13 Ağustos 2018 Pazartesi

Papaza da Yazık Olacak! ***

ABD'nin uğruna yaptırımlar uyguladığı papazı yerinde olmak ister miydiniz? Sizi bilmem ama ben o papazın yerinde olmayı hiç mi hiç istemezdim. Niçin istemediğimi birlikte şu fıkrayı okuyalım. Ne demek istediğim daha iyi anlaşılır:

"Bayburt il olmuş. Hac kuraları çekilecek. Bir de bakmışlar ki kurada koskoca Bayburt’ta hac bir kişiye çıkmış. Bu kişiye Bayburt halkı izzet-i ikramını esirgememiş ve her gün bir Bayburt hanesi adamı akşam yemeğine çağırmış. Maksat, hacda hayır duasına nail olabilmek.

İlk akşam gittiği hanede adama hane halkı demiş, 'Ne şanslı adamsın, bak koca Bayburt’ta hac sana çıktı' diye.
İkinci akşam gittiği hane halkı 'Ya sen ermiş adamsın hac çıka çıka sana çıktı' demiş. Bizim Bayburtlu, 'Ya olur mu öyle, şans işte!’ diye ağzında geveliyor lafları.
Üçüncü akşam gittiği evde millet buna 'Ya sen evliyasın evliya’ deyince bizim Bayburtlu iyiden iyiye kendini acaba, hakkat mi? gibi sorulara maruz bırakmış.
Böyle hac zamanına kadar adamı pohpohlamışlar. Bizim Bayburtlu da hani bir adama 40 kere deli dersen kendini deli sanırmış misali, iyiden iyiye kendini evliya sanmaya ya da şöyle diyelim kendinden şüphelenmeye başlamış. Neyse Bayburtlunun hayatında bırakın büyük şehre gitmeyi Bayburt dışına adım atmışlığı dahi yokmuş.
Hac zamanı gitmiş Erzurum havaalanına tam girecek kapı bir anda açılmış, önünde durmuş demiş ki 'Ya ben hakkat erdim sanırım kapılar önümde açılmaya başladı'.

Yolda bu mucizevi olayı düşünürken demiş, 'Abdestli binelim, uçağa öyle gidelim' diye girmiş abdesthanede abdest almaya. Tam elini musluğa getirmiş, suyu açacak. Bir de bakmış musluktan su akıyor 'Ya ben evliya oldum herhalde' diye kendi kendini iyiden iyiye kurmuş.
Neyse gitmiş Medine’ye ikindi namazını kılıp Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret ederim diye düşünmüş. İkindi namazını kılmış çadır kubbelerin altında. Sonra uyuya kalmış. Bir uyanmış ki uyuduğu kubbe yerinde yok. Gökyüzü ay yıldız tertemiz bir hava. Bizimki uyurken kubbe çadırı yetkililer kaldırmış, ama uyku mahmuru şaşkın şaşkın kendi kendine seslenmiş 'Ya Rabbi bu kulun için kapıları açtın, musluklardan sular akıttın, tamam da gök kubbeyi kaldırdın bu kulun için” diye düşünerek iyice gerim gerim gerinmiş.

O ruh hali ile demiş peygamberimizin kabrine de gideyim. Kalkmış kabre gitmiş, bir bakmış ki izdiham her taraf durmuş iyice gerinmiş ve demiş ki 'Ya Resulallah bırak onları, bah hele huzuruna kim geldi."

İster misiniz papaz, ABD'nin kendisini ad ederek bizimle köprüleri atmasından sonra "Ben kendimi Türkiye'de kendi ülkem adına çalışan, aynı zamanda terör örgütleriyle ilişkiler içerisinde olan biri olduğumu sanıyordum. Ama görüyorum ki benim tutuklanmamdan dolayı ülkem, Türkiye'ye  bir dizi yaptırımlar uygulamak suretiyle bir ekonomi savaşı başlattı. Ülkem nezdinde benim değerim benim de hesap edemediğim kadar önemliymiş. Demek ki ben değerli biriymişim" der mi? Bu görüntüye göre der mi der. Mutluluktan uçuyordur şimdi ev hapsi cezasını çekerken. "İyi ki hapse girmişim, dışarıda papazlığıma devam ediyor olsaydım değerim anlaşılmayacak, benim gibi bir değer ortaya çıkarılmayacaktı" diyordur. 

