29 Eylül 2018 Cumartesi

Ders Kitaplarındaki Müsrifliğimiz ***

Ekonomimizde meydana gelen sıkıntı şu ya da bu şekilde her birimizi etkiledi, belli bir süre daha etkilemeye devam edecek. İnşallah bu sıkıntı uzun sürmez.

Hükümet ayağını yorganına uzatacak şekilde tedbirler almaya başladı. Yapacağı yatırımları yeniden gözden geçirdi. Öncelikli olmayan yatırımları öteledi. Tasarruf tedbirlerini uygulamaya koydu. Başka da çaresi yoktu zaten.

Hükümet birçok alanda kesintiye giderken nedense en büyük israflarımızdan olan ücretsiz ders kitabı dağıtımından ne vazgeçti, ne de kesintiye gitti. 2003-2004 öğretim yılından itibaren ilköğretimlere, 2006-2007 öğretim yılından itibaren ise liselere gönderilen ders kitaplarını ücretsiz göndermeye devam ediyor. Çünkü bir devlet politikası oldu artık.

Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devlet sadece fakir ve ihtiyaç sahibi ailelerin kitaplarını karşılaması gerekirken zengin-fakir demeden her öğrencinin kitabını karşılama yolunu seçti. Haydi eşitlikçi bir anlayışla herkesin ders kitabı ihtiyacını karşılaması gerekir diyelim. Niçin dağıtılan kitaplar sene sonunda geri toplanıp ertesi yıl yeniden kullandırılma yoluna gidilmiyor? Halbuki zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, ücretsiz ders kitabı ile ilgili açıklama yaptığında "Öğrenciye kitabı yıl sonunda geri almak üzere ödünç vereceğiz" demişti. Maalesef dediğiyle kaldı. Ödünç verme işi hiç uygulanmadı. Yılsonunda kitaplar ya öğrencide kaldı ya da geri getirilen az sayıdaki kitap geri dönüşüme gönderildi. Devlet her yıl kitap bastırma yolunu seçti. Keşke aynı kitap olsa yine gam yemeyeceğim. Ders kitabının üzerinde "Bu kitap TTKB tarafından  okullarda beş yıllığına ders kitabı olarak okutulması tavsiye edilmiştir" yazmasına rağmen aynı kitap okunması için ikinci yıl okullara gönderilmemiştir. Yerine başka kitaplar yazdırılıp gönderilmiştir.

Devletin bu ücretsiz kitap dağıtımını bir devlet politikası haline getirmesinden ve ödünç verme işine başvurmamasından sanırsınız ki bu devlet ekonomik yönden çok zengin, parayı harcayacak yer arıyor. Nerde? Keşke öyle olsa! Ya da kitabın ham maddesi olan kağıt bu ülkenin öz sermayesi de devlet milli sanayinin kalkınması için yerli sanayimize destek veriyor. Maalesef bu da değil. Müfredat değişmemiş, konular aynı, ama neredeyse her yıl yazarları değişiyor sadece.

Merak ediyorum bu ülke Almanya’dan daha zengin de bizim haberimiz mi yok? Geçen gün sosyal medyada bir paylaşım gördüm. “Almanya’nın Köln şehrinde bir ortaokul kitabı okul tarafından öğrencilere ödünç veriliyor. Alınan kitap sene sonunda geri verilmek zorunda. Kitabı ödünç alan kişi 12.sahibiyiz” diye paylaşmış. 12 yıl demek bu kitap en az 12 öğretim yılı tedavülde ve halen kullanılıyor. Demek ki ne kitap değişmiş, ne de müfredat. Aynı kitaptan şu ana kadar 12 öğrenci faydalanmış. Şimdi bir düşünün bizde 12 yıl bir kitap okutulur mu? Ya da 12 yıl öncesinde okutulan bir kitabı kırtasiye tereklerinde ve okulların depolarında görebilir miyiz? Bizim en iyi yaptığımız kullanmadığımız fazla yeni kitapları geri dönüşüme göndermek. Bizde bırakın bir kitabı 12 yıl kullanmayı, biz yeni çıkmış taze ders kitaplarını mı bile beğenmiyoruz, yeterli görmüyoruz. Yardımcı kaynaklarla ayakta durmaya çalışıyoruz.

Şimdi soralım, Hristiyan Almanya mı daha müsrif yoksa Müslüman biz mi? Herhalde cevabımız biz olur. Onların mı tasarrufa ihtiyacı var, yoksa bizim mi? Bugünkü Almanya’nın ve bizim ekonomik durumumuz göz önüne alınırsa Almanya’nın tasarruf etmesi mubah ise bizim tasarruf etmemiz farzı ayındır. Pekiyi tüm bu yaptığımız bizim inancımıza yakışıyor mu? Halbuki biz “Akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur” diye uyaran bir dinin müntesibiyiz. “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” diyen bir kitaba amenna ve saddekna diyoruz. Demek ki icraata dönmeyen bir dil ve din anlayışı var bizde. Sözün özü aalesef müsriflik paçamızdan akıyor.

Bence Türkiye ne yapıp ne edip okullara verilen ücretsiz ders kitapları konusunda ödünç verme sistemini hayata geçirmelidir. Hem de hemen! 29/09/2018


*** 02/10/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Eylül 2018 Cuma

Yardımcı Kaynak Sorunumuz *


İlk, orta ve liselerimiz açıldı. Öğrenci ve öğretmenin ders materyali olan ders kitapları öğrencilere dağıtıldı. Dersler başladı. Ama telaş bitmedi. Şimdi sırada hangi dersten, hangi yardımcı kaynak alalım/alınsın derdi var. Çünkü bize sadece ders kitabı yetmez, takviye için mutlaka yardımcı kaynak olmalı anlayışı beynimize yerleştirileli çok oldu. 

