14 Ağustos 2018 Salı

Yer Bildirimi Yapmak

Sosyal medya çıktı ya bazıları durmadan gittiği yerin bildirimini yapıyor. Yani "Ben falan yerdeyim" diye yerini haber veriyor. Özellikle tatil beldesine gidenler yapıyor bunu. Niye yapıyorlar ki? Bir ara bu yer bildirimi yapanlardan birini görürsem sebebini soracağım eğer unutmaz isem?

Yer bildirimi yapanların çoğu fakir olsa sebebini bulmak kolay. Çünkü eskiden de insanlar konum bildirirdi. Ama bunu ihtiyaçtan yapardı: Hani adamın biri yolculuğa çıkmış. Ailesi merak etmesin diye nerede olduğunu bildirmek için adam gittiği yerin PTT'ine varır, ailesini ödemeli aramak istediğini söyler. Çünkü cep telefonunun olmadığı, ev telefonlarının yaygın olduğu dönemde şehirlerarası telefon görüşmesi pahalıydı. PTT'deki görevli verdiği numarayı çevirir, "Efendim, şu şehirden arıyorum. Falan kimse sizinle ödemeli görüşmek istiyor, kabul ediyor musunuz diye sorar. Ailesi "Ödemeyi kabul etmiyorum" cevabı verir. Görüşme olmaz ama maksat hasıl olmuştur.  Bu yol ile aile birbiriyle  görüşmeden haberleşmiş ve masraf edilmemiş olur.

Bulunduğu yerin bildirimini yapanların çoğunun imkanı yerinde. Üstelik zengin-fakir herkesin cebinde pardon elinde telefon var. O zaman bu yer bildirimlerinin sebebi ne? Sebebini bilmediğimiz bir konu hakkında konuşmak zor. Ama ben kendi kendime beyin jimnastiği yapacağım izninizle. Nasıl ki zenginin parası züğürdün çenesini yorarsa ben de konum bildirenler adına kendimi yoracağım. Buyurun:
1.Eş, dost ve tanıdıklara hava atmak için. Görün, bak ben nerelere geldim. Benim geldiğim yere sizin hayalleriniz bile yetişemez. Gezme öyle değil, böyle gezilir. Bakın ben lüks yaşıyorum. Bir bakmışsın Hanya'dayım, ardından Konya. Üstelik her yeri geziyorum: Kah camide, kah lokantada, kah otel, kah deniz, kah yurtdışı. Ne demişler çok okuyan değil, çok gezen bilir diye atalarımız. Benim yaptığım da bu. Anlayacağınız ben yabana atılır biri değilim. Önemli biriyim vesselam! Yer bildirimi yapıyorum ki ağzınızın suyu aksın. Bu arada ağzınızın suyu akarken mel mel bakmayın: Beğen tuşuna basın, hatta iyi gezmeler diye dilek ve temenniler yazın. Sakın benim gibi olmaya çalışmayın, zaten beceremezsiniz. Ayrıca coğrafya bilginiz biraz gelişsin size iyilik yapıyorum. Hem bilgi sahibi olur, hem de göremeyeceğiniz yerlerin doğal güzelliklerini sizin önünüze seriyorum.
2.Beni merak ediyorsanız boşuna aramayın, ben buralarda yokum.
3.Sizinle görüştüğüm zaman nerelerdeydin diye sorup benden cevap almaya çalışmayın. Zira benim zamanım kıymetli. Görün nerede olduğumu! Gördükten sonra nerede olduğumu sorman abesle iştigal gibi bir şey.
4.Herkes gittiği yerde konum bildiriyor, var ki bir hikmeti paylaşılıyor. Demek ki farz gibi bir şey bu. O zaman benim ne rem eksik.
5.Bulunduğum yerin konumunu paylaşmazsam çatlar ölürüm, içim dışıma çıkar.
6.Çoğu kimsenin gelemediği bu yeri paylaşayım da düşman çatlatayım.
7.Konumla yerimi bildireyim ki dönüşte birileriyle karşılaşırsam "Maşallah! Çok geziyorsun, iyi yapıyorsun" desinler.

Gezme-tozma üzerine konum bildirenler için aklıma gelenler bunlar. Her paylaşanın niyetini bilemem. Belki de aklıma gelenlerin hiçbiri değil. Hizmetinden sual olmaz.

