15 Mart 2019 Cuma

Kitap Yüklü Merkeplere Ne Kadar Benziyoruz? *

Günümüzde eskiye oranla dini bilgisi artan insanımızın oranı oldukça çoğaldı. Eskiden bir konuda  dinin görüşünü öğrenmek için bir hocanın kapısı çalınırken şimdi hepimiz birer hocayız. Bana göre şöyledir, şöyle olmalıdır deyip dini konuda görüşümüzü serdetmeye başladık. Hatta görüşümüzü desteklemek için ayet ve hadis bile okuyoruz. Bazen de ayet ve hadisi yorumlayarak yerine göre müfessir veya muhaddis rolünü üstleniyoruz. Hızımızı alamayıp fetva bile verebiliyoruz. Çoğumuzun başvurduğu kaynak da google arama motorudur. Bu şekliyle durumumuz "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder" sözüne tam uyuyor.

Çoğumuz yarım hoca rolünü üstlenmiş durumda iken bir kısım insanımız daha vardır ki bunlar, dini bilen ve her konuşmasını ayet ve hadisle süsleyen, konuşurken ağzından bal damlayan kimselerdir. Bunların dışında bir kısım insanımız daha vardır, bunlar dini referans olarak kullanmayan ve dine mesafeli olan kesimdir.

İster yarım hoca, ister dini bilen, ister dine mesafeli olalım. Hepimiz iyinin, güzelin, doğrunun ne olduğunu biliriz.  İstisnalarımız olmakla beraber çoğumuzda bir sorun var; dini biliyoruz veya bildiğimizi sanıyoruz ya da kendimizi düzgün birer kimse olarak görüyoruz. Fakat bildiklerimiz veya savunduğumuz din, birer söylemden ibaret kalıyor. Kısaca yaşama yok. Yani söz var, icraat yok. Bilgimiz yaşama geçmiyor. Bu durumumuz Tevrat’ın hükümleriyle yükümlü tutulup da onun hükümlerini yaşamayanların durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin hâline benzer." (Cuma 5) ayetine benzetilebilir mi? Çünkü bu ayette Allah bildiklerini yaşama geçirmeyenleri "kitap yüklü merkebe (eşeğe) benzetiyor." 

Bir eşek düşünün ki üzerine dünyanın en nadide kitaplarını yükleyelim, eşek bu kitapları hep sırtında taşısın. Bu kitapların eşeğe bir faydası olur mu? Olmaz, hatta üzerine yük bindiği için zararı bile olur. Bizim durumumuz daha doğrusu bildiğimiz doğruları yaşamayan bizler, tıpkı eşek gibi her türlü bilgiyi belleğimizde tutuyoruz. Farkı var mı bunun? Bence hiç farkı yok. Tek farkı eşek, sırtında taşıyor, biz ise belleğimizde. Ayet, Yahudi din adamlarını kastediyor, onlar hakkında gelmiştir. Bu ayet Yahudileri bağlar deyip kendimizi temize çıkaramayız. Allah, Yahudi din adamları böyle yaptı. Yani yapmaları gerekeni yapmadıklarından dolayı merkepliği hak etmişlerdir. Siz de böyle yaparsanız siz de eşek olursunuz demek istiyor. Zaten ayetteki "Tevrat'ın hükümleriyle yükümlü tutulup da" kısmını kaldırıp yerine "Kur'an’ın hükümleriyle" koyduğumuzda ayet bizi yüzde yüz bağlıyor. Teşbihte hata olmasın, sanki Allah bizim tabirimizle "Kızım, sana söylüyorum, gelinim sen anla" diyor. 

Hasılı, bildiğini yaşamayan bizlerde bu merkeplik hep baki mi kalacak? Biz eşeklikten hiç kurtulamayacak mıyız? Sanki bu görüntümüzle laftan, sözden anlamayan, ayetleri göz ardı eden bizlerde eşeklik baki gibi. Allah bildiklerimizle amil olmayı nasip etsin bize. Yoksa eşek gibi olmaya devam edeceğiz. Yaşayanları tenzih ederim.


*22/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




13 Mart 2019 Çarşamba

Niçin Siyasete Atılmıyorsun?