Yardımcı kaynak ihtiyaç mı değil mi? Alalım mı almayalım mı? Kimine göre ihtiyaç, kimine göre fuzuli masraf. Öğretmen "Sayın veliler/öğrenciler! Yardımcı kaynağa gerek yok, MEB'in gönderdiği ders kitabı yeterli" dese bazı veliler, "Olur mu hocam! Birçok okul aldırıyor, burada çocuklarımızın geleceği önemli. Yardımcı kaynak olmaz ise çocuklarımız diğer çocuklarla nasıl yarışacak" şeklinde bir eleştiri getiriyor. Öğretmen "O zaman yardımcı kaynak almak isteyen alabilir" dese veliler "Hangisini alalım" der. "Yayınevi adı vermiyorum/veremiyorum. İsteyen istediği kitabı alabilir" dese "Hocam, siz bir yayınevi adı verin. Sınıfta birlik olsun, oradan ödev verirsiniz. Farklı yayınevi olmasın" der hemen veli. Bu durumda öğretmen ne yapsın? Aldırsa olmaz, aldırmasa olmaz, yayınevi adı verse hiç olmaz. Veli istiyor, öğrenci istiyor, bazı öğretmenler istiyor. Kitabı pazarlayan yayınevi elemanı ders hocasını bir görsem de kendisine bir numune versem diye okulun etrafında dolaşıp duruyor. Bakanlık, her sene başında "Sakın ha! Öğrenciye yardımcı kaynak aldırmayın, bunun için veli ve öğrenciyi zorlamayın. Eğer bir öğretmen yardımcı kaynak aldırırsa onun hakkında gerekli incelemeyi yapması konusunda valilikleri uyaran" bir yazı gönderir. Bir veli "Devletin verdiği kitaplar yetmiyor mu? Falan öğretmen çocuğuma yardımcı kaynak aldırıyor" şeklinde bir şikayette bulunsa -ki eksik olmaz- yetkili merci hemen öğretmen hakkında bir inceleme ve soruşturma başlatır.

Her okulda sene başında rutin hale gelmiş yardımcı kaynak muhabbeti üç aşağı, beş yukarı bu şekilde cereyan eder. Gördüğünüz gibi öğretmen iki arada bir derede kalıyor. Öğretmen yardımcı kaynak aldırsa da suç, aldırmasa da. Çünkü her halükarda öğretmenin başı belada. 

Bakanlık istediği kadar ilave kitaba yasak getirsin, okul ve öğretmenleri kıskaca alsın, gerekli denetimleri yapsın; ilk, orta ve lise öğrencilerinin çantasında, sıraların alt gözünde yardımcı kaynak eksik olmuyor. Kırtasiyecilerin rafları tıka basa yardımcı kaynak dolu. Fazlasını da yerlere koyuyorlar. Öğrenci ve veli, istenen kitapları aldıkça tükenen kitaplar yok satmaya başlıyor. 

Eğitim sistemimiz sınav odaklı olduğu müddetçe, herkes emsallerine fark atmayı düşündüğü yarış mantığı devam müddetçe etüt, kurs merkezleri açılmaya devam edeceği gibi yardımcı kaynaklar da alınmaya, aldırılmaya devam edecektir. Yine öğrenci, öğretmen ve velide Bakanlığın gönderdiği kitapların yeterli olmadığı kanaati oldukça bu kitaplar yine alınmaya devam edecektir.

Bakanlık yardımcı kitaba yönelmeyi azaltmak ve yok etmek istiyorsa ders kitapları ile sınav sorularını bir noktada örtüştürmesi gerekiyor. Başka türlü bu sorun ortadan kalkmaz. Hele yasakla bu iş hiç çözülmez. Hatta yardımcı kaynağa yönelimi daha da artırır. Çünkü yasaklar cezbeder. 28/09/2018

* 03/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Eylül 2018 Perşembe

Yarası Olan Gocunacak Elbet!

Duygu ve düşüncelerimi sosyal medyada paylaşmaya başladım ilk önce. Hayatımda maddi bir şeyim olmasa da bir arkadaşımın yardım ve önerisiyle şahsıma ait "dilinkemigiyok" adında bir blogum oldu.

Nev-i şahsına münhasır bu blogum tabir yerindeyse benim günlüğüm gibidir. İçimi döktüğüm yerdir. Nerede ibretlik, ilginç, dert edindiğim, hoş karşılamadığım, geçmişte başımdan geçen bir olay veya konu gözüme ilişmiş, kulağım işitmiş, aklıma gelmiş ise sayfamın ilgi alanına girer. Fırsatını bulduğum ilk anda o konuyu işlerim sayfamda. Kah otobüste, kah bir çay ocağında, kah evde uzun otururken, kah haberleri dinlerken. Yazma aletim konuşmak ve haberleşmek için aldığım cep telefonumdur ağırlıklı olarak.

Konuyu ele alırken kafamda plan yapmam, çalakalem yazmaya başlarım. Ne şekilde yazacağımı planlamam.  Yazılarım bazen espri yüklüdür, bazen duygu yüklüdür. Bazen direk girerim yazıya. Bazen konunun etrafında dolanırım. Bazen hicvin izleri görülür yazımda.

Genelde toplumsal olaylar olmak üzere her konu ilgi alanıma girer. Değindiğim konuların çoğu araştırma mahsulü değildir. Gözlemlerime dayanır. Gözlemlerime duygu ve düşüncelerimi katarak bir sonuca varmaya çalışırım. Ne oldu haberini aslında ne/nasıl olmalıydı sorularıyla irdelemeye çalışırım.

