13 Aralık 2018 Perşembe

Bir İmam Profili

Bir cami imamından bahsedeceğim burada. Bu imamla ilgili yazacaklarım camianın diğer mensuplarını bağlamaz. Yazacaklarımı da doğru tespitlerimden ziyade benim yanlış okumam olarak görebilirsiniz.

İşyerime yakın bir cami burası. Öğle namazlarını mümkün olduğu kadar bu camide cemaatle kılmaya çalışırım. Muhitin merkezi bir yerinde olan bu caminin cemaati de kalabalık. Bir mahalle camisinde öğle vakti üç saflık bir cemaat fena değil. Cami bakımlı ve temiz.

Gördüğüm kadarıyla görevli imam vazifesini iyi yapıyor. Sesi güzel, okuması iyi, her zaman görevinin başında görüyorum. Vaaz verirken çoğu zaman çevresinde gördüğü olaylara işaret eder, eleştirir ve nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışır. Kendisini arkasında cemaat olmanın dışında tanımamakla beraber dert edindiği konuları ele alması hoşuma gidiyor. İyi ya, daha ne istersin diyebilirsiniz. Keşke tüm gördüklerim bu kadar olsa. Her kadı kızında olduğu gibi bu görevlide de gördüğüm bazı eksiklikler var. Normal mi? takdirinize sunacağım:

Lojmanı cami bahçesinin içinde olmasına rağmen camiye cemaatten sonra gelir. Diğer meslektaşları ezanı yarılar. Cemaat acaba hoca yok mu diye birbirine bakmaya başladığı zaman hocamız ezan okumak için teşrif ediyor. Okullarda evi en yakın olan öğrenci ve öğretmenin okula en geç geldiği gibi hocamız da gecikmeli geliyor. Nedenini bilmiyorum. Demek ki evi yakın olan geç gelir kuralı, genel geçer bir kural sanki!

Ezanı okuduktan sonra cemaat ilk sünneti kılmak için ayağa kalktığında sarık ve cübbesini giymek için yan taraftaki imam odasına giriyor hocamız. Sünnet kılınır ama hocamız yok piyasada. Ne zamanki biri kalkar müezzinlik yapmaya kalkarsa hocamız odasından çıkıp mihraba geçiyor. Bu da olabilir diyebilirsiniz. Odasını bir görseniz, burada bir gariplik olduğunu anlarsınız. Kendisiyle görüşmek için odasına girdiğim zaman görmüştüm odasını. Odasına giremedim. Çünkü çok küçük. Küçücük odasına bir masa ve sandalye koymuş. Geriye 1*1 bile olmayacak bir yer kalıyor. İlk sünneti burada kılıyor. Garibime giden niçin herkesin görebileceği bir yerde namazını kılmayışı? Üstelik burada namaz kılması için kendisini epey büzmesi gerekiyor. Niçin bu eziyeti kendisine reva görüyor, anlayabilmiş değilim. Bir de bazen odasında durup namaz kılmadığı şeklinde bir kanaate sahip oldum. Çünkü bir gün ezan ben yolda iken okundu. Camiye gecikmeli geldim. Cemaat sünneti yarılamışken ben de imam odasının paralelindeki ön safa doğru geçtim. Geçerken bir kıpırtı dikkatimi çekti. Dönüp baktım. Hocamız ayakta bir şeylerle uğraşıyordu. Ben iki rekat kılabildim ki müezzin kamet getirmeye başladı. Hocamız mihraba geçerek tekbirini aldı. Namaz kıldı mı, kılmadı mı, kıldıysa sünneti ne zaman kıldı anlayabilmiş değilim. Sanki kör şeytan “Hocanız odasında oturup namaz kılmıyor” şeklinde bir vesvese veriyor bana. Doğrusunu bir Allah bilir, bir de hocamız.

Cuma günleri etrafında işine gidecek onca cemaatin olduğunu bilmesine rağmen her cuma vaaz verirken en az üç-beş dakika uzatır. Bunu yapmasa iyi olur diyorum. Bir diğer husus, hutbeyi bitirirken okuduğu Nahl 90.ayetin orijinalini okuduktan sonra ayetin anlamına verdiği anlam, bugüne kadar hiçbir mealde görmediğim bir anlam. Ayet mealiyle ilgili “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” diyeceği yerde mealin içerisine parantez içi, parantez ekliyor.

