8 Ekim 2018 Pazartesi

Suç İşleyenleri Suudi Arabistan Konsolosluğuna Gönderelim *


Suudi Arabistan Veliahdı Prens Muhammed b.Selman’a muhalifliğiyle bilinen Suudlu gazeteci Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna girdikten sonra bir daha çıkışı olmadı. Suudi yetkililere göre Kaşıkçı Büyükelçiliğe geldikten sonra çıkıp gitti. Ama çıktığını ne gören var ne de kameralarda görüntüsünü. Günlerdir gizemini koruyan bu esrarengiz olay hala aydınlanmış değil. Kayıp gazetecinin öldürüldüğü söyleniyor.

Kaşıkçı’nın konsolosluğa gitmeden bir gün önce Suudi Arabistan’dan 15 kişilik bir timin geldiği, gazetecinin kaybolduğu haberleri ortaya çıkınca da bu timin tekrar Suudi Arabistan’a döndüğü yazılıp çiziliyor gazetelerde. Anlaşılan kayıp gazeteci söylendiğine göre hunharca öldürüldü. Ama orta yerde ceset yok.

Cinayeti Suud’dan uçakla gelen timin öldürdüğü ve cesedi de parçalayarak yanlarında götürdüğü gelen rivayetler arasında. Hem Suudlu hem de Türk yetkilileri tarafından resmi bir açıklama yapılmayınca kayıp gazeteci ile ilgili rivayetler orta yerde dolaşıyor.

Anladığım bu cinayet Suudi-Amerika yapımı bir organizasyona benziyor. Demek ki kalemi kırılan gazeteci konsoloslukta öldürülecek ve cesedi kim vurduya gidecek veya öldürülmeyecek; gelen 15 kişilik heyet onu canlı olarak ülke dışına kaçıracak. İyi de bunun için niçin Türkiye seçildi? Bu adam Amerikan Post gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. ABD’de oturma izni varmış. Belki ülkesi Suudi Arabistan’a da gidip geliyordur. Bu esrarengiz olaya niçin Suudi Arabistan’da veya ABD’de başvurulmadı?

Konu Suudi Arabistan olunca her şey beklenir bunlardan. Kaç tane prensleri kaçırıldı, günlerce otellere kapatıldı. Lübnan Başbakanı Hariri Suudi Arabistan’da başbakanlıktan istifa ettiriliyor ve ülkesine 17 gün sonra dönebiliyor. Adamlar çöl iklimine uygun bir şekilde bu asırda bedevice yaşamaya devam ediyorlar. Ne kanun işler bunlar için, ne kural ne de nizam. Aynen çöl kanunu hakim.

Cinayet veya kaçırma işinde olay yeri olarak İstanbul seçilmesi manidar olmaya manidar. Bu iş için İstanbul seçildiğine göre altından ne Çapanoğlu çıkacak, belki de bu iş üzerimize ihale edilecek. Bunu da zaman gösterecek. Umarım gazeteci öldürülmemiş, kaçırılmıştır. İfadesi alındıktan sonra serbest bırakılır.

Şimdi gelelim bu şerden bir hayır çıkarmaya. Kaşıkçı olayını Türkiye’de suçluları terbiye etmek için kullanabiliriz. Sık sık suç işleyen veya suç işlediği halde kanun gereği “Adli Kontrol Şartı” ile serbest bırakılan kişilere “Bak bir daha uslu durmaz, suç işlemeye devam edersen bundan sonra seni Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna göndeririz” diyerek aba altından sopa gösterebiliriz. Bu tehdidin sürekli suç işleyenler nezdinde caydırıcı olacağını düşünüyorum. Çünkü kim ister Kaşıkçı’nın başına gelenin kendi başına gelmesini!

Bence bu yöntem denenmeye değer. Bakın bakalım ülkemizde suçlar azalır mı çoğalır mı? Kanaatimce ortalık süt liman olur. Biz de böylece rahat ederiz.