—Siyasete atılmayı düşünmez misin?
—Düşünmüyorum.
—Niçin?
—Ben yapamam. Bana göre değil.
—Niye yapanlar senden iyi mi yapıyor?
—Girince yaparsın bir şekil. Ama sorun siyasete girişte.
—Girişle ne alakası var?
—Geçmişin didik didik inceleniyor.
—Kim inceliyor?
—Rakiplerin.
—İncelesinler. Utanılacak bir geçmişin mi var?
—Şükürler olsun, utanılacak bir geçmişim yok.
—O zaman bu çekince neyin nesi?
—Öyle deme, siyasete atılınca hele bir de iddialı olursan pireyi deve yaparlar. Yeter ki bir gir, gününü gösterirler sana.
—Mesela?
—Mesela hayatımda ilk defa adliyelik oldum. 
—Hayırdır?
—Soyadımı değiştirdim.
—Senin soyadın Yüce değil mi?
—Evet Yüce.
—Hep Yüce idi zaten.
—Yüce idi. Bir gün senin soyadın Yüce oldu dediler. Ben de nüfus müdürlüğünü mahkemeye vererek yeniden Yüce soyadımı aldım.
—Yani Yüce iken yeniden Yüce soyadını aldın. İlginç gerçekten. Yalnız bu durum siyasete girmene engel değil ki!
—Değil biliyorum. Ama gel de sen onu siyasete girince anlat. Çünkü "Vay efendim, soyadını değiştirdi! Niçin değiştirdi bir sorun. Bakalım altından ne çıkacak? Kendisini gizlemeye çalışmış zamanında. Soyadını beğenmediği için değiştirmeye kalkmış. Aynı soyadı alarak  Yüce Türk adaletini boşu boşuna meşgul etmiş. Acaba bir miras meselesi mi var..."gibi sorular peşi peşine gelir. Gazetelerde sekiz sütuna manşet olur, TV'ler günlerce benim soyadım üzerinden tartışma yapar.
—Haklısın kardeş. Seninle ilgili başka bir konu gündeme getirirler mi?
—Getirirler. Yeter ki istesinler. Bulurlar.
—Mesela?
—Malumun ben öğretmenim. Zamanında öğrenciyle, veliyle sorunum olmuş olabilir. Öğrencimi çıkarırlar, kulağımı çekmişti dedirtirler. Ki çekmiş de olabilirim. Adımı dayakçı öğretmene çıkarırlar. 
—Hasılı, benden siyasetçi olmaz diyorsun.
—Aynen...



Duydum ki Selamsız, Sabahsızmışsın!

Duydum ki selam vermiyormuşsun tanıdıklarına! Sebep ne ola ki? Selam vermek caiz değil mi yoksa? 

Bil ki selam Allah'ın selamı. Peygamber der ki "Aranızda selamı yayınız. Tanıdığınıza ve tanımadığınıza selam veriniz." Bak burada peygamber "Selamda seçici ol, dilediğine ver, dilediğine verme" demiyor. O halde derdin ne? Selama düşman mısın ya da barış, esenlik olan selamı gereksiz mi görüyorsun?

Bil ki selam, karşılıklı iyi dilek ve temennide bulunmaktır, karşılıklı dualaşmaktır. Duaya ihtiyacın mı yok? Pirüpak mısın yoksa?

Sana selam alıp verdirmeyen yoksa kibrin mi? Bil ki kibir Müslüman'a yakışmaz. Müslüman'a yakışan alçak gönüllülüktür. Zira kibir şeytanın özelliğidir. Bir kibir yüzünden ahiretini berhaba etme!

Selama mı tenezzül etmiyorsun yoksa ast-üst ilişkisi mi bu yaptığın? O zaman sen astına tekme sallayan, üstüne kuyruk sallayanlar familyasındansın. Ben astımın selamını almam, selam da vermem. Benim gözüm kulağım üstümde mi diyorsun? Eğer böyle düşünüyorsan bu, sağlıklı ve normal bir insanın bakış açısı değildir. Tedavi görmen gerekir. Çünkü selam aynı zamanda bir iletişim aracıdır, bir nezaket kuralıdır. Eğer bir yerde amme hizmeti görüyorsan en azından iletişim için selam alıp selam vermelisin. 

Selam konusunda istediğine verme seçiciliğin varsa bu yaptığın kinciliktir. O zaman sen iyi bir kindarsın. İşgal ettiğin koltuk kindarlık makamı değildir. Çok duygusal ve alıngan isen oturduğun koltuk bunu götürmez. Ancak sorun üretir. Çünkü o koltuğa oturmanın bedeli rahat etmen değil, sorunu çözmendir. Sorun çözmeye yanaşmıyorsan özgüvenin yok. Hangisi isen hepsi ahlaki birer sorundur. 