Ben bu yazıyı kaleme alırken “Bir kimse Müslüman kardeşinin bir ayıbını örterse Allah da onun öbür dünyada bir ayıbını örter” hadisi gözümün önüne geldi. Bu yüzden yazsam mı, yazmasam mı diye kendimle epey bir mücadele ettim. İmamın kendisiyle hiçbir problemim olmamasına, hatta kıldırdığı namaz hoşuma gitmesine rağmen icra ettiği görev sosyal bir hizmet olduğu için ismine ve camisine yer vermeden ele almayı uygun gördüm. Allah beni affetsin. Umarım yanlış görmüşümdür.



Kazı Çalışmaları *


Türkiye'nin birçok şehri geçmişte önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış şehirlerimizdendir. Bu yüzden çoğu ilimiz geçmiş medeniyetlerin izini taşır. Çorum dendi mi Hititler, Konya dendi mi Anadolu Selçukluları, Bursa-İstanbul dendi mi Osmanlı devleti akla gelir. Diğer birçok şehrimiz Beylikler dönemine ait tarihi eser ve kalıntılarla doludur. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Anadolu'yu tarih kokan medeniyetler topluluğu olarak değerlendirebiliriz.

Geçmişte kıymet ve değerini yeterince bilemediğimizden birçok şehrimizde var olan eski tarihi eserlere pek sahip çıkamadık. Çoğu yıkıldı gitti, çoğunu da hor kullandık. Az sayıda kalan tarihi kalıntıları da restore etmek suretiyle sanat değeri olan bu tarihi yerleri daha sonraki yüzyıllara taşımaya çalışıyoruz. Aslına uygun bir şekilde yapılan bu restore işi pahalı ve masraflı, aynı zamanda uzun zaman dilimine ihtiyaç duymaktadır. Pahalı da olsa olması gereken budur. Çünkü özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait tarihi eserlerimiz gelecek kuşaklara aktarılması gerekir.

Geçmiş tarihimizi yaşatmak için yapılan restorelerin yanında görünmeyen ve bilinmeyen tarihi kalıntıları ortaya çıkarmak için kazı çalışmaları yapılmaktadır. Hemen hemen birçok şehrimizin meydanında üstü asfalt ile veya kilitli taş veya toprak ile kapatılmış, üzerine bina yapılmış yerlerde yapılan kazılar var. Her zaman gelip geçtiğimiz bir yer, bir bakmışsın ki etrafı çevrilmiş kazı çalışması yapılıyor. Yapılan bu kazıların çoğu da tesadüfen ortaya çıkmış veya çıkarılmış yerlerdir.

Şehrin göbeğinde, üstü zamanında kapatılmış yerlerde yapılan kazı çalışmalarını görünce bir taraftan“Yeni tarihi kalıntılar gün yüzüne çıkarılacak” diye seviniyorum, diğer taraftan “Yazık değil mi şimdi şu yapılan kazıya! Devlet, yerin altına gömülmüş bu tarihi ortaya çıkarmak için ne de çok para harcayacak, arkeologlar gecesini gündüzüne katarak özene bezene emek sarf edecek, üstelik üstü kapatılmak suretiyle tarihi kalıntılara zarar da verilmiş olabilir, keşke buraları kapatmadan önce kıymetini bilseydik” diyorum.

Üzüldüğüm, nice tarihi medeniyetlere beşiklik eden bugünkü ülkemin elinde eski medeniyetlere ait tarihi eser ve kalıntıların olduğu bir haritanın olmayışı. Yeni bir bina yapmak için hafriyat çalışması yapmaya kalktığımız zaman yerin altından hazine fışkırdığını görünce ayıkıyoruz ve hemen yapılan kazıyı durdurup burada arkeolojik bir kazı çalışması yapmaya karar veriyoruz. Ondan sonra yıllar yılı uğraş dur artık. Giden zamana mı acırsın, yapılan masrafa mı acırsın artık!