Olaylara eleştirel yaklaşırım ama yapıcı eleştiri benimki. Olayı kimin yaptığına bakmam. Kolay kolay isim ve yer zikretmem. Asla kişiselleştirmem. Çünkü kişilerle değil benim işim. Bugün Ali yapmıştır, yarın Veli yapar. İsim vermeden Ali'nin yaptığını eleştirirken bu hatayı Veli'nin yapmamasıdır kastım. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle gibi. Kişiden hareketle bir camiayı, grubu hedef alarak genelleştirmem. Çünkü hata ve yanlışlar kişiseldir. Genele teşmil edilemez. Olayın hoş olup olmadığıdır zira benim ilgi alanım. Hadiseleri değerlendirirken iğneyi hep kendime batırmaya, özellikle içinde bulunduğum camianın yanlışlarına, savrulmalarına dikkat çekmeye çalışırım. Kendi bakış açım çerçevesinde yanlışa yanlış, doğruya doğru; keşke böyle olsaydı derim. Bugün yanlış yapanın yanlışına isim vermeden değinirim, ertesi günü aynı kişi iyi bir iş yapar, bu sefer överim.

Yazarken öğrenmeye devam ediyorum. Bugün yanlış görüp eleştirdiğimin yanlış olduğunu öğrenince demek ki ben o zaman yanlış düşünmüşüm derim. Yazdıklarım beğenilsin, zira ben güzel ve doğru yazıyorum iddiasında hiç olmadım. Hem sosyal medyadaki hesabım, hem de blogum herkese ve her türlü eleştiriye açıktır. Çünkü hata yaparım. Yanlış düşünürüm. Tıpkı bir futbol maçının hakemi gibi görürüm kendimi. Hakem gördüğünü çalar. Kararı taraflarca tasvip görür, ya da görmez.

Yazılarımda dert edindiğim konulara değinirken şunu yazarak şuna bir ayar vereyim, haddini bildireyim iddiasında hiç olmadım. Bir yerdeki olayı bloguma taşımak suretiyle o yeri, kişiyi veya kurumu aleme mat etme gibi bir düşüncem de yok. İçimi boşaltıyorum sayfama. Dert ortağımdır aynı zamanda blogum. Benden ve yazdıklarımdan rahatsız değil gördüğüm kadarıyla. Çünkü 2000'e yakın yazı yazdım. Hiç yeter artık! Bıktım senin yazıp çizmenden demedi. Senin şu yazdığını onaylamıyorum demedi. Bugüne kadar her türlü üslupla her yazdığıma eyvallah dedi. Sıkıldım, yoruldum da demedi. Sağolsun her yazdığımı kaydetti, okusun diye alıcısına ulaştırmak için paylaşmama imkan verdi. 

Her dediğime, her sözüme onay veren sayfam yıllar yılı her türlü derdime ortak olarak hiç dertlenmezken her şeyden nem kapan bazı tipler "Her doğru, her yerde söylenmez" deyip yazdıklarımı tasvip etmediğini belirtmiş kalabalık bir ortamda. Belirtmiş diyorum. Çünkü gıyabımda konuşmuş, gelip yanıma bana bir şey söylemiş değil. Ya da çağırıp yanına "Kardeş! Yazdığın şu şu yazılardaki şu görüşlerine katılmıyorum demedi. Medeni cesareti mi yok benimle konuşmaya, ya da benimle konuşunca itibar kaybına mı uğrar? Yoksa bir yarası mı var veya ne olur ne olmaz diyerek gölgesinden mi korkar? Yoksa yazılarım suç mu teşkil ediyor? Ya da suç veya suçluyu mu övüyor?

Muhatabım derdini veya karın ağrısını söylemeyince derdi nedir bilmem ama bir yarası olduğu belli, ya da alıngan biri olmalı. Alınganlığın tedavisi yok. Bu tipler her şeyden nem kapar. Mıknatıs gibi her şeyi üzerine çeker. Yok yarası varsa ya tedaviyi kabul edip iyileşecek ya da gocunmaya devam edecek. Çünkü benim hakaret etmeden; isim, yer, şahıs belirtmeden yazdığım yazılardan ancak yarası olanlar gocunur. Ne mutlu bana ki gocundurabilmişim. Zira bu yazılar birilerine dokunsun ve gereği yapılsın diye yazılıyor. Etliye-sütlüye karışmayan, zülfiyare dokunmayan yazı olur mu? Bu yazılar sayfa doldursun, çeşitlilik olsun diye yazılmıyor. Sanat olsun diye de yazılmıyor. Bu yazılar toplum yararına katkı olsun diye yazılıyor. 

Kimse kusura bakmasın! Yazdığım yazıların kahir ekseriyeti adrese teslim yazılardır. Herkes payına düşeni alacak ve gereğini yapacak. Doğru yaptığına inanıyorsa üzerine almayacak, yanlış yaptığını görür ve anlarsa doğrusu ne ise onu yapacak; yaptığı, yanlış anlaşılmışsa bu yanlış anlaşılmayı gidermek için muhatapları ikna edecek. Ama asla gocunmayacak. Bunun için özellikle amme hizmeti yapanların taşın altına elini koyması, yanlış algıyı giderecek girişimlerde bulunması gerekiyor. Kaçak güreşerek arkadan konuşarak mesafe alınmaz eğer amaç üzüm yemekse...