Oturduğun koltukta bir elin parmaklarını geçmeyecek şekilde birileriyle oturup kalkıyor, selam alıp veriyor ve çoğunluk sana veya sen çoğunluğa mesafeli isen kusura bakma da sen sorunun tam kaynağısın. Acınacak haldesin ama farkında olduğunu sanmıyorum.

Bildiğim kadarıyla namaz kılıyorsun. Allah kabul etsin. Ama sana üzücü bir haberim var. O kıldığın namazda maalesef selam var, hem namaz kılarken hem de namazdan çıkarken. Yani oturunca tahiyyatı okuyorsun ya. İşte o tahiyyat başlı başına bir iletişim ve duadır. Allah peygamberle konuşur, ona selam eder ve biz, bize ve Allah'ın iyi kullarına karşılıklı dua ederiz ve namazdan çıkarken sağa ve sola selam vererek çıkarız. Umarım bu açıklamamdan sonra içi-dışı selammış deyip namazı bırakıvermezsin. Biliyorum böyle bir şeyi düşünmek bile akla muhaldir. Ama konu sen olunca düşünmeden edemiyor insan.

Hasılı, içinde ne fırtınalar kopuyor bilmiyorum. Çünkü kapalı kutusun. Bildiğim dışına sızan yönün. İşte bu yönün iyi bir görüntü vermiyor. Bence kişi kendisinin doktorudur. Önce kendini tedavi ederek başla bu işe. Yok, ben buyum; kime, ne diyorsan, biliyorum senden iyilik sudur olmaz, ama en azından memlekete bir iyilik yap, oturduğun koltuğu boşalt. Biliyorum, gelen gideni aratır. En azından selamlı biri gelir o koltuğa.


12 Mart 2019 Salı

Seçim Sathı Mailinde Ortaya Dökülen Belgeler ***


Bakmayın siz Anayasamızda seçimlerin beş yılda bir yapılır yazdığına. Biz beş yılda bir seçim yapsak çatlar ölürüz. Çünkü seçim ve siyaset konuşmazsak hiç tadımız olmaz. Seçim dendi mi gözümüz açılır, konu sıkıntısı çekmeyiz. Belki de bu yüzdendir ki beş yılı bulmadan kah milletvekili, kah cumhurbaşkanı, kah belediye başkanı seçimleri, kah referandum yaptık bugüne kadar.

Seçim seçim, bıktık bu seçimlerden dediğimiz bu günlerde, önümüzde Mart 2019 mahalli idareler seçiminden sonra bir erken genel seçim kararı alınmazsa 2023 yılına kadar seçim yok. Bu durumda gel de yaşa bu ülkede. Nasıl yaşarız ki? Her şeyden önce konu sıkıntısı çekeriz. Gerçi bizim için 2023'e kadar beklemek zor olsa da süresinden önce seçmenin önüne sandık konmazsa Türkiye normalleşir. Önemli olan da bu. Keşke zırt pırt seçimler yapılmasın da biz konu sıkıntısı çekelim. Biz kendimize başka konular buluruz.

2023'e kadar seçim olmayacaksa şu önümüzdeki seçimin keyfini yaşayalım, ağzımızın tadını bozmayalım. Belediyelere kim başkan seçilirse seçilsin, kazanan ülke olsun.

Şimdi geleyim sadede... Seçim atmosferinde  -adına bilgi, belge, itham, algı vs ne derseniz deyin- adaylar aleyhine ortaya dökülen belgeler, çoğu zaman karşı adaya yarayabilir. Çünkü seçmen, aday hakkında ortaya konan belgenin zamanlamasını manidar bulur. Niçin seçim öncesi beklendi, daha önce niçin ortaya konmadı diye sorgular. Bu konuda rakibi sıkıştırma hesabı sandıkta tutmayabilir. Nitekim bizim siyasi geçmişimiz bunun örnekleriyle doludur. 90'lı yıllarda rakipleri alt etmek için havada belgeler uçuştu. TV'lerde bu ithamlar tartışıldı, gazetelerde bilgi ve belgeler yayımlandı. Sonuç, belgeyi ortaya koyanlar umduğunu bulamadı. Çünkü atılan çamur işlerine yaramadı. Seçimleri kaybettiler. Boğmak istedikleri bugünkü zihniyetin insanları, emin adımlarla iktidara doğru yürüdüler ve bugün hâlâ zirvedeler.

