28 Mart 2019 Perşembe

Şimdi Yaraları Sarma Zamanı! *

2018’in tamamını, 2019’un ilk çeyreğini seçim ve seçim atmosferiyle geçirdik. Seçim kararı, ittifak çalışmaları, aday belirlemenin ardından siyasi partilerimiz meydanlara indi. Neredeyse evlerinin yüzünü görmediler. Gündüz meydanlarda, akşam ekranlarda boy gösterdiler.

Seçim çalışması boyunca siyasi parti liderlerimiz birbirlerini döküp kırdılar. Kazanmak için her şeyi mubah gördüler. Halkı kutuplaştırmaktan geri durmadılar. Kendi yapacaklarını anlatacakları yerde genelde rakip gördüklerini kötüleyen bir seçim stratejisi izlediler.

Seçim değildi yaptıkları, silahsız bir savaştı. Hakaret ve ithamlar eksik olmadı bu seçim sürecinde. Sanki bir daha karşı karşıya gelmeyecek gibi birbirlerine saldırdılar. Güzel bir görüntü vermediler. Birbirlerine takındıkları tavır ve konuşma üslupları hoş değildi.

Bir kez daha gerilimi yüksek bir oyun sahneye kondu. Adaylar ve aktörler birbirlerini taklit edercesine rollerini güzelce oynadılar.

Ve film bitti. Çünkü sandık göründü. Seçmen son sözünü sandıkta söyleyecek. Seçmenin söylediği söze göre kimi kazanacak, kimi kaybedecek. Bunu pazar akşamı göreceğiz. Sonuçta bu seçimin kazananı ve kaybedeni olacak. Bu da doğaldır. Umarım seçim sonuçlarını değerlendiren analizler uzun zamanımızı almaz.

Önümüze 4,5 yıl boyunca yeni bir sandık konmayacak. Bizim gibi yılda bir seçim yapan ülke için 4,5 yıl uzun bir süre. Bu uzun sürede ne yapmamız gerekiyor? Her şeyden önce siyasi partilerimiz,
*İki ellerini kafasına koyup seçim çalışmasını bir güzel masaya yatırmalı. Kazanmak için kullandığımız üslup hoş muydu demeli.
*En yakın zamanda siyasi partilerimiz bir araya gelerek sonraki seçimlerde nasıl bir seçim çalışması yapmaları gerektiğinin kriterlerini belirlemeli, adını da “siyasi etiğimiz” koymalı.
*Kazanan nasıl kazandığını, kaybeden niçin kaybettiğini içine kendini de koyarak bir güzel sorgulamalı.
*İktidarı, muhalefeti seçim sonuçlarından çabuk sıyrılarak birikmiş ve ötelenmiş ev ödevlerini yapmak üzere işine yoğunlaşmalı. İktidar öncelikle ekonomiye bir neşter vurmalı. Muhalefet her yapılanı eleştirmekten ziyade yapıcı muhalefet rolü üstlenmeli. Denetim görevini iyi yapmalı.
*Seçimde hiçbir varlık göstermeyen irili-ufaklı partiler ya partilerine kilidi vurmalı ya da kendisini yakın hissettiği parti içine ilhak olmalı. Bir tabanı olan partiler her seçim öncesi, seçim ittifakı yapmayı düşünme yerine birleşme yoluna gitmeli.  Türkiye parti bolluğundan kurtulmalı.
*Birlik ve beraberliğimizi bozan, toplumu yaralayan ve kutuplaştıran, toplumsal barışı bozan etken ve davranışlar masaya yatırılarak gereği yapılmalı, yaralar sarılmalı. Küsen, kırılan, incinen, köşesine çekilen vatandaşlar sosyal hayata yeniden kazandırılmalı.

Hasılı ister iktidar, ister muhalefet, ister seçmen kim isek hepimiz yapmakla yükümlü olduğumuz işimize yoğunlaşmalıyız. Çünkü ülkeyi düzlüğe çıkarmaktan başka çaremiz yok.

Seçimlerin ülkeye hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Kazanan ülke olsun…

*30/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Asıl Şimdi Yandık! ***


24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra partilerimiz, 2019 Martındaki mahalli seçimlere yoğunlaşmış; hummalı bir çalışma içerisine girmişlerdi. İttifaklarla girilen bu seçimde siyasilerimiz son sözü söyledi. Şimdi sıra seçmende. Pazar günü seçmen son sözünü söyleyecek.

