31 Mart 2019 Pazar

"Atıyorum" *


Son yıllarda çocuğumuzun, gencimizin ve orta yaşlı insanımızın dilinden düşürmediği tek kelimelik bir söz var: “Atıyorum.” Bu kelime neredeyse moda oldu. Elbisenin modası olur da kelimelerin modası olmaz mı? Önüne gelen kullanıyor bu kelimeyi şimdi. 

Çoğu kimseden duya duya kanıksadığım "atıyorum" kelimesini ilk duyduğumda ne atacak acaba? Atma, ne olur diyesim gelirdi. Bugün bu kelimeye alışsam da hala kulağımı tırmalıyor. Nedense bu kelimeye alışamadım gitti. 

Hepiniz bilirsiniz bu sözün anlamını. Çünkü benim duyduğum gibi siz de çokça duymuşsunuzdur. Yine de sevmediğim bu kelime ne anlama geliyor? Önce onu açıklayayım. Atıyorum: "Gerçek değil ama örnek olsun diye söylüyorum" anlamına geliyormuş. TDK bu sözü argo olarak kabul etmiş ve "Varsayımlı örnek veriyorum" anlamında kullanılan bir söz demiş.

Anlayacağınız düne gelinceye kadar atıyorum yerine "Mesela...misal vermek istiyorum...örnek...örneğin...faraza...farzı muhal...farz edelim ki" diyorduk. Bugün ön plana atıyorum çıktı. Neyi vardı bu söz ve kelimelerin de şimdi "atıyorum" denmeye başlandı, anlamış değilim. Bereket, TDK bu söze sahip çıkmamış, argo demiş. 

Her duyuşumda kulağımı tırmalayan bu sözü ilk önce kim kullanmışsa iyi yapmamış. “Atıyorum” diyen birisini görünce adı üzerinde atacak diyorum. Atanı da, atmasyonu da sevmiyorum. Çünkü söz bana çok itici geliyor. Her ne kadar bu söz örnek vermek anlamında kullanılsa da örneğin, misalin ve meselanın yerini tam tuttuğunu söyleyemem. Misalde konunun anlaşılması için örnekleme yoluna gidilirken meramın tam anlaşılması murat edilmektedir. Atıyorum, adı üstünde atmaktır, hem de işkembeyi kübradan atmak.

Dilimize geçmiş, anladığım ve anlaştığım her bir kelimeye eyvallah diyorum. Kelime ister Arapçadan, ister Farsçadan, ister Fransızcadan geçmiş olsun hiçbirine karşı bir önyargım yok. Yeri geldiği zaman kullanırım da. Nedense "atıyorum"a için ısınmadı. Bu sözü duydukça güzel Türkçem birilerinin elinde katlediliyor diyorum. Öyle ya, insanın katli olur da bir dilin katli olamaz mı? Bir an için yerine kullanılacak bir sözümüz, kelimemiz olmasa eh diyeceğim, ben de atacağım. Ama yukarıda bahsettim. Dilimize mal olmuş o kadar kelime ve söz varken atıyorum demeyi, söyleyenin kastı olmasa da içime sindiremiyorum ve nerede atıyorum diyen olsa atma diye aklıma geliyor. Örnek vermek istiyorum diyen kişi için bu adam yalan söylüyor demiyorum. Ama atıyorum diyene yalancı diyesim geliyor. Belki de bu yüzden "Atma Recep! Din kardeşiyiz" diyoruz.

Ne diyelim, örnek, misal, mesela, faraza gibi alternatif güzel kelimelerimiz varken atıyorum diyenlerin dillerini eşek arıları soksun. 

Son söz “atıyorum”, ”atma Recep! Din kardeşiyiz.” Çünkü atmalara karnımız tok. Siz en iyisi örnek verin. Hem böylece atmamış olursunuz.

*22/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Mart 2019 Cumartesi

Çocuklarına Saçını Süpürge Eden Anneler

TRT1 kanalında gündüz kuşağında yayımlanan "Aileler Yarışıyor" diye bir program var.  Genelde ailelerden oluşan iki grup yarıştırılıyor programda. Yüz kişiye sorulan sorulardan en popüler cevapları bulmaya çalışıyor aileler.

