6 Ocak 2019 Pazar

Vatandaşını Koruma Görevinde Devlet İşin Neresinde? ***


Devletin suç işleyen birinin yakasına yapışma gibi bir görevi var. Çünkü suçludan diğer masum vatandaşlarını koruması gerekiyor. Zaten devlet bunun için vardır. Fakat devletin suçluyla mücadele etmesinin yanında vatandaşını suça iten sebepleri de ortadan kaldırma gibi bir görevi vardır. Hatta bu görevi suçluyla mücadeleden önce gelir.

Suçluyla elinden geldiği kadar mücadele ederken vatandaşı suça iten sebepleri ortadan kaldırmada devlet nerede? İşte burada biraz düşünmek lazım! Çünkü devlet bu alanda üzerine düşeni gereğince yapmıyor. Örnek vermek istersek… Devlet, adam gibi olması gereken eğitim ve öğretimini iyi vermiyor, yeterince barınma sağlamıyor, dini eğitim vermiyor ya da veremiyor. Vatandaş diploması için gittiği okulların yerine iyi bir eğitim ve öğretim alsın diye çocuğunu resmi veya gayri resmi -merdiven altı diyebileceğimiz yerlere- gönderiyor veya onların yurt ve evlerine veriyor. Görünen yüzü eğitim, dini tedrisat, ahlaklı insan yetiştirme olan bu yerler bir müddet sonra bir suç örgütü olup çıkıyor. Suç ortaya çıktıktan sonra devlet mücadeleye başladığı zaman ihanet şebekesinin beyin tabakası elini-kolunu sallayarak yurtdışında soluğu alırken bizim devletimiz geride kalan zayıflarla mücadele ediyor. Adına da suç ve suçluyla mücadele diyor. Sormazlar mı daha önce neredeydin devlet diye…

Örneklere devam edelim… Sigara ve alkollü içeceklerin zararını bilmeyenimiz yoktur. Zararlı olmasına rağmen devlet bunların üretimine, ithalatına ve satışına izin veriyor. Ardından özellikle sigara paketlerinin üzerine “öldürür” vb şeyler yazdırarak güya mücadele ediyor. Devlet bununla da yetinmiyor. Tütün ve mamullerinin nerelerde içilmemesi, kimlere satılmaması gerektiğini belirten kanunlar çıkarıyor. Yine mücadele etmesi için Yeşilay’ı kurduruyor. Sonuç; hem içkiye, hem de sigaraya isteyen herkes ulaşabiliyor. Güya devletin bu yaptığı, insanımızı zararlı içeceklerden korumak oluyor. Kimse kusura bakmasın, devletin bu yaptığı zararlı içeceklerle mücadele falan değil, tamamen bir aldatmacadan ibaret. Devlet gerçekten zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek istiyorsa bir şey zararlı ise bunların vatandaşına satılmasına, üretilmesine izin vermez. Mücadelesine ilk önce buradan başlamalı.

Bir örnek de güncelden verelim… Malumunuz 2019 Ocak’ından itibaren marketlerden alışveriş yapan müşteriye satıcı, plastik poşetlerin beherini 25 kuruştan satacak. Amaç doğaya büyük zararı olan poşetlerin kullanımını en aza indirmek ve müşteriyi poşet yerine alternatif kullanıma özendirmek. Burada niyet iyi olmakla beraber adama sormazlar mı, bir şey zararlıysa niçin üretimine izin veriyorsun? Madem zararlı, bırakın 25 kuruşu! Müşteri, ben 25 lira da olsa bu poşeti alacağım dese bile devlet poşet sattırmaması lazım. Bunun yerine doğaya büyük zararı olan poşetin yerine taşımada kullanılabilecek alternatif üretimler yaptırması lazım. İşte ben o zaman devlet gerçekten vatandaşını koruyor derim.