Konu konum bildirimlerinden açılmışken başka paylaşımlar da var. Birkaç cümlede onlar hakkında sözümüz olsun:
"Falan kişi şu hastanede kendisini üzgün hissediyor...kötü hissediyor...morali bozulmuş hissediyor." gibi. Tamam kardeşim! Sen de hastasın. Derdini paylaşmak hissediyorsun. Zira dertler paylaştıkça azalırmış. Bari derdin ne? Onu da yaz da sevenlerini ve takipçilerini başka dertlere gark etme. Ne oldu sorusunu sormaları hoşuna mı gidiyor yoksa? Biliyorum dertlisin. Merakımı af buyur. Hasta ve dertli iken konum nasıl aklına geldi?

Huzurlu ve mutlu hissedenleri de görürüz çoğu zaman. Bunların keyfine diyecek yok. Allah dert vermesin, huzur ve keyiflerini faik eylesin. Siz de huzur ve mutluluğunuzu yazsanız da takipçilerinizi merakta bırakmasanız olmaz mı? Sevenleriniz mıtluluğunuza ortak olsa fena mı olur?

Konum bildirimi yapıp bunu sosyal medyadan paylaşanlar kendi tercihleridir, saygı duyarım. Ama yer bildirimi yapmanın bazı sakıncaları olabilir. En azından benden sakınmalarında fayda var. Zira birinin -özellikle yakınen tanıdıklarımın- ailecek şehir dışında olduğunu öğrenen ben, nasılsa evde kimse yok diye evlerini bir güzel soyarım. Gördüğünüz gibi ben neler yapabileceğimi açıklayarak dişimi gösterdim. Ya bir de sizi takip eden ve dişini göstermeyen kişiler...Bunu da siz düşünün!



Desene Avrupalılar Bizden Daha Az Yanacak!

14.08.2018 akşamı haberleri izlerken "Herkes müteahhit olamayacak" şeklinde bir haber kulağıma çaldı. Ardından yetkili birini konuşturdu haber kanalı: "Avrupa'nın tamamında 30 bin, Türkiye'de ise 300 bin müteahhit var. Bundan sonra herkesin müteahhit olmaması için bazı kriterler getirilecek" dedi. Olması gereken bu idi zaten. Fakat çok geç kalmadık mı? Ama bizde zaten bu işler böyle olur. Önce herkes istediğini olur, istediği işi yapar. Ardından devlet kriterler koyar. Hasılı TC yine yanıltmadı bizi. Bir klasiğini daha gösterdi.

Müteaahhitlerle ilgili kriterler ne zaman yürürlüğe konur? Müteahhit olmak kolaylaşır mı yoksa zorlaşır mı? Mevcut müteahhitleri "İnşaat yapabilir" sertifikası almak için formalite bir kursa mı tabi tutar? Bunu da zaman gösterecek. Ama şu bir gerçek ki bizde müteahhit olduğundan fazla. Üstelik bu işi yapanların çoğu da mektepli yani mühendis falan değil. Bu işi yapmak için Türkiye'de şu ana kadar geçer kural, parası olan bu işi yapar. Hatta çoğu alaylının emrinde nice mühendislerimiz çalışır. 

Bir haber benim ilgimi çeker de ben bunu yazı konusu hatta üzerinde mizah yapmam mı? 

Hazır ülkemizde kriz varken 300 bin müteahhit bizim bir kurtuluşumuz olabilir. Habere göre koca Avrupa kıtası müteahhit yönünden çok bakir. Ülkemizde inşaat sektörü de durdu. En iyisi Avrupa'ya müteahhit ihraç etmek.

Yetkilinin Avrupa-Türkiye müteahhit sayısını karşılaştırması, bizde yapılan binaların çoğunun çürük olması ister istemez bir fıkrayı aklıma getirdi:

Cennet ve cehennemlikler  bir gün birbirlerine: Uzaktan uzağa görüşüyor, fazla hasret gideremiyoruz. En iyisi herkes kendi tarafına bir köprü yapsın. Daha sık ve yakın görüşür, laflarız demiş. Köprü yapmak için sözleşmişler.