Yapılan bu kazı çalışmalarıyla ilgili değinmek istediğim bir başka husus, geçmişin tarihi kalıntılarını gün yüzüne çıkarmak, yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine sunmak için ülkeyi bir şantiye haline getirirken bizim ardımızdan gelen yeni nesle bugüne mahsus medeniyetimizden bir eser bırakamayacak olmamız. Çünkü günümüzde yaptığımız hiçbir eserin, binanın yüzyıl sonrası yok. Yaptığımız her şeyin ömrü en fazla yüzyıllıktır. Zaten kalsa bile tarihi değeri olmayan birer beton yığını hepsi.

Bugün geçmişi ortaya çıkarmak için uğraştığımız kadar gelecek nesillere kalıcı tarihi eserler bırakmanın zamanı gelmedi mi hala? Bol bol bina diken mimarlarımız bu konuda ne der acaba? İçinizde Mimar Sinan’dan sonra ikinci bir mimar çıkmayacak mı? Yoksa günü kurtarmaktan tarihe mal olma gibi bir düşünceniz yok mu?

* 26/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

YHT Kazası *


Perşembe sabahı Ankara-Konya arası ilk seferine çıkan tren kazasıyla gözlerimizi açtık. YHT ile aynı rayda olmaması gereken kılavuz lokomotifin çarpışması sonucu 3'ü makinist olmak üzere toplam 9 kişi vefat ederken 86 kişi de yaralanmış durumda. 

Kazayla ilgili yetkililerin yaptığı ilk açıklamaya göre tren teşkil memuru ve tren hareket memuru olmak üzere toplam üç TCDD çalışanı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gözaltına alındı.  Gözaltına alınanların kazada bir ihmal veya kastının olup olmadığı Başsavcının gerekli soruşturmayı yapmasının ardından ortaya çıkacak ve hazırlanan iddianameye göre mahkeme kararını verecek. Ama görünen, bu kazada bir ihmalin olduğu su götürmez bir gerçektir.

Soruşturma ve kovuşturma sonucu kazaya sebebiyet olanlara gerekli cezalar verilir verilmeye. Ama ölen dokuz kişi geri gelecek mi? Maalesef gelmeyecek. 

Hepimiz öleceğiz elbet. Sırası gelen ölüyor. Bundan kaçış yok. Her birimizin ölümü de farklı farklı. Buna hepimiz hazırlıklıyız. Ama burada olduğu gibi bazı ölümler vardır ki birden kabullenmemiz zor. Bize, beklenmeyen bir ölüm gibi gelir bu tür ölümler. Hele bir de başkasının kasıt veya ihmaliyle ölüme gitmek nasıl olur, olur mu böyle şey, dedirtiyor insana. 

Ölen dokuz değerli insanımız geri gelmeyecek. Yaralılardan durumu ağır olanlardan belki hayatını kaybedenler olacak. Diğer yaralılardan bir kısmı da geri kalan ömrünü engelli geçirecek. Bir kısmı da kazanın psikolojisini yıllar yılı taşıyacak. Kazada ihmal ve kastı olanlar ise idari ve adli cezalara çarptırılacaklar. Bunun sonucunda belki hapis yatacaklar. Sonra? Cezamızı çektik diye ellerini kollarını sallayarak çıkıp hayatlarına devam edecekler. Yani nefes almaya devam edecekler. Maalesef dünyanın adaleti bu! Merak ediyorum bu kazada ihmali bulunanlar geri kalan ömürlerini nasıl geçirecekler, vicdanları sızlamayacak mı, rahat uyuyabilecekler mi? Yüzlerce insanın, canlarını emanet ettiği bu kişiler aramızda rahat bir şekilde gezip dolaşacaklar mı? 

Anladığım kadarıyla yaptıkları işin önemini kavrayamamış bu kişiler. İhmal gibi bir lüksleri var mıydı? Saniyelerin bile önemli olduğu görevlerini savsaklamaları taammüden adam öldürmeye girer. Bunun başka lamı-cimi yok.

Kazada ölenlere Allah’tan rahmet, arkalarında kalan ailelerine başsağlığı, yaralılara acil şifalar dilerken -ölenleri geri getirmese de- kazada ihmal ve kastı olanlara en ağır cezaların verilmesi en büyük temennimizdir. Öyle cezalara çaptırılmamalılar ki bundan sonra bu tür yerlerde görev yapacaklara ibret olmalı ve gözlerini dört açmalılar. Allah bir daha böyle kazaları göstermesin bize.