* 10/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



7 Ekim 2018 Pazar

10 Günde 10 Kıyafet

Kursun son gününde iki haftalık çalışmalarımızı bir dosyanın içine koyarak kurs hocamıza teslim etmek için çabalarken yanımdaki arkadaş, "Şu giydiğin pantolonu kaç gündür giyiyorsun. Bak hocamıza! Bir giydiğini bir daha giymedi. 10 günde 10 farklı kıyafet giydi geldi" dedi. 

Bir kendi pantolonuma baktım bir de hocamızın kıyafetine. Doğru söylüyordu kursiyer arkadaşım. Düşündüm hocamız her gün yeni bir kıyafetle gelmişti. Ben ise bulduğunu giyen ve kirlenmediği müddetçe de kolay kolay değiştirmeyen biriyim. İç çamaşır, çorap ve gömlek/penyeyi bir veya iki günde bir değiştiririm de iş pantolona gelince ortalama bir hafta giyerim. Giyerim ama giydiğime bakarım, ulu orta her yere oturmam. Bir banka veya sandalyeye oturacağımda temiz mi diye ilk önce elimde kontrol ederim. Tozlu ise ayakta durur, oturmam. Yere, taşa, betona, çime mümkün değil oturmam. Ayaklarıma kara sular iner, yine oturmam. Pantolonum kirleneceğine ayaklarım çeksin çileyi. Hocamızın maşallahı var! Sahneye inip çıkılırken herkesin ayağını bastığı yere hiç yabancılık çekmedi oturdu. Niye oturmasın ki nasılsa her gün elbisesini değiştiriyor. Benim gibi özen göstermesine gerek yok yani. 

Giydiğim pantolonu özene-bezene temiz giymeme rağmen eşim çoğu zaman pantolonunu yıkayayım der, çoğu zaman da benden habersiz makineye atar. Yeni bir pantolon giymek benim için bir işkence. Gardıroptan yeni bir pantolon bulacaksın, ardından kemeri takacaksın, diğer pantolondan çıkarılan para-pul, anahtar, cüzdan vs'i yeniden yerli yerince yerleştireceksin. Uzun iş yani. Üşengecim bu konuda anlayacağınız. Haydi pantolonu değiştirdik diyelim. İşin içinde bir de pantolona uygun gömlek veya penye giymem gerekiyormuş. Renkten, desenden, uyumdan anlamam ki! Ne bulursam giyerim. Giydikten sonra da iş bitmiyor ki! Az sonra hanım gelir, bu gömlek bu pantolona uymamış, şunu giy der. Aldım mı başına belayı! O tek tek iliklediğin düğmeleri yeniden çözeceksin, sonra uyan gömleği giyeceksin ve tekrar düğme ilikleyeceksin, ardından gömleğin uçlarını pantolona girdireceksin.  Uzun iş yani! Gördüğünüz gibi pantolon değişimi başlı başına bir dert benim için. 

Konumuz 10 günde 10 kıyafet değiştiren hocamızdı. Nedense kendimi anlatmaya döndü iş. Severim ne de olsa kendimden bahsetmeyi.

Gelelim hocamıza! Maşallah gardıropu epey zengin olmalı. Altlı üstlü birbirine uyumlu bir giydiğini bir daha giymediğine göre öyle zannediyorum tüm giyeceklerini  koymak için bir gardırop yetmez. Evinde birden fazla elbise dolabı olmalı. Bu demektir ki evi elbise mağazası. Biz kendisini 10 gün gördük. Durum aynen böyleydi. İyice kanaat getirdim ki bize  gün be gün gelse her güne yeni bir kıyafetle gelecek. Parası elbise almaya yeterli demek ki. Belki de yemiyor, içmiyor; durmadan elbiseye para veriyor. Keşke iş sadece elbiseyle kalsa! Bu işin bir de makyajı var. Her gün boyanacaksın.  Herhalde bu makyaj malzemeleri bedava değildir. Bitmedi, saçını yaptıracaksın. Modayı takip eden elbise, makyaj, saç yaptırma herhalde bunlar sudan ucuz değildir. Ayakkabısına bakmadım. Zira hep başına baktım. Kuvvetle muhtemel her gün giydiği kıyafete uygun olarak ayakkabısını da değiştirmiştir. 

