25 Nisan 2019 Perşembe

Hastaneler Birilerinin Elini Kolunu Sallayarak Girdiği Yer Olmamalı *

Resmi kurumların içerisinde kimsin, necisin, nasıl birisin, dur bakalım, derdin ne, kiminle görüşeceksin denmeden herkesin elini kolunu sallayarak girip çıktığı benim bildiğim bir okullar, bir de hastaneler var. Bunların dışında diğer kurumların çoğunda girişlerde X-Ray cihazı olur. Nedense bu iki kurumda böyle bir tedbire gerek görülmemiş. Belki de bundandır en fazla şiddete maruz kalan, kafası gözü kırılan, gerekirse vurulup öldürülen bu iki kurumdan çıkıyor. Bu iki kurum da olmasa hasta ruhlu insanımız nerede, kimde deşarj olacak? Hasılı bu iki kurum çalışanlarına gelen vuruyor, giden vuruyor. Bu iki meslek grubuna şamar oğlanları dense yeridir. Milli eğitimde çalışan öğretmenleri bir tarafa bırakarak burada doktorları konu edinmek istiyorum. 
 
Tıp Fakültesi Anestezi Bölümü ağrı poliklinikliğine uyuşturucu bağımlısı bir hasta gelir. Doktordan bir ilacı yazdırmak ister. Doktor, ilacın düşük dozda olanını yazabilirim deyince yazarsın, yazmazsın tartışması üzerine hastamız nerede sakladıysa çıkardığı bıçağı doktorun masasının üzerine bir hışımla atar. Ardından bıçağı eline alarak doktora saplamak için hamle yapar. Doktor yerinden kaçmasa bugün bıçakla yaralanmış, belki de ölmüş bir görev şehidinden bahsediyor olacaktık. Doktorların başına gelen vakayı adiden bir örnek. Daha neler oluyor, ne beterlerini duyuyoruz!

Merak ettiğim bu hasta; evin mutfağında, kurban kesiminde ve  kasapların kullandığı bu Sürmene bıçağını hastaneye nasıl soktu? Katlanan bir bıçak olsa eh cebinde getirir diyeceğim. Hasta bu bıçağı ya gazete arasına sarılı bir şekilde elinde getirebilir ya da arka cebine veya gömleğinin içine koyarak getirebilir. 

Bu bıçak hastaneye nasıl sokuldu derken benimki de laf. Denemesi bedava! Silah, tabanca ne varsa girebilirsin. Çünkü gittiğim hastane girişlerinde ben X-Ray cihazı görmedim. Hastane girişleri yolgeçen hanı gibi desem yanlış olmaz.. İsteyen istediği şekilde içeriye girebiliyor. Kapılarda olsa olsa silah taşıma ruhsatı olmayan özel güvenlik görebilirsin. Onların da çoğu bir kenarda izleme görevi yapıyor ya da başka amaçlı kullanılıyor. İçeriye yaralayıcı aletiyle beraber giren hasta tipler polikliniklerde istediğini yapabiliyor.

Böyle giderse bir zamanların gözde mesleği olan doktorluğu yapan kalmayacak. Çünkü çalışanların can güvenliği yok. Can güvenliği olmayan, kelle koltukta görev yapan bir hekim kimsenin canını kurtaramaz.

Çözüm ne derseniz? En iyi çözümleri de getirip tedbirler alsak bile bizde bu şiddet anlayışı olduğu müddetçe maalesef başta şiddet olmak üzere yaralama ve öldürme devam eder. Caydırıcı olması bakımından en azından hastaneye yaralayıcı bir aletle girmenin önüne geçmek için girişlere X-Ray cihazı konabilir. Özel güvenlikle nerenin güvenliği sağlanacaksa sağlansın. Hastanelerin giriş kapılarında ve riski yüksek polikliniklerin önünde resmi polislere görev verilebilir. 

* 29/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


İstenmediğim Yere Gitmem


Hayatım boyunca ne kedi olabildim ne de fare tuttum. Bir gün bahtım açılır da bir fare tutabilirsem artık bir farem var deyip rastgele her yere gitmem. Bir bakarım: Gideceğim yer beni istiyor mu? Gittiğim takdirde birilerini huzursuz eder miyim? Beni görünce insanlar üzerime çullanmaya kalkar mı? Ben gitmesem işler yürümez mi? Mesela bir cenazeye gitmezsem farzı kifayeyi ihmal eder, cenaze orta yerde kalır. Bu yüzden indi ilahi de sorumlu olur muyum? Gitmezsem aranır, niye gelmedi derler mi?