Yine devlet dershaneleri kaldıracağım, öğrenci etüt ve kurs merkezlerine ihtiyaç hissetmeyecek derken okullardaki eğitim ve öğretimi iyileştireceği yerde tüm okullarda “Yetiştirme ve Takviye Kursları” adı altında bir nevi dershanecilik yapıyor. O zaman ne anladık bu işten. Aradaki fark daha önce etüt vb yerlere çocuğunu gönderirken parasını veli karşılarken devlet okullarda açmak suretiyle parasını kendisi veriyor. Kalite ve verim ise tartışılır. Sonuçta çocuk okuldaki ders yükünün üzerine bir yük daha alıyor. Yani dinlenemiyor.

Bizim devlet anlayışımızda görünen hep insanımızı heba etme sonucu ortaya çıkıyor. Bence devlet suçla mücadele etmede samimi ise gerçekten vatandaşı, öğrenciyi, insanımızı suça iten sebepleri öncelik ve ivedilikle ortadan kaldırması gerekiyor. İşte o zaman devletin sivrisinekle uğraşmaktan ziyade suç üreten bataklığı kurutmaya çalıştığına inanıyorum. Bunun için devletin aklı vatandaştan kat kat önde olmalı. Suç ve suçlu olmaması için her şeyden önce hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmaması lazım. Sen boşluk bırakırsan bir başkası doldurur. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez.

*** 12/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Sen misin Beni Kopyada Yakalayan? *


Hiçbir günümüz geçmiyor ki yeni bir olay olmasın ülkemizde. Her olay bir öncekine rahmet okutan cinsten. Her olayla bir şok geçiriyoruz. Bu şoku atlatmadan yeni bir şokla karşılaşıyoruz. Şoklanıyoruz durmadan. Vücut olarak her şeye hazırlıklıyız. Çünkü piştik iyice. Hukuk Fakültesi son sınıf bir öğrenci, sınavda gözetmen olarak görev yapan bir asistan tarafından kopya çekerken yakalanıyor. Kopya çeken öğrenci sınav sonrası kopyada kendisini yakalayan asistanın odasına giderek genç asistanı önce 10 yerinden bıçaklıyor, ardından babasının ruhsatlı tabancası ile 2 el ateş ediyor. (Önce ateş ettiği, ardından bıçakladığı da yazmakta bazı haber kaynaklarında) Maalesef asistan oracıkta vefat ediyor. 

Mezun olduğu takdirde bize adalet dağıtmak için karşımıza avukat, hakim ya da savcı olarak çıkacak olan bu zanlı, kopyanın suç olduğunu bal gibi biliyor olmalı. Çünkü kopyanın suç olduğunu ilkokul talebesi bile bilir. Haydi sınıfı geçmek için buna yeltendi diyelim. Kopyaya yeltenen kişi aynı zamanda yakalanabileceğini de hesaba katmalı değil mi? Ama gördüğümüz kadarıyla yakalanmayı ve sınıfta kalmayı göze alamıyor ve görevini yapan birini ortadan kaldırıyor. Bu yaptığıyla hem suçlu, hem de güçlü. Suçunu da güç gösterisi yaparak bastırıyor. 

Üç ay önce evlenen genç asistanın cenaze töreninde eşi, "Bunu söylemek benim haddime değil ama iyi bir hukukçu, iyi bir mühendis, iyi bir doktor değil; iyi bir insan olmaya çalışın" açıklamasını yapıyor.  Evet, okuduğumuz okulun en iyisi olalım, mesleğimizi en güzel şekilde icra edelim. Ama bunun da ötesinde ilk önce insan olalım demektir bu açıklama. Genç akademisyenin bu sözlerine ancak şapka çıkartılır. Çünkü çok doğru ve olması gereken bir söz. Hatta bu dünyada bizim hayat düsturumuz olmalı. Maalesef biz bunu çocuklarımıza veremiyoruz. Hak etmediğimiz bir şeyle sınıf geçmenin büyük bir suç olduğunu görmek istemiyoruz. Sonra da adaletimiz niçin böyle, ekonomimiz niçin böyle, eğitim niçin geri diyoruz.