* 15/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Farkında mıyız? Bazen 180 Derece Dönüş yapıyoruz

Önce bir fıkra ile başlayalım yazımıza:
“İki kadın yolda karşılaşmışlar. Biri sormuş:
--Kızın ne yapıyor?
--İki sene önce evlendirdik, damadımız çok iyi çıktı, bizim kızdan önce kalkar kahvaltıyı hazırlayıp yatağına getirir, işe gider. Bizimki öğlende kalkar, temizlikçi kadın gelir evi toparlar, çayını ayağına getirir. Akşam eve bir buket çiçekle gelir ve beraber yemeğe çıkarlar. Çok mutlu çok!
--Ya oğlun?
--Ah hiç sorma kardeş, öyle çirkef birine denk geldi ki Allah düşmanımın başına vermesin! Bizim oğlan erkenden kalkıyor. Seninki hala yatakta! Zavallıya kahvaltıyı hazırlatıp yatağına kadar getirtiyor. Öğlene kadar yatıyor, uğursuz! Bir de eve temizlikçi tuttular, çayını bile temizlikçi kadın ayağına getiriyor. Akşam gelirken de illa sevdiği çiçeklerden getirecekmiş, yoksa sinir krizleri geçirip apartmanı ayağa kaldırıyor. Zaten yumurta kırmayı bile bilmediği için mecburen dışarıda yemek zorunda kalıyorlar. Hayatı karardı zavallı oğlumun!”

Nasıl buldunuz fıkrayı? Öyle zannediyorum okuyunca gülümsediniz, belki de olur mu bu kadarı da deyip garipsediniz veya katıla katıla güldünüz. Gülsek de kahkaha atsak da garipsesek de gündelik hayatımızda bu şekil birbirine taban tabana zıt duruşlar sergileyebiliyoruz. Olaylara göre pozisyon alabiliyoruz. Çelişkiye düştüğümüzün farkına bile varamıyoruz çoğu zaman. Farkına varsak bile ayıplanacağımızı hesaba katmıyoruz. Çünkü günübirlik yaşıyor ve günü kurtarmaya çalışıyoruz. Bu tür davranışımızda empati yok. Sadece kendimizi düşünüyoruz. Hayata kendi perspektifimizden bakıyoruz. Aslında bu yaptığımız bir "u" dönüşüdür, 180 derece geriye dönüştür, kendi kendimizle çelişkiye düşmedir, omurgasız bir duruştur, bencilliktir.

Anlatmak istediğim prensip sahibi olmamızdır. Bu demek değildir ki bir konuda hep aynı fikirde olup hiç fikir değiştirmeyeceğiz. Elbette dün farklı değerlendirdiğimiz bir duruma bugün farklı bir açıdan bakabiliriz. Hatta taban tabana zıt bir fikri benimseyebiliriz. Ama bu işi yaparken "Ben geçmişte bu konuda şöyle düşünüyordum, bugün bu konuda daha farklı bir bakış açısına sahibim. Dün bu konuda yanlış düşünüyormuşum" erdemliliğini göstermek gerekir. Bu bir özeleştiridir, kişinin kendiyle yüzleşmesidir. Çok da zor olmasa gerektir.


12 Aralık 2018 Çarşamba

Bahtsızlığım Adımın Ramazan Olması mı ki?


Hangi makam olursa olsun bir makama gelme konusunda ne kadar uğraşsam, ne kadar istesem, ne kadar beklenti içerisine girsem de olmadı bir türlü. Küçük de olsa zaman zaman bir koltuğa sahip  olsam da uzun süreli olmadı. Hep altımdan kayıp gitti. Bahtım kapalı anlayacağınız.

Bazen ismimden mi kaynaklanıyor bu bahtsızlığım diyorum. Ramazan orucu tutulurken doğduğum için babam adımı Ramazan koymuş. Ramazan "yanmak" demekmiş: “Ramaz” kelimesi güneşin sıcaklığının şiddetinden gayet kızmasıdır ki böyle pek kızgın yere 'ramda' denir. 'Ramazan' 'ramda' mastarından 'yanmak' manasına gelir. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu aya 'Ramazan' denmesinin bir sebebi; bu ayın günahları yaktığıdır. Bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıstırap çekilir. Veyahut oruç hararetinden günahlar yakılır. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Gördüğünüz gibi adımdan hareketle ben; yanmak, kızgın yer, açlık ve susuzluktan dolayı ıstırap çekmek gibi anlamlara geliyorum. Ramazan günahları yakıyor ama benim günahlarım yanıyor mu, yanmıyor mu bilmiyorum ama görünen benim yanmaya devam ettiğim.