Güldüren ve eğlendiren bu programı, evde olduğum zamanlarda denk gelirse izlerim. İzlediğim bir bölümde sunucu "Yüz kişiye su iç dedikleri bir durumu sorduk, altı popüler cevap aldık" dedi. Düğmeye ilk basan gruptan cevaplar alınmaya başlandı. Burada niyetim bu programı anlatmak değil, verilen bir cevabı irdelemek ve sonucunda da bir yere varmak istiyorum. Yanında annesi olan 20-25 yaşlarındaki kız çocuğu "Susadığım zaman anneme susadım derim. Annem de su iç, der ve bana su getirir, dedi. Ardından annesi söz alarak kızının verdiği bu cevabı açıklamaya çalıştı: Kızım su ister, ben de kalkar su veririm" dedi.

Nasıl, cevabı ve açıklamayı beğendiniz mi? Eğer beğendi iseniz benzerini çokça yaşadığımız durumu iyice özümsemişiz demektir. Bu durumda yaşı kaç olursa olsun, anne olarak çocuğunuza su vermeye devam edeceksiniz. Herhalde çoğunuz, kızın verdiği "Annemden su isterim" cevabını garipsemişsinizdir. Ki öyle de olması lazım. Çünkü suyu annesinden isteyen üç-beş yaşında bakıma muhtaç bir çocuk değil, evlilik çağı gelmiş;  belki de evli, koca bir kız çocuğu. Bu yaşta kızı su istiyor, annesi de kalkıp ona su getiriyor ve bunu anne-kız ekran karşısında milyonlara normal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sunucu da "Kızım sen bu yaşta hala annenden su mu istiyorsun demediğine göre sunucu da bu durumu kanıksamış görünüyor.

Benzerini çokça gördüğümüz bu durum biz büyüklere "Biz nasıl bir nesil yetiştiriyoruz" sorusunu sordurması lazım. Size basit bir şeymiş gibi gelebilir ama bence bu anekdot basite alınacak bir durum değil. Yemeden yedirdiğimiz, içmeden içirdiğimiz, giymeden giydirdiğimiz, bir dediğini iki etmediğimiz bir neslin geldiği nokta. Annemizi, babamızı sanki bir hizmetlimiz gibi kullanmaya devam ediyoruz. Ben burada bu kız çocuğuna kızmıyorum. Çünkü ailesi onu böyle alıştırdı. Burada sorgulamamız gereken bizim çocuk yetiştirme tarzımız. Bizim bu tarzımıza korumacı aile anlayışımız denebilir.

Öyle değil miyiz? Ta küçüklükten başladık onlara hizmet etmeye. Düştü. Kendi kalksın demedik, kaldırdık. İstedi. Evde var veya imkanımız yok demedik, gidip aldık. Yemeği biz yaptık. O oturdu, yedi. Ardından sofrayı biz kaldırdık. Ne sıkıntısı varsa koştuk. Kendi yapabileceğini bile biz yaptık.  Çünkü biz çektik, çocuğumuz çekmeyecekti.

Evlendirdik. Yine biz imdadına koşuyoruz. Niye koşmayalım ki! Hayatı boyunca onlara sorumluluk vermedik; el bebek, gül bebek yetiştirdik. Saçımızı süpürge ettik. Kendi kendine hayatta pişsin, ayakları üzerinde dursun demedik. Böyle yetiştirdiğimiz birisini evlendikten sonra da koruyup kollayacağız. Yeri geldi mi evini temizleyeceğiz, yeri geldi mi yemeğini yapacağız. Çünkü hem çocuğumuz çalışıyor hem de bilmiyor bunları. O halde iş başa düşünce çocuğumuzun arkasını toplamaya devam edeceğiz. Bilmemesi ayıp değil. İsterse öğrenebilir. Ama uçan kuştan koruduğumuz çocuğumuz çok yoruluyor. O halde biz yapmalıyız onun yapması gerekeni. Zaten çocuklarımız ve onların mutluluğu için yaşamıyor muyuz? Üzülmesine ve sıkıntıya girmesine hiç tahammülümüz olmaz. O zaman elimiz ayağımız tutarken onları hoş tutmak için elimizden geleni ardımıza koymamalıyız.

Çocuklarımız için yaptıklarımız yeterli mi? Ne mümkün efendim! Ölmeden önce son görevimizi de yapmalıyız. Baktık ki bakıma muhtaç bir duruma düştük, elden ayaktan kesildik. Bu durumda çocuğumuza yük olmamalıyız. Soluğu huzurevine atmakta bulalım. Çünkü işi-gücü arasında çocuğumuz bize nasıl bakacak? Onu sıkıntıya sokmaya gerek yok. Canım benim! Kıyamam ona. Devlet baba değil mi? Baksın bize orada.