Pazar akşamından itibaren kimi üzülecek, kimi de sevinecek. Yetkili, yetkisiz herkes seçim sonuçları üzerinden analizler yapacak. Niçin kaybettiklerini, niye kazanamadıklarını sorgulayacaklar. Nasıl kazandıklarının sevincini yaşayacaklar. Akşamından itibaren yorumcular "Seçmen bu sonuçlarla ne demek istedi, bize ne mesajı verdi" sorusunu sorarak seçmenin verdiği oyu okumaya çalışacaklar.

Sonra? Seçim sonuçlarını analiz etmeye bir müddet daha devam ederiz. 

Ya sonra? Sonra ne yapacağız? Daha doğrusu ne konuşacağız? Ufukta yeni bir seçim yok ki o seçim hakkında konuşmaya başlasak... Herhangi bir gelişme olmazsa önümüze 4,5 yıl boyunca bir daha sandık konmayacak. 4,5 yıl deyip de geçmeyin. 1642 gün demektir bu.

Kaç yıldır ortalama yılda bir, bir seçim yaparak hep siyaset konuşuyorduk. Bakmayın siz yine mi seçime gidiyoruz dediğimize. Bizim millet seçimsiz yapamaz. Seçim ve siyaset konuşmadan edemez. Bizim içimiz dışımız siyasettir. Muhabbetini, analizlerini pek severiz. Ufukta bir sandık görünmüyorsa hiç heyecanımız kalmaz. 

Sizi bilmem ama ben daha şimdiden kara kara düşünmeye başladım. Sahi biz 1642 gün boyunca ne yapacağız? Gel de çık bu işin içerisinden. Şu fıkrada geçen köylüleri şimdi daha iyi anlıyorum: Çin’de iki şehrin arasına tren hattı döşemek için mühendisler fizibilite çalışması yaparken kalabalığı gören köylüler, merak edip mühendislerin yanına gelirler ve aralarında şu diyalog geçer:
— Ne yapıyorsunuz burada?
—Tren yolu yapılacak. Onun çalışmasını yapıyoruz.
—Ne işe yarayacak bu tren yolu?
—Hayatınız kolaylaşacak, falan şehre gidip gelmek için artık ulaşım sorununuz kalmayacak. Size talih kuşu kondu.
—Nasıl?
—Efendim siz o şehre 40 günde gidip gelmiyor muydunuz?
—Evet.
—Bundan sonra bu tren sayesinde o şehre 4 günde gidip geleceksiniz.
Mühendisin bu açıklamasından sonra kendi aralarında bir müddet konuşan köylüler mühendise:
—İyi de geriye kalan 36 günde biz ne iş yapacağız o zaman, derler.

Sahi seçim bitti. Ufuktan başka seçim görünmüyor. Biz 4,5 yıl boyunca ne yapacağız? Haydi bizi geçelim. Seçim olmayınca biz bağrımıza taş bastırıp sabrederiz. Bir seçimi bitirip tekrar araziye çıkan siyasi parti liderlerimiz ne yapacak? Meydanlara çıkmayınca birikmiş veya ötelenmiş ev ödevleri var hepsinin. Kimi ülke yönetecek, kimi de parti içi muhalefetle uğraşacak. Hepsinin durumu, uzun tatil yapan ve tatil boyunca okul ödevini yapmayan öğrencilerin durumuna benziyor.

Gördüğünüz gibi her birimizin işi zor…

Seçimlerin hayırlar getirmesini temenni ediyorum.



*** 30/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.





27 Mart 2019 Çarşamba

Dünya Trump’ın Çiftliği mi? ***


Yazımın başlığında çiftlikten bahsettim. Çünkü ABD Başkanı Trump, dünyayı çiftlik gibi yönetiyor. İsterseniz önce çiftlik kelimesinin anlamına bakalım. Çiftlik, TDK’ya göre “Üzerinde tarım yapılan, hayvan yetiştirilen ve çalışanların oturması, türlü işlerin görülmesi için yapılar bulunan geniş topraktır. Argo da ise çiftlik “Karşılıksız yararlanılan, emek ve para vermeksizin geçinilen yer, çıkar sağlanan yer” anlamına geliyor.