Belirlenen tarihte cehennemlikler yaptıkları köprünün üzerine çıkıp cennetlikleri beklemeye koyulmuşlar.  O da ne? Cennet tarafında köprü yapılmamış. Az sonra cennetlikler gelir. Cehennemlikler: "Hani köprünüz, niye yapmadınız? Bak biz birden yaptık" derler. Cennetlikler, "Doğru, yapamadık. Çünkü biz içimizde müteahhit bulamadık" demişler. Fıkraya göre teşbihte hata olmasın. Avrupalılar bizden daha az yanacak demektir.

Umarım içinizden biri bu fıkranın aslı var mı? Bugüne kadar cennet ve cehenneme gidip gelen var mı? Halihazırda cennet ve cehennem kurulmuş mudur? Öbür dünyada cennet ve cehennemlikler birbirini görecek mi? Tüm müteahhitler cehennemlik mi? Bununla ilgili elinizde sağlam bir kaynak var mı? Bu kaynak sahih mi? demez. Avrupalılar daha az yanacak derken elinde cennet ve cehennemin tapuları var da tapu mu dağıtıyorsun denilmez. Adı üzerinde fıkra bu. Kıssadan hisse gibi bir şey.  Sözüm işini düzgün yapan müteahhitlere değil tabi. Allah işini düzgün yapan müteahhitlerimizin sayısını çoğaltsın.

Dertlenmek/Dert Edinmek Çok mu Zor? *

Ülkemin bazı insanlarını anlamak zor! Ama zor günler onların bilinçaltını ortaya çıkarıveriyor. İyi ki sosyal medya var, iyi ki bu alemi kullanıyor da içini boşaltıveriyor. Yeter ki zor ve darda kal, gerçek yüzünü görüveriyorsun. Zaten boşuna dememişler, zor günde kişinin ne olduğu belli olur diye.

Sadede gelmeden bir örnek vererek yazımıza devam edelim. Biri aşırı surattan hiç olmayacak yerde kaza yapmış, ya aracının içinde can çekişiyor, ya da yaralı bir şekilde yola savrulmuş. Bu durumda ne yaparız? Hemen bir ambulans için 112'yi arar, ambulans gelinceye kadar yaralıya zarar vermeden yapabileceğimiz bir şey varsa yaparız. Bu durumda yaralıya "Kazayı nasıl yaptın, gözün kör müydü, niçin hız yaptın, kurallara uymazsan işte böyle olur, ne halin varsa gör" demeyiz. Soğukkanlılığı bırakmadan olan olmuş, adamın hatasını sonra konuşuruz deyip içimize atar, üzüntülü bir halde yardımseverliliğimizi ortaya koyarız. Olması gereken de bu. Gerekirse yaralının istediği yakınlarına haber veririz. "Oh iyi oldu" deyip el ovuşturmayız ve sevinmeyiz.

Şimdi gelelim sadede... Ülke, ABD merkezli bir ekonomik yaptırımla karşı karşıya, bugüne kadar görülmemiş bir saldırı altındayız. Paramız dolar karşısında eriyip gidiyor, doların ateşi sönmüyor. Zaten bu savaşı başlatanlar da kriz devam etsin istiyor. Bu durumda aynı geminin insanları olarak düşüncemiz ne olursa olsun düşmana karşı bir ve beraber olup kenetleneceğimiz yerde bazılarımız "Dolar şu kadar oldu, EURO bu kadar oldu, benzin şu kadar zamlandı. Biz demedik mi bu ekonomik modelle ekonomimiz düzelmez diye ama bizi dinlemediniz. Üstelik daha düne kadar ABD ile bir ve beraberdiniz. Bu işler 'Onların doları varsa bizim de Allah'ımız var' demekle olmaz. 'Halkımız bizimle beraber’ demekle olmaz, 'Yastık altındaki dolar ve altınları bozdurun' demekle olmaz. Sonra halkta para mı var? 'Önce kendin bozdur ve zengin ettiklerin bozdursun.' Ülkeyi 16 yıldır siz yönetiyorsunuz. Siz iktidara gelmeden dolar şu kadardı, şimdi bu kadar oldu. Eskiden bir asgari ücret ile şu kadar çeyrek alınıyordu, şimdi bu kadar alınıyor, maaşlar eridi. Bu ekonomik krizin sorumlusu sizsiniz" şeklinde yazıyor, çiziyor, paylaşıyor, yorum yazıyor, cevap veriyor ve konuşuyor. Bu tiplerin içinde oh oh ne iyi oldu, çekerler giderler artık, dercesine umutla beklenti içerisine girenler bile var. 