Bakıma muhtaç hale geldiğimizde gideceğimiz yer olarak belirttiğim huzurevi seçeneği size garip gelmesin. Çocuğunun üzerine titreyen bir öğretmen: "Hocam yaşlanınca huzurevinde kalırım. Çünkü çocuğuma kıyamam" demişti. Bu, tek örnek değil. Bu şekilde düşünen anne ve baba sayısı az değil.

Sonuç, yaşama sebebi çocuklarımız büyüyüp anne ve baba olsalar bile biz onların üzerinde titremeye, onlara hizmet etmeye, köleleri olmaya devam edelim. Nasılsa bizi, huzur bulacağımız huzurevleri bekliyor.



Halit b. Velit *

Halit b. Velit, "Zalimden alim, alimden zalim doğar" misali İslam'ın ve peygamberimizin azılı düşmanlarından olan Velid b. Muğire'nin oğludur. Uhud Savaşında Müslümanlara kök söktüren bir komutandır. Hudeybiye Anlaşmasının ardından Müslüman olmuş ve komutanı olduğu yüzden fazla savaştan yenilgi almamış belki de tarihte tek şahsiyettir. Savaşlarda aldığı kılıç darbelerine rağmen şehitlik mertebesine ulaşamamış ve yatağında vefat etmiştir.
Peygamberimizin Seyfullah (Allah'ın kılıcı) unvanı verdiği bir sahabidir. 
Peygamberimiz, Hz Ebu Bekir ve Hz  Ömer zamanında başkomutanlık yapan bu önemli şahsiyeti Hz Ömer, Yermük Savaşında başkomutanlıktan azleder. Buna rağmen Halit, küsüp kırılıp bir kenara çekilmez. Savaşlarda bir nefer olarak vazifesini yapmaya devam eder.
Girdiği her savaşı kazanan, başarılı bir komutanı Hz Ömer, niçin görevden almıştır? Düşündürücü değil mi? Halit savaşta başarısız mı oldu? Hayır. Sert kişiliği, bazı kişilere bağışta bulunması ve bütün zaferlerin başkaları tarafından kendisine mal edilmesi gibi gerekçeler yüzünden Hz Ömer, Halit'i başkomutanlıktan alır.
Hz Ömer'in başarının zirvesinde birini görevden alması manidar değil mi? Büyük cesaret ister. Öyle zannediyorum Hz Ömer, Müslümanlar arasında "Komutan Halit ise o savaş kaybedilmez. Savaşların kazanılması Halit sayesindedir" anlayışını yıkmak ve bir başkasıyla da savaşların kazanılabileceğini göstermek istemiştir. Yine Halid'in sert kişiliği belki bazı insanların kalbini kırmasına sebebiyet vermiştir. Ama en etkili gerekçenin "Bu davanın başarısının kişilere bağlı bir başarı olmadığı, yolun doğru ise bu işi yapacak başka liderlerin de olabileceği" iradesinin ortaya konmasıdır. 
Hz Ömer bu tasarrufuyla Halit b. Velid'i de korumuştur. Çünkü herkesin güvendiği, bir efsane olarak gördüğü Halit, bir gün bir savaşı kaybedebilirdi. Bu da Halit'in karizmayı çizdirmesine sebebiyet verebilirdi. Halit bu vesileyle başarısını zirvedeyken bırakmış ve Müslümanların gönlünde taht kurmuştur. Bu süreç içerisinde Halit de kendisini sorgulamış olabilir. Çünkü yüzden fazla savaş yapan, savaştan savaşa koşan birinin yorgunluktan dolayı hata ve yanlış yapmaması mümkün değildir. Belki bu süreçte yüzlerce insanın kalbini kırmıştır. Belki de Halit, “Bu işler bensiz olmaz” anlayışına girmiş olabilir. Çünkü Halit de nefis taşıyan birisidir. Hasılı Ömer, kişilerin vazgeçilmez olmadığını göstermiştir. Allah Halit'ten de Ömer'den de razı olsun. Yerinde ve zamanında inisiyatif alan ve başarıdan başarıya koşarak gönüllerde taht kuranlardan eylesin ve sayılarını artırsın.
Burada -kısaca- başarılı bir İslam komutanından ve bu komutanla ilgili inisiyatif alan Hz Ömer'den bahsetmeye çalıştım. Bu muhteşem ikiliyi ele alma niyetim, günümüze ışık tutması. Çünkü iki tarihi şahsiyetten çıkaracağımız dersler vardır:
*Bir dava için yola çıkanlarda başarı kişilere endeksli olmamalı.
*Başarılı kişiler bir yenilgi almadan işi zirvedeyken bırakabilmeli ve bilgi, birikim ve tecrübesinden camiası faydalanmalı. Her zaman görüşüne başvurulan bir kişi olarak destek vermeye devam etmeli ve aranan eleman olmalı.
*Bir yola baş koyanların içinde birden fazla liderlik potansiyelini taşıyan insanlara yer verilmeli. Lidere bir şey olduğu takdirde bayrağı içinden biri alabilmeli. Yerine gelen de liderini aratmamalı. Bu durumu bir futbol maçına benzetirsek, futbol maçını kazanmak için tek futbolcu üzerine yatırım yapmak yanlıştır. Sakatlık vb nedenlerle yerine giren futbolcu da aynı işlevi yerine getirmeli ve maçı kotarmalı. Çünkü tek kişi üzerine yüklenmek, her şeyi ondan beklemek o futbolcuya yapılan en büyük kötülük ve eziyettir.
*Dava kişilerin ölümüyle sona ermemeli, ilanihaye devam etmeli. Bunun yolu da kişilere dayalı başarıdan ziyade ekip ruhuyla mümkün olur. Yani kurumsallaşmadan geçer.
*03/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Seçimden Geçime *