Toplum olarak çok basite aldığımız kopya konusunu bizim bir iyice irdelememiz ve bu konuda toplumsal bir refleks geliştirmemiz gerekiyor. Sözlerime daha önce gazetemizde paylaştığım (http://www.anadoludabugun.com.tr/yazi/cocuk-gordugunu-ogrenir-yasar-3673) Prof. Dr. Necati Cemaloğlu’nun bir yazısı ile devam etmek istiyorum: “Amerika’da Stanford Üniversitesi’nde sınavlarda gözetmen bulunmaz. Öğrencilerden birisi gelir, öğretim üyesinden kâğıtları ve soruları alır, arkadaşlarına dağıtır ve hep birlikte sınav olurlar. En son kalan öğrencileri kâğıtları toplar ve öğretim üyesinin odasına gidip kâğıtları ve diğer sınav dokümanlarını teslim eder. Bu öğrenciler mezun olduktan sonra yüksek ücretle ve saygın şirketlerde iş bulabilirler. Bu öğrenciler içerisinde kopya çeken olmaz mı? Zaman zaman kopya çekmeye teşebbüs eden öğrenciler olur. Diğer öğrenciler ona şöyle söyler: Hey sen… Kopya çekerek Stanford Üniversitesinin diplomasını almak için çaba sarf eden arkadaş. Bu dünyada seninle aynı diploma ile yaşamak istemiyorum. Sonuç, kopya çeken öğrenci üniversiteden atılır.

Bizde bu işler nasıl mı olur? 40 öğrencinin başında 2 gözetmen bekler. Gözetmenler kopya çektirmemeye özen gösterirler. (Şayet yakalarsa bedelini canıyla öder. R. Y.) Bazen öğrenciler topluca kopya çeker ve öğretmen, mühendis, hemşire olurlar. Sonra ne mi olur? Kopya çekerek öğretmen olana kendi çocuğunu verip, onu eğitmesini, kopya çekerek mühendis olanın yaptığı binanın depremde yıkılmamasını bekler…”

Bu menfur olayda dikkatimi çeken bir başka husus güvenlik sorunu… Bir öğrenci veya bir başka kişi cebinde bıçak ve silah olduğu halde bir üniversiteye nasıl girer? Ama söz konusu olan bizim üniversiteler ise özgürlük adına isteyen istediği şekilde girebiliyor. Girişlerde bildiğim kadarıyla geleni, gideni kontrol etmeyen özel güvenlik görevlisi oluyor. Üniversitelerin girişlerine kontrol ve güvenlik amaçlı niçin x-ray cihazı konmaz? Bu x-ray cihazları sadece havaalanı, adliye vb. yerlere mi konmalı? İçeride binlerce öğrenci ve yüzlerce öğretim görevlisinin olduğu üniversiteleri bu şekilde kimlere emanet ediyoruz? Bence güvenlik sorunumuz ve aldığımız tedbirlerimiz tekrar gözden geçirilmeli. Girişlerde öğretim görevlisinden, öğrenciye ve ziyaretçilere varıncaya kadar herkes bu cihazlardan geçmeli… Allah bizi beterinden saklasın!



* 09/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



5 Ocak 2019 Cumartesi

Sokak Köpekleri ***


Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki hem insan, hem de hayvan hakları yönünden sınıfta kaldık. Bir taraftan insanımıza şiddet uyguluyoruz, diğer taraftan sokak hayvanlarına. Fazla olmasa da sokak hayvanlarının daha doğrusu köpeklerin şiddetine uğrayan hatta öldürülen insanımız var. Burada kanayan yaramız insana şiddet üzerinde durmayacağım. Nadiren de olsa zaman zaman başımıza gelen köpeklerin saldırısı üzerinde duracağım.

