3 Haziran 2019 Pazartesi

Ortaöğretimde Yeni Sistem Üzerine *


Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk, 2020-2021 öğretim yılından itibaren uygulanmaya konacak olan yeni ortaöğretim sistemi hakkında açıklamalarda bulundu. Buna göre liselerde 9.sınıflardan başlamak suretiyle kademeli olarak ders çeşitliliği azaltılıyor. Bilgi Kuramı dersi zorunlu okutulacak dersler arasına girerken zorunlu olarak okutulan bazı dersler seçmeli ders hale geliyor. Detaylı bir açıklama olmasa da kısa açıklamadan anladığım haftalık ders saati 35 saate iniyor.

Yeni ortaöğretim sistemi, detaylı açıklanınca ve uygulamaya konunca sistemin olumlu ve olumsuz yönleri hakkında kanaat belirtmek en doğrusu ama yine de yapılan açıklamalar çerçevesinde kısa bir değerlendirmede ve öneride bulunmak istiyorum.

Öncelikle yeni sistemde ders çeşitliliğinin azaltılmasını olumlu bulduğumu ifade etmek isterim. Fakat ders çeşitliliğini azaltmak tek başına yeterli değildir. Haftalık ders saatleri daha fazla azaltılmalıydı. Beş saatlik azaltma yeterli değildir. En azından 25 saate inmeliydi. Yeni sisteme kademeli geçiş yapılması okullarda beraberinde servis sorununu getirecektir. Eski sisteme tabi olanlar günde 8 saat ders işlerken yeni sistemin öğrencileri 7 saat ders işleyecektir. Okullar eski ve yeni sistemin öğrencilerine ayrı ayrı servis ayarlamayacağına göre yeni sistemin öğrencileri diğerlerini bir saat beklemek zorunda kalacaklardır. Bu sorun üç yıl boyunca devam edecektir. Keşke kademeli geçiş yerine aynı anda tüm sınıflar bu yeni sistemden faydalandırılsaydı daha iyi olacaktı. 

Burada değinmek istediğim diğer bir husus, sistem değişikliğine ortaöğretimde başlanması. Halbuki liseyle birlikte ortaokullarda da ders çeşitliliğini ve haftalık ders saatini azaltmakla işe başlanmalıydı. Sistem birbirine paralel olarak birbirini tamamlardı. Nedense ortaokullar üzerine bir açıklama yok. Belki de liseden önce ortaokullara neşter vurulmalıydı. Değişim yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya olmalıydı. Çünkü ortaokullarda ders yükü ve çeşitliliği fazla ve bu ders yükünü bu küçük bücürler kaldıramıyor. 

Değinmek istediğim bir başka husus, hangi sistemi getirirsek getirelim -isterseniz dünyanın en iyi eğitim sistemi olsun- etraflıca düşünmezsek bu sistem de önceki sistemler gibi kadük kalır. Bence eğitim ve öğretimde kaliteli yakalamak adına yapılan bu sistem değişikliklerinin fayda vermesi için okullarda eleme sistemi mutlaka olmalıdır. Sorumluluğunu bilenle, bilmeyen; çalışanla çalışmayan arasında bir ayrım ve yaptırım olmalıdır. Anasınıfından başlayan her çocuk, başarı durumu ne olursa olsun liseyi hep beraber bitirecekse sistem değiştirmenin bir anlamı yoktur. Okullara getirilecek eleme usulü çocuklarımızı yarıştıracak ve sorumluluklarını bilmelerine fayda sağlayacaktır. Bunu her şeyden önce başarılı ve sorumlu çocukları korumak ve kurtarmak için yapmaya ihtiyaç vardır.

*14/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Yeniden Ayağa Kalkmak İstiyorsak...