Bayburtluların bizim hacıyı uçurdukları gibi ABD yönetimi de papazı uçurdu. Papaz "Ben neymişim be Abi" demesin de ne yapsın?

*** 16/08/2018 günü Yenihaber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Dünya Bir Kuduz Vakasıyla Karşı Karşıya! ***

Bir ülke düşünün ki yüzyıldır dünyaya yön vermiş, istediği şekilde şekillendirmiş, amacına ulaşmak için yeri geldiği zaman güç-kuvvet kullanmış. Yine bu ülke kaybetmeyi göze alamıyor, işine gelmeyen bir karar alındığı zaman BM’deki veto hakkını kullanıyor, sessiz yığınlar sayesinde dünyaya efeleniyor, karşılığı olmayan parasıyla ekonomileri alt üst ediyor ve bu ülkenin yaptıklarına kimse sesini çıkarmıyor. Azmış, azdırılmış, ne oldum delisi olmuş. Böyle bir ülkenin başına ülkesi birini seçiyor.

Seçilen bu kişinin devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan tasarruflarını görünce daha önce "Dünya bir deliye emanet" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu tür hareketlerini “Delidir, ne yapsa yeridir” çerçevesinde değerlendirmiştim o yazımda. Çünkü deli biri yaptıklarından dolayı hem hukuk nezdinde, hem de halk nezdinde hesaba çekilmez. Adı geçen devletin başta Türkiye olmak üzere bazı ülkelerin burnunu sürtmek ve dize getirmek amacıyla ekonomilerini batırmak için elindeki tüm kozları oynadığını görünce deliye haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Çünkü delilik bir Allah vergisidir. Aklını kullanamadığı için Allah katında da masumdur.

Gücünü para babalarının desteğinden alan ve onların dediklerini harfiyen uygulamaya koyan, bir dediği diğerini tutmayan ve ülkesini attığı tweetlerle yöneten bu kukla kişinin hareketlerini tekrar gözlemledim. Ne doktorum, ne de veteriner hekim! Ama bir delinin hareketlerinden ziyade kuduz bir köpeğin saldırganlığı var kendisinde. Evet, dünya bir kuduz vakasıyla karşı karşıya! Suyunu bulandıran ve emirlerini dinlemeyen, “Efendim, ben ettim sen etme, emrindeyim” demeyen Türkiye’ye saldırdıkça saldırıyor. Türkiye “olmaz” dedikçe salyalarını akıtıyor, kuduruyor. Türkiye ekonomik krize sürüklendikçe dört köşe oluyor ve yetmez “sıradaki koz” diyor. Tüm ülkesi “Ne güzel yapıyor” diye alkış tutuyor. Her zaman olduğu gibi dünya sarı ineği vermeye razı olmuş görüntüsü veriyor sessiz duruşuyla. “Yeter ki bize dokunmasın” diyor. Unutmasınlar ki bu sarı ineğe I.Dünya Savaşında büyük bir operasyon çekildi, yerle bir edildi. Küllerinden yeniden doğdu. İçimizdeki piyonları marifetiyle 61 İhtilali, 74 Muhtırası, 80 İhtilali ve 28 Şubat 1997 Post modern darbesini yaptırarak bize yön vermeye çalıştılar. Yine içimizdeki beslemeleriyle 17-25’i denediler. Ardından 15 Temmuz’da vurucu ve öldürücü bir hamle ile kanlı bir darbeye kalkıştılar. Olmadı bir türlü. Şimdi de son kozunu oynuyor. Bizi belki de “70 sente” muhtaç etmeye çalışıyor. Evet, bu süreçte ekonomimiz sıfırlanabilir, dibi görebilir, fakirleşebiliriz. Nitekim 5 Nisan 1994’te ve 2001’de halkımız ve devletimiz iyice fakirleşmişti. Yani biz bu günlere düşe kalka, bata-çıka geldik; öldük öldük, yeniden dirildik. Dipten yeni bir dalga yakalayarak yeniden bir çıkış yakalayabiliriz. Ama bu defa geçmiş hatalardan ders çıkaracağız. Çünkü sıcak paraya dayalı ekonomimiz eski darbe evreleri gibi bizi belirli periyotlarla hep duvara toslatıyor. Biz yine kalkacağız bu krizin altından. Ama bu defa her şeyi kendimiz üreterek... Kötü “müttefik, stratejik ortak” bizi mal sahibi yapacak.