Yapraklar 04/01/2019’u gösterdiğinde olay Kayseri’nin Hacılar ilçesinde geçiyor. Okuldan çıkan iki lise öğrencisi 25 kadar köpek sürüsüyle karşılaşıyor. Köpeklerin saldırısına uğrayan iki öğrenciden biri maalesef parçalanarak can verdi, diğeri de ağır yaralı. Olayla ilgili soruşturma başlatılmış. Merak ediyorum, soruşturmayı kime açacaklar? Köpeklere mi? Köpeklerin sahiplerine mi? Köpekleri toplamayan belediye yetkililerine mi yoksa köpeklerin sokaklarda gezmesi için kamuoyu oluşturan ve hayvan barınağında köpeklerin kalmaması için çaba sarf eden hayvan severlere mi soruşturma açılacak? Sanırım bu soruşturma faili meçhul kalır. Çünkü kimse ben suçluyum demez. Yetkililer illa bir sorumlu bulacaklarsa çocuğunu okula gönderen anne-babaya dava açabilirler. En azından çocuklarınızı okula gönderirken niçin servise vermiyorsunuz denebilir. Hatta soruşturmayı genişletmek istersek -ölen rahmetli için bir şey yapılamaz ama- yaralı bir şekilde kurtulan ve halen tedavisi devam eden çocuğa “Köpekleri görünce niçin kaçtınız” sorusu sorulabilir.

Bu soruşturmadan yetkililere ekmek çıkmaz. Zaten kimse de ceza almaz. Olan, daha gençliğinin baharında bir gence oldu. Diğerinin durumu da meçhul. İnşallah yaralı çocuğumuz iyileşir. Feci bir şekilde vefat eden gencimize Allah’tan rahmet, anne ve babasına da sabırlar diliyorum.

Gelelim bu sokak köpeklerine… Ne yapacağız bu sokak köpeklerini? Bunlar böyle sokak ve caddelerde istediği şekilde ulu orta gezmeye devam edecekler mi? Bugün bu iki gencin başına gelen yarın başka çocukların başına gelmeyeceğine dair bir garantimiz var mı? İlla başka çocukların bu şekilde parçalanmasını mı bekleyeceğiz? Yetkililer bu sorunu çözmek için bir tasarrufta bulunmayı düşünmüyorlar mı hala? Devlet bir can taşıyan köpekleri korusun. Buna kimsenin diyeceği bir şey yok. Köpeklerin yeri insanların yoğun bir şekilde yaşadığı yerler değil. Bu köpekler ya sahiplerine teslim edilecek, sahibi yoksa belediyeler toplayıp hayvan barınaklarına kapatacaklar. Bu konuda kanun ne der bilmiyorum. Açıkçası ne dediğini de çok merak etmiyorum. Devlet hayvan severlerden gelebilecek tepkilerden çekiniyorsa bu işin kolayı var. Tüm sokak köpeklerini hayvan severlere eşit bir şekilde dağıtsın: Alın bunlara siz bakacaksınız, evinizin önüne bağlayacaksınız veya evinizin bahçesinden dışarıya çıkamayacak şekilde bahçenizde besleyeceksiniz, desin.

Sokak köpeklerinin verdiği zararı sadece Kayseri’de meydana gelen bireysel bir olay gibi görmeyelim. Köpekler birçok şehrimizde belli yerleri mesken edinerek gelen geçenin ödünü koparmaya devam ediyor. Köpek korkusu yüzünden birçok insan, yolunu uzatma pahasına alternatif yolları kullanarak gideceği yere gitmeye çalışıyor. Köpeklerin yoğun bir şekilde yaşadığı yerlerden bir tanesi de Meram ilçesi Aşkan Mahallesidir. Burası Mehmet Beğen Ortaokulunun kuzeyinde yer alan -okula yakın- bir sokaktır. Efendim, zararsızmış bu köpekler! Yahu köpek bu! Ne zaman ne yapacağı belli mi olur! Kazara karlı bir havada ayağın kaysa köpek kendine saldırı var şeklinde anlayarak üzerine saldırabilir. Bu yolu benim gibi cahilden başkası yürüyerek geçmiyor. Şimdilik bana en büyük faydası köpek sürüsünün yanından geçerken bildiğim tüm duaları okumaktır. Yetkililere duyurulur…


