4 Haziran 2018 Pazartesi

Protokol ve Nezaket Kurallarında Alkış ***


Yüksek bir makamda bir görev ifa ediyorsunuz. Protokol kurallarına göre makamınız gereği toplantılara davet ediliyorsunuz. Davet bir üstünüzden geliyorsa mazeret beyan ederek katılmama gibi bir durumunuz söz konusu değil. İçinize sinse de sinmese de toplantıya katılacaksınız.


Toplantıda siyasi kimliği olan Türkiye’nin bir numarası konuşma yapıyor. Konuşması zaman zaman toplantıya katılan resmi veya sivil erkan tarafından tasvip görüyor ve alkışlanıyor. Herkesin alkışladığı bir ortamda siz bu durumda ne yaparsınız? Bulunduğunuz makam itibariyle siyasiyi alkışlamanız bir problem, alkışlamamanız ayrı bir problem. Salonda alkış tufanı olduğu bir esnada siz put gibi dursanız olmaz, alkışlasanız olmaz. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal dediğimiz olay budur işte.


24 Haziran seçimine giderken Türkiye, İkinci Ordu Komutanının Cumhurbaşkanını alkışlamasını tartışıyor. Bir kesim apoletleri sökmekle tehdit ederken diğer kesim Paşanın yaptığını onaylayarak geçmiş başarılarına atıfta bulunuyor. Bu durumda nasıl bir tavır almak gerekiyor? Askeri siyasi arenaya çekip tartışma konusu yapmak doğru mudur? Ki askerin kendini ifade etme durumu, basına açıklama yapması, kendisini savunma durumu yok. Zira makamı ne kadar büyük olursa olsun sonuçta bir memurdur. Bir an için düşünelim ki Paşanın alkışlaması doğru değil. Doğru. Paşanın alkışlamaması lazım. İyi de herkesin alkışladığı bir durumda Paşa ne yapacaktı? Ya da Paşa alkışlayınca ihsası reyde bulunmuş mu oluyor? Paşa, içten gelerek alkışlamış da olabilir, nezaketen de.


Kendinizi bazen öyle bir ortamda bulursunuz ki toplumsal psikolojiye kendinizi kaptırabilirsiniz. Alkışlamaya mecbur kalırsınız. Yine bizde konuşmacı konuşmasını bitirdikten sonra konuşmayı tasvip etseniz de etmeseniz de nezaketen alkışlar ve tebrik edersiniz.. Başka da yapabileceğiniz bir şey yok.


Burada askeri, tartışma konusu yapmaktan ziyade yeni sistem değişikliğiyle birlikte Paşa’nın durumuna düşecek bundan sonra nice bürokrat ortaya çıkacaktır. Çünkü yeni sistemde cumhurbaşkanı devletin başı, ordunun başkomutanı, aynı zamanda ülkenin birliğini temsil eden kişidir. Bir an düşünelim: Cumhurbaşkanı tüm askeri erkana bir konuşma yapıyor. Konuşması alkışlanmayacak mı? Protokol ve nezaket kurallarında alkışın yeri vardır. Burada yeni sistemle beraber bu işin ortasını nasıl bulacağız? Alkış da problem, alkışlamamak da! Yine burada konuşulması gereken sivil zevat, alkış veya protesto başta olmak üzere her türlü tasarrufta bulunurken resmi erkan ne yapacak?


Ülkemizde ne getirip ne götüreceğini bilemediğimiz bu yeni cumhurbaşkanlığı sisteminde bu tür tartışmaların olmaması için ince bir çizgi oluşturmakta fayda vardır. Yoksa eli ve dili olmayan resmi zevat bu tür toplantılarda hep tartışma konusu olacaktır. Bu da bürokratların mevcut durumunu yıpratacaktır. Yeni sisteme tamamen geçmeden, ileride daha büyük tartışmalara sebebiyet vermemek için bazı kıstasların konmasında fayda vardır. Yoksa her şeyden nem kapmaya devam ederiz. Bunun da toplumsal barışa hiçbir katkısı olmaz.



*** 07/06/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros ismiyle yayımlanmıştır.




Siyaset Bir Erdem Yarışı Olmalı

Seçimle yatıp seçimle kalkan bir toplum olarak yeni bir seçime daha giriyoruz. Yaptığımız her seçimde genelde birbirimizi kırıp geçiriyor, hayat-memat meselesi haline getiriyor, toplumu gerdikçe geriyoruz. Her seçim önemli olmaya önemli. Ama bu işi yaparken farklılıklarımızı ortaya koyarak birleştirici, kucaklayıcı, bütünleştirici ve muhataplarımıza güven verecek şekilde bir sağduyunun hem siyasette hem de halk nezdinde artık yerleşmesinin zamanı geldi geçiyor.