Yazılarımı kimse beğenmek zorunda değil, tıpkı okumak zorunda olmadığı gibi. Okumaz, görmezden gelir olur biter. Kimseye kendimi, düşüncelerimi beğendirme gibi bir niyetim yok. Sipariş üzerine yazı yazmam, nabza göre şerbet vermem. Adı üzerinde bu dilin kemiği yok. Bu dili dinlemeye, okumaya hevesli olanlar bu dilin dikenine katlanacak. Bu dilin dili döndüğü, eli yazdığı müddetçe bu dil, kınayanın kınamasına aldırmayacak ve yazmaya devam edecek. Kimse için yazmıyorum. Kendi bildiğim doğruları  -Allah bana yazma irade ve gücü verdikçe- yazmaya devam edeceğim. 

Kimse kendini dünyanın merkezine koyarak dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanmasın, kendisini ve deruhte ettiği makamı bulunmaz Hint kumaşı olarak görmesin. Ben burada olmaz isem burası yıkılır, yürümez diye düşünmesin. Zira mezarlıklar kendisini vazgeçilmez olarak görenlerle dolu. Tıpkı benim yazılarım da dünyanın merkezi değil, dünya benim etrafımda dönmüyor. Bulunmaz Hint kumaşı hiç değil, vazgeçilmez hiç değil.

Hulasa, kimseyi kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden doğru bildiğim doğrularımı yazmaya devam edeceğim. Anılarımı, yaşadıklarımı, gözlemlerini aktaracağım. 

Sahi suç mu anıların ve yaşananların yazılması? Suçsa bileyim. Eğer suç değil de bu mütevazı blogta yazılanlardan nem kapıyor, korkuyorsa birileri, kimse kusura bakmasın korkunun ecele faydası yok. Hamama girdiyse terleyecek. Eleştirecek ve eleştiriye de açık olacak. Bunun için önce öz güven, medeni cesaret gerek ve iletişime kapalı olmamak lazım. Nokta.

26 Eylül 2018 Çarşamba

Mazlumların Sesi Olduk ***


BM 73. Genel Kurulunda konuşma yapan Erdoğan'ın konuşmasının satır başlarına göz attım. Konuşması baştan sona dertli bir insanın içini boşaltmasından ibaretti. Dünyanın sorunlarını ortaya koydu, çözümler sundu, yaptıklarını ve yapacaklarını anlattı. Gururlandım doğrusu. 


Bir ABD başkanının konuşmasına baktım, bir de bizimkine. Kendisini büyük sanan, ne oldum delisi biri vardı karşımızda.  Güya dünya lideri! Kendi memleketinde konuşma sırasını kaçırıyor. Kürsüye çıktığı zaman nerede konuştuğunu unutarak hükümet icraatlarını sıralıyor. Neler yaptığını, nasıl başarılı olduğunu anlatıyor. Yani icraatın içinden bir sunum yaptı. Konuşması gülüşmelere sebep oldu. 


Kendi ülkesinde ve çevresinde sürekli sorunlarla uğraşan bizimkine gelince bir vizyon ve misyon sahibi olduğunu gösterdi: Dünyadaki adaletsizliğe dikkat çekti. BM’nin dünyanın bugünkü sorunlarını çözmekten uzak olduğunu, BM’in yapısında kapsamlı bir reforma gidilmesi gerektiğini, dünyanın beşten büyük olduğunu, 194 ülkenin daimi üye olmasının elzem olduğunu paylaştıktan sonra bugünkü dünyanın siyasi, sosyal, ekonomik istikrarsızlığın adalet eksikliğinden kaynaklandığını, dünyanın kurtuluşunun adaleti tesis etmekle olacağını söyledi. Dünyaya kol kanat gerdiklerini, nerede bir mazlum varsa yanlarında olduklarını, ekonomik büyüklük bakımından 17.sırada yer almalarına rağmen toplam kalkınma yardımlarında dünyada altıncı, insani yardımlar konusunda birinci olduklarını, yaptıkları bu yardımların kesintisiz bir şekilde devam edeceğini, mültecilere kucak açtıklarını, dünyadan yeterince yardım gelmediğini işaret etti. Kudüs davasında Filistinlilerin yanında yer aldıklarını, Suriye’nin yaşanabilir bir ülke olması için terörden arındırmaya çalıştıklarını, yapılan anlaşmalarla kan dökülmesinin önüne geçtiklerini, ABD’nin terörü desteklemekten vazgeçmesi gerektiğini, bir gün bu terörün kendilerine döneceğini, ekonomik yaptırımların olmaması gerektiğini sözlerine ekledi.


Erdoğan’ın baştan sona konuşması bilgi ve duygu yüklüydü. Herkese yol gösteriyordu. İnsanı merkeze alan bir konuşmaydı. Türkiye, etine-buduna, gücüne ve kuvvetine bakmadan mazlumların sesi olduğu imajını verdi bu konuşmasıyla. Belki ekonomisi iyi değil, belki ülkesinde çözülemeyen sorunları var ama inisiyatif alan; dünyayı, özellikle mazlumları dert edinen bir ülke olduğunu, onların sesi  olduğunu ve olmaya devam edeceğini gösterdi. Bir konuşma olsa olsa ancak böyle olur dedim. Çünkü içten gelen bir konuşmaydı. Dertli olduğu dert edindiklerinden belliydi. 

Bana göre sıra dışı bir konuşmaydı ve olması gerekendi. ABD'nin göbeğinde ABD'ye yanlış yaptığını söyledi. Hiç lafı eğip bükmedi. Konuşması sonuç alır veya almaz. Ama şapka çıkarmamak elde değil bu konuşmaya. Helal olsun! 26/09/2018


*** 29/09/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Affın Şakası Yoktur Beyler! *


Genel seçimlerden önce başlayan adına af denmeyen ama aslında bal gibi af olan af yasa teklifi gündemde tartışılmaya devam ededursun. Af teklifi Meclise verildi bile. 