Acaba diyorum adım Ramazan değil de Ali olsaydı, sanki Alilerin bahtı açık gibi sanki. Gerçi piyasada adı Ali olan birçok kişi var. Kimi bir yerlere gelmiş, kimi gelememiş. O zaman tek başına Ali de pek işe yaramıyor. Mesela adımın başına bir bin eklenseydi de adım Binali olsaydı bin Ali’nin yaptığı işe talip olsaydım işte o zaman binde bir şansım olurdu diye düşünüyorum. Şahsen ben Binali Bey’in ulaştığı makamlara bir göz atıyorum da mübareğin gelmediği makam yok. Yeter ki kendisi istesin. Allah yürü ya kulum demiş. Sen yeter ki işini yap, bütün makamlar altına bir bir gelecek demiş sanki! Gerçi hiçbir makama talip olmadı bugüne kadar. Hepsi ayağının altına bir bir geldi. İTÜ’nün Gemicilik bölümünü bitirdikten sonra adını ilk kez İDO müdürü olarak duyurdu. 2002 yılında vekil seçildi. Hemen Ulaştırma Bakanı oldu. Yıllar yılı hem vekilliği devam etti, hem de bakanlığı. Başbakanlar değişti, onun bakanlığı hiç değişmedi. Hâlihazırda TC’nin en uzun Ulaştırma Bakanlığı yapma rekorunu elinde bulunduruyor. Başbakan oldu, kendi eliyle başbakanlığı kaldırdı. Ardından TBMM başkanı seçildi. Şimdi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığına adı geçiyor. Adı bugün yarın açıklanır. Küçüklü büyüklü koltukları saymıyorum bile.

Geç mi oldu bilmiyorum. Acaba adımı Binali diye değiştirsem bahtım açılır mı diye düşünüyorum. Ama tek başına adımın Binali olması belki yeterli gelmeyebilir. Bir de gemicilik bölümünü okumak lazım sanırım. Çünkü denizlere hâkim olan karaya da hakim olur. Geçmişten beri denizlere hakim olan, donanması olan devletler dünyaya hakim olmuşlardır. Bu yaştan sonra adımı değiştirsem kimse bana Binali diye hitap etmez. Yine Ramazan diyecekler. Haydi adım Binali, lütfen beni bundan sonra Ramazan diye hitap etmeyin. Zira o sizin tanıdığınız Ramazan öldü derim. Hatta gazete ve televizyonlara düzeltme yazısı gönderirim. Burası kolay! Ama gemiciliği nasıl okuyacağım. Daha yüzmeyi bilmiyorum. Bir gemi görsem mertek sanırım. Sonra sınıfları nasıl geçip mezun olabileceğim? Haydi bunu da yaptım, azmin zaferi olarak başardım diyelim. Bürokraside göz doldurabilecek miyim? Haydi bunu da başardım diyelim. Bana kim destek olacak? Tayyip Bey beni keşfedebilecek mi?

Gördüğünüz gibi işim zor!

"Ben ne yaptığımı biliyor muyum?" ***


11/12/2018 günü Rize'den gelen haber yüreğimizi dağladı. Çünkü üniversite okumak için tayin talebinde bulunan bir polis tarafından makamında Rize Emniyet Müdürü şehit edildi. Yine o esnada makamda bulunan personel şube müdürü de sırtına ve göğsüne aldığı kurşunlar nedeniyle yoğun bakımda hayat-memat mücadelesi veriyor. Kurşun sesine koşup gelen Emniyet Müdürünün koruması da bu cinnet olayında yine aynı kişi tarafından yaralanıyor ve ayağından yaralanan zanlı silahını bırakarak teslim oluyor.