Bir ona baktım bir de kendime. Dedim: Ramazan! Sen bedava yaşıyorsun. Herhalde sen o kadar elbise alsan evinin yolunu bulamazsın. 07.10.2018

"Öze Dönüş Hareketi" mi Dediniz?


Bir memur sendikasının önceki seçim sürecine "Öze Dönüş Hareketi" sloganıyla yola çıkanlar vardı. Delege ve yönetime gelmek istemelerini "Mevcut yönetimin sendikanın ilk kuruluş felsefesinden uzaklaştığını, bundan dolayı sendikayı yeniden fabrika ayarlarına döndürmek gerekir" diyerek kimi delege, kimi de ilçe ve il yönetiminde görev almak için üyelerinden kendilerine oy vermelerini istemişlerdi. Özellikle sosyal medyayı çok güzel kullanmışlardı. 

Taraf olmamakla beraber seçim sürecinin  bir fazilet mücadelesi olmasını temenni ettim ve sosyal medyada taraflara "Aynı davaya gönül vermiş neferlerisiniz. İşin içinde kazanmak da var, kaybetmek de. Bu süreçte kazanmak amacıyla birbirinin yüzüne bakamayacak söz ve fiillerden kaçının. Kazanan, 'Ezip geçtik' demesin. Kaybeden de küsüp gitmesin. Kazananı tebrik etsin" şeklinde yazıp çizdim. Maalesef süreçte iftiralar, birbirine çalım atmalar oldu. Seçime girdiler ve "Öze Dönüş Hareketi" seçimi kaybetti. Olabilir. Çünkü  seçimlerin bir kazananı bir de kaybedeni olur. Bu da doğaldır.

Seçim sonrasında kırgınlık ve kızgınlıklar oldu. Kimi dışlandı. Maalesef bir erdem yarışı olsun temennim gerçekleşmedi.

Yine bir seçim dönemi geldi çattı. "Öze Dönüş" sözü yok kimsenin ağzında. Özellikle sendikayı asli amacına döndüreceğiz diye yola çıkanlardan tık yok. Üstelik çoğu mevcut yönetimin şemsiyesi altına girdi, ya delege olmak ya da yönetimde görev almak için. 

Merak ettiğim "Öze Dönüş Hareketi" bu işin neresinde? Öze Dönüş dedikleri geçici bir heves miydi ya da hata mıydı? Ya da öyle bir şey yok da göz boyamaca mıydı? Mevcut yönetim kendisini hiç yenilemeden, tavır ve üslubunu değiştirmeden eskisi gibi görevlerine devam etti. Bugün eleştirdikleri yönetimin listesinde görev almaya hazır olduklarına göre o zaman bu arkadaşların "Öze dönme" gibi bir niyetleri yokmuş. Sanırım mevcut yönetim görevini layıkıyla yapmış olmalı ki bu arkadaşlar aynı listeden seçime birlikte giriyorlar. 

Kimsenin niyetini bilmiyorum ama burada bir çelişki var. Ya kendileri daha önce yanlış yoldaydı, şimdi doğru yolu buldular ya mevcut yönetimi yanlış bulmalarına rağmen yönetime göz kırpıyorlar ya da mevcut yönetim doğru yoldaydı. Demek ki "Öze Dönüş" bir hevesmiş, aslı-astarı yokmuş. Tüm mesele bir yorgan kavgasıymış. Madem böyle yapacaklardı ne diye bu güzel kelimeyi kendi emellerine alet ettiler ve kendilerine güvenenleri yüz üstü bıraktılar? 