2015-2019 zaman diliminde 2015'de iki, 2017, 2018, 2019'da birer olmak üzere dört yılda dört seçim yapmışız. 2015'de iki seçim yapınca 2016'da seçim yapma ihtiyacı hissetmemişiz. 2016 yılını da menfur darbe teşebbüsüyle uğraşarak geçirdik. Yıllara bakınca her yıl bir sandık önümüze konmuş.

Sandık deyip de geçmeyelim. Tüm mesele bir pazar günü seçmenin önüne sandık koymaktan ibaret değil. Bir seçim ortalama ülkenin altı ayına mal olmaktadır. Bu demektir ki dört yılın iki tam yılını seçimle geçirmişiz. Bu kadar seçimle ülke iyi ayakta kalmış ve batmamış. Kırılgan bir ekonomiye rağmen bu kadar seçimin altından kalkabilmişiz.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinin ardından şükür ki önümüzdeki 4,5 yıl boyunca seçim yok. Bu demektir ki seçimden fırsat bulup geçimi düşüneceğiz artık. Geçimi düşünsek ve bunu ciddiye alsak iyi olacak. Çünkü ekonomik veriler tehlike sinyalleri veriyor. Ne borsa belini doğrultabildi ne döviz yerinde duruyor ne de faizler iniyor. Enflasyon çift haneli rakamları sevdi. Ülkeye sıcak para girmiyor. Devlet eskiye oranla daha fazla borçlanıyor. Bazı firmalar işçisinin maaşını ödemede zorlanıyor. Konkordato isteyen firmalar var. İşsizlik artıyor. Kiralar aldı başını gidiyor. Zam görmeyen ürün yok. Ekonomideki görüntü bizi iyi günlerin beklemediği yönündedir. Çünkü ekonomideki bu kırılganlık bugünden yarına çekip gideceğe benzemiyor. Bundandır ki ekonomideki tablodan çoğunluk hoşnut değil.

Niyetim felaket tellallığı yapmak, vatandaşı karamsarlığa düşürmek ve bu duruma düşmemizde birilerini suçlamak değil. Olan oldu. Benim derdim bir durum tespiti yapmak ve bu durumdan kurtulmak için neler yapmamız gerektiğinin altını çizmek. Yani mevcut durumumuzu ciddiye alalım istiyorum.

Ekonomideki bu durum bizim kaderimiz mi? Bunu çekip duracak mıyız? Kaderimiz falan değil. Biz bugünkü yaşadığımız bu ekonomik çalkantıyı daha önce defalarca yaşadık veya yaşatıyorlar bize. Öyle zannediyorum dünyada uygulanmakta olan üçkâğıt ekonomisinde gelişmekte olan ülkelere biçilen rol bu. Dişinden-tırnağından biriktirerek belini doğrultmaya çalışıyorsun, tam önüm açıldı derken tekmeyi bir vurup yeniden yüzüstü yere kapatıyorlar bizi. Sonra sil baştan yeniden başlıyoruz. Yani bize önce kara kış dayatılıyor. Kemerleri sıkıyor, kışla mücadele ediyoruz. Şükür, bahar geldi derken bir bakıyoruz gelen bahar, yalancı baharmış. Yeniden kara kış kapımızı çalıyor.