Milletin her türlü derdinin istişare edileceği yer Meclistir. Doğruyu bulmak için tartışmak iyidir. Amenna! Mecliste konuşulmayacak, ağza bile alınmayacak, teklif dahi edilemeyecek bir konu varsa o da af teklifi olmalıydı. Keşke Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin arasına hatta en başına af konusu da eklenseydi de bugün biz affı konuşuyor olmasaydık. Çünkü affın şakası yoktur. Cinin şişeden çıkması gibi bir şeydir bu. Nasıl ki şişeden çıkan cin tekrar şişeye girmezse af da ağızdan çıkmayı görsün, bir daha ağzın içine girmez. 

Merak ettiğim memleketin çözülmesi gereken o kadar meselesi varken af niçin siyasilerin gündemine gelir? Sonra affın kime ne faydası var? Bugüne kadar çıkarılan hangi bir af yasası, sorunumuzu çözmüş, yaramızı sarmıştır? Geçmiş af örneklerine bakılırsa içeriden salıverilen suçluların kahir ekseriyeti arkasında yeni mağdurlar bırakmak suretiyle yeniden suç işleyerek hapsi boylamıştır. Affı ağzımıza alarak elimize ne geçecek? Geçmiş af yasalarının olumsuzluklarından siyasilerimiz niçin ders almazlar da af af deyip tekrar tekrar yanlış üzerine yanlış yaparlar? 

Af yasa teklifi veren ve bu teklife destek vermeyi düşünen siyasi parti ve vekillerimiz şunu bilsinler ki affa evet demeye, bu af teklifini Meclis gündemine getirmeye hakları yoktur. Bakmayın siz affa karar verme yetkisinin Anayasamızda Meclise verildiğine! Affa evet diyecek olanlar şunu unutmasınlar ki her verilmiş hak, hak değildir. Meri hukuk Meclise böyle bir yetki vermiş olabilir. Bu, kullanılmaması gereken bir yetki olarak kalmalıydı. 

Sayın vekiller, siyasi parti liderleri af yasa teklifinde vereceğiniz karar kamu vicdanını rahatlatması gerekir. Emin olun ki halk bundan hoşnut olmayacaktır. Bir yerde suç varsa suçlu vardır, mağdur vardır. Suçluyu affetme yetkisi mağdura aittir. Affetme veya suçun cezasının çekilmesi suçlu-mağdur arasında bir meseledir. İki kişinin arasında olan bir meseleye sizin bodoslama dalmanız hakkaniyete uygun değildir. Zira bu sizin vazifeniz değil bir defa. Çünkü siz ne suçlusunuz, ne de mağdur! İki kişinin arasına girmeyin. Her şeye burnunuzu sokun ama bu meseleye cıs! 

Dört suçluyu memnun edeceğiz diye milyonlarca mağdurun intizarını almayın. Siyaset kazanma işidir. Size buradan bir ekmek çıkmaz. Suçlunun içeriye girmesiyle bir nebze rahatlayan ve derdini unutmaya çalışan mağdurların dertlerini yeniden depreştirmeyin. Hakkınız yok buna! Ateş düştüğü yeri yakar. Kalkıştığınız bu hak; suçluyu koruma, mağduru yeniden mağdur etmedir.  Ateşle oynamaktır. 

Cin şişeden çıktı, geriye dönüş yok derseniz çıkarmayı düşündüğünüz af teklifine "Mağdur affetmek şartıyla" şartını ekleyin. Mağdur affederse ne ala! Affetmezse suçlu cezasını çekmeye devam etsin. Eğer bir mahkumun haksız yere ceza alındığını düşünüyorsanız yeniden yargılama isteyin. Biz affetmeyi çok seviyoruz, affetmeden duramayız derseniz sadece devlete karşı işlenmiş suçların suçlularını affedin. Bakın size bir af, elinizden alan mı var? Alın tepe tepe kullanın bu hakkı. Ama ötesi haddi aşmaktır, sınıra tecavüzdür. 26/09/2018

* 28/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


25 Eylül 2018 Salı

Çabuk Öğrenilen Bilgiler Çabuk Unutulur


Pazar günü bir veli toplantısına katıldım. Kısa bir tanışma faslından sonra sınıf rehber öğretmeni ders takip konusunda bir yıl boyunca yapılması gerekenleri açıkladı. Okulun rehber öğretmeni de 60 gün boyunca ders çalışmaya odaklanan bir öğrenci ders çalışmayı alışkanlık haline getireceğini, bunun için ilk 60 günün önemli olduğunu, şayet bunu başarırsa düzenli ders çalışmayı bırakamayacağını söyledi. Dilek ve temenniler kısmında kendisinin de öğretmen olduğunu söyleyen bir veli söz aldı: “Öğretmenlerin akıllı tahtayı fazla kullanmaması gerektiğini, öğretmen için bu materyal zaman kazanma, fazla soru çözme gibi kolaylıkları olsa da öğrenciler için ağırlıklı olarak kara tahtanın kullanılmasının daha iyi olacağını belirtti. Sınıf rehber öğretmeni de “Kendisinin de akıllı tahtayı sık kullandığını, aynı anda hem soru, hem de cevabı tahtaya yansıtabildiğini, şekillerle konuyu anlatabildiğini, dersi daha verimli işlediğini açıkladı.

Toplantı biter bitmez “Öğretmenlerin akıllı tahtayı fazla kullanmaması” gerektiğini söyleyen öğretmen velinin yanına giderek kendimi tanıttım. Sizi tebrik ederim. Ben de aynı sizin gibi düşünüyorum dedim. Ardından birkaç kelam ettikten sonra yanından ayrıldım. Giderken bizim gibi düşünenin sayısı az olsa da birkaç kişi varız dedim içimden.