Haydi hepsini düşündüm, kambersiz düğün olmaz deyip çıktım yola. Beni görünce insanlar cazibeme dayanamadı. Ben de bunun gibi bir fare tutacağım ama bahtımın açılması için buna elimi dokunacağım dedi. El bu. Yumuşak da gelir, biraz sert de. Çünkü sevenlerimin el vermesine hazırlıklı olmalıyım değil mi? Ne de olsa orta yerde benden kaynaklanan bir hengame oluştu. Gülü seviyorsam dikenine katlanmalıyım değil mi? Sert bir el geldi diye ortalığı velveleye vermemin manası var mı? Yumruk acıttı, beni öldürecekler denir mi? Cenazesini kıldığım şehit “beni öldürecekler, kurşun, mayın, top, tüfek beni çok acıtır dedi mi? Sessizce çekti gitti. Hem sonra ben oraya davetsiz gitmedim mi? Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer değil mi? Bazen ilgi görür bazen de şiddet. Bahtıma artık. Haydi acıttı, canımı gücün kurtardım diyelim. Önümde şehit uzanmış yatıyorken ve bir daha aramızda olmayacak iken yediğim yumruğun hesabını yapmam doğru mu?

Başıma gelenlerden ötürü keşke fare tutmaya verdiğim önem kadar bir de insan ve toplum psikolojisine önem versem olmaz mıydı? Gittiğim yöre halkı beni benimseyecek mi yoksa tepki mi gösterecek? Ortam gergin mi? Ben bu gerginliği biraz daha tetikler miyim diye düşünmem gerekmez mi?

Haydi istenmeyen yere gittim, günümü gösterdiler, canımı gücün kurtardım. Aradan günler geçti. Hala ortalığı velveleye vermemin bir alemi var mı? Bana vuranı adli kontrol şartıyla salıvermişler. Ne yapalım yani? Benim keyfim için adamı asacaklar mıydı? Kanun yeni mi aklıma geldi? Bugüne kadar taammüden öldürmeye teşebbüs edenler, yaralayanlar, vurup kıranlar hep adli kontrol şartıyla serbest bırakılırken ben neredeydim? Böyle kanun olur mu dedim mi? Demediysem bugün ağlamamın gereği var mı? Adli kontrol dedikleri bu. Adamı evire çevire döveceksin. Polis seni yakalamak için günlerce uğraşacak. Sonra seni hakim karşısına çıkaracak. Alacağın ceza 4-5 yıldan az ise sen "Sayın hakimim! Ben suçluyum. Ne olur, beni içeri al" desen bile hakim seni içeri almaz. Haydi git. Bana bir daha böyle gelme. Beni meşgul etme. Bir daha ki gelişinde öldür de gel. İşte o zaman seni muhatap alırım" dercesine sen kapı dışarı eder. Sen bu durumu biliyor olmalısın. Bilmiyorsan şimdi hakkal yakin öğrenmiş oldun. 

Ermeni Meselesi Kabak Tadı Verdi Artık! *


Ben bu Ermenileri anlamıyorum. Neden derseniz, geçmişi bırakıp önlerine ve geleceğe bakacakları yerde bir türlü 1915’ten kurtulamıyorlar. Kendileri kurtulamadıkları gibi yaptıkları lobicilik faaliyetleriyle bizim tehcir (zorunlu göç) dediğimiz olayı dünya gündeminde tutmaya ve bizi de yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Tüm dertleri, tarihte kalmış tarihi bir meseleyi tarihçilere bırakmanın ötesinde konuyu dünya siyasetinin bir parçası yapmak, kendilerinin haklı olduğunu kabul ettirmek ve Türkiye’yi mahkum ettirmek.

Kış uykusuna yatan Ermeni lobisi her nisan ayı geldiğinde harekete geçer. Acaba birkaç ülkenin parlamentosundan Türkiye’nin aleyhine bir karar çıkartabilir miyiz derler. Böyle yapmakla havanda su dövseler de zaman zaman lobicilik faaliyetlerinin meyvelerini topluyorlar. Bizim tarihimizde tehcir olarak geçen zorunlu göçü, geçmişte bazı ülkelerin parlamentosundan “soykırım” olarak geçirttiler, kimi ülkeler de “büyük buhran, büyük felaket” olarak kabul etti ve her 24 Nisan’da anarlar.