Karakışla mücadelede ve gelen baharın kalıcı olmasında ülkeyi yönetmekle yükümlü hükümetlere büyük görevler düşüyor. Kalıcı bahar için ekonomide radikal kararlar alması gerekiyor. Ama nasıl alsın? Çünkü ülke yılda bir seçim geçirdi bugüne kadar. Ardı arkasına seçim varsa hükümetler, başta ekonomi olmak üzere hiçbir önemli konuda kesin çözüm diyebileceğimiz paketleri yürürlüğe koyamaz.

Demek istediğim seçimlerle birçok meseleyi öteledik. Artık kısa vadeli seçimler geride kaldı. Bundan sonra ele alacağımız ilk ve en önemli iş ekonomi olmalıdır. Gelişmekte olan bir ülke olarak bize biçilen ve dayatılan çemberi kırmak zorundayız. Seçimsiz 4,5 yıl ekonomiyi masaya yatırmak için iyi bir fırsattır. Umarım seçmen ne demek istedi diye sandık sonuçlarını okumak için çok zaman kaybetmeyiz. Zaten okumaya gerek yok. Seçmen zaten söyleyeceğini söyledi sandıkta. Bundan sonra önümüze yani ekonomiye bakalım. İlk hedefimiz, ekonomi olmalı. Marş marş!


*01/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


29 Mart 2019 Cuma

Seçimlerin Maliyeti ***


Türkiye 2002-2019 arasında 2002, 2007, 2011, 2015, 2015, 2018 yıllarında olmak üzere 6 genel seçim; 2007, 2010 ve 2017 yıllarında 3 referandum; 2004, 2009, 2014, 2019 yıllarında 4 yerel seçim olmak üzere 17 yılda toplam  14 seçim yapmış. Aşağı yukarı bu ülke 14 ayda bir seçime gitmiş. Bu demektir ki ortalama yılda bir seçim yapmışız. Bu zaman diliminde 2003, 2005, 2008, 2012, 2013, 2016 yıllarında seçmenin önüne sandık konmamış. Bu yılları telafi etmek istercesine bazı yıllarda seçmenin önüne iki defa sandık konmuştur.

Ne var bunda, seçim olacak elbet! Demokrasinin gereği budur demeyin sakın. Seçimlerin yapılmasına bir diyeceğim yok. Burada garip olan yılda bir seçimin yapılması…

Seçim demek ne demektir biliyor musunuz?
*Maliyet ve masraf: Partilere yapılan hazine yardımları, oy pusulası, zarf vb. kağıt harcamaları, seçmen kütüklerinin yenilenmesi, seçimde görev alanlara ödenen paralar, kabin ve sandık temini vs hepsinin birer maliyeti var.
*Hükümetin radikal karar alamaması: Çünkü seçime giden bir hükümet kolay kolay acı reçete sunamaz, dertleri seçim sonrasına öteler.
*Hükümet ve siyasi partiler hizmetten ziyade seçim çalışması yaparlar. Çalışma deyip de geçmeyin. Seçim kararı, aday belirleme, meydanlara inip seçim propagandası yapma gibi çalışmalar siyasi partilerin 6 ayına mal olur. Tüm gücünü ve eforunu meydanlarda sarf eder. Neredeyse koltuklarına oturmazlar.
*Seçim kararı aldıktan sonra TBMM, asli görevini ihmal eder, çıkaracağı yasaları öteler. Tatil kararı vererek Meclis çalışmalarına ara verir.
*Siyasi parti ve adayların bastırdığı afiş, bayrak, poster vs için yapılan harcamalar.
*Yapılan mitingler için görevlendirilen polisler asli görevinin dışında ekstra görev yapmak zorunda kalırlar.
*Mitinglerin çevre ve gürültü kirliliğine verdiği zarar ve trafiği felç etmesi.
*Seçim gezileri için uçak, helikopter kiralanması, cadde ve sokaklarda sabahtan akşama parti müziklerini çalınması.
*Seçim öncesinde başlayan piyasaların durgunluğu. Çünkü piyasalar seçim sonuçlarına göre şekilleniyor.
*Seçim sathı mailiyle birlikte televizyonların haber, reklam ve tartışma programlarında hep siyasetin konuşulması.
*Seçimlere gidecek hükümetin seçim ekonomisi uygulama riski,
*Seçim döneminde partilerimizin seçmeni konsolide etmek için her yolu mubah görmesi, gerilimi tırmandırması, birbirlerinin yüzüne bakamayacak sözleri söylemeleri, toplumsal barışı zedelemeleri vs.

Hepimiz biliriz ki seçim dendi mi sadece pazar günü sandık koymaktan ibaret değil. Seçimlerin maliyeti, zaman israfı, iş gücü kaybı vs saymakla bitmez.