Ben siyaseti bir erdem ve fazilet hareketi olarak görmek istiyorum. Birbirimizi kırarak, hakaret ederek, küçümseyerek, iftira atarak, yok kabul ederek bir yere varamayız. Bu şekilde yapılan bir siyaset, geriye kırılmış kalpler, incinmiş gönüller ve öfkeli gözler bırakır. Sadece yaralar. Başka da bir işe yaramaz.

Siyasetçilerimiz kendileri için oy deposu olarak gördükleri halkı kutuplaştırmaktan vazgeçmeli artık. Bunun için ilkeli bir siyaset yapmanın temellerini atmalılar, hakarete varmadan rakibini eleştirmeyi öğrenmeliler, siyasi rakiplerine saygılı olmayı bilmeliler. Hatta siyasete atılmadan centilmenlik nedir sorusuna cevap bulmalılar önce. Rakipleriyle mücadele ederken onların onurlarını her şeyin üstünde tutmayı öğrenmeliler. Belden aşağı vurmaktansa kaybetmeyi göze almalılar. Türkiye siyasetinin buna şiddetli bir şekilde ihtiyacı vardır.

Erdemli bir siyaset Türkiye’nin yerleşmiş siyasetine ters ve olması zor görünüyor. Ama toplumsal barış, birlik ve beraberliğimiz için buna ihtiyacımız var. Zor olan bu durumu siyasetin merkezine koymamız gerekiyor.

Eleştiri Kültürü

Toplumumuzda en büyük eksikliğin eleştiri eksikliği olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü eleştiriye açık bir toplum değiliz. En demokrat geçinenimizde bile eleştiriye karşı hazım sorunu vardır. Niçin böyleyiz?

Kendimizi mükemmel gördüğümüzden, ya da kendimize güvenmediğimizden kaynaklanabilir tahammülsüzlüğümüz. Zayıf ve eksik yönümüz rakiplerimiz tarafından ortaya dökülünce hatamızı veya eksikliğimizi kabulleneceğimiz ve kendimize çeki-düzen vereceğimiz yerde hırçınlaşıyoruz. Biz de rakibin eksikliklerini bulmaya çalışıyoruz. Rakibi eleştirirken kendimizi yunmuş-yıkanmış gördüğümüzden olsa gerek var gücümüzle muhatabımızı ezmeye çalışıyoruz. Başkasını eleştirirken adına eleştiri diyoruz. Rakibimiz bizi eleştirince eleştiriyi hakaret olarak görüyoruz.

Eleştiri diye yaptığımız çoğu zaman hakarettir aslında. Çünkü niyetimiz rakibimizi linç etmek ve boğmaktır. Eleştiri fikirde ve icraatta olması gerekirken kişiselleştiriyoruz. Bu da eleştiri kültürünü özümsemediğimiz anlamına geliyor. Eleştirinin önemsenmediği, tahammül edilmediği yerlerde bilimde, dinde, sosyal, kültürel alanlarda gelişmenin olması pek mümkün görünmez. Çünkü buralarda mutlak itaat vardır. Kazara eleştirmeye kalkarsan gücü elinde bulunduran irade veya yandaşları tarafından tu kaka yapılırsın. En hafifi dışlanırsın. Hayatı zindan ederler sana, dost acı söyler ama yüze karşı söyler sözünü  unutarak.

Ne zamanki bu ülkede eleştiri kültürü gelişir, insanlar eleştiriye açık olur, işte o zaman bu ülkeyi kimse tutamaz. Eleştiri dedimse içi boş, karşılığı olmayan, müzmin muhaliflikten bahsetmiyorum. Kişiyi veya bir fikri eleştirirken aynı zamanda yol gösteren yapıcı eleştirileri kastediyorum. Bu şekil bir eleştiri çeşidi, insanı ve kişileri geliştirir, mükemmelleştirir. Yeter ki eleştiriyi ön yargısız bir şekilde dinleyelim, hemen savunma mekanizmasını harekete geçirmeyelim. Bu şekil bir eleştiri zarardan ziyade fayda sağlar. Ah bir tahammül edebilsek...