Anladığım kadarıyla bu Ermenilerin de bizim gibi adam olacağı yok. Neden derseniz? Çünkü onlar da aynı bizim gibi. Bir türlü geçmişten kurtulup günümüze gelmiyorlar. İşleri, güçleri 1915 veya diğer adıyla soykırım. Herhalde üzüm üzüme baka baka kararır misali onlar da iyice bize benzemişler. Ne de olsa asırlardır Anadolu’da bir ve beraber yaşamışız ve sadakatlerinden dolayı Milleti Sadıka demişiz. Ermeniler ve Türkler unutmasınlar ki hep geçmişle yaşamak, bir türlü günümüze gelmek istemeyen devlet ve milletler geri kalmaya mahkumdurlar. Şekil A da görüldüğü gibi.

Böyle derken tehcir olayını küçümsüyor değilim. 1915’te hiçbir şey olmamıştır, hiçbir Ermeni’nin burnu kanamamıştır da demiyorum. Ermenilerin, asırlardır bir ve beraber kardeşçe yaşadığımız Osmanlı ile 1915’te bizim yollarımız niçin ayrıştı? Bizi niçin zorunlu göçe tabi tuttular? Bize Milleti Sadıka derken niçin hain ilan ettiler diye düşünmeleri gerekmiyor mu? Birinci Dünya Savaşı gibi bir savaş ortamında yedi düvel ile çarpışırken Osmanlı “Yahu fırsat, bu fırsat! Bu arada bir macera fena gitmez. Şu Ermenilere bir had bildirelim, Bu vesileyle Anadolu’yu bir temizleyelim” mi dedi? Biliyorum bizim İttihatçılar maceracı idi. Ama herhalde dışarı ile boğuşurken içeride sorun çıkaracak kadar da maceracı değildirler. Ben tarihçi falan değilim ama bunu anlamak için illaki tarih okumaya gerek yok. Görünen, İttihatçıların bizi savaşa sürüklemesiyle kendimizi savaşın içinde bulmuşuz. Osmanlı cephelerde zor durumda olunca Anadolu’daki Ermenilerin iştahları kabarmış, “Fırsat bu fırsat” deyip ganimet paylaşımına girişmiş, kendilerine bir mevzi kazanmaya çalışmışlar. Bu durumda Osmanlı yetkilileri “Oh oh, ne güzel! Ganimetten Ermeniler de pay alsın, helali hoş olsun” demeyeceklerdi herhalde. Çıkardıkları kanunla Ermenileri Anadolu’dan göç ettirmişler. Ermeni çeteleri bizim insanımıza saldırırken o hengamede bizim insanımızın elleri armut toplamadı herhalde. Elbette göç öncesi ve göç esnasında karşılıklı olarak çatışma, ölme, öldürme olayları vuku bulmuştur. Acınız acımızdır. Sizi anlıyoruz. Aynı şeyi biz de sizden bekliyoruz. Siz de bizim acımızı duyun ve hangi durumda olduğumuzu anlayın.

Kına geldi artık sizin bu “soykırım soykırım” tekerlemenizden. Isıtıp ısıtıp önümüze koyuyorsunuz. Biz bu yemekten bıktık. Kabak tadı verdi iyice. Bu yemek bayatladı çünkü. Kusura bakmayın; bu iddialarınızdan, bu gittiğiniz yoldan size bir ekmek çıkmaz.

Her şeyden öte aradan yüz yıl geçmiş. Bırakıverin artık eteğinizdeki taşları. Olayın failleri öldü, yaşayanı da yok günümüzde. Bugün ne geçmişe gidebiliriz ne de geçmişi günümüze getirebiliriz. Siz de biz de önümüze bakalım. İnanın gelişirsiniz. Biz de sizinle gurur duyarız.

Burada bir söz de Ermeni lobilerinin dümen suyuna girip kendi parlamentolarını vazifesi olmayan işlere alet eden sömürgeci devletlere edelim: Siz kendinize ve tarihinize bakın. Bize taş atacaksanız ilk taşı en günahsız olanınız atsın.