Sosyal medyada Rize Emniyet Müdürü şehit oldu başlığını görünce ilk aklıma gelen terör Rize'ye de mi sıçradı oldu. Haberin detayına bakınca bereket bir terör saldırısı değilmiş dedim.  Bu menfur olayın faili maalesef bir emniyet mensubu. Yani meslektaşları. Memuru, amirlerini hedeflemiş.  Üzücü bir durum tabi. İçerideki görüşmede aralarında ne geçti bilmiyoruz ama ne geçerse geçsin bizim emniyetimizden sorumlu bir polisin bunu yapmaması gerekirdi.

Zanlının 38 yaşında olduğu göz önüne alınırsa polis memuru, memuriyete yeni başlamış acemi biri değil. Kendisine emanet edilen silahını meslektaşlarına doğrultmasının savunulacak bir tarafı yok. Haydi polis kendince haklı gerekçelerle silahını kullandı diyelim. Niçin ayak ya da topuklarına sıkmadı? Çünkü dur ihtarına uymayan suçluyu yakalamak için bile polis mecbur kalırsa suçlunun ayaklarına sıkar. Ki karşısındakiler suçlu değil. Silahları da bellerindeydi muhakkak. Polisin o anki haleti ruhiyesini bilmiyoruz ama yaptığı, aldığı polislik eğitimine hiç yakışmamıştır. Diyelim ki tayin isteğimize olumsuz cevap verildi, illaki öldürmemiz mi gerekirdi?

Alınan ilk ifadesinde zanlı "Ben ne yaptığımı, neden yaptığımı bilmiyorum. Nasıl yaptım ben bunu" demiş. Yazımda bu konuya yer vermemin nedeni de işte bu ifade. Ne yaptığımızı bilmemek. Zaten tüm başımıza gelenlerin müsebbibi bu neden yaptığımızı bilmemek değil mi? Sinirlenince aklımız başımızdan gidiyor, aklıselim davranamıyor, bir saniye sonrasını düşünemiyoruz. Biz ne zaman olaylar karşısında soğukkanlı olmayı becereceğiz? Bir polisin görevi her şartta soğukkanlılığını korumak değil mi?

Polisimiz ne kadar haklı gerekçesi olursa olsun asla silahına davranmamalıydı. Maalesef hem kendisine hem meslektaşlarına yazık etmiştir. Bu nahoş durumdan emniyet camiası da büyük yara almıştır. 

Şehit olan Emniyet Müdürümüze Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı, yaralı Şube Müdürümüze ve yaralı korumamıza acil şifalar diliyorum. İnşallah bu tür menfur vakalarla bir daha karşılaşmayız.

