ödev veremezsiniz!

Bu yüzden aranızda, “Yeni nesil şöyle, yeni nesil böyle!” diye konuşup durmayı bırakın!

“Senin yaşında Fatih İstanbul’u fethetmişti!” diyerek demagoji de yapmayın!

Evet, 21 yaşındayım.

Ama Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta değilim.

Çünkü benim babam II. Murat değil, hocam da Akşemseddin değil.

Kalın sağlıcakla…” Erol çavdar (http://keyifhane.net/genclik-nereye-gidiyor/)

Birçok gencin derdine tercüman olan bu gencimiz haklı değil mi? Bence yerden göğe haklı bu genç…

*08/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.