Çiftliğin hangi tanımı Trump’ın ilgi alanına girer? Tabii ki argodaki anlamı… Çünkü Trump’ın normal ile işi olmaz. Onun yaptığı her iş en hafifinden argo. Yani kendisine yakışanı yapmış. İsrail’in 1967’de işgal ettiği Suriye toprağı olan Golan Tepelerini Trump, “Ülkesinin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzaladı.”  Bir kovboydan da bu beklenir. Gerçi bir gayrimenkul uzmanından bu tür arazileri parayla satması beklenir ama mevzubahis olan İsrail olunca akan sular duruyor. Sanki miras dağıtıyor. Babasının mülkü gibi Golan Tepelerini İsrail’e meccanen veriyor. Zaten geldiği andan itibaren İsrail’in gözüne girmek için çırpınıp duruyor. Sanki ABD’nin değil de İsrail’in istilacı emellerini hayata geçirmek için başkan olmuş. 06 Aralık 2017 yılında da Telaviv’deki büyükelçilik binasını Kudüs’e taşıma kararı almıştı. Gerçi Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararı, dünyadan beklediği ilgiyi görmedi ama ABD ve Trump’a göre önemli olan dünyaya rağmen İsrail’in memnuniyeti.

Merak ediyorum, dünya barışına hizmet etmeyeceğini bile bile İsrail’in her isteğini yerine getirmekle Trump, İsrail’in gözüne girebilecek mi? Daha doğrusu dünyayı İsrail’in sömürgesine hizmet edecek şekilde İsrail’e verse İsrail’in gözü doyacak mı? Gözü doymadığı gibi memnun da edemez. Ama yerinde tutunmak için herhalde Trump, Ortadoğu’da çıbanbaşı olan İsrail’e hizmet etmeye devam edecek. Niye hizmet etmesin ki? Sonra niye vermesin? Dünya adamın çiftliği… Kime ne? Kim karışacak ona? Toprağın sahibi Suriye mi karşı çıkacak? İç savaşla boğuşuyor. Bu yetmediği gibi ülke Rusya ve ABD tarafından işgal edilmiş. Irak mı karışacak? Irak ABD’nin bir eyaleti bugün… İran zaten kendisine uygulanan ambargo ile boşuyor. İran olmayınca Lübnan ne yapacak? Başta Suud olmak üzere diğer Arap ülkelerinden bir tepki gelir mi? Benimki de laf yani! Gayrimüslimden tepki gelir de bunlardan zerre kadar tepki gelmez. Hatta tüh bile demezler. Onların tek muradı var, ABD’nin sömürgeciliğine finansör olmak. Zaten ABD valilerinden de başkası beklenmez. Hoş ABD eyaletlerinin valileri Ortadoğu’da bulunan Arap devletlerinden daha geniş yetkilere sahip ve daha özgürler. Türkiye’nin de işi başından aşkın. Bir seçimden diğer seçime hazırlanıyor. Bizim işimiz bu.
BM kararlarına rağmen Kudüs başkent ilan edilirken, Golan Tepeleri resmen İsrail’e verilirken dünya ne yapıyor? Beklendiği gibi tepki yağdı. Sonuç, tepkiyle kalıyor. İsrail dünyaya rağmen yayılmacılığına devam ediyor. Dünyanın tepkisine tepki gösteriyorum. Nasıl ki benim tepkimin bir anlamı ve karşılığı yoksa dünyanın Golan Tepeleri hakkında verilen karara da tepki göstermesinin bir anlamı ve karşılığı yok. Çünkü ABD’yi arkasına alan İsrail yavaş yavaş yayılıyor.

Allah göstermesin başıma bir şey gelse kime gidip derdimi anlatayım desem, bir bakarım. Dünya bir tarafta, Trump diğer tarafta. Ben çiftliğin sahibinin yanına giderim. Çünkü yanında dünya kadar etkisiz eleman olacağına keyfine göre hareket eden ve dünyayı bir çiftlik gibi yöneten Trump var. Kınamanın ötesinde bir işe yaramayan sessiz ve pasif dünyayı ben ne yapayım? Tüm dünya kınama ve tepkide yanımızda olacağına Trump’ın karşısında sonuç alan bir aktif iyimiz olsa daha iyi.

Şu dünyanın düştüğü duruma bak! Yazık gerçekten! 

67’den beri işgal ettiği Golan Tepeleri inşallah İsrail’in mezarı olur. Başlarına Semut ve Ad Kavimlerinin başına gelen gelir. Kaçacak delik bulamazlar. Korkularından dizüstü çöke kalırlar.