* 27/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Nisan 2019 Çarşamba

Türkiye İttifakı mı Dediniz? ***


Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmemizin ardından 24 Haziran 2018 tarihinde erkene alarak yaptığımız cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinde Türkiye, ilk defa Cumhur ve Millet İttifakları ile tanıştı. Ardından 9 ay sonra yapılan mahalli idareler seçimlerinde resmen olmasa da partilerimiz il-ilçe ve büyükşehirler bazında yine ittifak yaparak seçimlere girdiler. Görünen o ki bundan sonra seçimlerde ittifak sözünü çok duyacağız. Partiler bir sonraki seçimlerde aynı ittifaklarla mı seçimlere giderler, ittifaklar bozulur mu, yeni ittifaklar kurulur mu, bugün karşı ittifakta yer alan partiler yarın aynı ittifakta yer alırlar mı, bunu da zaman gösterecek.

31 Mart seçimlerinden sonra ülkenin gündemine şimdi "Türkiye İttifakı" düştü. Bu ittifakı ilk defa Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan dillendirdi. Ne demek istediğini anlamadan eyvah dedim. Endişem ittifak kelimesine tabii ki… Çünkü TDK'ya göre ittifak: "anlaşma, uyuşma, bağlaşma...oy birliği...birlikte hareket etmek üzere anlaşma...birleşme" anlamlarına geliyor.

İyi, güzel, ne var bunda diyebilirsiniz? "Türkiye ittifakı" güzel ve kulağa hoş geliyor ama ittifakın doğasında, anlaşamadıkları takdirde sen yoluna, ben yoluma deyip çekip gitme vardır. Nitekim dünyada kurulan ittifaklar bir müddet sonra yerini ayrılığa bırakmıştır. Konuya bir de bizde kurulan ittifaklara bakalım. 24 Haziran 2018 seçimlerinde kurulan Cumhur İttifakının iki partisi, halen birlikteliklerini devam ettiriyor. Resmiyette ittifak yapmasa da 24 Haziran seçimlerine AK Parti listelerinde yer alarak ittifaka destek veren BBP, 31 Mart seçimlerinde birçok yerde seçimlere kendi parti amblemiyle girdi. Yine Millet İttifakı olarak 24 Haziran seçimlerine CHP, İYİ Parti ve SP birlikte girmişlerdi. 31 Mart'ta SP, ittifakın içinde yer almadı. İYİ Parti, 24 Haziran seçimlerinden sonra ittifakın bozulduğunu ifade etmişti. Sonra tekrar ittifak yaptılar. Demem odur ki ittifakların doğasında bozulma, anlaşamama ve ayrılma vardır. Bir an için partilerimiz bir araya gelerek Türkiye ittifakı kurdular. Bu, güzel ama bir gün biz anlaşamıyoruz, ayrılacağız derlerse ne olacak? 

Türkiye ittifakı ile ne kastettiğini soranlara Sayın Erdoğan "Türkiye ittifakı da Cumhur İttifakı'nın farklı bir versiyonudur. Biz şu anda 82 milyonu farklı farklı şeylere ayırarak konuşamayız. 82 milyonu biz bir ittifak içerisinde 'tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet' olarak topluyoruz. Kastımız da budur." açıklamasını yaptı. Sanırım Erdoğan Türkiye ittifakı derken Türkiye'nin birliğini kastediyor. Eğer böyle ise eyvallah derim. Zaten olması gereken de budur. Çünkü bugün her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacı var. Ülkenin huzur ve dirliği için bu durum aciliyet arz ediyor. Bunun için Türkiye ittifakının söz bazında kalmayıp içini doldurarak işe başlanmasında fayda vardır. Her konuda yüzde yüz birlikteliğimiz olmaz ama en azından asgari müştereklerde buluşabiliriz:
*Kucaklayıcı bir dil,
*Kendimiz için istediğimizi bizim gibi düşünmeyenler için de istemek. (veya tersi)
*Kıvanç ve tasada birliktelik,
*Teröre karşı tek vücut,
*Farklı fikirlere tahammül, eleştiriye açık olmak.
*Farklı fikir ve görüşte olanların aralarında diyalog ve iletişimi kesmemeleri,
*Kimse kimsenin hayat tarzına müdahalede bulunmaması,
*Birbirimize güven vermek gibi
Bir ve beraber olmak için yeter ki iyi niyetle ilk adımı atalım. Arkası gelir inşallah!