Maliyet var diye seçimlere gerek yok demek istemiyorum. Seçimler yapılacak. Ama makul bir sürede yapılması yerinde olur. Hükümetlerin daha rahat çalışabilmesi, önünü görebilmesi için seçimsiz yıllara ihtiyaç var. Bunun için pekâlâ genel seçimlerle, mahalli seçimler aynı günde yapılabilir. Böylece seçmen 5 yıl boyunca sandık yüzü görmez. Partili-partisiz herkes işine yoğunlaşır.

Bir defada yapılabilecek seçimleri farklı tarihlerde yapmak bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. 2002'den beri siyasi istikrarın olduğu ülkemizde bu kadar seçim yapılıyorsa siyasi krizlerin olduğu diğer dönemleri düşünün.

2015 yılında yapılan genel seçimlerden sonra bir yazımda "2019 yılında üç sandık görünüyor. Bu durumu bütçemiz kaldırmaz, gelin bu üç seçimi birleştirelim" teklifi yapmıştım. Bereket yeni sistemle cumhurbaşkanlığı ile genel seçimler birleştirildi. Nedense mahalli seçimlere dokunulmadı. Bu durumu dikkate almayan siyasi partilerimiz ülkeyi düşünmediler. Bari kendilerini düşünselerdi. Çünkü arazide yorulan ve dokuz doğuran onlar.

Yazımı uzattım biliyorum. Ama bu konuda dertliyim. Sonuç olarak şunu söyleyeyim. Bu ülke yıllardır ortalama bir seçim yapmak suretiyle iyi ayakta durmuş. Gerçekten bu ülke her yönüyle güçlü bir ülke. Herhalde dünyada bizden fazla seçim yapan bir başka ülke yoktur. Bu kadar seçime rağmen kırılgan da olsa ekonomik yönden yıkılmadık, ayaktayız. Çünkü bu kadar seçimi hiçbir ülke ekonomisi kaldıramaz.



*** 02/04/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




28 Mart 2019 Perşembe

Bir İstikrar Abidesi

—Efendim, kendinizi tanıtır mısınız?
—Bir partinin genel başkanıyım.
—Kaç yıldır bu partinin başındasınız?
—9 yıldır.
—Kaç seçime girdin bu süreçte?
—9
—Kaçını kazandın?
—Hiçbirini.
—Ciddi olamazsın, şaka yapıyor olmalısın.
—Hayır efendim! Hepsini kaybettim.
—Girdiğin tüm seçimleri kaybettin, hala partinin başındasın.
—Seçimleri kaybediyorum ama partimde hep ben kazanıyorum.
—Nasıl?
—Genel başkan olduğumdan itibaren olağan ve olağanüstü olmak üzere 6 mı, 7 mi kongre yaptım. Hepsinden de delegenin teveccühüyle yüzümün akıyla çıktım. Hasılı seçimlerde hep kaybeden bir istikrar abidesi olurken parti kongrelerinde hep kazanan ben oldum.
—Siyasi partinin amacı kazanmak ve iktidar olmaktır. Hiç seçim kazanmamanıza rağmen nasıl beceriyorsunuz bunu?
—İnce işler bunlar. Nasıl olduğunu söyleyemem. Meslek sırrı. Bu işler, ince soyadını taşımakla olmuyor. 
—Delegeniz neye binaen size oy veriyor?
—Delegemiz istikrara oy veriyor.
—Hep kaybettiğinizden bahsediyorsunuz. İstikrar bunun neresinde? 
—Demokraside bir kazanan olacak, bir de kaybeden. Biz kaybedeceğiz ki başkası kazanacak. Başka türlü demokrasi olmaz ki... Bizim payımıza hep kaybetmek düşüyor. Sonra ana muhalefet olmak da bir başarıdır. Seçmen bize hep denetim görevini veriyor. Biz de bu görevi ifa ediyoruz. Ayrıca tamamen başarısız olduğumuz söylenemez. Ben genel başkan seçildiğim andan itibaren Partimin oy oranını hiç düşürmedim. Üstelik oyumuz o kadar bereketli ki bazen bir parti seçime girdin diye vekil gönderiyoruz, bazen başka partiye oy veriyoruz. Buna rağmen oyumuz düşmüyor. Bu da istikrar abidesi olduğumuzu gösteriyor. 
—Durumunuzu istikrar olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dediğinize kendiniz inanıyor musunuz?
—Elbette. Ben inanmadığımı söylemem. Ayrıca biz bir tecrübe birikiminin kalesiyiz. Biz girdiğimiz her seçimi kaybede kaybede seçimlerin nasıl kaybedildiğini çok iyi biliriz. Bugün partimiz "Bir seçim nasıl kaybedilir" diye üniversitelerde örnek ders olarak okutulabilir, hatta bu konuda ders verebiliriz.
—Ciddi olamazsınız...
—Efendim, benim şaka yaptığımı nerede gördünüz? Ben hep ciddiyim. Sonra ben bir misyonu temsil ediyorum.
—Ne gibi?
—Benden önceki genel başkanlarımız da her seçimi kaybetmesine rağmen koltuğunu korudu. Ben de aynı pozisyonumu koruyorum.
—Efendim, sizin koltuktan indirilme durumunuz söz konusu mu?
—Mümkün değil. Teşkilat tamamen arkamda. Ben ancak bir şekilde giderim.
—Nedir o efendim?
—Nasıl geldiysem öyle giderim. Çünkü bir insan bir yere nasıl geldiyse öyle gider.
—Yani bir operasyon demek istiyorsun...
—Ta kendisi...