Akıllı tahtanın fazla kullanılmaması konusundaki düşünceme katılmayabilir ve eleştirebilirsiniz. Siz haklı olarak beni eleştirmeye devam edin, ama asmadan önce niçin böyle düşündüğümü açıklamama fırsat verin.

Akıllı tahta diğer adıyla etkileşimli tahta faydalı olmaya çok faydalı. Hem eskinin yazı tahtası görevini yerine getiriyor, hem de bilginin her türlüsüne birden ulaşabildiğimiz bir ders materyalidir. Yeri geldiği zaman televizyon işlevi görüyor, yeri geldiği zaman video izlenebilen bir aygıt oluyor, yeri geldiği zaman bir bilgisayar oluyor. İnternete erişim elinin altında. MEB’in yasaklamadığı sitelerin çoğuna girilebiliyor. Öğrencilere EBA adı verilen “Eğitim Bilişim Ağı” vasıtasıyla ödev verilebiliyor, buradan yapılan ödevleri kontrol edilebiliyor. Öğretmen daha önceden hazırlamış olduğu ders materyalini taşınabilir bellek vasıtasıyla akıllı tahtadan yansıtabiliyor. Öğretmen dersini daha çabuk verebiliyor, zamanı daha verimli kullanabiliyor. Yazıp çizme işi olmadığı için öğretmen bir derste konuyla ilgili daha fazla problem çözebiliyor ve örnek verebiliyor. Akıllı tahtayı kapattığın zaman akıllı tahta, üzerinde tahta kalemle yazı yazabileceğin bir yazı tahtası oluyor. Yani bilgiye ulaşımda sınır yok. Daha çabuk öğrenilebiliyor, bilgiye daha kolay ulaşılabiliyor. Dünya ayağına geliyor. Burada akıllı tahtanın sınırsız faydalarından bir kısmını zikretmeye çalıştım.

Akıllı tahta ile ilgili bir kısmını saydığım faydalarını görünce aklından zorun mu var be adam! Daha ne istiyorsun diyebilirsiniz. Benim öğretim anlayışıma göre hazmede hazmede öğrenilen bilgiler kolay kolay unutulmuyor. Akıllı tahta vasıtasıyla birden ulaşılabilen bilgiler daha çabuk unutuluyor. Âcizane bugün bilgiye ulaşmada sınır yok. Çok çeşitli ulaşım ve öğrenme yolları var. Fakat sorunumuz öğrenilen bilgilerin birden uçup gittiğini görüyoruz. Çünkü zorlanmadan, hazmedilmeden çabuk öğrenilen bilgiler çabuk unutulur. Zorla öğrenilen bilgi ise daha geç unutuluyor. Kanaatime göre kara tahtada öğretmenin yazıp yazıp sildiği, öğrencinin yazabilmek için zamanla yarıştığı bir ders ortamında belki fazla örnek verilmez, belki zor öğrenilir ama akılda kalıcı olur. Akıllı tahtanın en olumsuz yönü bana göre maalesef bu. Bir diğer olumsuz yönü ise akıllı tahta bilgisayar ekranı gibidir. Ekranı çok kullanırsan hem gözü yorar, hem de zihni.

Kolayımızı gidiyor diye sadece akıllı tahtadan ders işlemek bilginin kalıcı olmasının önündeki en büyük engeldir. Sonuç olarak akıllı tahtayı kullanalım, onun nimetlerinden faydalanalım ama yerinde, zamanında ve yeterince kullanmak şartıyla.



24 Eylül 2018 Pazartesi

"Tanışma Etkinliği"


Sabah 09.00 ila 13.00 arası 10 gün sürecek "Terör vb. durumlardan etkilenmiş çocukların eğitimi" ile ilgili bir kursa isteğim dışında alındım. İstek dışı da olsa görev görevdir, zira emir demiri keser deyip saat 09.00'da çok amaçlı salonda yerimizi aldık. Benimle beraber 25 kadar kişiyiz. İçimizde 27 yaşından 60 yaşına kadar kursiyer var. 

09.00'u 10 geçe sahneye biri çıktı. Hocamız bu olsa gerek dedik. Bize "Arkadaşlar! Salonda adım atmadığınız yer kalmayacak, kalkıp her yeri dolaşacaksınız" dedi. Ne oluyor dercesine birbirimizin yüzüne baktık. Birkaç kişi hapishanedeki mahkûmların  volta attığı gibi gidip gelmeye başladı. Ama birkaç kişiyle olmazdı hocamıza göre. Yerinde oturanları da kaldırttı ve yürüttü. Mesleğinin duayeni bilge bir kişiyi oturduğu yerden kaldırmak için azim-gayret ve inatla uğraştı hocamız. İkisi de direndi: Biri kaldırmak, öbürü de kalkmamak için. Sonunda kazanan Bilge Babaanne oldu ama isminin alınmasına mani olamadı. Çünkü hocamız adını aldı. Kime verecek bilmiyorum. İl ve ilçe milli eğitime mi verir, yoksa bizim okul müdürüne mi verir, ya da kurs bitimi kurstan geçer not mu vermez göreceğiz. Kokusu yakında çıkar. Belki de hiçbir şey yapmayacak, Bilge öğretmenin ismini alırken kızım sana söylüyorum, oğlum sen kendine dikkat et demek istedi. Sanırım beni kastetti oğlum yaşındaki hocamız.

Neyse biz işi yazıya boğmayalım. Adı üzerinde etkinlik yapacağız. Çocuğumuz yaşındaki biriyle yüz-göz olmayalım, birkaç gider gelir biter dedik. Ama nafile! Yürüyüşe devam. Gidip gidip geldik.