Bir zamanlar fikrimizi, zikrimizi ve görüşümüzü açıklarken herkesi ötekileştirmeden kucaklamaya çalışan biz yeniden şaha kalkmak istiyorsak,
*İnsanları olduğu gibi kabul etmeli ve sevmeliyiz. Tıpkı eskiden "Yaratılanı severiz, Yaradan'dan ötürü" dediğimiz gibi.
*Eleştiriye açık olmalıyız. Her eleştireni düşman görmemeliyiz.
*Emanet, ehliyet ve liyakat temel prensibimiz olmalı.
*Aleyhimize bile olsa daima hakkı söylemeliyiz. Adaleti elden bırakmamalıyız. Hakkı üstün tutan neferler olmalıyız.
*İnsanlara güven ve itimadı şiar edinmeliyiz. Kendimiz dışında herkesi suç makinesi görmemeliyiz.
*İsraftan sakınmalıyız. Elimizdeki bütçeyi yetim malı bilmeliyiz.
*İnsanlara nazik ve kibar olmalıyız. Tatlı ve yumuşak bir üslup kullanmalıyız. Muhataplarımıza değer vermeliyiz. 
*Rakiplerimizi yok etmeye çalışmak yerine onları kazanmak için mücadele etmeliyiz. Çünkü rakipleri yok etmek bizi rehavete iter. Bu, yok oluş demektir. Çünkü bir fikir, düşünce ve hareket zıddıyla kaimdir. 
*Kendimizi rakiplerimize göre değil, olması gerekene göre konuşlandırmalıyız. Unutmayalım ki biz doğru yolda isek başkalarının sapıklığı bize zarar veremez.
*İşlerimizde istişareyi ihmal etmemeliyiz. Ekip ruhuna önem vermeliyiz. Kazanımlar ve kayıplar ekibin başarısı ve başarısızlığıdır. Ekibin önüne geçmek suretiyle kendimizi göstermeye çalışmakta enaniyet olabilir. Enaniyetin ön plana çıktığı yerlerde elde edilen başarı uzun soluklu olmaz. Bir müddet sonra tökezleme, duraklama ve gerileme başlar.
*Beraber yola çıktıklarımız ile enerjilerimizi birleştirerek iyi bir sinerji meydana getirmeliyiz. Kimseye yol vermemeli, küstürüp incitmemeliyiz. Birlik ve beraberliğimiz daim olsun. Biri illaki ayrılacaksa konuşmalarımız, yazdıklarımız ve çizdiklerimizle onun biletini biz kesmemeliyiz. O, kendi biletini kendisi kessin. Bizden uzaklaşanların sayısı her geçen gün artarsa bunu gidenlerde değil, kendimizden bilmeliyiz. Kendimizi, gidenlerin yerine gelenlerle avutmamalıyız. Bilelim ki menfaatsiz çekip giden dostun yerini kimse dolduramaz.
*Bir şey yaparken dünkü dediğimizle çelişmemeliyiz. Prensiplerimize bağlı kalmalıyız. Dünkü savunduğumuz fikrin yanlışlığı ortaya çıkmış, yerine yeni bir prensip oluşturacaksak geçmiş yanlışımızı kimse bize söylemeden biz kendimiz söylemeliyiz. Çelişkimizi ortaya koyanı da düşman bellememeliyiz.
*Kimseye kızıp bağırmamalıyız. Unutmayalım ki kızgın sirke kendi küpüne zarar verir.
*Bir gün kendimizi tekrarlamaya başlar, işler eskisi gibi gitmez ise başkasını nankörlükle ve ihanetle suçlamamalıyız. Yaptıklarımızı tekrar ederek başa kakmamalıyız. Niçin durakladık, niçin geriledik, nerede hata yapıyoruz diye bir özeleştiri yapmalıyız. Yani hatayı kendimizde aramalıyız. Eğer bizden daha iyi biri çıkmadığı halde biz her geçen gün gerilemeye doğru gidiyor, mevziler kaybediyorsak oturup adamakıllı kendimizi sorgulamalıyız.  

Bu dediklerimizi yeniden yapmaya başlayalım. Biz yeniden şaha kalkarız, alternatifimiz olmaz. Bunları yapmak için de ilk önce en tepeden en aşağıya kadar kendimizi sorgulamalıyız. Başka yolu yok. Yoksa bu gemi duvara toslayacak.

Öğretmenlik ve Fahişelik *


Milli Eğitim Bakanı 2019-2020 öğretim yılından itibaren öğrenciler kasım ve nisan aylarında birer hafta tatil yapacaklar açıklaması yapınca Ekşi Sözlükte biri öğretmenleri fahişeye benzeten bir açıklama yapmış. Yapılan açıklama, bir açıklamadan ziyade  açıklayan kişinin bilinçaltındaki herzeyi yumurtlama şeklinde olmuş. Güya aklınca mantık yürütmüş: Fahişeler yatarak para kazanıyor, öğretmenler de bol tatil yapıp yatarak para kazanıyorlar. Akıl ve mantığını yiyeyim senin.