Biz ayağa kalktığımız zaman sarı ineğin -yani bizim- kurban edilmek istenmemize sesini çıkarmayanlar sıranın kendilerine geldiklerini göreceklerdir. Bugün bizi vuran kuduz köpek vakası yarın onları da vuracaktır. Çünkü bu kuduz köpek adı üzerinde kuduz köpektir. Suçlu-suçsuz demez; önüne kattığını ısırır. Ne yerinde durur, sakinleşir, kendi kabuğuna çekilir, ne de yeter artık dünyaya çektirdiğim diyerek vicdan azabı çeker. Kuduzluğuna yine devam edecektir. Ölmemek için hayata tutunmaya çalışıyor. Ta ki bu kuduz köpek ölünceye kadar salya-sümük karıştırıp saldıracak. Kendi ölürken arkasından koşup ısırdıklarını da götürmek istiyor. Tek yaptığı bu!

*** 14/08/2018 günü Yenihaber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Ağzımın Tadı Kaçmasın İstiyorsan Al Sana Reçete! **

1.Haber izlemeyeceksin,
2.Gazete okumayacaksın,
3.Sosyal medyayı ve internet gazeteciliğini takip etmeyeceksin,
4.Whatsapp kullanmaya ara vereceksin,
5.Gündeme dair konuşan insanlardan uzak duracaksın,
6.Televizyon izlemeyeceksin, izleyeceksen ekranın altında haber vb. bilgi paylaşmayan televizyon bulup film, sinema ve belgesel izleyeceksin,
7.Radyoya kulak vermeyeceksin,
8.Zaruri ihtiyaçlar dışında alışveriş yapmayacaksın, yaparken fiyat etiketlerine bakmayacaksın,
9.Toplumdan uzak duracaksın, toplum içine çıkmak ve toplu taşımaya binmek zorunda kalırsan etraftaki konuşmaları işitmemek için kulaklık marifetiyle müzik dinleyeceksin. "Kafam götürmez, ayrıca mizacıma ters" dersen kulaklarına pamuk tıkayacaksın,
10."Ben toplum içerisine çıkmazsam rahat edemem, çatlar ölürüm, yalnızlık Allah'a mahsus" diyorsan siyaset, ekonomi gibi konuların dışında eften-püften, havadan-sudan konuşmaların yapıldığı ortamlara (eğer kaldıysa) gireceksin. Laf arasında kazara biri "Ne olacak bu memleketin hali" veya "Dolar şu kadar olmuş" diyen olursa önce "Lütfen" diyeceksin. Baktın hala devam etmeye kalkarsa "Bak arkadaş! Şurada güzel bir sohbet yapıyoruz, sohbetin içine edip ağzımızın tadını bozma" diyeceksin. Adam hala densizliğine devam ediyor, bana müsaade deyip uzaklaşacaksın, hatta izin almadan oradan kaçacaksın,
11.Hasta ziyareti yapacaksın, cenazelere katılacaksın. Biri ne var ne yok demeye kalkarsa "Burası yeri değil" diyeceksin,
12.Telefonun bile çekmediği ıssız yerlere pikniğe gideceksin,
13.Alabildiğine uzun uyuyacaksın,
14. Kendini kitap okumaya vereceksin,
15.Bol bol ibadete zaman ayıracaksın. Namazları mümkün olduğunca evde tek başına kılacaksın. "Cemaat sevabı almak istiyorum" dersen camiye erken gitmeyeceksin. Herkes namaza başladıktan sonra varıp tespihi çekmeden çıkacaksın. Seninle beraber çıkan olur da seninle konuşmaya kalkarsa "Allah kabul etsin" deyip ayrılacaksın. Baktın adam peşinden geliyor, seni lafa tutacak; kusura bakma, acelem var deyip sıvışacaksın,
16.Herhangi bir kimseye telefon açman gerekiyorsa ya da sana biri telefon açmışsa sadece meramını anlatıp “da da ne var, ne yok” (daha daha ne var ne yok) demesine fırsat vermeden telefonu kapatacaksın. İşler nasıl diye sormayacaksın,
17.Yol üzerinde tanıdık biriyle karşılaşırsan selam verip uzaklaşacaksın, hal-hatır sormasına imkan vermeyeceksin...