Bari hiç olmazsa "Biz eski yönetimi tanıyamamışız, onları yanlış tanımışız, sonradan onların doğru olduğunu anladık. Bu konuda yanlış yerde olan ve yoldan çıkan bizmişiz. Önceki seçim döneminde üyelerimizi yanlış yönlendirdiğimizden dolayı özür dileriz" şeklinde biz özeleştiri yapsalar bence erdemlice bir duruş sergilemiş olurlar. Çünkü hatadan dolayı özür dilemek bir erdemliliktir. Yok biz hata yapmadık, o zaman öyleydi; öyle gerekiyordu. Şimdi de böyle gerekiyor. Biz zamanın ruhuna uygun hareket ederiz diye düşünüyorlarsa bir daha hiç öze dönmeye falan kalkmasınlar, kendilerini kaybetmesinler yeter. Bir daha kimseyi heveslerine kurban etmesinler.
Acaba tüm kavga ağızlara bir parmak bal çalmak mı idi! Öze Dönüş hareketini ağızlarına almadan yola devam etmek isteyenlerin iç hallerini, bu süreçte neler çektiğini bilmem. Benim dıştan gördüğüm maalesef iyi bir sınav vermedikleridir. İşin doğrusunu en iyi onlar bilir.

Not: 1.Bu yazıyı sendika seçim sürecinden önce kaleme almıştım. Bu süreçte eski yönetimin listesinden seçime giren bir arkadaşım aradı. Yazımla ilgili serzenişini söyledi. “Neler çektiğimizi bir bilseniz…” dedi. Kimsenin önüne taş koyma gibi bir niyetim olmadığından yazımı seçim öncesi taslağa aldım.
2.Yazımı taslağa aldıktan sonra “Öze Dönüş Hareketi”nden bir başka arkadaş aradı: “Yazınızdan bir arkadaş vasıtasıyla haberdar olmuştum. Hastanede olduğumdan yazınıza üstünkörü bakmıştım ve yazınızı çok beğenmiştim. Müsait olduğum zaman yazıyı tekrar okumak istediğimde sayfanın açılmadığını gördüm” dedi. Kendisiyle telefonda uzun uzadıya konuşma fırsatı buldum. Niçin kaldırdığımı izah etmeye çalıştım. Kendisini çok dertli gördüm. Eğer yanlış anlamadıysam “Öze Dönüş Hareketi” isminin fikir babası kendisinin olduğunu, o süreçte kendisine karşı her türlü baskının yapıldığını, deruhte ettiği görevden istifa etmek zorunda kaldığını, düzenlenen ‘Vefa Gecesi’ne davet edilmediğini, yapılanlardan dolayı gönülden bağlı olduğu sendikasından ayrılmak zorunda kaldığını, birlikte yola çıktıklarının bu süreçte çoğunun dağıldığını” anlatmaya çalıştı.  Sanırım bu arkadaşımız her iki taraftan darbe yemiş birine benziyor. Herhalde insanı üzen de beklemediklerinden gördüğü darbe olsa gerek! Yıllar geçse de insan içinden atamıyor ve derdiyle yaşıyor maalesef.
3. Seçim bittiğine göre kısmi bir düzenleme yazımı tekrar yayımlıyorum.


Sakın “K” ile Başlayan O Kelimeyi Kullanma!