Halkımızın kahir ekseriyeti bu krizde elimden ne geliyorsa onu yaparım, buna hazırım derken bazıları orta yerde trafik kazasından beter bir durum varken hiçbir şey yapmadıkları gibi kah ayıplıyor, kah tiye alıyor, kah kızıyor, kah sevinçten dört köşe oluyor. Akıl vermeyi de ihmal etmiyor.

Burada ülkeyi yönetenler masum, sütten çıkmış ak kaşıklar, tüm suç ABD'de demiyorum. Paramızın pul olmasında zamanında tedbir almamalarından dolayı hükümet edenlerin ihmali var. Ama bu, şimdinin meselesi değil. Orta yerde bir yangın var. Ki bu yangın sadece ekonomiyi bu hale getirenleri vurmayacak, aynı gemide olan hepimizi vuracak. Şu durumda yapılması gereken bu yangını söndürecek avucumuzda bir avuç dolusu su varsa sadra şifa olmasa da onu yangına boşaltmaktır. Hiçbir şey yapamıyor veya yapmak istemiyorsak susalım, dertlenelim. Timsah gözyaşları dökmeyelim. Piyasa oturduktan sonra eteğimizde ne taş varsa dökelim. Ama şimdi zil takıp oynamayalım.

Sahi çok mu zor susmak, üzülmek, ülkenin derdiyle dertlenmek...


* 17/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Klimanın İntikamı


Cuma günü akşama doğru başım ağrımaya başladı. Bu ne iş dedim kendi kendime. Çünkü kolay kolay başım ağrımaz. Niçin ağrıdı acaba? Düşündüm bir sebep bulamadım. Bazılarının sık sık başvurduğu ağrı kesici de kullanmıyorum. Kalktım bir güzel alnımı, boynumu, şakaklarımı ovaladım. Hafif geçer gibi oldu. Yine ağrımaya başladı. Tekrar tekrar yıkadım. Hah geçti derken yine geldi başımın belası ağrı. Zonkluyor. Sadece başım olsa omuzlarım tutulmuş, boynum da dönmüyor.

En iyisi uyumak! Uyuyunca geçer dedim. Sabah kalktım. Daha da ağırlaşmış ve ağrısı geçmemiş bir başı teslim aldım tekrar. Eşim mahkum zaten. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Diş değil ki bu! Duş alıp çıktım. Başımın ağrısı hafifledi, yerini ince bir sızı aldı. 

Öğleden sonra bir arkadaşım şirketine uğradım. Birkaç arkadaşla çayımızı yudumluyoruz. İçimizden biri sıcak değil mi burası dedi. Kalkıp klimayı çalıştırdı. Tam karşısındayım klimanın. Çalışmaya başlayan klimanın serinliği bana gelmeye ve üşütmeye başlayınca hemen yerimden kalkıp klimanın kör noktasını aradım. Kenara geçtim ve dünden beri başımın ağrımasına sebep olan nedeni buldum. Klimaydı başımı ağrıtan. Ah imam, alacağın olsun senin dedim. 

Cuma namazını kılmak için mahallemizdeki camiye gitmiştim. Caminin ortasında boş bulduğum yere oturdum. Her cuma olduğu gibi imamımız vaaz veriyordu. Vaazı dinliyorum ama üşüyorum. Kare şeklinde kutu gibi olan caminin doğu ve batı duvarlarına monte edilmiş klima sonuna kadar açılmış; üfürdükçe serinletmenin de ötesinde üşütüyordu beni. Kenar köşe bir yer bulup kalkmak istedim. Ama beyhude bakış benimki. Çünkü cuma namazında öyle istediğin yere oturmam mümkün değil. Neresi boş ise orası senin. Üşüşem de bulunduğum yerde oturmaya devam ettim. Vaaz, ilk sünnet, iç ezan, ardından hutbe ve son sünnet derken klima mal bulmuş mağribi gibi üzerime üfürdükçe üfürdü, üfürdükçe üşüttü. Sanırım camiyi serinletsin diye klima sonuna kadar açılmış. Ya Rabbi! Şu namaz bir bitsin dedim içimden. Çünkü kendimi tedbirsiz bir şekilde kışın ayazında hissettim. Üzerimde ağustos ayına uygun kısa kollu bir penye vardı. Ben cumayı, mevsimi hesap ettim de camiyi, imamı ve klimayı hesap edememişim. Yazın ortasında kışta-kıyamette kalacağımı bilseydim kışlıklarımı giyer, üzerine de paltomu giyerdim. Kenarda namaz kılanlar biraz daha serinlik gelsin hesabı yapılırken ortadaki kılanlar ne hali varsa görsün diye düşünülmüş olmalı.