*** 28/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Mart 2019 Salı

Kişi Bir Yere Nasıl Geldiyse Öyle Gider


2014 yılında çıkarılan kanunla dört yıl okul yöneticiliği yapanlar yeni bir değerlendirmeye tabi tutuldular. Yapılan değerlendirmede tabir yerindeyse budandılar. Daha doğrusu kahir ekseriyeti başarısız bulunarak öğretmenliğe döndürüldü. Pek azı yöneticiliğine devam edebildi. Elenen yöneticilerin yerine sözlü mülakat yöntemiyle yeni yöneticiler iş başına getirildi. Bunu yapanlar da kimi, niçin elediklerini bilmeyecek kadar çiçeği burnunda yeni şube müdürü ve ilçe milli eğitim müdürleri idi.

2014 yılı milli eğitim müdürlerinin, milli eğitim müdür yardımcılarının, şube müdürlerinin, ki okul müdürlerinin ve okul müdür yardımcılarının yenilendiği bir dönem oldu. Mevcut milli eğitim müdürleri ve milli eğitim müdür yardımcıları "eğitim uzmanı" oldu. Yöneticiliği uzatılmayan okul müdür ve yardımcıları da öğretmenliğe döndü.

Yeni atama ve görevden eleme süreci çok hoş olmasa da bu süreç maalesef yaşandı. Topyekûn bir bayrak değişimi yaşandı.

Yeni yöneticilerin görevlerine başladığı dönemde ilçeden il merkezine görevlendirilerek göreve başlayan iki kişi ile görüştüm. Biri mi daha önce tanıyordum, diğeri ile yeni tanıştım. Sevinçlerine diyecek yoktu. Yüzlerinden ve konuşmalarından belli idi. "Eskilerin gittikleri çok iyi oldu, sevindik" dediler. Niye böyle konuşursunuz dediğimde "Onlar elenmeseydi biz ilçeden merkeze gelemezdik" dediler. 

Yeni görevlerinde başarılar dilediğim bu iki kişinin gidenlere oh olsun dercesine bir tavır sergilemeleri tıpkı yönetici atama süreci gibi hiç şık değildi. Kurumlar kadıya mülk olmadığı gibi buralar boş duracak da değil, biri giderse yerine öbürü gelecek. Birileri mağdur olurken birilerine fırsat doğacak. Bunda garip bir durum yok. Garip olan içlerinde tutmaları gereken hislerini dışarıya vurmuş olmaları. Birilerinin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaları garip olandı.

Yıl 2019. Yani milli eğitim müdürlerinin ve okul müdürlerinin yenilenmesinin üzerinden dört yıl geçti. Duydum ki yerinden edilen müdürlere “oh olsun” diyen müdürümüz çalıştığı kurumdan bir başka yere sürgün gönderilmiş. Yine duydum ki tanımadığı müdürleri önüne gelen listeye göre eleyen bir başka müdür de görev yaptığı yerden el çektirilmiş, yerine bir başkası atanmış. Haklı yere mi alındılar, yoksa haksızlık mı yapıldı bilmiyorum. Kendilerini de sever sayarım. Ama her ne sebeple olursa olsun bu kişilere reva görülen yine hoş olmamıştır. Yani tasvip etmiyorum. İnsanlar bu şekilde harcanmamalı diye düşünüyorum. Görüyorum ki eleme usulümüz ve insanımızın onuruyla oynama kıstasımız yıllar geçmesine rağmen aynen devam ediyor. Burada unutmamamız gereken bir şey var, kişi bir yere ne şekil gelirse o şekil gider. Gelirken adamı sevindirir, giderken üzer. Ben ne yaptım dedirtir insana.

Gelenlerin çoğu, gidenlerin arkasından “oh olsun” derken ben onlar için aynı şeyi söylemiyorum. Keşke böyle olmasaydı…


Siyasetimiz Ümit Vermiyor

Siyasetin içinde değilim ama içinde olmasam da çok da uzağında olmadım.  Çünkü siyasete karşı merakım var. Türkiye gündemini özellikle siyasetimizi, hangi siyasinin ne dediğini uzaktan da olsa takip ettim. Kendi çapımda her vatandaş gibi siyasi değerlendirmeler yapmaya çalıştım. 