Anlatmak istediğim geçmiş siyasilerin sık sık başvurduğu ama her defasında ellerinde patladığı belgelerle rakip alt edilmez. Belge doğru olsa bile bizim seçmen, bu işte bir Çapanoğlu var deyip rakibe yöneliverir.

Aman dikkat! Hocanızı iyi seçin. Geçmiş belgeci siyasileri ve siyasilerin kalemşörü gazetecileri öğretmeniniz olarak seçmeyin. Rakibinizi zor duruma sokarak mesafe alamayabilirsiniz. Rakibinizi kötülükten ziyade seçim atmosferinde kendinizi ve yapacaklarınızı anlatın. Benden söylemesi...

***16/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Bazı Değerlerimizi Kaşımayalım! *


Bir petrol istasyonuna vardığımızda burada sigara içmek, buraya ateşle yaklaşmak yasaktır. Çünkü tehlikelidir. Bir kaçak durumunda benzin veya LPG deposunun patlaması söz konusu. O yüzden bu bölgede sigara içecek, çakmağını çakacak kişi bu mıntıkadan biraz uzaklaşmalıdır. Atın ölümü arpadan olsun diyemez. Bundandır ki istasyona yakıt almak için gelen veya yaklaşan kimse ateş konusunda duyarlıdır. Sorumluluk da bunu gerektirir.

Teşbihimi yerinde görürseniz akaryakıt istasyonundan ülkeye gelmek istiyorum. Çünkü ben ülkeyi de bir istasyona benzetiyorum. Suyundan mıdır, toprağından mıdır bilmiyorum. Bildiğim tek şey, tansiyonu ve gerilimi yüksek bir ülkede yaşıyoruz ve bu ülke yeknesak değildir. Bir mozaikler ülkesi bu ülke. 72 millet insan bu ülkeyi birlikte paylaşıyoruz. Çoğunluk Müslüman olmakla beraber bu ülkede Müslüman ve Müslümanlıktan haz almayan; eline fırsat geçse ezanı, bayrağı, dini ve imanı yasaklayacak, dini simgeyi çağrıştıran her türlü değeri yok etmek için uğraşacak, sayıları az olmayan bir kesim var. Bakmayın siz çoğunun kendisini piyasaya çıkarmadığına.

Milli ve manevi değerlerimize düşman kesimlerin karşısında ezan, bayrak, din ve iman için canını verecek büyük çoğunluk var. Olmalıdır da. Çünkü bunlar bizi biz yapan ortak değerlerimizdir. Çocuk ve gençlerimize bu değerler yerinde ve zamanında verilmelidir.

Ortak değerlerimiz yukarıda saydıklarımdan ibaret değildir. Bizi biz yapan bu değerlerimiz çoktur. Gel gelelim ki bu değerlere düşman olanlar da çoktur. Bu birbirine zıt benzemezleri akaryakıt istasyonuna benzetelim. Bir kıvılcımlık işi var bu istasyonun. Aynı kazana atsan kaynamayacak bu iki kesim, birbirine karşı ateşle barut gibidir. Her ne sebeple olursa olsun karşı karşıya gelmemeli ve getirilmemelidir. Çünkü bu iki kesim, belli değerler üzerinden karşı karşıya getirilirse bir türlü düşmeyen bu ülkenin tansiyonu hipertansiyona fırlar, sağduyu elden gider, kılıçlar çekilir. Böyle durumlarda yükselen tansiyonu düşürmek gerekir. Bu görev de sorumluluk makamında olan insanlara düşer. Özellikle sorumlular yangına körükle gidemezler. Çünkü yangına körükle gitmek tarafları karşı karşıya getirir, ortamı gerer. Bu da uyuyan hücreleri harekete geçirir, yıkıcı fay hatlarını tetikler. Yeter ki istasyonu havaya uçurmak için çakmağı çakan olsun.

Ne zaman bu ülkede seçimler olsa seçim arifesinde maalesef gerilimi yüksek ortamların içinde buluruz kendimizi. Puslu havadır bu. Kurt bu puslu havayı sever. Çünkü koyunu kapması gerekir. Siyasilerimiz için de puslu hava, arayıp da bulamadıkları bir ortamdır. Çünkü bu hava seçmenini tetikler, safları karşılıklı kutuplaştırır.