Omuzlarımda ve boynumda hala kırgınlık ve ağırlık devam etse de tamı tamına bir tam gün çektikten sonra başımın ağrısı geçti. Bize sıkıntı vermesin, serinletsin, rahat rahat namazı kılalım düşüncesiyle sonuna kadar açılan klima intikamını böyle alır. Buna da şükür! Ya geçmeseydi... İşte o zaman çek dur, bir de hap atmayan ve doktora gitmeyen cins biriysen.

Niye açarız ki klimayı sonuna kadar? Namaz kılarken, seyahat ederken, otururken klima; kışın sıcak üfürecek, yazın da soğuk. Ne birazcık yanmaya, ne de üşümeye geliriz. Azıcık sıkıntıya, meşakkate dayanamayız. Çoğumuz bu klimanın intikamı müthiş olacak diye düşünmüyoruz bile o an. Alacağın olsun imam senin!



13 Ağustos 2018 Pazartesi

Yumuşak Karnımız Ekonomi *

Bir zamanlar bu ülkede gidişata ayar vermek amacıyla her 10 yılda bir darbe yapılır, Türk siyaseti yeniden dizayn edilirdi. Darbeye gerekçe hazırlamak ve darbe ortamını oluşturmak için başta terör olmak üzere her yola başvurulurdu. Halk iyice bezme noktasına getirilir, "Gelecekse asker gelsin" dedirtilirdi. Hatta adımız darbeler ülkesi olarak anılır olmuştu. Darbeler geride kaldı. Türkiye'nin bir daha bir darbe ile karşı karşıya kalması mümkün değil. Fakat darbeye benzer bir başka durumumuz daha var. Tıpkı darbe gibi bir ekonomik kriz de bizi belirli aralıklarla yokluyor. 

Çok eskiye gitmeyeceğim. 80 öncesini hayal-meyal hatırlıyorum. Karaborsa ve stokçuluk almış başını gitmişti. Para yoktu millette. Olsa da birçok malı almak için kuyruğa girmek gerekiyordu. Bu dönemler, bir siyasinin deyimiyle "70 sente” muhtaç olduğumuz dönemlerdi.

Özal ile birlikte ülke bol enflasyonlu bir döneme girdi, vatandaşın cebi para gördü, tüketim özendirildi. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmamaya başladık. Borç yiğidin kamçısıdır, atın ölümü arpadan olsun dedik. Bize "çağ atlatan" bu saadet zinciri böyle devam edecek sandık. 90'lı yıllardan itibaren kendini göstermeye çalışan likidite sıkıntısı, Çiller'in başbakan olduğu dönemde bizi ve piyasaları vurdu. TL'nin döviz bazında erimesiyle birlikte halk iyice fakirleşti. Hükümet 5 Nisan kararlarını uygulamak zorunda kaldı. Para sıkıntısını gidermek için IMF’nin kapısı çalındı. Özal ile birlikte alt yapısı oluşturulan özelleştirmeye hız verildi.

Değişik koalisyon hükümetleriyle 2001 yılına geldiğimizde kriz bizi yine vurdu. Dönemin başbakanı Ecevit'e yazar kasa atıldı, Sezer tarafından kendisine Anayasa kitapçığı fırlatıldı. Gecelik faizler tavan yaptı. Daha fazla fakirleştik. Her kriz döneminde olduğu gibi bu dönemde de iflaslar oldu. Krizi aşmak için dışarıdan Kemal Derviş bakan yapıldı. İMF ile yeniden stand-by anlaşması yapıldı. Devlete ait işletmelerin birer birer satılması kararı alındı.