***27/04/2019 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


23 Nisan 2019 Salı

Derdiniz Ne Sizin?


Birlik ve beraberliğiniz düşman çatlatan cinstendi. Zorluk ve güçlüklere karşı sırt sırta verip kenetlendiniz. Korku ve yıldırmalara pabuç bırakmadınız. Zirvenin en alasını gördünüz. Bin bir mücadeleyle elde ettiğiniz makamları kimsenin yapamayacağı şekilde birbirinize sunarak fedakarlığın ve dostluğun en güzel örneklerini verdiniz. Aldığınız emaneti emin adımlarla götürürken zirve sizi, siz de zirveyi sevdiniz.

İş böyle devam ederken Çin işkencesi gibi teker teker birbirinizden ayrılmaya başladınız. Sebep ne? İktidarı kaybetseniz ya da bir kazaya uğrasanız; öküz öldü, ortaklık bitti. Eh olabilir, nimet bitince kimse külfete ortak olmaz diyeceğim. Öyle bir şey de yok. Hala zirvedesiniz. O halde mesele ne? Makam ve mevkileri mi paylaşamadınız? Sanmam. Çünkü kimsenin vazgeçemeyeceği makamları birbirinize altın tepsi içinde sundunuz. Düşünceleriniz mi farklılaştı? Yok öyle bir şey. Hala aynı düşünce yapısına sahipsiniz. Birbirinizin mahremine el uzatıp kanlı bıçaklı mı oldunuz. Yine yok böyle bir şey. Önünüze mikrofon uzatılsa aramızda sorun yok diyorsunuz. Madem sorun yok. Niçin bir araya gelmiyorsunuz? Niye kaçıyorsunuz birbirinizden? Bu kaçış niye, nereye kadar? Kendinize öz güveniniz mi yok? Söyleyecek sözünüz mü kalmadı? Birbirinize kapılarınız mı kapalı, bakacak yüzünüz mü yok? 

Bir sorun olduğu belli gayri. O zaman niçin bir araya gelip sorunlarınızı masaya yatırmıyorsunuz? Birbirinizden kaçışınız suçluluk psikolojisi mi? Bir araya gelip oturamıyorsanız niçin basın yoluyla birbirinize laf dokunduruyorsunuz? Yok mu sizi bir araya getirecek, sizi barıştıracak sizin dostlarınız? Hepsini bitirdiniz mi? Haydi yok diyelim. Niçin sizi tutan kalemşorlarınıza bir şey söylemiyorsunuz? Çünkü onlar sizin aranızı daha da açıyor. Onlar benim kardeşim, kardeşlik hukukumuza laf söyletmem demiyorsunuz? Sizde geçmişin hatırına ahde vefa da mı yok?

Benim anladığım kadarıyla sizin aranızdaki anlaşmazlığın sebebi yönetim anlayışınızdaki farklılığınızdan kaynaklanıyor. Biriniz cumhurbaşkanlığı sistemini isterken öbürleriniz parlamenter sisteminden yanasınız. Biriniz tüm yetkiler bende olacak derken öbürünüz yetki, sorumluluk paylaşılsın istiyorsunuz. Sorun bu ise oturup konuşacaktınız. Ama siz ne yaptınız konuşmadınız. Birbirinize eyvallah demediniz. Filistin-İsrail bile zaman zaman bir araya gelebiliyor iken siz birbirinizden kaçtınız.  Kaçtıkça sorununuz azalmıyor; kırgınlıklar, küskünlükler, incinmişlikler artıyor. Bu da ülkeye yansıyor. Camiayı üzüyor. Artık birbirinize saygı da duymuyorsunuz. Kusura bakmayın ama aralarındaki sorunu konuşarak çözemeyen kardeşler Türkiye'nin sorunlarını çözemezler.

Size ne yapmak lazım biliyor musunuz? Sizin hepinizi bir araya getirip haydi eteğinizdeki taşları dökün denecek. Sorunu çözmeye yanaşmıyor musunuz ya da anlaşamadınız mı? O zaman yapılacak tek şey var: Eşeği suya göndermek hem de uzak bir yere. Ondan sonra eline sopayı alacaksın ve eşek sudan gelinceye kadar döveceksin. Dayak acıttı "anam" mı dediniz? Anan ya diyeceksin ve vurmaya devam edeceksin, hem de bıkmadan, usanmadan ve acımadan. (Bu arada dayağa ve şiddete karşıyım ama beni buna mecbur ettiniz.)