Oldu Olacak Akşam Yemeğini de Ver Gitsin! ***


Bu seçim döneminde verdikleri uçuk-kaçık vaatlerle sınır tanımayan siyasi partilerimiz uzun ramazan günlerinde bize cenneti yaşatıyorlar desem yanlış olmaz. Maşallah hiç isteyen yok; hep veriyorlar. Karşılığında bizden sadece kendilerine oy vermemizi istiyorlar. Bekara avrat boşamak dedikleri bu olsa gerek. Yine bu seçim döneminde Allah ve peygamberi ağızlarından düşürmeme konusunda ramazan Müslümanlığının yanında seçim Müslümanlığı da iyice kendini gösterdi.

Eskiden vadettiklerinizin karşılığı nerede diye seçmen, gazeteci ve rakip siyasiler sorardı. Bu seçimde kimsenin sormasına mahal bırakmadan "rantiyeciden alacağım" şeklinde yuvarlak cevabı da kendileri veriyor. Buna da kendi çalıp kendi oynuyor denir. İşin garibi seçmen bir şey istemiyor. Bunlar ağlamayana emme vermezler sözünü bir tarafa bırakarak para basar gibi veriyorlar durmadan. Mübarekler sanki gömü buldular. “Atma Recep din kardeşiz, biraz ufak at da civcivler de yesin,” demek lazım. Maalesef bu seçim dönemi vaatlerin havada uçuştuğu, benim vaatlerim senin vaatlerini yener dendiği, Türkiye gerçeklerinden uzak, birkaç oy devşirmek amacıyla ucuz siyasetin yapıldığı bir dönem olarak akıllarda kalacaktır. -cek, -cak edebiyat dönemi de denebilir. Bir tanesi, "Türkiye gerçekleri ortada, vermek için almak gerekiyor. Zira almadan vermek Allah'a mahsustur. Ben sizlere önce acı reçete sunacağım" dese benden oy ve büyük bir aferin alır.

Bu seçim döneminde hemen hemen her kesime mavi boncuk dağıtan siyasilerimiz, en fazla bonusu da öğretmenlere veriyor. Vaatlerden 3600 katsayısını bir tarafa bırakırsak (çünkü nice zamandır öğretmenlerin isteyip alamadığı bir haktır) diğer çoğu kulağa hoş gelse de absürt kaçıyor. İşin ilginç yanı siyasilerimiz ev ödevine iyi hazırlanmış, papağan gibi aynı vaatleri gittikleri her yerde bir bir sıralıyor ve buna kendileri de inanmış görünüyor. Sanırım birileri, bir insan bir şeyi kırk gün boyunca çok istese o isteği yerine gelir, şeklinde bir tüyo vermiş olmalı.

Vaatte emsallerini sollayıp geçen ve son surat yoluna devam eden bir parti lideri -Allah vere de bir duvara toslamasa- bir salon toplantısında vaatlerini sıralarken "Piyasada atanamayan ne kadar öğretmen adayı varsa hepsini atayacağım, sözleşmeli öğretmenliği kaldıracağım, öğrenci ve öğretmen bir kuruş para vermeden sabah kahvaltısını ve öğle yemeğini okulda yiyecek..." şeklinde vaatlerini bir bir sıraladı.  Akşam yemeğini unuttu. Onu da ekleseydi çok daha iyi olurdu. Oldu olacak servis ve ulaşım da bedava deseydi tadından yenmezdi. Ne de olsa eğitim bedava değil mi bizde?

Hasılı, ben bu seçim dönemi kadar seçmenle dalga geçildiğini görmedim. Rabbim hayırlar getire...



*** 12/06/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros ismiyle yayımlanmıştır.


3 Haziran 2018 Pazar

Cumhurbaşkanlığı Seçimi İkinci Tura Kalmamalı *


Ortalama bir, bir buçuk yılda bir seçim yapar olduk. Her seçim bir gerginlik, gerilim, bir bekleyiş, bir kutuplaşma demektir. Aynı zamanda her seçim bir maliyettir. Seçimde harcanan her para milletin sırtından çıkmaktadır. Sistem değişikliğiyle birlikte cumhurbaşkanı seçmek için yüzde elli bir şartı getirildi. 

24 Haziran seçimlerinde herhangi bir cumhurbaşkanı adayı yüzde elli, artı biri yakalayamazsa iki hafta sonra önümüze yeni bir sandık konacak demektir. Cumhurbaşkanı adayları veya siyasi partiler seçimi iki tura taşımak için var gücüyle uğraşıyorlar. Seçimin maliyeti kendi cebinden çıkacak seçmenin böyle bir oyuna gelmemesi için seçimi birinci turda bitirmesinde fayda vardır. Hele ekonomik verilerin çok iyi olmadığı günümüzde bu ülkenin seçimi iki tura taşıması lükstür. 