—Kardeş! Hayat gittikçe zorlaşıyor. Ülke bir ekonomik k
—Sakın!
—Ne oldu, neyi sakınacağım, ne yaptım? Konuşturmadın ki! Lafı ağzıma tıktın. Ülke bir k
—Deme, kendine yazık etme!
—Yav ne diyeceğimi nereden biliyorsun da susturuyorsun beni!
—Her şeyi de! Fakat o "k" ile başlayan kelimeyi söyleme!
—Başka ne diyeyim ki?
—Özelliklerini söyle ama adını koyma!
—Mesela?
—"Ekonomi daraldı, bir ekonomik darboğazın içindeyiz, ekonomimiz kırılganlaştı, TL'miz eridi; pul oldu, her şey ateş pahası, iflaslar arttı, alım gücümüz azaldı, sürekli zam geliyor, mutfakta yangın var, ekonomimiz bir saldırı altında..." gibi diyebilirsin.
—Bu kadar örnek verip ağzını yoracağına tek kelimeyle "k" ile başlayan kelimeyi kullansak olmaz mı? Hem aynı şey değil mi?
—Aynı şey olmaya aynı şey. “K” ile başlayan o kelimenin tüm özellikleri olsa da asla o kelimeyi kullanmamak lazım.
—Niçin, kelimelere takıntın mı var? Bazı kelimelere rezerv mi koyuyorsun? Kelimeler meramımızı anlatmak için bir araç değil mi? Sonra ne diye kulağı direk göstermek varken dolandırarak anlatıyoruz bu işi?
—Ben seni düşündüğüm için bu uyarıyı yapıyorum. Yoksa benim için hava hoş!
—Söylediğim zaman ne olur?
—Neler olmaz ki! Her türlü damgayı yiyebilirsin. Çünkü devlet otoritesi senin demeye çalıştığın o “k” ile başlayan kelimenin bu ülkede olmadığını söylüyor.
—Ama var.
—Yok diyorsa yoktur. Sen ondan iyi mi bileceksin? Kim “k” demeye kalkıyorsa kızıyor. Kızma deyince bu kızmayı benim gibi yetkisiz birinin kızması gibi görme.
—Ama benim alım gücüm azaldı. Dün aldığımı bugün alamıyorum.
—Alama! Gerekirse aç kal, aç yat! Ağla, sızla! Ama bu ülkede “k” var deme. Sana ekonominin gidişatı nasıl, ekonomiyi nasıl görüyorsun derlerse tüm özellikleri say ama o kelimenin yanından bile geçmeyeceksin.
—Ama bu Güneş’i balçıkla sıvamak gibi bir şey! O var bu ülkede.
---Varsa var. Sana ne! Eğer burnunu sokup illa bir şey söyleyeceksen söylemeyi bileceksin.
---Nasıl?
---Fıkra sever misin?
---Yerinde olursa!
---Tam yeri o zaman!
Gece rüyasında tüm dişlerinin döküldüğünü, yemek yiyemez hale geldiğini gören bir padişah sıkıntı içinde uyanır. Rüya tabircisini çağırıp rüyanın hayır mı şer mi olduğunu sorar. Tabirci, ‘Şerdir. Çünkü bütün yakınlarınız gözünüzü önünde ölecek, sizi yapayalnız bıraktıklarını göreceksiniz’ şeklinde yorumlayınca bu yorum padişahın hoşuna gitmez. Yorumcuyu zindana attırır. Başka bir rüya yorumcusunu çağırır. O, ‘Rüyanız hayırdır padişahım. Bu rüya tüm akrabalarınızdan daha uzun yaşayacağınıza işaret ediyor’ şeklinde cevaplandırır. Bu yorum hoşuna gidince padişah ikinci yorumcuyu iki kese altınla ödüllendirir.”
---Ama aynı şeyi söylediler. İlkini cezalandırdı, ikincisini ödüllendirdi.
---Elbette, aynı şey söylendi. Önemli olan kime ne söylediğin değil, nasıl söylediğin karşındakinin de neyi, nasıl anladığıdır. Şimdi sen cezalandırılmayı mı istersin yoksa ödüllendirilmeyi mi?
---Cezalandırılmayı kim ister?
---O zaman ne yapacakmışsın?
---Her şeyi söyleyeceğim ama asla “K” ile başlayan o kelimeyi söylemeyecekmişim. 07/10/2018


6 Ekim 2018 Cumartesi

Suud Kralının Yerinde Olmak İster miydiniz? ***

Zaman zaman yaptığı konuşmalar ve icraatlarına kızsak da dediği olmayınca ABD’nin neler yapabileceğini göstermesi ve gizli kalması gereken malumun ilanı görüşmeleri yumurtlaması bakımından ABD Başkan’ı Trump’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Kalitesini konuşturmasa da kırdığı yumurtalarla kendinden söz ettirmeye ve dünya basınının manşetlerinde yer almaya devam ediyor.