2002'ye gelindiğinde, erken genel seçim kararı alan koalisyon ortaklarını, seçmen sandığa gömdü. Halk yeni kurulmuş bir partiye iktidarı verdi. Erdoğan hükümeti ekonomiye ağırlık verdi, enflasyonla mücadele için sıkı bir maliye politikası izledi. IMF'ye olan borçlar ödendi. Bir daha da bu Fon'un kapısı çalınmadı.  Ekonomi döndürülebilir noktaya getirildi. Ekonomik yönden rahatlayan halk, ardı ardına Erdoğan'a iktidar imkanı verdi. 2007 krizi bizi teğet geçti. IMF'den borç almıyorduk ama yine borçlanmaya devam ettik. İthalat ve ihracat dengesini sağlayamadık. Her geçen gün tehlike sinyali veren cari açık için tedbir alınmadı. Bunu bilen birileri de sonuç almak için belirli periyotlarla hep bu zayıf yönümüze vurdu ve vurmaya devam ediyor. Çünkü ekonomimiz, bu ülkeye biçilen rol gereği sıcak para girişine bağlıydı. Biz de bu rolü değiştirmek için çaba sarf etmedik. Dışarıdan para geldikçe sorun olmadı. Ülkede olup bitenler, paradan para kazanan dış yatırımcıları kaçırttı. Çünkü paradan para kazananlar güvenilir limanlara para yatırır. Para çıktıkça paraya ihtiyaç oldu ve cari açık iyice açıldı ve daha önce görülmemiş bir ekonomik krizle karşı karşıya kalıyoruz sürekli.

80 öncesinden bugüne ekonomimize bir göz attığımızda, ekonomimizin sıcak paraya dayalı olduğu görülecektir. Bize bir müddet rahatlama sağlayan bu yol, bizi hep duvara toslattı. Yani ekonomik krize duçar etti. O zaman bu yol, canımızı acıtacak şekilde bizi hep duvara toslatıyorsa, dışı jelatinli bu ekonomik modelden vazgeçmenin, alternatif yollar bulmanın, üretime dayalı bir ekonomik modele geçmenin zamanı gelmedi mi hala? Biz, her 8-10 yılda bir ekonomik krizle mi boğuşacağız? Üstelik yeni bir kriz için şimdi bir 8-10 yıl da beklenmiyor. Hiç ibret ve tedbir almayıp böyle gelmiş, böyle gider mi diyeceğiz? Nasıl ki deneme-yanılma ve mücadele yoluyla bedeller ödeyerek askeri darbelerin önüne geçilmişse, ekonomik kriz hastalığına da bir çözüm bulunmalıdır. Çünkü ekonomik kriz bu ülkenin bir kaderi değildir. Hiç suçu bir başkasına atmayalım ve krizi dış güçlere bağlamayalım. Başımıza ne gelmişse kendi yapıp ettiklerimizdendir. Burada ülkeyi yönetenlere büyük görev ve sorumluluk düşüyor.

*24.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

Papaza da Yazık Olacak! ***


ABD'nin uğruna yaptırımlar uyguladığı papazı yerinde olmak ister miydiniz? Sizi bilmem ama ben o papazın yerinde olmayı hiç mi hiç istemezdim. Niçin istemediğimi birlikte şu fıkrayı okuyalım. Ne demek istediğim daha iyi anlaşılır:

"Bayburt il olmuş. Hac kuraları çekilecek. Bir de bakmışlar ki kurada koskoca Bayburt’ta hac bir kişiye çıkmış. Bu kişiye Bayburt halkı izzet-i ikramını esirgememiş ve her gün bir Bayburt hanesi adamı akşam yemeğine çağırmış. Maksat, hacda hayır duasına nail olabilmek.