Siyasetten ne zamana kadar uzak durmadım? 31 Mart mahalli seçimlerine kadar. Bu seçim sürecinde ne mi4tinge gittim ne TV açık oturumlarını izledim ne hangi adayın diğeri hakkında ne dediğini merak ettim ne aday ve parti liderlerinin konuşmalarını dinledim ne hangi şehri kim kazanır diye kafa yordum ne de partilerin seçim vaatleri beni heyecanlandırdı. Bu seçim sürecinde tam apolitik oldum desem yeridir. Bir şey kaybettim mi? Hayır. Pişman mıyım? Değilim. Mutlu muyum? Hem de nasıl! Apolitik olduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Üstelik keyfime de diyecek yok.

Bir zamanlar politik davranırken niçin apolitik oldum? Bir zamanlar siyaseti takip ederken her seçimin ülkeyi daha iyiye götüreceğini, ülkeyi düzlüğe çıkaracağını düşündüm. Geldiğim nokta da siyasetten soğudum. Daha doğrusu benim için bir şey ifade etmiyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla siyasette bir tükenmişlik var. Ülkede izlenen siyaset, siyasilerin kendilerini tekrarlamaktan öteye geçmiyor. Her biri kendi yerini sağlama almaktan öte bir şey düşünmüyor. Tüm yaptıkları kendi geleceklerini garantiye almak, inisiyatifi elden bırakmamak, gündemden düşmemek, liderliklerini tartışılmaz kılmak. 

Siyasilerimizde sorun mu var, beceremiyorlar mı? Allah var, görevlerini iyi yapıyorlar, güzel konuşuyorlar, ağızlarından bal damlıyor, gece-gündüz durmadan çalışıyorlar, hepsi ülkeyi çok sever görünüyorlar. Ama bu görüntülerinin arkasında benim gördüğüm her şeyden önce kendilerini, koltuklarını daha çok seviyorlar. Bunun için halkı kutuplaştırmaktan, ötekileştirmekten öte bir şey yapmıyorlar. Aday gösterirken bile bu işi en iyi kim yapardan ziyade kendilerine karşı çıkmayacak muti adayları belirliyorlar. Ülke borçluymuş, halk ekonomik dar boğazdaymış, vatandaşın alım gücü azalmış, işsizlik artmış, belediyeler borç batağındaymış gibi bir dertleri yok. Bakmayın bunlardan konuştuklarına. Bu işin edebiyatını yapıyorlar. Hepsinin tuzu kuru. Siz hiç ekonomik sıkıntı çeken bir siyasi gördünüz mü? Yine siz yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı bedel ödemiş, mağdur olmuş bir siyasi gördünüz mü?

Açıkçası ülkemde izlenen politika içime sinmiyor. Böyle bir siyaset bana ümit vermiyor. Politikacılar bana güven vermiyor. Bu atmosferde vereceğim oyun da bir anlamı yok görünüyor.



25 Mart 2019 Pazartesi

Diyanet Ne Yapmak İstiyor? *


Diyanet İşleri tarafından merkezi olarak hazırlanan Cuma hutbelerinde görmek istediğim,
İslam ve Müslümanları ilgilendiren her türlü konunun minberde ele alınmasıdır. Gönül ister ki her hafta ele alınan konu Müslümanlara yol çizsin, olaylara ne şekil bakmamız gerektiği konusunda İslam’ın görüşüne yer verilsin. Okunan hutbe bir hafta boyunca halk arasında gündem oluştursun.

İslam’ın işlenmesi gereken o kadar konusu, Müslümanları ilgilendiren o kadar mesele varken nedense hutbelerimiz belli konular üzerine yoğunlaşmış, birbirinin tekrarı durumundadır. Ne demek istediğimi bazı tarihlerde okunan hutbelerden birer kesit sunarak açıklamak istiyorum.