Partilerimizi İsimleriyle Analiz

Bu yazımda siyasi arenamızda boy gösteren siyasi partilerimizi isimleri üzerinden analiz etmeye çalışacağım. Baştan söyleyeyim bu analizim nesnel bir değerlendirme değil, tamamen özneldir.  Niyetim partileri temize çıkarmak ve yerin dibine geçirmek değil. Katılır veya katılmazsınız, bunlar benim doğruluğundan emin olmadığım şahsi görüşüm. 

AK Parti. Açılımı= Adalet ve Kalkınma Partisi: Partinin hakkı teslim ve adaleti tesis  etmede sorunları var. Her şeyden önce kendisinin adalete ihtiyacı vardır. Türkiye'nin adalet sıralamasındaki sonlardaki yerini göz önüne aldığımızda bu durumu daha iyi anlarız. Hukukun Üstünlüğü Endeksine göre Türkiye 113 ülke içerisinde 101.sırada. Kalkınmaya gelince alt yapı, ulaşım ve inşaat sektöründe ülkeyi kalkındırdı. Son iki-üç yıla gelinceye kadar ekonomiyi iyi döndürdü, enflasyonla mücadelede başarılı oldu. Ama bu durumu sürdüremedi. Paramızı döviz karşısında koruyamıyor, ekonomiyi borçla döndürmeye çalışıyor. Sonuç olarak ülkeyi ekonomik yönden aldığı noktaya götürdü. Adı konmasa da bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Hasılı AK Parti ismi gibi ak değil. Uzun iktidar dönemlerinde savruldu. İsmindeki ak'ı koruyamadı. Altında ezildi. Bugün için ne adalet var ne kalkınma ne de aklık. Özündeki akı bilerek veya bilmeyerek kirletti. Bugün çıkmaya ve doğduğu ilk ana dönmeye çalışıyor ama beceremiyor.

CHP. Açılımı: Cumhuriyet Halk Partisi. Bu parti ne cumhuru temsil ediyor ne de halkı. Değerleriyle, savunduklarıyla halka yabancı. Belli bir azınlığı temsil ediyor. Halkın içinden değil, halktan biri hiç değil. Tüm yaptığı halka rağmen halkçılık. Ömrünü halkın değerlerine düşmanlık yaparak geçirdi. Halkın derdiyle bu partinin dertleri hiç örtüşmedi. Bundan dolayıdır ki tek parti iktidarından sonra halk ona tek başına hiç iktidar vermedi, hep ana muhalefet görevi verdi. Cumhur ve halk olmak istiyorsa bu parti, samimi bir şekilde geçmişiyle yüzleşmesi gerekiyor.

HDP. Açılımı: Halkın Demokrasi Partisi. Bu partinin halktan anladığı Kürtlerdir. Kürtlerin hamisi olarak siyaset yapıyor. Aldığı oyunun kahir ekseriyetini Kürtlerden almaktadır. Ama Kürtleri temsil etmiyor. Tavan ile taban düşünce olarak birbirine taban tabana zıt. Buna rağmen Kürtler sayesinde Mecliste temsil ediliyor. Parti CHP'den daha fazla halkından kopuk ve yabancı. Partideki demokrasi yaptıklarıyla tezat teşkil ediyor. Demokrasiden anladıkları ve bize armağan ettikleri kan ve göz yaşıdır. Sırtını kanlı terör örgütü PKK'ya yaslamış, kandan beslenen bir parti. 