İşte böylesi haberlerden bir tanesi 03/10/2018 günkü gazetelerin sayfalarında yer aldı. Trump konuşmasında "Suudi Arabistan'ı koruyoruz, onları seviyoruz. Ve Kral'ı, Kral Selman'ı seviyoruz. Ama ona dedim ki 'Seni koruyoruz, bizimleyken tamamen güvendesin. Biz olmasak ne olacağını kim bilir? Biz olmasak orada (iktidarda) 2 hafta bile duramazsın. Trilyonlarca doların var.  Ancak biz almamız gerekenleri alamıyoruz Ordum için ödeme yapmalısın." demiş. Sosyal medyada bu haber gözüme ilişince asparagastır dedim. Ardından haber sitelerine bakınca maalesef haber doğru. Aslında ABD’yi maddi yönden başta Suudi Amerika olmak üzere Körfez ülkeleri ayakta tutuyor. Bu, herkesçe biliniyor da açıkça söylenmiyordu. Bereket diplomatik teamülleri bilmeyen veya hiçe sayan; nerede, kime ne konuşacağını bilmeyen biri ABD’nin başına geldi de kapalı kapılar ardında kalması gereken görüşmeleri meydanlarda bir bir sıralayıveriyor. Eskiden çocuktan al haberi derlerdi. Şimdi Trump’tan alıyoruz.

Bu skandal açıklamanın ardından Suudi Arabistan kralı Selman “Öyle bir konuşma olmadı. Zaten biz kendi kendimizi koruyoruz. ABD’nin bizi korumasına ihtiyacımız yok” şeklinde bir açıklama yaptı mı acaba diye gazetelere göz attım. Boşuna baktım tabi öyle bir şey yok. Bunun için yürek ister. En azından “Sayın Trump’ın gizli kalması gereken ikili görüşmeyi açıklamasından büyük üzüntü duyduk” demiş olabilirler mi dedim. Maalesef böyle bir açıklamada yok. Bunun için mide lazım. Yine gazetelere göz attım, acaba Trump’ın bu açıklamasından sonra Kral Selman istifa etmiş olabilir mi dedim. Çünkü Trump’un yaptığı açıklama yenilir yutulur cinsten bir konuşma değildi. Nerde? Bunun için koltuğa yapışıp kalmamak lazım. Ara ki bulasın bu güzel hasletleri!

Trump’un açıklamasından nice sonra nihayet Veliaht Prens Muhammed, "Ülkesinin ABD'den 30 yıl önce var olduğunu, ülkesinin güvenliği için herhangi bir bedel ödenmeyeceğini ve ABD Başkanı ile çalışmayı sevdiğini” lütfen açıklamış. Buna da şükür! ABD Başkanı ile çalışmayı sevdiklerine göre Trump’ı da çok seviyor olmalılar. Ne diyeyim? Allah sevdikleriyle haşretsin onları.

Yeri geldiği zaman İslam ülkeleri niçin geri deriz. Belli olmuyor mu bu konuşmadan bu mıntıkanın niçin geri kaldığı. Boynunda ABD ve Batı’nın ipi olan bu tipler başta olduğu müddetçe İslam dünyası ne kalkınır, ne onur mücadelesi verir, ne de adam olurlar. Kafalarını kuma gömerek “Kralım ben kral” diyerek koltuk işgal ederler ancak. Halkına karşı despot ve acımasız, ABD ve diğer Batı ülkelerine karşı ise boynu kıldan incedir bunların. Osmanlı’ya ihanetlerinin bedeli olarak o koltukları işgal etmekteler. Her ne kadar koltukta oturuyor ve adlarına da kral dense de asla bir kral olamazlar. Olsa olsa köle olurlar diyeceğim ama kölelere hakaret olur. Çünkü tarihte yaşayan kölelerin özgür olma gibi bir ideal ve hayalleri vardı. Bunlarda o da yok. Şayet kölelerde olan duyarlılığın milyarda biri bu krallarda olsa acından ölür ama asla bu lafların altında kalmaz, hemen esaretten kurtulmak için bir mücadele başlatırlardı. Gerekirse bu uğruda ölmeyi tercih ederlerdi.

Krala değil de İslam dünyası kimlere emanet, Harameyn kimlerin elinde ona yanarım. Allah’ın beyti Kabe bunların esaretinde. Müslümanlar hiç boşuna başka işlerle uğraşmasın. Ne zaman ki Mekke, Medine, Mescid-i Haram gerçek Müslümanların eline geçer işte o zaman İslam dünyası esaretten, rezillikten kurtulmuş olur.