Bu dediklerimi her kim uygularsa kendisine huzur gelir, rahatı kaçmaz, ağzının tadı gelir, yüzde yüz mutlu olur. Bence bu günlerde denemeye değer...

** 11/08/2018 tarihinde kahtasoz.com adresinde yayımlanmıştır.

10 Ağustos 2018 Cuma

Beni Getirecekler Ekonominin Başına...*


Ülkemiz bugüne kadar görülmemiş bir ekonomik krizle karşı karşıya. Buna 15 Temmuz'un devamı bir savaş da denebilir. Bir yerde duracak mı? ABD, "Yeter bu kadar" der mi? Sanmam. 


Herkes "Ne olacak bu paramızın durumu" derken fırsatçı olan ben, bu krizi ganimet bildim. Bu ülkeyi ekonomik krizden olsa olsa ancak ben düzeltirim dedim. Gördüğünüz gibi çıktım meydana. Yeter ki halk beni yetkilendirsin, ya da halkın yetki verdiği kişi yetki versin. Ekonomide sen tek yetkilisin desin. Neyse böyle bir şey yok. Ama yine de ben kendimi tanıtayım. Olmaz olmaz demeyin. Şayet ben olamasam da bakarsınız bakan olan yapacaklarımı uygular. Önemli olan ekonominin düzelmesi değil mi? Ha ben, ha başkası!


Neler mi yapacağım? Neler yapmayacağım ki! Cari açığı sıfırlayıp ithalat-ihracat dengesini kuruncaya kadar yapacaklarım:

-Üretmeden tüketilmeyecek, 

-Milli ekonomiye geçilecek,

-Bir ürün/mal ülkede varsa ithalata izin verilmeyecek,

-Petrol ürünlerinin ithalatına sınır getirilecek, zorunlu yerlerde kullanılacak,

-Halk toplu taşımaya zorunlu teşvik edilecek, "Ben toplu taşımaya binmem" diyene bisiklete binmesi önerilecek ya da yürüyerek gidip gelmesi kendisine tavsiye edilecek,

-Makam aracı tahsisi ve makam şoförü uygulaması Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, bakanlar, Genel Kurmay Başkanı, vali, kaymakam, belediye başkanı, emniyet müdürleri vb ile sınırlandırılacak, diğer amirler iş saatleri içerisinde toplantı vb yerlere giderken “Resmi hizmete mahsus” aracını kullanacaktır,

-Başta belediyeler olmak üzere kamuya ait kurumlar yabancı sefir ve misafirler dışında -ramazan dahil- yemek vb organizasyon yapamayacak,

-Belediyelerde sıkı bir mali disiplin uygulanacak, belediyeler masraf gerektiren hiçbir etkinlikte görev almayacak ve sponsor olmayacak, her belediye ayağını yorganına uzatacak şekilde kendi kendine yetecek bir bütçe disiplinine geçecek, "Nereye harcadın" denilecek,

-Siyasi partilere bütçeden verilen paraya son verilecek, ayrıca seçimlerde yardım yapılmayacak, 

-Siyasi partilerin miting yapmasının önüne geçilecek, isteyen propagandasını TV'den yapabilecektir,

-Maaşı veya geliri 4 bin liranın üzerindeki kişilerin maaş veya gelirlerinden yüzde beş kesintiye gidilecek. Yapılan kesinti kriz atlatıldıktan sonra kesinti yapanın lehine olacak şekilde geri iade edilecek,
-Devlet veya özel sektör asla dışarıdan kredi/borç alamayacak, bunun yerine parası olan zenginler kar-zarar ortaklığına dayalı olarak devlete borç verecektir,

-Kazanılmış hak çerçevesinde eski görev maaşını aldığı halde herhangi bir yerde istihdam edilmeyen bankamatik memuru denilen devlet memurlarına iş seçeneği sunulacak ya da emeklilikleri istenecek,

-Vekillerin imkanları sadece maaşıyla sınırlandırılacak. Vekiller harcırah, telefon vb giderini kendi cebinden karşılayacaktır,

-Cep telefonu vb teknolojik ürünlerin ithalatına izin verilmeyecek, İletişim için sabit telefonlar yaygınlaştırılacaktır…

Başlangıç aşamasında yapacaklarım şimdilik bu kadar. Eğer icraatlarımın arkasını merak ediyorsanız biraz bekleyeceksiniz. Bu daha benim gülen yüzüm, esas yüzümü göreve geldikten sonra görecek ve eski bakanlar bundan daha iyiydi diyeceksiniz. Aklın yolu birdir. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Demedi demeyin.