Merak ediyorum, birkaç puan için toplumu karşı karşıya getirmeye, birini diğeriyle korkutmaya, bir kesimi diğer kesime bilemeye değer mi? Başta siyasilerimiz olmak üzere kazanmak için her şeyi mubah görenler, unutmasınlar ki bu ülkenin huzur ve mutluluğu her şeyin özellikle siyasetin üstündedir.

Lütfen değerlerimizi emellerimize alet etmeyelim ve kaşımayalım!

* 16/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2019 Pazartesi

İyi ki Varlar! ***


Bazı insanlar vardır, sözünü budaktan esirgemez. Doğrucu Davut görevi yaparlar toplumda. Birileri kınarmış, ayıplarmış, işimden olurmuşum, dışlanırmışım diye bir endişe taşımazlar. Konuşurken ve yazarken fincancı katırlarını ürkütürüm demezler. Ucu kime dokunursa dokunsun, herkes ayağını denk alsın derler. Hiç rızık endişesi taşımazlar. Haksızlığa karşı tahammülleri yoktur. Hemen mağdurun yanında yer alırlar.

Çoğul eki kullanıyorum. Sayıları çok anlaşılmasın. Toplumda bir elin parmaklarını geçmez bunlar. Sayıları az olsa da iyi ki var böyleleri! Birileri mağduriyet yaşadığı zaman seslerini bunlar yükseltir, konuyu köşelerine taşırlar.

Belli güç merkezlerinin hoşuna gitmese de halk tarafından sevilen ve sayılan kişilerdir bu tipler.

İmkanları çok mu iyi bu tiplerin? Sanmıyorum. Kiminin sadece bir gazete köşesi var, kiminin yazdığı kitapları. Kendi yağıyla kavruluyorlar dense yeridir.

Bu tiplerin bu şekilde cesur olmasının nedeni herhalde sırtlarında yumurta küfesi olmadığındandır. Geldikleri yere veya yaptıkları işe kimseye eyvallah etmeden gelmişlerdir. Yani hak ederek gelmişlerdir. Menfaat bağıyla birilerine bağlı değildirler. Kimseye minnet borçları yoktur.

İçimizde birilerine haksızlık yapıldı diyen milyonlar var. Ama bunlar sessiz milyonlardır. Asla haksızlık yapıldı diye ortaya çıkmazlar. Sessiz kalmayı yeğlerler. Çünkü konuşursam ne olur, ne olmaz, ekmeğimle oynarlar endişesini taşırlar. Bulundukları statünün yok olacağını düşünürler. Ayrıca geldikleri yere birilerinin yardımıyla geldiklerini bilirler. O yüzden haksızlık yapıldıklarını bildikleri halde mağdurun yanında görünmedikleri gibi aynı karede de yer almak istemezler. Kendilerini güce teslim etmiş kişilerdir bunlar. Rızık, makam ve statü endişesi taşırlar, ağrımaz başım ağrısın istemezler...

Mağdurun en çok zoruna giden de başına gelenden ziyade dün sorun yokken yanında olan dostlarının bugün sessiz kalmalarıdır. Zaten ne çekiyorsak gölgesinden korkan bu sessiz yığınlardan çekmiyor muyuz?

Milyonlarca iyi olup sessiz yığınlar olacağımıza sesini yükselten birkaç cesura destek olsak göz göre göre birilerine haksızlık yapılmaz. Ama maalesef mağdurun yanında yer alamıyoruz.

Sessiz pasif milyonlara rağmen iyi ki sesini çıkaran, bu kadar da olmaz diyen birkaç aykırı ses gönlümüze su serpiyor, derdimize tercüman oluyor. Bunlar bedeli ne olursa olsun, dilsiz şeytan olmayı tercih etmeyenlerdir. İyi ki var böyleleri! Allah sayılarını artırsın.

Konu buraya gelmişken Ebu Zer el-Gıfari’yi anmasak olmaz. Günümüzde ne de çok ihtiyacımız var Ebu Zer el-Gıfari gibi misyon üstlenecek kişilere. O ki yaptıklarından dolayı Hz Osman’a da karşı çıkmış, Muaviye’ye de. Hep yalnız kalmış, yanlış yaşamış ve yalnız gitmiş. Allah razı olsun kendisinden.