İlk akşam gittiği hanede adama hane halkı demiş, 'Ne şanslı adamsın, bak koca Bayburt’ta hac sana çıktı' diye.
İkinci akşam gittiği hane halkı 'Ya sen ermiş adamsın hac çıka çıka sana çıktı' demiş. Bizim Bayburtlu, 'Ya olur mu öyle, şans işte!’ diye ağzında geveliyor lafları.
Üçüncü akşam gittiği evde millet buna 'Ya sen evliyasın evliya’ deyince bizim Bayburtlu iyiden iyiye kendini acaba, hakkat mi? gibi sorulara maruz bırakmış.
Böyle hac zamanına kadar adamı pohpohlamışlar. Bizim Bayburtlu da hani bir adama 40 kere deli dersen kendini deli sanırmış misali, iyiden iyiye kendini evliya sanmaya ya da şöyle diyelim kendinden şüphelenmeye başlamış. Neyse Bayburtlunun hayatında bırakın büyük şehre gitmeyi Bayburt dışına adım atmışlığı dahi yokmuş.
Hac zamanı gitmiş Erzurum havaalanına tam girecek kapı bir anda açılmış, önünde durmuş demiş ki 'Ya ben hakkat erdim sanırım kapılar önümde açılmaya başladı'.

Yolda bu mucizevi olayı düşünürken demiş, 'Abdestli binelim, uçağa öyle gidelim' diye girmiş abdesthanede abdest almaya. Tam elini musluğa getirmiş, suyu açacak. Bir de bakmış musluktan su akıyor 'Ya ben evliya oldum herhalde' diye kendi kendini iyiden iyiye kurmuş.
Neyse gitmiş Medine’ye ikindi namazını kılıp Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret ederim diye düşünmüş. İkindi namazını kılmış çadır kubbelerin altında. Sonra uyuya kalmış. Bir uyanmış ki uyuduğu kubbe yerinde yok. Gökyüzü ay yıldız tertemiz bir hava. Bizimki uyurken kubbe çadırı yetkililer kaldırmış, ama uyku mahmuru şaşkın şaşkın kendi kendine seslenmiş 'Ya Rabbi bu kulun için kapıları açtın, musluklardan sular akıttın, tamam da gök kubbeyi kaldırdın bu kulun için” diye düşünerek iyice gerim gerim gerinmiş.

O ruh hali ile demiş peygamberimizin kabrine de gideyim. Kalkmış kabre gitmiş, bir bakmış ki izdiham her taraf durmuş iyice gerinmiş ve demiş ki 'Ya Resulallah bırak onları, bah hele huzuruna kim geldi."

İster misiniz papaz, ABD'nin kendisini ad ederek bizimle köprüleri atmasından sonra "Ben kendimi Türkiye'de kendi ülkem adına çalışan, aynı zamanda terör örgütleriyle ilişkiler içerisinde olan biri olduğumu sanıyordum. Ama görüyorum ki benim tutuklanmamdan dolayı ülkem, Türkiye'ye  bir dizi yaptırımlar uygulamak suretiyle bir ekonomi savaşı başlattı. Ülkem nezdinde benim değerim benim de hesap edemediğim kadar önemliymiş. Demek ki ben değerli biriymişim" der mi? Bu görüntüye göre der mi der. Mutluluktan uçuyordur şimdi ev hapsi cezasını çekerken. "İyi ki hapse girmişim, dışarıda papazlığıma devam ediyor olsaydım değerim anlaşılmayacak, benim gibi bir değer ortaya çıkarılmayacaktı" diyordur. 

Bayburtluların bizim hacıyı uçurdukları gibi ABD yönetimi de papazı uçurdu. Papaz "Ben neymişim be Abi" demesin de ne yapsın?

*** 16/08/2018 günü Yenihaber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Dünya Bir Kuduz Vakasıyla Karşı Karşıya! ***


Bir ülke düşünün ki yüzyıldır dünyaya yön vermiş, istediği şekilde şekillendirmiş, amacına ulaşmak için yeri geldiği zaman güç-kuvvet kullanmış. Yine bu ülke kaybetmeyi göze alamıyor, işine gelmeyen bir karar alındığı zaman BM’deki veto hakkını kullanıyor, sessiz yığınlar sayesinde dünyaya efeleniyor, karşılığı olmayan parasıyla ekonomileri alt üst ediyor ve bu ülkenin yaptıklarına kimse sesini çıkarmıyor. Azmış, azdırılmış, ne oldum delisi olmuş. Böyle bir ülkenin başına ülkesi birini seçiyor.