Yedikleri, içtikleri; varlıkları petrole dayalı olan bu entarili kişilerin o petroller burunlarından gelir inşallah! Ölümleri petrol yüzünden olsun! Başka ne diyeyim?

*** 11/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.





5 Ekim 2018 Cuma

Din ve Devlet İşlerimiz *

Bu hafta cuma namazında hutbede hatip Müslüman'ın Müslüman üzerindeki haklardan bahsetti: "Selamı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye iştirak etmek, davete icabet etmek, hapşırana rahmet dilemek." Ardından bidatlere getirdi işi. Özellikle cenaze sonrası cenaze sahibinin cenazeye katılanlara ikram etmek için yemek pişirmesinin İslam'da yeri olmadığını, bunun yerine eş-dost ve akrabalarının yemek getirmesi gerektiğini söyledi. Hoş bir hutbe idi. Zira özellikle bidatler başımızın belası malumunuz.

Hutbeyi dinlerken din işlerimiz de devlet işleri gibi dedim içimden. İmam hutbesini irat ettikçe hem devlet yönetimimiz hem de dini yaşantımız bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gitti. Siz nasıl bağlantı kurarsınız bilmiyorum ama ben bir bağ kurdum bile. Çünkü hem din anlayışımızda hem de devlet yönetme anlayışımızda bir kuralsızlık ve kural tanımazlık var. Niçin böyle oluyor derseniz vereceğim cevap zamanında müdahale etmediğimizdendir.

Devlet işlerini ele alalım. Yeni bir konu veya durum ortaya çıktığında devlet önce sesini çıkarmaz, görmezden gelir, yok kabul eder. (Konut yapımı, arabalara LPG taktırma gibi) Vatandaş istediği şekilde hareket eder: Enine-boyuna yayılır. Nice sonra devlet mevzuatını çıkarır, işi resmiyete döker. İnsanların bu kurala uymasını bekler, denetimler yapar, sıkı tedbirler alır. Devlet bundan sonraki hayatını o mevzuatı uygulamak için didinir durur. Daha önce kendi kendine bir yol çizmiş vatandaş ise bu kuralı yapmamak ve çiğnemek için uğraşır. Bu durum devleti yönetenlerin vatandaşın önünden gidememesinden, geniş ufuklu olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bir şey çıkmadan önce devlet önce kuralını koysa vatandaş mecburen o kurala uyacaktır.

Din anlayışı ve yaşantımız da devlet yönetiminden farklı değildir. Dinde yeri olmamasına rağmen biri çıkar, dinden bir şeymiş gibi bir uygulama başlatır. (Mevlit okutma, cenaze sonrası yemek verme, ölünün altını üstünü görme gibi) Ondan gören bir başkası yapar. Vatandaş nezdinde uygulanmaya başlar. O zamana kadar bireysel tepkiler dışında bu uygulamalara karşı çıkılmaz. Hoş karşılanmasa da kimse sesini çıkarmaz. Dine sonradan yamanan bu uygulama halk nezdinde bir mahalle baskısına dönüştükten veya uygulana uygulana bir adet haline geldikten sonra yetkililer çıkıp “Bu yapılanlar yanlış bunların dinde yeri yoktur” demeye başlıyor. Kaç kişi vazgeçer bu durumda bu uygulamalardan? İçine sinmese bile “Dinde yeri yok ama herkes yapıyor, biz yapmazsak olmaz” deyip o da uydum kalabalığa diyor.

Anlatmak istediğim bizim ülkenin sorunu kuralların sonradan konmasındadır. Halbuki ülke yönetmeye talip olanların ve din adına söz söylemeye yetkili olanların halkı ve halkın gittiği yolu önceden sezme gibi bir görevleri vardır. Yetkililer zamanında basiret ve feraset göstermezlerse problemleri hep kucaklarında bulacak ve ömürlerini bunlarla mücadele ederek harcayacaktır. Çok mu zor halkın önünden koşmak, onlara yol göstermek?