 Kur’an ve sünneti birbirinden ayırarak din istismarına kapı aralayanlara, şöhret ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olalım. Sünneti bugünlere taşıyan hadis külliyatımızın güvenilir olmadığını iddia eden bir zihniyete asla itibar etmeyelim. Sahih sünneti Peygamberimize ait olmayan sözler ve hurafelerle istismar edenlere karşı da uyanık olalım.” (22/03/2019 tarihli “Kur’an ve Sünnet Bir Bütündür” başlıklı hutbeden)
Dinimizi doğru öğrenme ve yaşama konusunda bu iki kaynaktan taviz vermemektir. Kur’ân ve sünnetin arasına mesafe koymaya, bu en mukaddes değerlerimizi istismar ederek güç ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olmaktır.”(02/02/2018 tarihli “Kur’an ve Sünnet” başlıklı hutbeden)
Hiçbir kimse ya da zümrenin, kendisini sünnetin tek hamisi olarak görmeye hakkı yoktur. Aynı şekilde sünneti itibarsızlaştırmaya ve devre dışı bırakmaya yönelik anlayış ve gayretler de beyhude birer çabadan ibarettir. Unutulmamalıdır ki Allah Resûlü (s.a.s)’in sünnet-i seniyyesi üzerinden ötekileştirici, ayrıştırıcı bir takım söylemler; kardeşliğimizi, muhabbetimizi, birlik ve beraberliğimizi zedeleyecektir.” (3.11.2017 tarihli “Sünnet:Nebevi kılavuz” başlıklı hutbeden)
Resul-i Ekrem’in şerefli sözleri olmadan Kur’an anlaşılamaz ve yaşanamaz. Bizi bu konuda ikaz eden yine bizzat Efendimiz’dir. O şöyle buyurur: “Sakın sizden birinizi, emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, köşesine yaslanmış olarak cahilce, ‘Biz Allah’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız; hadis tanımayız!’ derken bulmayayım!” (12 Şubat 2016 tarihli “Peygambere İman Tevhidin Bir Gereğidir” başlıklı hutbeden)

Fark ettiyseniz 12/02/2016, 03/11/2017, 02/02/2018, 22/03/2019 tarihli hutbeler, sünnet yani sünnetin önemi üzerine. Kur’an ve sünnet dinin iki temel kaynağıdır. Elbet konu edilecek ve sünnetin önemine işaret edilecek. Çünkü sünnet Kur’an’ın açıklamasıdır aynı zamanda. Fakat Diyanet, sünnet üzerinde hutbe okutmayı sistematiğe bağladı. Diyanet, konu sıkıntısı mı çekiyor? Bazı konulara karşı bir rezervi mi var? Sık sık aynı konuları işlemek suretiyle “ettekrâru ahsen, velev kâne yüz sensen (180 kere de olsa tekrar güzeldir) diyerek bazı konuların önemine işaret etmek mi istiyor? Yoksa bazılarına cevap mı veriyor? Bahsettiğim haftalardaki hutbe konularının içeriğine bakarsak Diyanet, sünnet konusunu işleyerek birilerine cevap veriyor ve Müslümanları da bunlara karşı uyarıyor.

Hutbe konusu belirleme, hazırlama ve okutma yetkisi Diyanet’in uhdesinde. Hangi konuları seçeceğine kendisi karar verir. Sünnet konusunun işlenmesi konusunda da ihtiyaç hissetmiş olmalı ki üç yılda sünnet üzerine dört hutbe okuttu. İyi mi yapıyor, kötü mü yapıyor bilmiyorum ama bildiğim bu halkın sünnetle ve sahih hadisle bir meselesi yoktur. Halkın bu konuda bildiği birkaç akademisyenin ve birkaç okumuş insanın sadece Kur’an merkezli konuşmalarıdır. Lokal bir alanda cereyan eden bir meseleyi Diyanetin Cuma hutbeleri vasıtasıyla tüm camilere yaymasının tehlikeli sonuçlar verebileceğini düşünüyorum. Diyanetin sünnet üzerine tekraren okuttuğu bu hutbelerden halkın bir kısmı “Sünnette sorun olmalı ki hutbe konusu ediliyor” zehabına kapılabilir. Bence DİB, bu konuyu toplumun tüm katmanlarına yayacağına bu konuda farklı düşünen bir avuç insanı tek tek ziyaret ederek veya onları bir arada toplayarak işin vahametini anlatsa daha iyi bir iş çıkarmış olur. Onları ikna edemese bile en azından bu konuda basın ve ekranlarda hassas olmalarını isteyebilir. Bu alanda sorun varsa hadis alanında uzmanlaşmış kişilerden bir komisyon kurarak bu konuyu ilmi çerçevede masaya yatırmada öncülük yapabilir.

* 27.03.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




24 Mart 2019 Pazar

Mülakatın Mucidinin Sevincine Diyecek Yoktur! *


Kamuya eleman alımında, idareci ve öğretmen seçiminde yazılı sınavlara ilaveten kriter olarak belirlenen sözlü mülakatın mucidi kimdir bilmiyorum. Ama iyi bir iş çıkardığı belli. İcadıyla ne kadar gurur duysa azdır. Çünkü ortaya koyduğu kriter kamuya eleman ve öğretmen alımında, yönetici seçiminde KPSS ve diğer yazılıların önünde belki de tek kriter bugün.