İYİ Parti. Açılımı da iyi sanırım. Siyaset arenasında yeni yer aldı. Daha partileşmesini tamamlayamadı. Parti olup olmayacağı belli değil. Çizgisi tam oturmadı. Parti halihazırda yamalı bohça gibi. Görüntüsü uzun soluklu olmayacak gibi. İsmi gibi iyi olup olmayacağını zaman gösterecek.

MHP. Açılımı: Milliyetçi Hareket Partisi. Milliyetçi olmaya milliyetçi. Vatanı sevdiklerini de düşünüyorum. Ülke siyaseten tıkandığı zaman siyasetin önünü açmaktadır. Son yıllarda pek görülmese de ırkçılığı çağrıştıran Türklüğü ön plana çıkarmıştır. Savundukları Türk milliyetçiliği beraberinde Kürt milliyetçiliğini tetiklediğini düşünüyorum. İkisi birbirinin panzehiri gibi. Birbirlerini beslemektedirler. Aldıkları oy oranları da bunu göstermektedir. Irkı çağrıştıran milliyetçilikten uzaklaşıp ülkenin gelişmesi için milliyetçiliği ön plana çıkarırsa kitle partisine dönüşebilir. Bu da daha büyümesi demektir. Halihazırda savundukları milliyetçilik sadece terör ve ülkenin bölünmemesi üzerine kurulu dar ve sığ bir milliyetçiliktir. Ülkenin gelişmesi ve kalkınması için ne tür görüşü olduğu meçhul. Mesela ekonomide nasıl bir sistem öngördüklerini ben bilmiyorum. Partideki hareket kelimesine gelince Partinin çok hareketli olduğu söylenemez. Doğru dürüst miting bile yapmadan partisi ikiye bölünmesine rağmen oy oranını koruyabiliyor.

SP. Açılımı: Saadet Partisi. Saadet mutluluk demektir. Hepimizin bütün uğraşının mutluluk olduğu gibi Saadet de mutluluk arıyor. Ama saadeti kendi çevresinde, kendi değerlerinde arayacağı yerde kendi değerlerine yabancı kişilerle iş tutmak suretiyle başka yerde arıyor. AK Parti ile beraber aynı seçmen kitlesine hitap etmesine rağmen AK Parti kadar pastadan pay alamadı. AK Parti büyüdükçe küçüldü. AK Parti küçülmeye başladı. Bu parti yine cazibe merkezi olmadı. AK Partinin seçmeni partisine kırılınca MHP'ye gidiyor, yine Saadet'e gitmiyor. Bu durum Saadet'i mutlu etmiyor. Kendisini mutlu edemeyen başkasına nasıl saadet dağıtsın. Saadet büyümek ve alternatif olmak istiyorsa her şeyden önce kendisi olması, kiminle oturup kalktığına dikkat etmesi gerekiyor.

BBP. Açılımı: Büyük Birlik Partisi. Partinin büyük birliği sadece ismiyle müsemma. Ötesi yok. Görüntüsüyle büyük bir birliği temsil etmiyor. Kurucu başkan Muhsin'in yaşadığı dönemdeki ağırlığı yok. Saadet Partisi gibi bir ara savruldu. Çabuk toparladı ama bir atılım gösteremedi. Bugünkü haliyle istediği birliği sağlayamasa da durduğu çizgisi, Türkiye'nin çoğunluğu tarafından -oya tahvil edilmese de- sempati beslenmesine sebep olmaktadır.

Parti isimlerine bakarak partiler hakkında bir değerlendirmede bulunmaya çalıştım. Bana göre partiler bugünkü görüntüsüyle isimleriyle müsemma değiller. Yaptıkları, isimleriyle çelişmektedir. Kim, neye ihtiyaç duymuşsa o ismi almış ama yaptıkları ve görüntüleriyle isimlerine tezat bir durum sergiliyorlar. AK Parti adalete, CHP halka, HDP' demokrasiye, MHP' milliyetçiliğe, İYİ Parti iyiliğe, Saadet mutluluğa, BBP birliğe muhtaç ve hasret. Tıpkı kelin merhemi olsa başına süreceği gibi.

Değerlendirmede bulunduğum partiler içerisinde hiç istisnası yok mu? İsmiyle örtüşen yok mu derseniz; bir parça MHP, isminin hakkını veriyor diyebilirim.

Sonuç, öyle zannediyorum, bu değerlendirmelerimden hiçbir parti memnun kalmayacaktır. Hasılı ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranacağım. Hoş, birilerine yaranma gibi bir niyetim yok.