* 15/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Paramızın Erimesinde ABD'nin Uyguladığı Yaptırımların Etkisi Büyük. Ama...

Önce 17-25, ardından 15 Temmuz hain ve kanlı darbesinde hedefine ulaşamayan ABD, son kozunu oynuyor: Bir ekonomik savaşla karşı karşıyayız. Evet bunun adı bir savaş. İçinde silah olmayan bir savaş. ABD'nin tek taraflı dayatmalarına karşı bu savaşı ya kazanacağız, ya kazanacağız. Aksini düşünmek bile istemiyorum.

Paramızın döviz kuru karşısında özellikle dolar cinsinden un ufak olmasında ABD'nin ülkemize uyguladığı yaptırımların etkisi büyük. ABD'nin isteklerine boyun eğmeyen Türkiye "stratejik ortağımız" tarafından cezalandırılıyor. Ülkeyi içeriden silahla satın alamayan ABD, bu sefer kansız silahına başvuruyor. Bu tespitte öyle zannediyorum hem fikiriz. Bu kısım çuvaldız kısmı.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. İşin iğne kısmına gelelim. Yani iğneyi kendimize batıralım. Ekonominin mevcut durumundan, paramızın sürekli erimesinden bizim hiç mi suçumuz yok?  Olmaz olur mu? Belki de suçun büyüğü bizde. Her ne kadar ABD bizim için stratejik ortak, müttefikimiz dese de ne zamandır cami duvarına işemenin de ötesine geçip pislemeye başlamıştı. Aklı sıra bizi terbiye edecek ve bu yüzden son kozu olan ekonomik savaşı başlattı. Pekiyi biz bu savaşa hazırlıklı mıydık? Görünen hazırlıklı olmadığımız ortaya çıktı. Bize savaş açan ABD ise savaşa çok iyi hazırlanmış, zayıf noktalarımız, gediklerimiz neresi iyi etüt etmiş. Biz ise düşmanın bile bildiği deliklerimizi kapatma ve tedbir alma yoluna gitmemişiz. Hiç ABD'ye falan kızmayalım. Bu bir savaşsa düşman, senin zayıf noktandan vuracak. Cari açığa çözüm bulmamışız, ihracat ve ithalat dengesini sağlayamamışız, üstelik bazı gıda ürünlerini bile ithal etmeye başlamışız, kendi kendimize yeten değil, dışa açık ve onlara muhtaç yaşamaya alışmışız, tüketimden üretime geçememişiz, sıcak paraya dayalı ekonomi ile işi döndürebileceğimizi düşünmüşüz, ülkemizde paradan para kazanan sıcak parayı tutamamışız, kriz ben geliyorum demesine rağmen kamuda tasarruf tedbirleri almaya başvurmamışız, rahatımızdan hiç ödün vermeden israf ekonomisinin ekmeğine yağ sürmeye devam etmişiz, devletler arası ilişkilerde kazan kazan politikası izleyerek ve diplomatik bir dil kullanarak masada işi bitirmeye çalışmaktan ziyade meydanlarda restleşme yoluna gitmişiz, meydan okumuşuz ve ABD savaşı başlatmış, arka arkaya yaptırım kararı almış; ekonomimizde sorun yok, güçlü bir bankacılık sistemimiz var diyen yetkililer, kurun tepetaklak olması karşısında acziyet içerisinde oldukları imajını verdi ve piyasayı rahatlatmak için ellerinde fazla bir seçeneğin olmadığı ortaya çıktı. Ne de olsa "stratejik ortağımız" gidip görüşelim diye gönderdiğimiz heyet eli boş döndü. Hükümetin bir şey yapmayacağını veya yapamayacağını anlayan piyasa, ekonominin geleceğine dair güven duymadığı için TL, dolar karşısında nakavt olmuş durumda. Merkez Bankası faiz artırıyor; olmuyor, dolar ihtiyacını karşılamak için piyasaya dolar sürüyor; olmuyor, Ekonomi Bakanı paket açıklaması yapıyor; olmuyor, olmuyor oğlu olmuyor. Çünkü ekonomimizdeki delikler su almaya devam ediyor. 