*** 08/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yaymlanmıştır.

İnsanımızın Cuma ile İmtihanı


—Bugün günlerden ne?
—Bilmiyorum.
—Nasıl bilmezsin? Hayatını nasıl idame ettiriyorsun? Mesela okula gideceksin, cumaya gideceksin...
—Bugün hangi gün diye bir takıntım yok. İhtiyaç olursa cep telefonumdan ayın kaçı, hangi gün diye bakıyorum. Çoğu zaman buna da ihtiyacım kalmıyor.
—Nedenmiş o?
—Eş-dost hatırlatıyor, sağ olsun.
—Nasıl?
—Okul günü ise okuldan mesaj geliyor. Diyorum ki bugün şu gün.
—Cumayı nasıl biliyorsun?
—En kolayı o. Hiç zorlanmıyorum. Daha akşamından ardı arkasına cuma mesajları geliyor, hem de resim formatında.
—Çok mu geliyor?
—Çok mu da laf mı? Yığınla geliyor, hem de yağmur gibi.  Sağ olsun dostlarımız cuma mesajlarını hiç sektirmiyor. Hatta aynı kişiden aynı andan iki, bazen üç mesaj birden geliyor.
—O niyeymiş, mesajın içeriği mi farklı?
—Hayır, aynı mesaj. Noktasına, virgülüne dokunmadan aynı şekilde geliyor. Zaten değiştirmek istese de değiştiremez. Çünkü resim formatında.
—O zaman bir tane gönderse yetmez mi?
—Yeter yetmeye de birden fazla gönderdiğini bilmiyor. Çünkü bir yerden hazır bulduğu mesajı telefonundaki kayıtlı tüm numaralara whatsapp aracılığıyla gönderiyor. Çünkü adı geçen kişilerle aynı zamanda whatsapp grubundayız. Hasılı benim cuma dostum gönder tuşuyla bu işi bir defada hallediyor.
—Telefonunun hafızası bu şekilde çabuk dolar.
—Dolmaz olur mu? Belirli periyotlarla cep telefonunun hafızasını temizlemek zorunda kalıyorum.
—Senin bu mesaj gönderenlerle hukukun nasıl, sık sık görüşür müsün?
—Çoğu ile haftada bir cuma mesajı dolayısıyla sanaldan bu şekilde görüşüyorum. Başka da bir iletişimim yok.
—Ne demeli böylelerine?
—Çok şey denebilir. Ama ilk aklıma gelenleri söyleyeyim istersen. Cuma dostu... haftalık dost... beklenmeyen misafir... istenmeyen misafir denebilir.
—Bu konuya bir de şu açıdan bakamaz mıyız? Adam ne güzel haftalık da olsa hayır dileğinde bulunuyor.
—Benim cumamı tebrik edecek kişi adıma hitaben kendi mahsulü bir şeyler yazıp gönderse eh diyeceğim. Gönderilen hazır format. Ne adım var ne de sanım.
—Sen bu mesajlara cevap veriyor musun bari?
—Hayır, hiçbir mesaja cevap vermiyorum. Sadece sabır çekiyorum. Tek faydası bu.


4 Ocak 2019 Cuma

Bu Kafalar Değişmeli Artık! **


"Beraet-i zimmet asıldır" Mecelle kaidesini bilmeyenimiz yoktur. Hatta hiç ağzımızdan düşmez. Mecelle kalkmasına rağmen bu madde darbımesel gibi hala günümüzde kullanılmaya devam etmektedir. Bu maddenin unutulmaması öyle zannediyorum ifade ettiği anlamdır. "Tersi ispatlanmadıkça insanların suçsuz sayılması ilkesi" demektir bu cümlenin manası.