Seçilen bu kişinin devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan tasarruflarını görünce daha önce "Dünya bir deliye emanet" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu tür hareketlerini “Delidir, ne yapsa yeridir” çerçevesinde değerlendirmiştim o yazımda. Çünkü deli biri yaptıklarından dolayı hem hukuk nezdinde, hem de halk nezdinde hesaba çekilmez. Adı geçen devletin başta Türkiye olmak üzere bazı ülkelerin burnunu sürtmek ve dize getirmek amacıyla ekonomilerini batırmak için elindeki tüm kozları oynadığını görünce deliye haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Çünkü delilik bir Allah vergisidir. Aklını kullanamadığı için Allah katında da masumdur.

Gücünü para babalarının desteğinden alan ve onların dediklerini harfiyen uygulamaya koyan, bir dediği diğerini tutmayan ve ülkesini attığı tweetlerle yöneten bu kukla kişinin hareketlerini tekrar gözlemledim. Ne doktorum, ne de veteriner hekim! Ama bir delinin hareketlerinden ziyade kuduz bir köpeğin saldırganlığı var kendisinde. Evet, dünya bir kuduz vakasıyla karşı karşıya! Suyunu bulandıran ve emirlerini dinlemeyen, “Efendim, ben ettim sen etme, emrindeyim” demeyen Türkiye’ye saldırdıkça saldırıyor. Türkiye “olmaz” dedikçe salyalarını akıtıyor, kuduruyor. Türkiye ekonomik krize sürüklendikçe dört köşe oluyor ve yetmez “sıradaki koz” diyor. Tüm ülkesi “Ne güzel yapıyor” diye alkış tutuyor. Her zaman olduğu gibi dünya sarı ineği vermeye razı olmuş görüntüsü veriyor sessiz duruşuyla. “Yeter ki bize dokunmasın” diyor. Unutmasınlar ki bu sarı ineğe I.Dünya Savaşında büyük bir operasyon çekildi, yerle bir edildi. Küllerinden yeniden doğdu. İçimizdeki piyonları marifetiyle 61 İhtilali, 74 Muhtırası, 80 İhtilali ve 28 Şubat 1997 Post modern darbesini yaptırarak bize yön vermeye çalıştılar. Yine içimizdeki beslemeleriyle 17-25’i denediler. Ardından 15 Temmuz’da vurucu ve öldürücü bir hamle ile kanlı bir darbeye kalkıştılar. Olmadı bir türlü. Şimdi de son kozunu oynuyor. Bizi belki de “70 sente” muhtaç etmeye çalışıyor. Evet, bu süreçte ekonomimiz sıfırlanabilir, dibi görebilir, fakirleşebiliriz. Nitekim 5 Nisan 1994’te ve 2001’de halkımız ve devletimiz iyice fakirleşmişti. Yani biz bu günlere düşe kalka, bata-çıka geldik; öldük öldük, yeniden dirildik. Dipten yeni bir dalga yakalayarak yeniden bir çıkış yakalayabiliriz. Ama bu defa geçmiş hatalardan ders çıkaracağız. Çünkü sıcak paraya dayalı ekonomimiz eski darbe evreleri gibi bizi belirli periyotlarla hep duvara toslatıyor. Biz yine kalkacağız bu krizin altından. Ama bu defa her şeyi kendimiz üreterek... Kötü “müttefik, stratejik ortak” bizi mal sahibi yapacak.

Biz ayağa kalktığımız zaman sarı ineğin -yani bizim- kurban edilmek istenmemize sesini çıkarmayanlar sıranın kendilerine geldiklerini göreceklerdir. Bugün bizi vuran kuduz köpek vakası yarın onları da vuracaktır. Çünkü bu kuduz köpek adı üzerinde kuduz köpektir. Suçlu-suçsuz demez; önüne kattığını ısırır. Ne yerinde durur, sakinleşir, kendi kabuğuna çekilir, ne de yeter artık dünyaya çektirdiğim diyerek vicdan azabı çeker. Kuduzluğuna yine devam edecektir. Ölmemek için hayata tutunmaya çalışıyor. Ta ki bu kuduz köpek ölünceye kadar salya-sümük karıştırıp saldıracak. Kendi ölürken arkasından koşup ısırdıklarını da götürmek istiyor. Tek yaptığı bu!

*** 14/08/2018 günü Yenihaber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.