Sayın Bakan'ın ara tatil açıklamasının uygulaması ile önümüzdeki yıl tanışacağız. Belirtilen tatillerde öğrenciler tatil yaparken öğretmenler de tatil yapacak mı? Bunu uygulamada göreceğiz. Farz edelim ki öğretmenler bu ara tatillerde öğrencilerle birlikte tatil yapacaklar. Bu tatilde öğretmen ve öğrencilere ilave bir tatil yok. Kasım ve nisan aylarında verilecek birer haftalık toplamda iki haftalık tatilin bir haftası haziran ayına, diğeri de eylül ayına ekleniyor. Yani eğitim ve öğretim yılı yine 180 iş günü.

Anladığım kadarıyla öğretmenleri fahişeye benzeten bu aklı evvel, fahişenin bedenini satarak para kazandığını göz ardı ediyor. Öğretmen ise alın terleterek, bilgisini satarak, bilgisini öğrencisine öğreterek para kazanıyor. Demek ki öğretmenler bundan sonra bu tipleri göz önünde bulundurarak okullarda fahişe ile öğretmen arasındaki farkı da öğretmesi gerekiyor. 

Eğer bu aklı evvelin karın ağrısı öğretmenlerin fazla tatil yapması ise yine bu eblehe biri, öğretmenler tatil kararını kendisi vermiyor demeli. Mantık hatası yapan bu kişi bilmeli ki öğretmenlerin tatilini Meclis, kanunla belirliyor. Eğer bu kişi öğretmenlerin tatiline kafayı takmışsa bunu Meclise taşımalı ve uzun tatili kısaltmak için girişimde bulunmalı. Çünkü tatilin muhatabı öğretmenler değil. Adam, mantık özürlü olunca kime çatacağını da bilmiyor. Eğer illa birine çatacaksa sorumlulara çatsın. Tavsiyem cami duvarına işememesi. 

Anladığım kadarıyla bu kişi bir hazımsızlık sorunu yaşıyor. Bu sendrom kendisini fazla götürmez. Yazık eder kendisine. Belki de öğretmen olmak istedi, olamadı. Şimdi egosunu tatmin etmeye çalışıyor. Bu kişi, tatil üzerinden öğretmenlere vurmak istiyorsa bu ülkede öğretmenlerden daha fazla tatil yapan kesim var. Görmek ister ve gücü yeterse Meclisin tatiline bir göz atsın. Meclisin ne zaman açılacağı, ne zaman  kapanacağı kanunla belli olmasına rağmen bir bakmışsın ki tatile girmiş. Seçim öncesi tatil, seçim sonrası tatil vs. 

Hasılı öğretmenler kendi tatilini bilir, kimsenin tatiliyle uğraşmaz, dert edinmez. Bu kişinin de aklın varsa boş versin başkasının tatilini, kendi elleriyle oluşturduğu hayatını yaşamaya devam etsin. Yaşarken de ekşi ekşi yazmasın. Çünkü ekşiyerek yazması etrafını ekşi  ekşi kokutur. 

*12/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


2 Haziran 2019 Pazar

Hangi Oruç Daha Makbul Olur? *

Birkaç genç ramazan ayında yaşlı birinin kuytu bir köşede gizliden yemek yediğini görürler. Gençler amcayla dalga geçmek isterler ve gençlerle amca arasında şu konuşma geçer:

Hayırdır oruçlu değil misin dede?

Tabi ki oruçluyum sadece su içip yemek yiyorum.

Gerçekten mi?

Gerçekten tabi!

Yalan söylemiyorum.

Kimseye kötü gözle bakmıyorum.

Kimseyle alay etmiyorum. 

İsraf etmiyorum.

Kimseye hakaret etmiyorum.

Kimsenin gizlisinin saklısının ardına düşmüyorum.

Gıybet etmiyorum.

Kimsenin malına göz dikmiyorum.

Lakin bir hastalıktan dolayı mideme oruç tutturamıyorum o kadar. Peki, siz oruçlu musunuz?

—Hayır, oruçlu değiliz sadece yemek yemiyoruz.