*** 15/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Cuma Vakti Ezan Okunurken Devam Eden Vaazlar Üzerine *

Muhterem Müslümanlar! Ezan okunurken ona saygı göstermemiz, yaptığımız işi bırakmamız, işimize ara vermemiz, mümkünse camiye gitmemiz, okunan ezanı tekrar etmemiz, söz-müzik vb. şeyleri kapatmamız, konuşmayı terk etmemiz, ezanı can kulağıyla dinlememiz gerekiyor. Hasılı günde beş defa namaza çağrı olan ezan bizden saygı bekler. Hatta ezan okunurken selam bile verilmez, verilen selam da alınmaz.
—Hocam burada size bir soru sorabilir miyim?
—Buyur evladım sor?
—Ezan okunurken vaaza devam edilebilir mi? Tıpkı şu anda sizin yaptığınız gibi!
—Ama ben Allah, peygamber, din, iman diyorum.
—Hocam iyisin, hoşsun. Ama senin vaazını mı dinleyeceğim yoksa şu an okunmakta olan ezanı mı? Karar veremedim de...
—Biz burada önemli bir şeylerden bahsediyoruz de mi? Konuşmayalım mı?
—Eyvallah hocam! Ondan ne şüphe! Konuşacaksınız elbet! Hatta iyi de oluyor. Ama konuşmayı ezan okunmaya başlarken bitirseniz, biz de vaazın ardından huşu içerisinde ezanı dinlesek olmaz mı?
—Ama vaaz dinlemeye kimse gelmiyor. Birkaç kişiye vaaz veriyoruz. Herkes ezan okunurken camiye doluşuyor. Mecburen devam ediyoruz. Çünkü önemli hatırlatmalar yapmamız gerekiyor. Diyanet'in, müftülüğün yardım kampanyası var. Hac başvuruları var.
—Hocam erken gelmek ve vaaz dinlemek istemeyene yapılacak bir şey yok. Onları silah zoruyla camiye getirme durumumuz yok. Haydi getirdik diyelim. Adam dinlemek istemezse kulağını tıkar, yine dinlemez. Çünkü marifet iltifata tabidir. Diyanetin, müftülüğün yardım kampanyasını, hac vb. duyurularını hutbe bitimi yapsanız hem herkes işitmiş ve bilgilenmiş olur hem de vakti tasarruflu kullanmış oluruz.
—Senin amacın ne? Camiye vaazımızı prokove etmek için mi geldin? Sonra ne tasarrufundan bahsediyorsun? Namazın, caminin, vaazın hesabı mı yapılır?
—Hayır hocam, ne münasebet! Camiye üzerime farz olan Cuma namazımı kılmak için geldim. İki işe birden kendimi veremiyorum. Ya ezan dinleyelim ya da vaazı diyorum. Ayrıca ezandan önce konuşma bağlanmayınca söz uzayıp gidiyor, ezan sonrasına kadar sarkıyor. Bu durumda vaaz devam ederken kafama üçüncü bir iş daha takılıyor.
—Neymiş o?
—İşim. Ben işe gideceğim hocam. İşim var benim. Vaaz uzadıkça gecikirsem amirim ne diyecek endişesini taşıyorum.
—Siz işe gideceksiniz diye biz konuşmayacak mıyız? Hem ne var üç-beş dakika uzayınca? Kıyametin sonu mu? Bir futbol maçına iki saatinizi ayırıyorsunuz. O zaman niye vaktim hesabını yapmıyorsunuz? Haftada bir camiye gelince mi vakit aklınıza geliyor.
—Konuşun hocam. Uzatınca kıyamet de kopmaz. Ama zamana riayet gerekmez mi? Siz uzatınca ben mesaiden çalmak zorunda kalacağım. Maç ile vaazı kıyaslamanız olmadı. Vaazın yeri ayrı, maçın yeri ayrı. Ayrıca ben hayatımda hiç maça gitmedim. Sonra maça gidenler mesai dışında özel vaktinden feragat ederek maça gidiyorlar. Üstelik maçın başlama ve bitiş süresi önceden belirlenmiş, kısaltma durumu söz konusu değil. 
—Üç-beş dakika mı gözüne batan ve başıma kaktığın?
—Mesele üç-beş dakika değil. Burada önemli olan zamana riayet. Ben size bir şey söyleyeyim mi?
—Hadi oldu olacak, onu da söyle!
—Sizin bu şekil vaaz verme yöntemi çok faydalı olmuyor. Çünkü topluluğa hitap edince kimse üzerine sorumluluk almıyor, dinleyip dinleyip gidiyor. Dışarıda "Hoca iyi konuştu" diyor. Ne konuştu deyince "Bilmem iyi konuştu" diyor. Yani kimsenin aklında bir şey kalmıyor. 
—Pekiyi ne yapmamız lazım?
—Siz daha iyisini bilirsiniz ama en güzeli adam adama markaj yani bire bir irşat daha iyi ve faydalı olur diye düşünüyorum. Onlar gelmiyorsa siz onların ayağına gideceksiniz.
—Ama benim onların ayaklarına gidecek zamanım yok. Ha buraya geliverseler, topluca bir şeyler söylesem olmaz mı? Biz burada peygamber mesleğini icra ediyoruz de mi?
—Sende olmayan zaman onlarda da olmayabilir. Yani herkesin kendine göre vakti önemli olabilir. Ayrıca peygamber herkesi ayağına beklemedi. Geçip Mescid-i Nebi'de oturup gelene tebliğ yapmadı. Dağ bağır demeden gelmeyenin ayağına gitti.
—Bu iş, bu şekil uzayıp gidecek. Sizinle bir ara konuşalım bu meseleyi.
—Memnuniyetle! Evime buyrun gelin, bir acı kahvemi için. Birebir irşadı benim evimde başlatın. Hatta ben birkaç komşumu da davet edeyim siz geleceğinizde.
—Eyvallah!
*Böyle bir konuşma geçmemiştir. Diyalog tamamen bir kurgudur. Zaten vaaz veren hatibe de vaaz usulü gereğince bu şekilde soru da sorulamaz.