Az sonra hocamızın ikinci emri yankılandı salonda. Gelip geçerken selam verecektik birbirimize. Canımıza minnet! Oldu olacak selam da veririz dedik. Zira selam vermede sorun yoktu. "Selamün aleyküm, iyi günler, günaydın" dedik. Yetmedi. Zira başımızla da selam vermemiz gerekiyormuş. Buna da tamam dedik. Salladık başımızı. Çünkü kültürümüzde yeri var ne de olsa. Biz tamam dedikçe hocamız galeyana geldi. Yetmez. "Şimdi de el kaldırarak selamlaşacaksınız" dedi. Öyle bir el kaldırarak selam verdi ki sanki muhatabın yüzünü cırmalayacak gibi. Eh bu da olur dedik. Zira bu şekilde verenler de vardı selamı. Kimsenin yüzüne cırmık atmayız ama en azından elimizi kaldırırız dedik. Bizdeki gönülsüz isteği gören hoca, hızını alamadı. Bu sefer "Ayaklarınızla selam vereceksiniz" dedi. Dilimizle verdik, başımızı salladık, elimizi kaldırdık... Oldu olacak bir de ayağımızı kaldıralım, demek ki ayakla selam verme de varmış dedik. Birbirimize ayak salladık bir süre. Başka sallayacak uzvumuz kalmayınca nihayet sandalyemize oturduk. 

Oturduk ama hoca bu. İstediğini yapar. Sandalyeye oturtmamaya azmetmiş hoca bizi tekrar kaldırdı. Şimdi istemediğiniz biriyle karşılaşınca ne yaparsınız etkinliğini yaptırdı. Kafamızı çevirip geçtik rol gereği. Ardından görmeyi çok arzuladığınız biriyle karşılaşınca nasıl davranırsınız, haydi birbirinize sarılın dedi. Yapmadığımız bir bu kalmıştı, onu da yaptık.

Tüm bu işler yapılırken kimi kızdı, kimi içine kapandı, kimi patladı, kimi çekti gitti, kimi olmaz böyle dedi, kimi yerim dar dese de yürüdü; birbirini selamladı, kimi yerinden kıpırdamadı, kiminin siniri yüzüne vurdu, kimi de oldu olacak top oynayalım bari deyip orta yere bir top saldı. İradesi dışında ortaya atılan topa hemen tepki gösterdi hocamız ve topu kaldırttı. Sonunda kan akmadan, daha büyük bir tartışma çıkmadan bu etkinlik sona erdi.

Etkinlik sona erdi ama herkesin yüzündeki moral bozukluğu duruyordu. Millet patladı patlayacak. Kursiyerlerden biri gidişat iyi olmayacak, müdahale edilsin diye okul idaresine telefon etmiş kaşla göz arasında. Halbuki hocamız rahattı. Gelen idareci de "Bu konuda valilik oluru var, bunlar yapılacak, birbirimizi kırıp dökmeyelim, hepimiz yaşını-başını almış kişileriz" dedi. Çekti gitti. Biz yine herkese nasip olmayan hocamızla kaldık. 

Yaptığımız tüm bu etkinliklerin adı "Tanışma etkinliği" imiş çokbilmiş hocamızın dediğine göre. Kaç yıldır tanıdığımız arkadaşlarımızı bu vesileyle tekrar tanıdık ama bize kurs vermeye geleni tanımıyorduk. Ne biz sorduk kimsin, necisin, in misin, cin misin diye. Ne de o “benim adım şu” dedi. Biz soramazdık. Çünkü gelir gelmez ayağa kaldırıp yürütmeye başlattı bizi.

Nihayet hocamız adını-soyadını ve Ram'dan geldiğini söyledi. Herhalde önden biri adınızı söyleyin bari demiş olmalı ki adını ve soyadını söyledikten sonra "tamam mı" dedi. Sanırım tanışma etkinliğinde adını da söylemeyecekti, belki de kurs boyunca adını söylememeye yeminliydi.

Bir saat sonra adını lütfeden hocamızın adını duyunca isminden hareketle ailesinin istenmeyen en son çocuğu olsa gerek dedim. Tıpkı bizim istemediğimiz gibi. Çünkü bir, iki, üç, çocuk arka arkaya gelince bazı aileler bu son, yeter artık anlamına gelen “Yeter, Songül, Soner” vb isimler verirler en son çocuklarına. Aslında bizim kendisiyle bir sorunumuz yok. Bizi MEB zorunlu olarak kursa aldı, onu da istekli veya isteksiz görevlendirdi. Ama damarımıza damarımıza bastığına göre bu kursu vermeye çok iştahlı gördüm kendisini.

Birinci etkinlik sona erer ermez biraz nefeslenelim demeye kalmadan ayağa kalkın çember oluşturun dedi hocamız. Oluşturduk. Ardından alfabetik sıraya göre sıraya geçin dedi. Geçtik. Sonra ilk kişiden başlayarak “Kendine bir sıfat ekle, adını söyle” dedi. İlk şanslı kişi kendine bir sıfat (lakap da diyebiliriz buna) bulacak, sonra adını söyleyecekti. (Nedense lakabı başkası verir normalde. Biz kendimize bir lakap bulacaktık) Sonraki gelen ise önceki sıfat ve ismini söyleyenlerin de sıfat ve isimlerini söyleyecek ve kendi sıfat ve ismini söyleyerek bayrağı kendinden sonrakine devredecekti. Alfabetik sıraya göre önde olanlar şanslıydı. Malumunuz ismim “R” ile başladığı için sonlara yakındım. Bir an için soyadı baz alalım diyecektim. Soyadımın “Y” ile başladığını düşününce baktım sona kalıp dona kalmak da vardı. Çünkü işin ucunda kendimden önceki tüm kursiyerlerin sıfat ve isimlerini zikredecektim. Buna da şükür dedim. Askerdekilerin komut vermesi gibi başladı herkes komut vermeye. Sonunda birlikte kaç yıllardır çalıştığımız arkadaşlarla -birbirimize kopya vererek- yeniden tanıştık. Okula ilk tayinimizde yapılmayan tanışma faslını “RAM”dan gelen yaptırdı. Sağ olsun!