Bugün biz bu ilkenin neresindeyiz? Maddeye riayet ediyor muyuz yoksa sadece dilde mi? Öyle zannediyorum pek azımız bu maddenin manasına uygun hareket ederken çoğunluk ise daha yargılama olmadan masumiyet karinesini çiğneyerek kişiyi baştan suçlu ilan ediyor, tu kaka yapıyor, hayat hakkı tanımıyor. Elinde imkan olsa boğacak. Böyle davrananlara el insaf demek lazım.

Kişiyi baştan suçlu görmemizin yanında bir yaptığımız hata daha var: Üzerine suç isnat edilen insanların hepsine toptancı yaklaşıyor, tümünü aynı kefeye koyuyor, bunların hepsi aynı diyoruz. Kimin hangi saikla orada bulunduğunu, suç işlemişse suçun neresinde olduğunu dikkate almıyoruz. Durmadan niyet yargılıyoruz. Bunlar hep böyledir, bunların elinde imkan olsaydı bize şunları şunları yapardı diyoruz. Bu durumda kendimizi hem hakim hem savcı yerine koyuyor, üstüne de linç etmeye çalışıyoruz.

Kişiyi, yargılanmadan suçlu ilan ettiğimiz yetmediği gibi aileden bir kişi yüzünden tüm aileyi de suçlu ilan ediyoruz. Evlat suçluysa anne-babayı, anne-baba suçluysa çocuklarına da töhmetle yaklaşıyoruz. İşin garibi böyle yaparken Hıristiyanlıktaki "Asli günah"ı unutuyoruz. Unutmuyorsak da aynı şey olduğunu düşünemiyoruz. Halbuki suçun ferdiliği önemlidir. Akrabadan birinin işlediği suçlardan dolayı diğer fertler suçlanmamalıdır.

Suç işleyenler için yaptığımız bir başka şey de suç işleyeni ayıplıyor ve dışlıyoruz. Ayıpladığımız şeyin bir gün başımıza gelebileceğini maalesef hesaba katmıyoruz. Halbuki ayıpladığı başına gelmeden kimse ölmez derler.

Hasılı insanımız taşıdığı bu kafayı değiştirmeli. Çünkü bu yapılanların dinle, diyanetle, ahlakla alakası yoktur. Ne yargılanıp hüküm giymeden birini suçlamalı, ne suç işleyenlerin hepsine toptancı davranmalı, ne suç işleyen kişi yüzünden ailesini karalamalı, ne de suç işleyeni ayıplamalı. 

** 21.01.2019 tarihinde kahtasoz.com sayfasında yayımlanmıştır.


3 Ocak 2019 Perşembe

Telefonda Şiir Dinletisi *

Akşam biraz haberlere baktım, biraz telefonu kurcaladım. Ne haberlerde bir iç açıcılık var, ne de sanal âlemde. Dinledikçe ve okudukça insanın içinin daralmaması  mümkün değil. Yorgunluğun üzerine üzerime bir de üzüntü çöktü, içim daralmaya başladı. Yeter ki sen iste, o gelir zaten seni bulur. 

Ne yapayım ne edeyim; şu kanal, bu kanal derken 21.00 gibi telefonum çaldı. Arayan, hayatımda olumlu iz bırakan ve unutmadıklarımdandı. Hiç hatırımdan çıkmayan biri desem yanlış olmaz. Hal-hatırdan sonra "Vaktin varsa bir şiir okuyayım" dedi. Var elbet, buyurun" dedim. "Sonuç Ne?" başlıklı kendi yazdığı şiirini okudu. O okudu, ben dinledim. Dinledikçe  içim açıldı, keyfim yerine geldi, içimdeki daralma çekip gitti. Mest oldum desem abartmış olmam. Okuduğu şiirin son kıtasına geldiğini "Manasızım..." deyince anladım. Her ne kadar tevazu göstererek kendisine "Manasız" mahlası verse de hem kendisi, hem de şiiri derin manalar yüklü. Şiirin bitiminde "Bir daha görüştüğümüzde de diğer kitaptan okuyayım" dedi. İnşallah, memnuniyetle dedim. Karşılıklı hayır dilekleriyle vedalaştık. Telefonu kapattıktan sonra kafamda oluşturduğum dertlerim gitti. İlacım şiirmiş meğer.