Şimdi soralım kendi kendimize. Esas suçlu kim? Bu savaşta maalesef suçumuz büyük. Yapmamız gerekenleri zamanında yapmadık. Su uyur, düşman uyumaz sözünü çabuk unuttuk, bizim bizden başka dostumuz yok sözü sadece dilimizde kaldı. Rakibe sahamızda top çevirecek alan vermeyecektik. Eceli gelen köpek, ne yapacağını bilemez durumda sağa-sola saldırır. ABD'nin yaptığı da budur. Kızıp köpürmede ABD'ye kızarken daha fazla kendimize kızalım. Kızarken de soğukkanlılığı elden bırakmayalım, kalıcı tedbirler alalım. Özellikle devlet israf ekonomisinin önüne geçmeli, önce kendisi uymalı buna. Borç batağında olmasına rağmen üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokan, para harcamada hesap-kitap yapmayan, israf ekonomisinin zirvesini yaşayan, durmadan yap-boz, tekrar boz-yap mantığıyla ne yaptığını kendisi de bilmeyen belediyelerin kulaklarını çekmesi gerekir. Mali disiplinden ödün vermeden öncelikli olmayan yatırımlar için frene basmalıdır. Hükümetin bize operasyon çekiliyor demeyi bir tarafa bırakıp herkes gibi seyretmemesi, karar almada acziyet göstermemesi gerekir. 

Ekonomimizde cereyan tüm olumsuzluklar canlı yayında olup biterken biri hariç muhalefetin hükümetin yanında olduğunu açıklaması, vatandaşın soğukkanlılığını devam ettirmesi, birlik ve beraberlik mesajı vermesi içimizi rahatlatan iyi yönlerimizdir. Vatandaşın ekseriyeti bu hükümete 16 yıldır iktidar imkanı sundu. Vatandaş siyasi istikrarı sağladı, hükümet de ekonomik istikrarını önce sağlamalı, ardından sürdürmelidir.

Çıldıran Dolar mı?

"Dolar çıldırdı" yazıyor yazılı medya. Çıldıran dolar değil;
-insanlığımızdır,
-çok kazanma hırsımızdır,
-kaprisimizdir,
-gözümüzün dönmüşlüğüdür,
-içimizdeki kinimizdir,
-intikam duygumuzdur,
-birilerinin meydanı boş bulmasıdır,
-dünyanın beceriksizliği yüzünden hep kazanmaya alışmış birinin kudurmasıdır,
-eceline susayanın cami duvarına işemesidir,
-kendi çıkarı için dünyayı ateşe vermesidir,
-kendi çıkarı için dünyanın bir hiç olduğudur,
-kaybetmeye namzet birinin elindeki bütün kozları sürmesidir...

Ondaki Koltuk Sevdası Bende Olsaydı!

Öğretmenlikte ilk atamam Nizip İHL’ye yapıldı. 2,5 yıl orada çalıştıktan sonra zorunlu hizmetimi yapayım istedim. O zamanlarda Nizip mecburi hizmete tabi değildi. Çünkü Gaziantep, büyükşehir olduğu için büyükşehirler zorunlu hizmet kapsamında değildi. Komşusu Adıyaman’a tayin istedim. Kahta İHL’ye atamam yapıldı. Zorunlu hizmete gittiğimde zamanın hükümeti “Üç yıl zorunlu hizmet yapan istediği bölgeye, dört yıl görev yapan istediği ile atanacak” demişti. Kendi kendime 4 yıl çalışır, ardından kendi memleketime giderim diye düşündüm. Siyasette bir günün bile uzun sayıldığını unuttum ve 4 yılın sonunda tayin istedim olmadı. Her yıl tayin istedim, yine olmadı. Sonunda memleketime biraz yakın olsun diye Adana’ya tayin istedim. Bu arada ikinci bir tayin hakkım daha olsun diye okul müdürlük sınavına girdim. Müdür olarak atanırsam memleketime vardıktan sonra kısa bir süre sonra öğretmenliğe dönerim diye düşündüm. Çünkü müdürlük ve koltuk mizacıma tersti.