24 Haziran seçimlerinde seçmediğimizi/seçemediğimizi iki hafta sonrasında nasılsa seçeceğiz. Durum böyle olunca seçimi uzatarak uzatmalara oynamak macera aramak gibidir. İlk turda seçeceğimiz kişiyi seçip seçim defterini kapatmak lazım. Kapatalım ki başta ekonomi olmak üzere biriken sorunları çözmek için kazanan bir an evvel ellerini sıvasın.

Seçimlerle ilgili üzerinde durulması gereken bir başka husus; Meclis çoğunluğuyla, seçilen cumhurbaşkanının aynı partiden olması gerekir. Şayet Meclis çoğunluğu ile cumhurbaşkanı aynı partiden olmazsa ilk defa uygulayacağımız bu sistem kilitlenir. Çünkü bizde demokrasi kültürü ve asgari müştereklerde buluşma pek görülmez. Cumhurbaşkanı Meclisi, Meclis de cumhurbaşkanına iş yaptırmamak üzere vaziyet alır ve sistem ölü doğar. Ülke hükümet kriziyle boğuşur ve yakında bir seçim daha kapıda demektir. Zaten önümüzde 2019 Martında mahalli idareler seçimi var. Ekonomisi iyi olan bir ülke bile bu kadar seçime kaldıramaz.

Kendimizden ziyade ülkeyi düşünmüş olsaydık 2019’da yapılacak olan belediye seçimlerini de şimdiki seçimlerle birleştirir, bir beş yıl daha seçimle uğraşmazdık. Ama maalesef olmadı. Seçimin maliyeti milletin sırtına binince siyasi partiler seçim yapmaktan pek kaçınmıyor. Seçimde harcanan para kendi sırtlarından çıksa siyasi partiler kılı kırk yarar, maliyetleri düşürmek için uğraşır.

24 Haziranı ve 2019 Martında yapılacak olan seçimleri kazasız belasız bir atlatalım, ardından tüm seçimlerin tek seçimde yeterince sandık koymak suretiyle yapılması için siyasi partileri kıskaca almak lazım. Kazanan beş yıl boyunca yapacaklarını yapsın, beş yıl boyunca erken-geç şeklinde bir seçim konuşulmasın. Çünkü zamanında yapılmayan seçim veya sık sık yapılan seçimler hükümetleri problemleri çözmeye yöneltmez. İşi pansuman tedbirlerle götürmeye çalışır, radikal karar aldırmaz.

* 09/06/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Duvara Konuşmak

Bana toplumsal bir varlık olan insana Allah'ın verdiği en büyük nimet nedir diye bir soru sorulsa akıl, irade, düşünmenin yanında bunların sonucu olarak en başa koyabileceğim anlama nimetidir. Kişinin muhatabını anlaması ve kendini anlatabilmesi için verilen dil, amacına uygun bir şekilde kendini ifade edebildiği ve anlaşılabildiği oranda önemli bir işleve sahiptir. Ya konuştuğun dil muhatabınca anlaşılmazsa veya muhatabını anlayamazsan hiçbir işe yaramayan bir dile ve izansızlığa sahipsin demektir. Bu durumda yapacağın her konuşma kendini yormaktan öte bir anlam taşımaz.

Duvara konuşmadır bunun adı. Duvara istediğin kadar konuş, kellim kellim la yenfeudur. Yırtınsan, çırpınsan, dövünsen, kendini paralasan bir arpa boyu yol kat edemezsin. Çünkü karşında insan görünümlü fakat seni anlamayan ya da anlamak istemeyen bir varlık vardır. Böyle birinin karşısında Allah'ın aralarındaki sorunları çözsünler diye verdiği dil nimetinin işe yaramadığını görürsün. Bu tiplere karşı "Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır" sözünün çöpe gittiğini anlamak hiç de zor olmaz. Sorun dilde değil. Zira aynı dili konuşmuyorsun. İzandan yoksun bir dildir muhatap olduğun. Bunun bir diğer adı Fransız olmaktır. Anlayış yoksunluğunun olduğu kişilere dünyanın hangi diliyle konuşursan konuş, nafiledir. Zaten gördüğümüz her kavganın, şiddetin, çekişmenin temelinde idrak yoksunluğu yatar.

Anlayışın olduğu yerde konuşma ve iletişim uzvu olan dile ihtiyaç duyulmaz. Kalpten kalbe geçiş olur böyle durumlarda. Gönülden gönüle bir köprü olur. Dilin olmadığı yerlerde jest ve mimikler, bakışlar bile çok şey ifade eder. Birbirini anlamayan insana davul zurna bile azdır. Keşke okuma ve yazmaya, başarmak için teste önem verdiğimiz kadar izana, feraset ve basirete, leb demeden leblebiyi kastettiğimizi öğretebilseydik... dili ne şekil kullanabileceğimizi uygulamalı olarak gösterebilseydik bugün yaşadığımız birçok sorunu yaşamazdık.