Yaşı yetmiş olmasına rağmen eğitimden kopmadan şiir yazmaya devam eden bu şairimizin dört kitap olacak bir şiir koleksiyonu var. Dile kolay 600 şiir basılmayı bekliyor. Ama hala bastıramadı. Tam basıldı, basılacak derken eseri sponsora takıldı. Malum ekonomik bir darboğazdan geçiyoruz. İki kitap halinde çıkacak olan kitabını bir emekli maaşıyla bastırması mümkün değil. Az sayıda bastırmayı düşündüğü kitaplarını parayla satmayı da düşünmüyor: Eşe-dosta hediye edecek.  En büyük ideali, şiirlerinin kitap haline getirilmesi ve şiirlerini şiir severlerle buluşturmaktır. Umarım şu anda deneme olarak 2 cilt halinde hazırlanan şiir kitaplarına bir gün kavuşuruz.


Şimdi gelelim telefonda şiir dinlemeye tekrar. Hepimiz okulda, törenlerde, eş-dost ortamlarında ve televizyonlarda şiir dinlemişizdir. Ama telefonda şiir dinleyeniniz olmamıştır herhalde. Ben 2019’un ilk Cuma akşamında bu şerefe nail oldum. Demek ki konuştuğumuz, mesajlaştığımız, yeri geldiğinde oyun oynadığımız ve elimizden bir türlü düşürmediğimiz cep telefonlarını şiir okuyarak da değerlendirebilirmişiz. Yeter ki bu şairimiz gibi biz faydalı yerlerde kullanmak isteyelim.


Duygulu biri olsam da şiirle pek aram yok. Ortaokul çağlarında iken bir ara ben de şiir yazmaya merak sardım. Yazdığım şiirleri okudukça “Bir şair olsa olsa ancak bu kadar olur. Bunları saklayayım, ileride tekrar okurum” der, duygulanırdım. Birkaç hafta sonra şu beni duygulandıran şiirlerimi bir daha okuyayım diye açıp baktığımda şiirlerimi hiç beğenmedim ve hepsini imha ettim. Bir daha da şiir denemem olmadı. Çünkü şiir yazmak, kelimelere anlamlar yüklemek kolay değil, yani -benim gibi- her insanın harcı değil. Şiir yazamasam da bazı şiirleri okumaktan, okuyanı dinlemekten geri kalmam. Hele bir de okuyan ve yazan yaşantısıyla örnek biri olursa dinlemeye doyamam. İşte Cuma akşamı dinlediğim şiir de bu tür şiirlerden biriydi. Şiirlerinin kitap haline getirilmesini dört gözle bekliyorum.

Telefonda sana şiir okuyan kimdi derseniz, benim ilkokul öğretmenim Mustafa Varel’den başkası değildi. Hiçbir maddi menfaat beklemediği kitapları inşallah bir gün basılır ve ileride kendisi için bir sadakayı cariye olur. Allah kendisinden razı olsun.

* 07/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Ocak 2019 Çarşamba

Kimleri Nerelere Atmıyoruz ki!


Adam borçlu, hayatını idame ettiremiyor, bizden borç istiyor. Yalan söylemeyen biz, yok deyince insanımız naçar kalıp önce kredi kartının en alt limitini ödemeye başlıyor, bir müddet sonra borçlarını döndüremeyince denize düşen yılana sarılır misali bankaya koşup kredi çekiyor. Sonuç bizim borç vermediğimiz kişinin en iyi dostu banka oluyor. Neredeyse hayatı boyunca bankayla dostluğu devam ediyor. Çoğu zaman da bankaya olan borcu çocuğuna miras kalıyor. Bereket öldükten sonra kamu zararı olarak ödenmeyen bu borç devlete ihale ediliyor.