Şükür bu işkence de sona erdi derken tekrar ayağa kaldırdı bizi. Tekrar çember oluşturun dedi. Getirdiği mavi şeridi makarasından çekerek herkes şeritten sabit bir şekilde tutsun. Şimdi gözlerinizi kapatın, kimse gözünü açmadan kare oluşturacaksınız dedi. Kareyi bilirim bilmesine de göz kapalı nasıl yapacaktık bunu. Sonunda “Ramazan Hocam! Az geriye, az öne” derken gözlerimizi açtığımızda bir kare oluşturmuştuk. Nasıl oldu anlayamadım ama bana seslendiklerine göre sanırım bazıları gözünü açtı. Belki de benden başka herkes açtı- kapattı. Ben açmadım, daha doğrusu açamadım. İşin ucunda gözünü açtın, cezalısın, adını söyle, seni milli eğitime vereceğim veya kaldır ayağını tek ayak üzerine dur, demek de vardı. Yapar mıydı yapardı. Sakın abartıyorsun falan demeyin. Çünkü her türlü hareketi yapacak/yaptırabilecek bir görüntü verdi bana. Her şeye itiraz eden Ramazan kuzu gibiydi anlayacağınız. Zira sinmiştim.

İlk günün son demlerinde bir metin okuttu. “Sınıfa girildiğinde dersten kopmuş öğrencilerden örnekler veren” bir metindi. Her bir öğrencinin farklı farklı durumu göze batıyordu metinde. Bu durumda ne yapılmalıydı? Söz alıp katkıda bulunmak isteyen öğretmene “Ayağa kalk” dedi. Öğretmenimiz hemen ayağa kalktı. Bu fasılda yine hanım kursiyerler konuştu. Sınıf yönetimine örnekler verdiler. Erkek öğretmenler tıpkı sınıflarındaki erkek öğrenciler gibi dinler gibi yaptı, tabii ben de.

Sonunda kurs hocamızın “Bugünkü programımız burada sona erdi. Yarın şu saatte burada olalım” sözüyle sabah 09.00’da başlayan ilk günün kâbusu sona erdi. Geriye dokuz gün kaldı. Umarım geriye kalan dokuz günde bize bu yaştan sonra dokuz doğurtmaz hocamız.

Niyetim burada kursu, kurs vereni eleştirmek değil. Zoraki alındığımız bu kursa bu şekilde başlanmamalıydı. Çünkü hocamız bizi ilk günden gerdi. Biz gerildikçe üstümüze üstümüze geldi. Biz gerildik, o dört köşe oldu. Zira hiç istifini bozmadı ve geri adım atmadı. Pes doğrusu! Güya biz sınıf yönetiminde karşılaştığımız sorunlarla nasıl başa çıkacağız sorusuna cevap bulmaya çalıştık ilk günde. Hocamız diğer günler nasıl olur bilmem ama ilk gün benden geçer not alamadı. Sanırım o da bana geçer not vermemiştir.

Kursu veren bu hocamızın etkinliğe başlamadan önce kürsüye geçip önce kendini tanıtmasını, ardından “Arkadaşlar! Buraya istekli gelmediniz biliyorum, ama görev görevdir. Bu işi yapacağız. Biz bu on gün içerisinde bir program dahilinde şu şu etkinlikleri yapmak durumundayız” deseydi çok daha iyi olurdu. Keşke bize ders vermeden, etkinlik yaptırmadan önce birkaç öğretmenin dersine öğrenci gibi girip öğretmenlerimizin ilk derslerini nasıl yaptıklarını bir görseydi öyle zannediyorum bizi bugün germezdi. Umarım geriye kalan dokuz gün bugünü aratmaz. Zira aratırsa okul okul olalı böyle eziyet görmemiş olur… Bakarsınız hocamızla dost oluruz kursun bitiminde. Çünkü bazı dostluklar kavgayla başlarmış.

Yazımı uzattım biliyorum. Ama dertliyim, içimi boşaltmam lazımdı. Sanırım sabrımızı ölçtü hocamız ilk gün. Diğer günlerde bize daha ölçülü davranacak. Yazımın sonunda “Terörden etkilenmiş çocuklara yardım etmek, onlara rehberlik yapmak” amacıyla açılan bu kursta sabah sabah bize terör estiren hocamıza, bu kursu bu hocamıza veren yetkililere, bu kursu icat eden ve açanlara şükranlarımı sunmayı bir görev bilirim. İyi ki varlar!

Not: Kursun bitiminde eve de gitmedim. Evliya Çelebi parkında pinekledim durdum. Öğleden sonraki dersimi bekledim. Tam okula girerken baktım öğrencileri alan müdür yardımcısı merdivenin başında bekliyor. Garibime bir selam vereyim, sevinsin dedim. Ayağımı kaldırdım. Ne yapıyorsun dedi. Selam veriyorum dedim. Gördüğünüz gibi hocamızın emekleri boşa gitmedi. İlk uygulamayı ben başlattım. Umarım bağımlılık yapmaz.