Birbirini anlama sorunu yaşayanlar, duvara konuştukları duvar dile gelseydi "Ne anlamaz ve anlaşılmaz kişilersiniz, ben duvar olarak anladım, siz bir türlü birbirinizi anlamadınız, anlayışsızlığınızı beni suçlayarak bir yere varamazsın" diyecektir. Ama duvar dile gelmez. Çünkü kaderinde konuşmak yoktur duvarın. Burada dilin duvarlaşması sorunu vardır. Kurban olsun böyleleri duvara. Duvar olan bu tipler sanmayın ki zihinsel engelli. Düpedüz sağlam görünümlü ebleh kişilerdir bunlar.

Allah böyleleriyle karşılaştırmasın bizi. Karşılaşırsanız şayet, deveye hendek atlatmayı veya balığı kavağa çıkarmayı tercih edin. Allah akıl noksanlığı, izansızlık vermesin kimseye. Kazara çevrende varsa böyleleri, bil ki dünyanın en bahtsız kişisisin. Sana sadece acınır bu durumda. Çekecek çilen varmış demek ki!

Seçmen Dediğin Sandıkta Konuşur

Siyasi partilerimiz hummalı bir şekilde seçime hazırlanıyor. Hepsi vekil adaylarını belirledi. Listeler hazırlanıp YSK'ya verildi. Siyasi partiler propaganda için sahaya indi ve meydanlar kızıştı.

Siyasi partiler propagandalarını yapadursun, seçmen şimdiden harekete geçti bile. Sosyal medyadan tutun da, kahvehane köşelerine varıncaya kadar her yerde seçim konuşuluyor. Keşke konuşulsa eyvallah diyeceğim. Şimdiden kılıçlar çekildi, gerginlikler başladı. Görüşünü açıklayandan, yorum yapana, adaylar belli olmadan adaylar hakkında değerlendirmeler özellikle sosyal medyada çarşaf çarşaf paylaşılıyor.

Siyasetin içinde olup konuşanı, propaganda yapanı anlarım. Çünkü işi siyaset. Merak ettiğim sandıkta konuşması gereken seçmen daha seçimlere günler kala niçin konuşur, yazar ve çizer. Sandık ne için var? Yediden yetmişe politize olmuşuz vesselam. Haydi diyelim ki birileri profesyonelce bu işi yaparken seçmen de amatörce veya fahri olarak yapıyor. Sosyal medyada siyasetin tam ortasına girmiş öyle insanlar var ki siyasilerin sosyal medya ayağı gibi. Yorum yazan ve paylaşan kişilerin çoğu da memur. Bildiğim kadarıyla memurların siyaset yapması, bir parti lehine ve aleyhine siyaset yapması yasak, cezayı gerektirir. Üstelik cezası da ağırdır. Başıma gelene razıyım, savunduğum parti için her şeyi yaparım. Zaten herkes yapıyor, nasılsa kimse bir şey demiyor deniyorsa ona bir şey diyemem. Ama herkes kendi işini; siyasetçi siyasetini, memur memurluğunu, amir amirliğini, esnaf esnaflığını yapsa daha iyi olmaz mı? 

Merak ettiğim sosyal medyadan bir partinin lehine veya bir başka partinin aleyhine doğru-yanlış demeden paylaşım yapanlar bugüne kadar rakip partiden bir kişiyi kendi safına çekebildiler mi? Hazırında herkes safında duruyor. Üstelik rakip hakkında sosyal medyada dolaşan ve algı oluşturmayı amaçlayan paylaşımları tedavüle sürmek ahlaka, etik ilkelere, savunduğumuz insani değerlere sığıyor mu? Rakibe belden aşağı vurmak, bu uğurda her yolu mübah görmek günah değil mi? Toplumu germekten, toplumda bilgi kirliliği oluşturmaktan başka bir işe yaramayan bir yöntemle elde edilecek başarının kime, ne yararı vardır?

Çamur at, izi kalsın siyaseti kirli bir siyasettir. Fazlasıyla siyasetimizde kullanılıyor. Bu kirli siyasetin içine gözü kara girmenin kendimizi de kirletmekten başka ne işe yarar? Yok illaki siyaset yapılacaksa temiz siyaset ne güne duruyor. Bari bu işi yaparken Allah'tan korkulmuyorsa kuldan utanılsa...