Şehidimize Saygı Lütfen! *


Gençliğinin baharında canını vererek bedel ödeyen dört şehidimizin kanı daha kurumamışken acılarımız daha taptaze iken ateşin düştüğü yer hala aileleri yakarken biz şehit cenazesinde itişip kalkışıyoruz ve atılan yumruğu konuşuyoruz. Değdi mi, değmedi mi, organize bir eylem mi, arkasında birileri var mı, saldırganlar köyden mi,  saldırganlar dışarıdan mı, polis ya da jandarma güvenlik tertibatı almış mı, almamış mı, saldırganların arkasında bir azmettirici var mı, yok mu, bu olaydan hükümet mi sorumlu yoksa Ana muhalefet mi sorumlu tartışmaları yapıyoruz.

Ana muhalefet lideri ve beraberindeki heyete(veya herhangi bir kimseye) yapılan linç girişimini kim yapmışsa arkasında kim varsa bu şiddet olayını asla tasvip etmiyorum.  Bu olayı da küçümsemiyorum. Yakalanan zanlıların ucu kime, nereye gidecekse sonuna kadar gidilmesini istiyorum. Yapılsın ki önüne gelen birilerine şiddet yoluyla racon kesmeye kalkmasın.

Şehit cenazesinde verilmiş sadakamız varmış ki orta yerde şehidimiz dışında ölüm yok. Bir an için düşünelim. Bu kargaşa ortamında silahlar patlamış olsaydı belki bugün atılan yumruğu konuşmuyor, sokağa dökülmüş ve birbiriyle kozlarını paylaşan sıcak sokak çatışmalarını izliyor olacaktık ya da kendimizi bu ortamın içinde bulacaktık. Bu, iç savaş demektir.

Şehit cenazesinde cereyan eden bu olay hepimizin kulağına küpe olmalı. Başta siyasiler olmak üzere herkes işin ciddiyetinin ve vahametinin farkına varmalı. Sorumluları yakalanmış bu menfur olayı artık adliyeye bırakmalıyız. Şiddet sahipleri gerekli cezayı almalı. Olayın azmettiricisi varsa ortaya çıkarılmalı. Yumruk olayını daha fazla kaşımayalım. Gündemden düşürelim. "Sen şunu dedin, ben bunu dedim. Sen suçlusun" suçlamalarını bir tarafa bırakalım. Zaman tansiyonu düşürücü açıklamalar yapma zamanı. Pamuk ipliğine bağlı birlik ve beraberliğimizin fitilini ateşleyecek söylemlerden kaçınmalıyız. Özellikle şehit cenazelerinde… 

Kimse unutmasın ki şehitler bizim yumuşak karnımızdır. Kimse şehitler üzerinden bir gelecek devşirmeye kalkmasın. Kimin, kiminle ne kavgası varsa bunun yeri şehit cenazesi değildir. Gitsinler kozlarını istedikleri yerde paylaşsınlar. Cenazelerimiz ve cenaze sahipleri cenazelerine saygı bekler, son görevin en iyi şekilde yapılmasını ister. Biz bağrımıza taş bastırır, içten içe ağlar, Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz" der, sessizce cenazemizi defnederiz. Hele bu cenaze bir de şehit cenazesi ise saygıda asla kusur etmeyiz. Cenaze boyunca aramızdaki husumeti bırakır, yan yana saf tutarız. Biz böyle bir milletiz. Adap ve nezaket kuralları da bunu gerektirir. Kavga mı edeceğiz? Cenazeden ayrılır; başka bir gün, başka bir yerde gerekirse kavgamızı devam ettiririz.

Bizim için diri olan, cenazesini kıldığımız şehidimiz; cenazesinde olup bitenleri izledikten sonra dile gelip bize ne derdi acaba? Herhalde “Ben sizin birlik, dirlik ve huzurunuz için bedel ödedim, canımı ortaya koydum. Yumruğun hesabı mı olur? Canımın karşılığında siz birbirinize giriyorsunuz. Üzerimden çekin ellerinizi. Gidin kavganızı başka yerde yapın. Lütfen benim üzerimden ucuz kahramanlık yapmayın. Vay yazık! Tuh size” demez miydi?