Hikâye bu şekilde. Benim hikâyeden anladığım, ihtiyarın orucuyla gençlerin tuttuğu orucu birleştirmek. Oruçtan maksat da bu olsa gerek. Ne güzel olurdu değil mi? Hem yememek hem içmemek hem de bütün güzellikleri bir arada bulundurmak.  İkisini birleştirmek. Yapabiliyor muyuz? Maalesef yapamıyoruz. Yapıyorsa da kaçımız yapabiliyor? En azından ben yapamıyorum.
Yıllardır oruç tutuyoruz ama nedense açlık ve susuzluk dışında bize verdiği ya da bizim ondan aldığımız bir şey yok. Tuttuğumuz oruç; ahlakımıza, yaşantımıza ve davranışımıza yansımıyor. Çünkü oruçtan maksat, açlık ve susuzluk olmasa gerek. Şayet bu olsaydı Allah niçin aç kalmamızı emretsin? Bize kalkan olması gereken oruç, bizi kötülüklerden korumuyor. Hâlbuki oruç ayetinde Allah "Sizden öncekilere fark kılındığı gibi korunasınız diye size de farz kılındı” buyurur. Bu ayetten de anlaşılıyor ki oruç bizi korumalı. Onca yıl tuttuğumuz oruç bizi korumuyorsa o zaman oruç tutmamızda bir sıkıntı var.

Oruç, ahlakımıza sirayet etmiyor diye oruç tutmayı bırakacak mıyız? Hayır, sonuna kadar oruç tutmaya devam edeceğiz.

Hâsılı, midemize tutturduğumuz orucu; elimize, dilimize ve belimize de tutturmamız gerekiyor. Tıpkı ihtiyar amcanın tuttuğu gibi. İnşallah bu da bir gün olur.

Tuttuğumuz ve tutacağımız oruçlar kabul ve makbul olsun.

*14/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

1 Haziran 2019 Cumartesi

Aynı Namazda Hem İmam Hem de Cemaat Olmak

Teneffüs arasında ikindi namazımı kılmak için okul mescidine gittim. Başına takkesini giymiş altıncı sınıf bir öğrenci içeride namaza durmak üzereydi. Zaman zaman görürüm bu çocuğu namaz kılarken kah öğle namazında kah ikindi namazında. Duruşu ve görüntüsü itibariyle yaşından büyük bir olgunluğa sahip bir öğrenci. Arkadaşları çıkış ziliyle birlikte soluğu bahçede alırken bu çocuk kendini camiye atıyor. Namazını da öyle alelacele kılan biri değil, aheste aheste kılıyor. Dersine girmiyorum ama hoşuma gidiyor bu çocuk. Her karşılaştığımda da selam verir, hal-hatır sorar. Atasına rahmet! İnşallah bu samimiyeti aynen devam eder ve sayıları da artar.

Çocuğa cemaat olalım mı dedim. Olur dedi. İmam olur musun dedim. Olurum ama siz kıldırın dedi. Namaz kıldırmayı biliyor musun dedim. Bilirim dedi. Geç o zaman dedim. Kamet yapmaya başladım. Sağına saf tuttum. 

İftitah tekbirini aldı. Ben de ona uydum. Sübhaneke duasının ardından Fatiha süresini seslice okumaya başladı. Heyecandan olsa gerek dedim. Ama baktım okumaya devam ediyor. Ne yapayım ne edeyim derken en iyisi uyarayım dedim ve sübhanellah dedim. Bu sefer Fatiha okumayı bıraktı, sübhanekallahümme ve bihamdik diyerek sübhaneke duasını okumaya başladı. Uyardığıma da pişman oldum. Keşke hiç sübhanallah demeden ikindi namazını sesli kıldırmaya devam etseydi dedim içten içe. Sonunda iyi mi yaptım yoksa kötümü bilmiyorum, namazımı bozarak istersen ben kıldırayım dedim. Olur dedi. Yer değiştirdik. Bu sefer o cemaat ben imam oldum. 

Namazı bitirdikten sonra Allah kabul etsin. Sanırım heyecandan olsa gerek, öğle ve ikindi namazları imam içinden okur, öyle değil mi dedim. Evet öğretmenim dedi. Çıkıp giderken Erhan öğretmenime selam söyle, benim adım Şükrü dedi. Aleyküm selam dedim, ayakkabılarımı giyerek öğretmenler odasına geçtim. Erhan öğretmene "Şükrü'nün selamı var dedim. Öğretmen selamını aldı ve o öğrencinin annesi geçen yıl vefat etti dedi. Öyle mi? Demek bu çocuk anneden mahrum, öksüz bir çocuk desene dedim. Çocuğa bir kat daha sevgim arttı. Allah anne ve babasından razı olsun. İleride vatana ve millete faydalı olacak, yaşantısıyla örnek böyle bir çocuk yetiştirdikleri için anne ve babayı tebrik ediyorum. Annesine de Rabbim merhametiyle muamele etsin. Bu yaşta bu olgunluk ve anne yokluğunu metanetle karşılayan bu çocuğa helsl olsun. 