Ne zaman ki devleti yönetenler halkın nereye gitmekte olduğunu hisseder, onların önüne mevzuatı koyarak bu işi şöyle şöyle yapacaksınız derse yani boşluk bırakılmazsa devlet işleri daha düzenli olur. Din alanında da bir konuda neler yapılması gerektiği halkın önüne konur, sürekli işlenir, bidat olmasına rağmen yapmaya kalkana önceden uyarı yapılırsa yani boşluk bırakılmazsa dini yaşantımız da özüne uygun olur. 05/10/2018



* 08/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Ekmek Zammına Niçin Karşı Çıkıyoruz?

Yıllar sonra yeniden çift haneli enflasyonu hayatı yaşamaya başlayınca ister ithal, ister ihraç ürün olsun iğneden ipliğe her şeye zam geldi. Mevcut gelen zamlara alışamadık hala.

Gelen zamların bir kısmı makul. Çünkü girdi fiyatları artmıştır. Kimi dolara endekslidir, fazlasıyla zamdan nasibini aldı. Kimi psikolojiktir; herkes artırdı, ben de artırayım diye. Kimi de fırsatçıdır. Çünkü ortalık toz duman. Ne vurursam kar mantığıyla hareket etmektedir. Biz bağırıp çağırsak da, bu haksız kazanç desek de, fahiş zam yapanların bir kısmını şikayet etsek de, ilgili merciler zam yapanları mercek altına alıp müeyyide uygulasa da  zamlar geldi ve gelmeye devam edecek. Dua edelim ki gelen zamlar mevcut yapılanlarla kalsın.

Gelen onca tepkilere rağmen zamlar geri alınmadı. Bir tek istisnası var, bazı illerde ekmeğe yapılan zamlar geri alındı. Daha doğrusu ekmek zammı iptal edildi. 

Ekmeğe yapılan zam niçin iptal edildi? Fırıncılar fırsat bu fırsat deyip çok fahiş bir zam mı yaptı? Fırıncıların yaptığı zam keyfi bir uygulama mıydı? Fırıncıların ekmek çıkarmak için kullandığı un, tuz, elektrik, su ve diğer katkı maddeleri zamdan etkilenmedi mi? Bildiğim kadarıyla  ekmekte kullanılan her türlü malzemeye zam geldi. Bu durumda fırıncıların ekmeğe zam yapması kadar doğal bir şey yoktur. Zira işlerine tutunmak ve yaptıkları işten ekmek yemek için zam yapmaları gerekiyor.

Fırıncıların zam isteğini makul görmemden  dolayı içinizden bu adamın sülalesi fırıncı olmalı diye düşünebilirsiniz. Maalesef hiç fırıncı akrabam yok. Ben de tıpkı sizin gibi zamlardan etkileniyorum. Devletin zam ayarlaması yaptığı bir ortamda fırıncılar da yapacak. Ekmek ihtiyacınızı bakkal veya marketten temin ediyorsanız fırıncının zam talebini makul görmeyebilirsiniz. Eğer fırından ekmek alıyorsanız fırıncının ateşin karşısında ayakta buram buram terleyerek ekmeği kıvamında çıkarmak için sabahtan akşama kürek salladığını görürsünüz. Bu durumda işlerinin ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Ellerinin emeğiyle ekmek satarak ekmeklerini kazanmaya çalışıyorlar. Ne sabahları var, ne de akşamları. Tatil nedir bilmezler. Biz yatarız, onlar ayakta. Yatacak  bir yer ve zaman bulmuşlarsa yattıkları yeri beğenirler.

Zamlara karşı çıkalım elbet. Ama zam konusunda çelişkiye düşmeyelim. Kimseye söz geçiremediğimiz bir ortamda fırıncılara diş göstermek hakkaniyete uygun değildir. Eğer fırıncıların çıkardığı ekmeğin girdilerinde hiç artış olmadı da fırıncılar keyfi bir zamma kalkışmışsa hep beraber onlara karşı çıkalım.