Zamanında neyin suç veya değil, kimin suçlu veya nereler suç makinesi olduğu belirtilmeden insanımız kendine göre bir yerlere girip çıkıyor. Kendine göre bir hayat oluşturuyor. Bu şekilde günler, aylar, yıllar geçiyor. Sonra bir bakmışsın ki gittiğin yer suç odağı haline gelmiş. Suçlusun diye devlet peşine düşmüş. Devlet bununla da yetinmiyor. Bu suça kimlerin karışmış olabileceğini araştırıyor durmadan. Devlet bunu yaparken "Tabiat boşluk kabul etmez. Ben zamanında boşluk bıraktım, insanımıza sahip çıkamadım, ev-bark ve barınma sağlayamadım, dini eğitimi yeterince veremedim" özeleştirisi yapmadığı gibi "Bu insanların içerisinde kim, ne kadar suçlu" demeden toptancı davranıyor ve birçok insanımız suçlu muamelesi görüyor. Bu tipleri de suça ittiğimiz kişiler olarak görebiliriz.

Bulunduğu muhitte adam farklı bir fikir öne sürüyor veya görüşünü açıklıyor. Bu açıklama fikir ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmiyor. “Vay sen misin böyle diyen” deyip üzerine çullanıyoruz. Adamı anasından doğduğuna pişman ediyoruz. Gecemizi gündüzümüzü o kişiyi eleştirerek geçiriyor ve dışlama yoluna gidiyoruz. Görüşünü açıklayan “Yanlış anlaşıldım, doğrusu şu” dese de fayda etmez. Çünkü hemen “kıvırdı, geri adım attı” diyoruz. İçine kapansa “İnsan içine çıkacak durumu kalmadı, bak kapandı,” aramıza katılmaya devam etse “Adam da hiç yüz de yok, ne deyip de geldi aramıza” deriz. Hasılı adam özür dilese, görüşümden vazgeçtim dese de fayda etmez. Çünkü kalemi kırılmıştır. Mahallesinden kimsenin selam vermediği, gördüğü zaman yönünü veya yolunu değiştirdiği bir durumda “Burada bana hayat yok, camiam bana sırtını döndü, kimse benimle konuşmuyor, dışlandım” deyip çekip gitse “Belliydi zaten böyle yapacağı. Bak, camiasını sattı, şimdi öbür mahalleye geçti, hain adammış vesselam” deriz. Aramızdan çekip gitmesinde bizim payımızın olup olmadığını hiç sorgulamayız bile. Bu da öbür mahalleye gönderdiklerimizdendir.

Adam işsiz, iş veremiyoruz ya da vermiyoruz. Bu adam işi yokken ne yer, ne içer demeyiz. Bir bakmışsın ki adam hırsızlık yapmış. Hırsız diye ayıplıyoruz bu defa.

Adam bir hata yapıp suç işleyip cezaevine girip çıksa vasıflı bir eleman bile olsa kolay kolay iş vermiyoruz. Çünkü sakıncalı bir piyadedir bizim için. Bu tipler de mecburen yeniden suça yönelebilir.

Oturmuş bir eğitim sistemimiz yok. Sınav sistemi ile durmadan oynuyoruz. Başarı sırasını belirleyeceğiz diye seviyelerinin üzerinde sorular sormak suretiyle çocuklarımızı etüt ve kurs merkezlerinin kucağına veya özel ders almaya itiyoruz.
Örneklerimizi çoğaltabiliriz. Sanırım derdimi anlatabildim. İnsanımızı başkalarının kucağına atmak veya suça itmek istemiyorsak önce kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Biz zamanında tedbirimizi alabilseydik, boşluk bırakmasaydık veya onların ellerinden tutabilseydik kimse suç işlemeye yönelmezdi.