Şehidimize saygı lütfen! 

*24.04.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



22 Nisan 2019 Pazartesi

Sevdiklerimize Kötülük Yapmayalım


Evlendik. Bir çocuğumuz olsun istedik. Allah herkese evlat verirken bize türlü çocuk vermedi. Uğraş, didin; şu doktor, bu doktor derken tüp bebek yolunu da denedik. Olmadı. Umutlar tükenmeye başlarken gökte aradığımızı yerde bulduk. Nihayet nice yıllar sonra bir çocuğumuz oldu.

Dünya tatlısı bir çocuk. Keremine şükür!  Bir dediğini iki etmiyoruz. Üzerinde titriyoruz. Onu çok seviyoruz. Nasıl sevmeyiz ki yıllardır bekledik onu. Bizim her şeyimiz. Varlık sebebimiz. Üstelik sevdirmesini de biliyor. Akıllı ve zeki. Güzel konuşuyor. Korkusuz ve gözü pek. Sözünü esirgemeyen biri. Dobra aynı zamanda. Başarısıyla da göz dolduruyor. Başarıdan başarıya koşuyor. Ele avuca sığmıyor. Çalışkanlığı dillere destan. Tuttuğunu koparıyor. İbadet aşkıyla koşturuyor. Çevresine hizmet etmeyi seviyor. Sevgisi evi de taştı. Bu konuda rakip ve alternatifi de yok. Ölümüne seveni çok.

Hiç hatası yok mu bu çocuğumuzun? Olmaz olur mu? Saymakla bitmez. Tek başına buyruktur bir defa. Benim dediğim olacak anlayışı var. Yaşadıklarından ve gördüğü ihanetlerinden dolayı kimseye güvenmiyor. Aşırı yorgun olduğundan kırıp geçiriyor. Önüne çıkana ayar veriyor. Çünkü dilinin kemiği yok. En son söyleyeceğini en başta söylüyor. Eleştiriye gelmiyor. Rakiplerine ve kendisine rakip çıkacaklara göz açtırmıyor. İnatçıdır, dediğim dedikçidir. Dediği olacak mutlaka. Başarı üstüne başarı gösterdiği için yenilgiye tahammülü yoktur. Yaptığı takdir görsün ister. Çok tekrarlar ve kıyaslar. Tuttuğunu tutar, salıvermez. Kalemini kırdığını da siler atar. Damarına bastın mı gözü hiçbir şeyi görmez. Sevenleri olduğu kadar sevmeyenleri de çok. Hatta sevmeyenlerini nefret noktasına getirdi. Tüm nefret edenleri kendisine karşı birleştirdi.

Tüm bunlara rağmen sevgimiz o kadar ileri ki çocuğumuza toz kondurmuyoruz. Çünkü çok seviyoruz. Sevgimiz o kadar ileri ki gözümüzü kör etti. Hata ettiğini veya hata edebileceğini görmek istemedik veya vardır bir hikmeti diye kendimizi inandırdık. Hem hata yapsa bile sonunda hep kotardı nasılsa. Tuttuğunu kopardı. Sonra hata yaptığını kim söyleyebilecek? Var mı böyle babayiğit? Üstelik hatasını söylememekle kalmadık. Her şeyiyle onu destekledik. Alkışladık. Açık çek verdik.

Burada suç kimin? Bu başarılı çocuğun mu yoksa hata yaptığı zaman hatasını söylemeyen sevenlerinde mi? Bence şöhret, makam, sürekli başarı, alternatifsizlik, rakiplerine sürekli fark atmak kişiye aşırı güven verebilir. Kişide bir müddet sonra enaniyet de oluşabilir. Ne de olsa nefis taşıyor her insan gibi. Böylesi durumlarda en büyük suç hatasını görmeyen, görmek istemeyen veya her yaptığını doğru-yanlış demeden alkışlayan sevenlerinde olsa gerek. Sevenlerine veya dostlarına gereken usulünce hatasını söylemektir. Çünkü dost acı söyler, yüze söyler. Hatasının söylenmesi onu sevmediği anlamına gelmez.

Sevileni bir müddet sonra gözden düşüren, sevenlerinin sessizliği ve hatalarını söylememeleridir. Bu durum onların eseridir.