***14/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



10 Mart 2019 Pazar

İçimizde Hakkı ve Doğruyu Söyleyen Bir Kesim Olmalı ***


Nasıl ki vücudumuza zaman zaman bir hastalık sirayet eder. Biz bu hastalığı ağrı veya sızı ile biliriz. Bazen de vücut zayıf düşer, yatağa duçar oluruz. Bu durumda vücudu kendi haline bırakmaz, tedavi için olması gereken tüm yollara başvururuz. Sahasında uzman bir hekimi arar, buluruz. İlk muayenesinden sonra hekimin istediği tahlil ve tetkikleri yaptırırız. Eldeki veri ve sonuçlara göre doktor bize bir tedavi yöntemi uygular: Ya ilaçla tedavi önerir ya da cerrahi müdahaleye karar verir. Tedavinin sonuç verip vermediğini kontrol için doktor, bizi bir müddet sonra tekrar kontrole çağırır. Hastalığımız iyileşmeye yüz tutmuşsa doktor aynı tedavinin devamına karar verir. İyileşme söz konusu değilse farklı tedavi önerir. Biz bu doktorun tedavi yöntemi bize fayda vermeyeceğine kanaat getirirsek gerekirse başka bir doktorun kapısını çalarız. Tüm çabamız hastalıktan şifa bulmamız üzerinedir.

Ben toplumları da insan vücuduna benzetirim. Nasıl ki vücut hastalanıyor ve teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyuyorsa toplumlar da ekonomik, siyasi, sosyal, ahlaki, dini vb. yönden zaafa düştüğü zaman hastalanabilir, teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyar. Vücudun hastalanması biyolojik bir yasa ise toplumların hastalığı da toplumsal bir yasadır. Buna Allah'ın kanunu/sünneti anlamında sünnetullah diyoruz.

Vücudun hastalığına ağrı-sızı dolayısıyla zamanında müdahale edebiliyor ve derman arayışına girebiliyorsak toplumların hastalığında da tedavi için bir arayışa gireriz. Fakat toplumsal hastalığın farkına birden varamayabiliriz. Biz farkına vardığımız zaman hastalık kronikleşmiş ve toplumun çoğuna sirayet etmiş olabilir. Hastalık durumuna göre vücudun tedavi süreci de uzun ve masraflı olabilir. Fakat toplumların tedavisi çok daha uzun bir zamana gereksinim duyar. Tıpkı vücudun hastalığında tedavi için hastanın onayı gerekiyorsa toplumların hastalığında da toplumun onay ve tasvibi gerekir. Değilse tedavi ve çözüm fayda vermez.

Vücudun hastalığında kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyoruz. Ya toplumsal zaaf ve hastalıklarımız için kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyor muyuz? Biliyorsak da önerilen tedaviyi kabul edebilecek miyiz? Çünkü toplumsal hastalıklarda işin içerisine nefis, menfaat, inanç ve değerler girebiliyor.

Toplumsal hastalık ve zaaflarımızdan kurtulmak için bizim hekimlerimiz kimlerdir? Bunun cevabı, biyolojik hastalıklarda olduğu gibi doktor ve hastaneler değildir. Toplumsal hastalıklara çözüm önerecek kişiler de toplumun içerisinde yaşayan kişilerdir. Bunlar duruma göre toplumun dertlerini dert edinen bilim adamları, yazar ve çizerler, din alimleri vs olmalıdır. Aydın diyebileceğimiz bu kişilere bu görevi Ali İmran süresi 104.ayetin mealinde Allah: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” demek suretiyle bir misyon yüklemektedir.

Toplumda herkesin sustuğu, susturulduğu, korku dağlarının yaratıldığı, konuşanın dışlandığı bir ortamda, mağdurların hakkını arayacak ve dile getirecek, onların sesi olacak yazar-çizer ve konuşanlar bulunmalıdır. Parolamız “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” olmalıdır. Ahlaki dejenerasyonun önüne geçmek için birileri inisiyatif almalıdır. Gerekirse bu konuda bedel ödenmelidir. Herkes “ne olur, ne olmaz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, bana ne, dünyayı ben mi kurtaracağım” derse toplumdaki bu hastalık üzüm üzüme baka baka kararız misali bir gün bizi de karartır. Kendimizi karartamasa bile ailemizden bireylere sirayet eder. Çünkü bu hastalık bir vücudun hastalığına benzemez. Tüm toplumu bir çöküntüye götürür. Bu da sonumuz demektir.

Dikkat! Hırslarımız, kendimizle beraber toplumu da yok edebilir. En azından insanlar yazıp çizsin, konuşsun. Yazılıp çizilenlere sadece toplumun değil, kendimizin de ihtiyacı olabilir.

***12/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.