Adana’da üç buçuk yıl çalıştıktan sonra girdiğim müdürlük sınav sonucuna göre Konya’nın Sarayönü ilçesine atamam yapıldı. Konya’dan gidiş-geliş yapıyorum. Her atama döneminde öğretmen olarak tayin istedim, yine olmadı. 28 Şubat süreci ve katsayı dolayısıyla İHL’lerin önü kesilip normumda ihtiyaç olmayınca merkeze öğretmen olarak gelemedim. Bugün-yarın derken değişik okul türlerinde şaka maka 11 yıl müdür olarak görev yaptım. Müdürlüğü çok iyi yaptığım iddiasında değilim. Zaten amirim mesabesindeki koltuk sahipleriyle çok iyi geçindiğim de söylenemez. Bunda doğru-yanlış, dilimin kemiğinin olmamasının etkisi büyük.

En son çalıştığım okul müdürlüğünden öğretmenliğe dönmek için karar verdiğimde isteyerek oturduğum, severek yapmadığım koltuk tüm stresine rağmen bana tatlı gelmeye başlamıştı. Ama tatlı gelse de kafaya koymuştum. İHL’lerde 10 yıl boyunca çalıştım, emekliliğim öncesi yine İHL’lerde çalışayım istedim. O da ne! İHL’lere tayin isteyemiyorum. Çünkü benim branşım Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi imiş. İHL’de çalışmak için İHL Meslek Dersleri branşından olmam gerekiyormuş. TTKB böyle ucube bir karara nasıl imza attıysa aynı okulda, aynı sırada, aynı dersleri birlikte gördüğümüz arkadaşlarımızın bir kısmı İHL Meslek Dersleri, benimki Din Kültürü branşı. Yani İHL’ye gitmem için alan değişikliğine müracaat etmem gerekiyor, onu da bakanlık birkaç yıldır açmaz oldu.

İHL olmuyorsa diğer okul türlerine gideyim dedim. Bunu da eş-dost ortamlarında dillendirdim. Dedim ama içimden bir ses “Ramazan! Sen koltuğa alıştın, derslerden uzaklaştın, öğretmenliğe geçince günde 7-8 saat derse nasıl gireceksin” demeye başladı. İçim ve dışım birbirine uyumlu değildi, zira kendi kendime çelişkiye düştüğümü düşünmeye başladım: “Ramazan! Herkese öğretmenliğe döneceğini söyledin, ama hala duruyorsun” dedim. Sonunda koltuk mu öğretmenlik mi verdiğin söz mü derken imdadıma bir okul müdürü yetişti: “Ağabey, öğretmenlerim takviye ve yetiştirme kurslarını tercih ettiği için okulumda hafta sonu yapmam gereken açık lise yüz yüze eğitim dersine talep yok. Girer misin” dedi. “Öğretmenlerin niye talep etmiyor” dedim. Takviye kursunun ek ders ücreti, açık lise ücretinin iki katı imiş. Mesele anlaşıldı dedim, kabul ettim. Bir dönem boyunca pazar günleri arka arkaya sekiz saat ders verdim. Baktım ders anlatmamda sorun yok, ben bu işi becereceğim dedim. İl içi tayin dönemi açılınca koltuğu bırakarak öğretmenliğe döndüm. İki yıldır da öğretmenliğe koltuksuz bir şekilde devam ediyorum.  

Şimdi sadede geleyim. Niyetim kendimi anlatmak değil, koltuk idi. Ama gördüğünüz gibi bir koltuk nelere kadir! Bir sayfayı doldurdu. Beğensem de beğenmesem de asli görevim olmayan müdürlük koltuğuna yapışmaya başlamıştım. Hatta müdürlük yaparken bir de şube müdürlüğü sınavına girmiş ve kazanmama rağmen gitmemiştim.  Şimdi düşünüyorum da kılavuz olarak kendimi değil de dokuz seçim kaybetmesine rağmen hiçbir kurultayda parti genel başkanlığını kaybetmeyen Sayın Genel Başkanı kılavuz olarak seçmiş olsaydım bugün öğretmen değil, başarısız bile olsam koltukta oturur olurdum. Aslında öğrenmenin yaşı yok derler. Keşke kendisinin dizlerinin önüne çökseydim de biraz ders alsaydım. Düşünemedim, ya da düşündüysem de ayağına gitmeyi kibrime yediremedim belki de. Siz siz olun, bir koltuğa sahip olmak ve o koltukta ölünceye kadar kalmak isterseniz beni değil, Sayın Genel Başkanı örnek alın.