Benim için bu anekdot güzel bir anı oldu. Bu vesileyle kıldığım ikindi namazında hem imam hem de cemaat oldum.

Afüvvün ***

Furkan süresi 77.ayet mealinde Allah "Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin" buyurur. Peygamberimiz "Dua müminin silahıdır" der. Bu ayet ve hadisten anlaşıldığına göre dinimiz duaya büyük önem vermektedir.

Kur'an-ı Kerim'de Allah, peygamberlerin yaptığı duaları örnek olarak verir. Hadisi şeriflerde de peygamberimizin yaptığı dualara rastlıyoruz. Bu duaların hepsi bizim günlük hayatta yapmamız gereken güzel dualardandır. İşte o dualardan biri de "Allah'ım sen affedicisin, affetmeyi seversin. O halde beni affet" duasıdır. Hz Ayşe'nin "Ya Rasulallah! Kadir gecesine çıkarsam hangi duayı edeyim" sorusuna verdiği cevaptır bu. Bu duada dikkat çeken Allah'ın en güzel isimlerinden olan afüvvün duasıdır. Biz bu dua ile Allah'tan kendimizi affetmesini istiyoruz. Ki buna mecburuz ve muhtacız. Zira Allah'ın affı olmasa bizim halimiz harap. Çünkü her birimiz günah batağı içindeyiz. Sonra kim kurtarabilir mahşerde hesap verirken bizi? Elbette ona, onun afüvvün sıfat ve ismine sığınacağız. 

Biz, Allah'tan bilerek veya bilmeyerek yaptıklarımızdan dolayı affetmesini isteyeceğiz. Yalnız bu isteme "Rabbenâ, hebbanâ" olmamalı diye düşünüyorum. Nasıl ki Allah'ın bizi affetmesini bekliyoruz, biz de başkasını affetmeyi prensip edinmemiz gerekiyor. Suç işleyen insanlara bakış açımız "Seni Allah bile affetmeyerek" şeklinde insafsızca olmamalı. Sonra ne biliyoruz Allah'ın bağışlamayacağını yoksa Allah'tan vahiy mi geliyor bize? Böyle diyerek kimse haddi aşmasın. Zira O Allah'ın affı, merhameti, bağışlaması çok geniştir. Ki o Allah "İnsanlar suç işlediği zaman Allah onları yok etseydi, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" buyurur Fatır süresinde. Şayet Allah böyle yapmasaydı orta yerde yasak ağacın meyvesinden yiyen Hz Adem kalmazdı, bir Kıpti’yi öldürdüğünden dolayı Hz Musa kalmazdı, kavmine helak vaki olunca kendisine buradan ayrılabilirsin denmediği halde muhitini terk eden Hz Yunus kalmazdı. Hz Adem, Hz Musa, Hz Yunus yaşamaya devam ettikleri gibi peygamberlik gibi bir şerefe nail olmuşlardır.

Demem odur ki suçla insafsızca mücadele edelim ama suçluya insafı elden bırakmayalım. Hata yapan ve suç işleyen insanımıza tekrar şans verelim. İşlediğim suçtan dolayı pişman oldum diyenin niyetini okumayalım. Çünkü niyetleri ancak Allah bilir. Biz ancak zahire göre hüküm verebiliriz. Suçla ve suçluyla mücadele ederken kantarın topuzunu kaçırmayalım. Adaleti elden bırakmayalım. Hak edene cezasını verirken aynı zamanda onurunu koruyalım. Hak edene öyle ceza verelim ki kesilen parmak acımasın. Suçlu hak ettim, halk ise adalet yerini buldu desin. Cezasını çeken insan tövbekâr olsun, yaptıklarından nedamet duysun. Haksız yere ceza aldığını söyleyerek devlete, devletin hâkimine ve savcısına diş bilemesin. Suçluya karşı bakışımız hem hâkim hem savcı hem avukat bakışı olmasın. 

Allah gibi affedici olmayız elbet. Ama affın suyunun suyunun suyundan nasiplenelim ve nasiplendirelim. Toplumsal barış için bu elzemdir.