Sözlü mülakatlara şartları tutup istekli olarak müracaat edenlerin arasından en az üç katı aday davet ediliyor.  Sırası gelen aday komisyonun huzuruna girerek üç beş dakika duruyor, kendisine daha önce hazırlanmış sorulardan kura ile kapalı bir zarf çektiriliyor. Adayın sorulan soruları bilip bilmemesi önemli değil. Tüm soruları bilse bile geçer puan alamayacağı gibi hiçbir soruya cevap vermediği halde yüksek puan alabiliyor. Çünkü bu sınavın kriteri komisyonun gözüne, gönlüne  ve daha önceden oluşturulan listeye girmektir.

Mülakat sonuçları açıklanınca mülakata giren üç katı adaydan iki katı elenir, bir katı sevindirilir. Durum üç aşağı, beş yukarı böyledir. Sonuç, bir mülakat sonucundan hoşnutsuzların oranı memnun olanlara oranla iki kat daha fazladır. Kaç yıldır uygulanan bu mülakat sistemi sadece hoşnutsuzların oranını artırmaktadır. Hoşnutsuz olanların sayısındaki artış ne anlama gelir?
*İnsanlar geleceğe dair endişe taşır, umutları yok olur, ümidini keser.
*Kimseye güvenleri kalmaz.
*Ehliyet ve liyakatin geçer akçe olmadığına inanmaya başlar.
*Kendisini mağdur olarak görür. Hakkının yenildiğini düşünür.
*Toplumsal barış zedelenir.
*Hakkını yiyenlere düşman kesilir. Eline imkan geçtiği zaman kendisine yapılanın aynısını veya daha beterini o da yapar.
*Herkes referans arayışına girer.

Niçin böyle olur? Çünkü mülakat dendi mi bizim insanımızın aklına torpil ve adam kayırmacılık gelir. İltimasın olduğu yerde toplumsal barış zedelenir. Devletle toplumun arasını açar. Hal böyle iken sorumlu kişilerin mülakat sistemini hala devam ettirmesini anlamak mümkün değil. Aslında bu uygulamaya devam etmek demek iktidarın kendi topuğuna kurşun sıkması demektir. Çünkü demokrasinin gereği bu ülkede belli periyotlarla halkın karşısına sandık konur. Mülakat sonuçlarından mağdur olduğunu söyleyenler her sene kartopu gibi artmaktadır. Merak ediyorum, bu mağdurlar kime oy verir? Mağduriyetinin müsebbibi olarak iktidarı görecek ve oyunu muhtemelen muhalefete verecektir. Bir puan fazla oy alacağım diye uğraşan ve didinen bir iktidar, mülakat zedelerden oy kaybına uğrayacağını niçin düşünmez? Üstelik oy vermede alternatiflere yönelecek olanlar sadece mülakata giren reşit kişilerden ibaret değil. Her bir mağdurun annesi ve babası var. Pekala, oğlumun hakkı yendi, kızım mağdur edildi deyip faturayı iktidara kesebilir.

Burada her mülakattan elenen haksızlığa uğradı demek istemiyorum. Mülakat, mantığı itibariyle dedikoduları beraberinde getirir. Allah aşkına devlet çalışacak kişiyi seçmede mülakattan başka bir yol bulamadı mı? Bu kadar aciz mi? Eğer devlet terör bağlantısı olanları eleme düşüncesiyle mülakatlara can simidi gibi sarılıyor ve aklına başka bir şey gelmiyorsa herkesin söylediğini ben buradan söyleyeyim. Devlette görev almaya talip olacakları, öğretmen olacakları, idareci olmayı düşünenleri yazılı sınava müracaatlarıyla birlikte güvenlik soruşturmasından geçirmesi, güvenlik soruşturmasından geçemeyenlerin sınava müracaat etmesi yasaklanabilir. Böyle kişiler e devlet'ten kendini sorgular. Orada "Şu gerekçeyle bu sınava giremezsiniz" uyarısını görebilir.

Uzatmayayım, kimsenin memnun olmadığı bu mülakat kriterinin tek memnun olanı öyle zannediyorum mülakat önerisini getirendir. Bunun patenti bana ait, oh ne güzel! Devletle milletin arasını açtım diye sevinir, durur.

*20/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.