***19/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Oruç Derdimiz Olmalı

Küçüklüğümde oruç uzun yaz aylarına gelmişti. Mevsim hasat mevsimiydi. Ailecek sahura kalkar, birlikte sahuru yapardık. Sahurdan sonra annem babam bizi yatırır, kendileri yatmaz, tarlaya giderlerdi. Öğleye kadar ekin direrler. Dirdiklerini at arabasına yüklerler, harmana getirirlerdi. Getirdiklerini ya patoza atarlar ya da iki atın arkasına taktıkları düvenle sapı tahılından ayıracak şekilde sürerlerdi. Öğle gibi de istirahate çekilirlerdi.

Ekin-harman işlerini yaparken asla oruç bozmazlar, hem oruçlarını tutarlar hem de işlerini yürütürlerdi. Elleri mahkum. Başka seçenekleri yoktu. Çünkü mahsul tarlada beklemez, aşırı sıcağın altında yanardı. Nasıl ki demir tavında dövülürse bu iş de zamanı gelince yapılması gerekiyordu. Büyüklerimiz oruç ekin-harman zamanına denk geldiğinde sahurdan öğleye kadar çalışma yolunu bulmuşlar. Bu çözümü bulan eski büyüklerime ancak şapka çıkartılır. Helal olsun onlara. Ki onlar bizim kadar dini bilgiye sahip değillerdi. Belki de çoğu okur-yazar bile değildi. Okumasını pat çat bilen de ya ilkokul terk ya da güç bela ilkokulu bitirmiş kimselerden oluşuyordu. Buna rağmen ne işten taviz vermişler ne de oruç ibadetini yerine getirmekten geri kalmışlar.

Günümüzde ekin harman işleri daha kolaylaştı. Bedenen çalışmanın yerini biçerdöver aldı. Hasat kaldırma işi fazla vakit de almıyor. Öyle zannediyorum sahurdan sonra işe giden de kalmadı. Eski insanların bedenen çalışarak tuttuğu orucu bugün kaç çiftçi tutuyor? Düşünmek lazım. Üstelik bugünün insanı okuma ve dini bilgi bakımından o günün insanına kaç çeker. Sanırım bu işler için bilgiden ziyade samimiyet ve duyarlılık gerekiyor.

Bu duyarlılık insanımızın çoğunda kalmadığı gibi maalesef devleti yöneten insanlarımızda da göremiyorum. Halbuki devletin görevi, vatandaşına hayatı kolaylaştırmak ve insanların dini duyarlılığını gözetmek olmalıydı. Pekala devlet bu uzun oruç günlerinde mesai kavramını gözden geçirebilir, mesaiyi geçmişte büyüklerimizin yaptığı gibi sahurdan sonra başlatabilir, öğle gibi mesaiyi bitirebilirdi. Sabah-öğle arasında mesaisini yapan insanımız iftara kadar istirahatini yapabilirdi. Öğrenciler için hakeza giriş ve çıkışlar düzenlenebilirdi. Operasyondan operasyona koşan profesyonel askerimizin dışında vatani görevini yapan askerlerimiz için oruç tutma kolaylığı sağlanabilirdi. Askerlerimiz askeri eğitim yapsalar eh oruçlarını tutmasınlar diyeceğim. Fakat mevcut askerlerimiz hayatın hiçbir safhasında ve harpte lazım olmayacak yanaşık düzen eğitiminden başka bir eğitim almıyor. En azından tüm erata olmasa bile oruç tutanlara kolaylık sağlanabilirdi. Öğrencilerin girmesi gereken merkezi sınavlar oruç dışında yapılacak şekilde planlanabilirdi. Maalesef hiçbiri yapılmıyor. Mesai bakımından diğer günler ile oruç günleri arasında bir fark bir ayrıcalık bir düzenleme bugüne kadar yapılmadı.

Tüm bunlar gayrimüslim bir ülkede olsa bu meseleyi asla gündeme almam. Ama tüm bu işler (oruca duyarsızlık) halkının ekseriyeti Müslüman bir ülkede yapılıyorsa  işte bu, benim zoruma gider. Devleti yöneten yetkililerden, iftara gösterdikleri hassasiyeti oruca da göstermelerini istiyorum. Orucu dert edinseler iyi olacak. Öyle dert edinmeliler ki oruç tutmak istemeyenlerin, arkasına sığınacakları bir mazeretleri olmasın.